Değirmen, Kağnı, Ses - 16

Total number of words is 3503
Total number of unique words is 1920
32.2 of words are in the 2000 most common words
47.3 of words are in the 5000 most common words
55.2 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
korkunç geliyordu. Beria'nın da beni itham edebileceğini tasavvur
etmek aklımı başımdan alıyordu. Odamda kendi kendime
onunla konuşuyor, yalvarıyordum:
-Beria, oh Beria, sen bunlara inanmıyorsun değil mi? Sen
bana, yalnız bana inanıyorsun! Ben sana bir tek kelime bile söylemeden
bana inanıyorsun değil mi? Eğer bugünlerimde beni
sen de yalnız bırakırsan ne yaparım ben o zaman? Nereye tutunabilirim?
Ben etrafa ve sana gösterilmek istendiği gibi değilim.
Beni bari sen anla Beria!..-
Yatağın üzerine kapanıyor, kuru gözlerle ağlıyordum...
Ayağa kalkıyor, odada aşağı yukarı dolaşıyor ve mütemadiyen
onun ismini tekrar ediyordum.
XV
Niçin onu gidip göremiyor, ona her şeyi anlatamıyordum?
Birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde niçin bir
aile meclisinde ve bir sürü gözün altında ancak birbirimizi anladığımızı
söyleyen bakışlar ve havadan sudan sözlerle iktifaya
mecburduk? Niçin ben onun ellerine sarılıp ağlayarak bütün
içimi dökemiyordum? Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde
gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu?
Gözleri, yardımsızlık içinde çırpınan güzel gözleri etrafa
inanmak istemediğini bana söylüyordu. Fakat ne de olsa o
daha bir çocuktu ve etraf çok kuvvetliydi. Susmak bilmeyen
cehennemi bir makine gibi onun masum kulaklarının dibinde
uğulduyor ve benim yaptıklarımı sayıp döküyordu. O ne
kadar inanmak istemese, inanmak ona ne kadar azap verse,
günün birinde çelimsiz mukavemetinin kırılacağı muhakkaktı.
Ve ben, onu hemen her gün gördüğüm halde kendisine asıl
bize, bizim ikimize ve bizim ikimizin hayatlarına taalluk
eden meselelerden bahsedemezdim, buna -muhit müsait değildi!!!-
Etrafın keskin ve hain gözü bizim üzerimizdeydi.
Çenelerin yorulmak bilmeyen insafsız makinesi hiç durmadan
işliyor ve bana bulunduğum yeri cehennem ediyordu. Bir
köpek sürüsü tarafından kovalanarak bir köşeye sıkıştırılmış ve
etrafı sarılmış bir geyik gibi şaşkın, meyus, fakat mağrur ve çetin,
kendimi müdafaaya çalışıyordum. Uzaktan yaptıkları hücumlarla
iktifa etmeyerek bana daha çok sokulmak isteyen ve
dişlerini gösterenleri şiddetli, fakat ümitsiz darbelerle kendimden
uzaklaştırıyordum. Lakin onlar biraz sonra tekrar ve daha
kuvvetli hücuma geçiyorlardı.
Şükufe'nin evine sık sık devam eden birtakım nüfuzlu ve
yüksek zevat bile işe burunlarını sokarak daha yüksek makamlara
kadar bu meselenin aksetmesine sebep oldular. Tomar tomar
kağıtlar gitti, geldi. Bana resmen sualler soruldu. Raporlar
verildi ve fezlekeler yapıldı. -Mumaileyhin tabanca çektiği tespit
edilememişse de, nahoş bir hadiseye sebebiyet verdiği muhakkak
olduğundan...- gibi cümlelerle devam eden evrak kaleme
alındı. Ve bütün bunlar dakikası dakikasına şehre yayıldı.
Bu kadar gürültünün arkasından hiçbir şey çıkmayacağını
biliyordum, bu işgüzarlıklar, bu yaranmalar, bu -kerataya haddini
bildirmeli!-ler herhalde döne dolaşa aklı başında bir yere
de uğrayacak ve orada anlayışlı bir tebessüm doğurduktan
sonra kapanıp gidecekti. Birdenbire ortaya çıkan siyasi cürümlerimin
de pek ipe sapa gelir tarafı yoktu. O zamana kadar söylediğim
laflarda, bütün gayretlerine rağmen, kanuni bir cürüm
bulamıyorlardı. Fakat tekrar elde edilmesi mümkün olmayan
bir şeyi kaybetmiştim: En nihayet Beria'yı, Beria'nın kalbini
benden uzaklaştırmışlardı. Şimdi kendisini gördüğüm zaman
başını çeviriyor, suallerime soğuk ve kısa cevaplar veriyordu.
Birkaç kere bunu tekrar düzeltebilmek için mümkün olan şeyleri
yaptım. Şaka edecek oldum, daima soğuk ve hareketsiz kaldı.
Anladım ki, artık onun gözünde de ben maceraperest bir
serseri idim. Ve bu darbe, bana hepsinden daha ağır geldi. Kendimi
buna tahammül edebilecek kadar kuvvetli bulmadım. Dimağım
o zamana kadar görmediğim bir perişanlığa, bir atalete
düşmüştü. Ağlamak bile elimden gelmiyordu. Aptal bakışlarla
ve ne istediğimi bilmeyerek dolaşıyordum. Bir gün odamda aynaya
baktığım zaman tanınmayacak kadar değişmiş olduğumu
gördüm: Gözlerim içeri kaçmış, derim sarı ve kirli bir renk almış,
sakallarım uzamıştı. Aynadaki hayalime karşı acı acı güldüm,
o da bana güldü.
Birkaç gün sonra eşyamı marangoz Fazıl'a, kitaplarımı
mektebe hediye ederek İstanbul'a hareket ettim. İstasyona yalnız
Fazıl gelmişti, tren kalkıncaya kadar bir tek kelime konuşmadık;
yalnız son kampana çaldığı zaman, birbirimizin boynuna
sarıldık. Ayrılınca Fazıl'ın gözlerinin yaş içinde olduğunu
gördüm. Demek ki bu şehirde beni seven hiç olmazsa bir kişi
vardı...
Bir Kadın Dalaveresi, Yeni Anadolu Gaz., 08.05.1932-21.06.1932
:::::::::::::::::
SES
...
Ses
İ
Bizi Beyşehir'den Konya'ya götüren kamyon, Barsakderesi
dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını
açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları
bir sürü alet ve edevatı ortaya döktüler. Ondan sonra
saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin altına
sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motorun alt kısmını
kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve
motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı birtakım
memeleri yerlerinden oynatıyordu.
İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoseri
tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp
dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor ve o dinlenmek
için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:
-Bitti mi?- diye heyecanla soruyordu.
Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın
garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne
oturup beklemeye ve etrafımıza bakınmaya başladık.
Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında
iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el
arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla
meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.
Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin
üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan
bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşluğa terk ediyordu.
Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere
mırıltıya benzer seslerini duyurmaya başlıyordu.
Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun
yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye
sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe
telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan
iki kadını aldı, Konya'ya götürdü.
Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı.
Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde
bakkal olduğunu söyleyen tahta ayaklı bir ihtiyar, kalkıp
otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan
sonra yola düzüldü.
Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi, çadırlarına dönerek
ateş yakmaya başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında
muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu.
Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah
terler damlayarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme
yapıyorlardı.
Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için,
sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir
şeyler yiyorlardı.
Bir müddet daha geçip, ortalık adamakıllı kararınca şoför,
yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz
yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere
uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.
Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire
mavimtırak ve soluk bir ışığa gömüldü. Arkadaşımın
yüzüne baktım. O, gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine
seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne
titrek siluetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları
seyrettikten sonra:
-Neredeyse ay görünecek!- dedi.
Tam bu sırada, kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı
hafiften gelen bir saz sesi titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik
mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak
dinlemeye başladı.
Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan
bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana
kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir
halk şarkısı söylemeye başladı:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni...
Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine
başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin çınlamaları vardı.
Arkadaşım:
-Bu ne?- demek ister gibi yüzüme baktı.
-Fevkalade!- diye mırıldandım.
Ses tekrar ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:
Aldım sazı çıktım gurbet görmeye,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var şuna, buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum, gör beni.
Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim.
Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl
çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de kaldırdı.
Amelenin çadırına doğru yürümeye başladık.
Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında
kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına
asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve
başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldıyorlardı.
Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın
önünde, yan yatırılmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu.
Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu
için çehresini tamamen görmeye imkan yoktu. Fenerin aydınlattığı
alnı ter damlalarıyla kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı
bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir
mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden
emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça,
insan, sanki o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok
manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu.
Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti,
vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki
sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.
Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak,
tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi
süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı
gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince
dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu
sefer aya hitap eder gibi, şarkısına devam etti:
Ayın şavkı vurur sazım üstüne,
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım, dizim üstüne
Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.
Otomobilin diğer yolcuları da toplanmışlardı. Herkes hayretle
bu kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil
konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeye başlamış ve
gözlerini yere yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına
dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını
kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden
gelen bir sesle şunları okudu:
Sekiz yıldır uğramadım yurduma,
Dert ortağı aramadım derdime,
Geleceksen bir gün düşüp ardıma,
Kula değil, yüreğine sor beni.
Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını
kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı, yaşa, diye bağırdılar.
O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmayarak, boşlukta
dolaştırmaya başladı. Hafifçe tebessüm etmeye de çalışıyordu.
Arkadaşım yanına sokularak sordu:
-Senin adın ne oğlum?-
-Ali!-
-Nerelisin?-
-Sıvaslıyım!-
-Sazı nerede öğrendin?-
-Ne bileyim? Küçükten beri çalarım.-
-Söylemeyi?-
-Onu da öyle... Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim.-
Arkadaşım bana baktı:
-Harikulade bir ses azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben
bu oğlanın arkasını bırakmam!- dedi. Sonra tekrar ona dönerek
yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak bir
şeyler not etti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela
şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda
amelelik yapıyordu. -Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz
mı?- diye soruyordu. Nihayet Konya'da, gelip geçtikçe uğradığı
bir hanın ismini söyledi. Dostum onları da kaydetti. Bu sırada,
epeyden beri yanımızda durup bizimle saz dinleyen şoför:
-Beyler, otomobil hazır!- dedi.
Delikanlıya birkaç şarkı daha söyletmeye hazırlanan arkadaşım,
diğer yolcuların hemen yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını,
çantalarını kavrayıp kamyona doğru yollandıklarını
görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Ali'ye döndü:
-Seni arattırıp bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum,
daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?-
Ali hiçbir şey anlamadan tasdik etti!
-Olur beyim!-
Omuzuna vurup:
-Hadi bakalım, allahaısmarladık!- dedik.
Bütün amele hep birden:
-Selametle- dediler ve biz ayrılırken, Ali'nin etrafına toplanıp
gülüşerek onunla konuşmaya başladılar. Herhalde, arkadaşımın
sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak
neticeler çıkarmaya çalışıyorlardı.
İİ
Dostum, Ankara'ya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının
işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebinde
yetiştirmeye muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü
bu iş hakkında konuştuğumuz zaman:
-Bilmezsin, kardeşim- diyordu. -Oğlanın sesi kulaklarımdan
gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime
insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim.-
Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek
için şöyle diyordum:
-Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli
bir iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri
yokmu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı kah duyulan, kah kaybolan
küçük dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi ve nihayet
hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatın içine
yayılıveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde
bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz
daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?-
Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Ali'yi buldurup Ankara'ya
getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkişaf
ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yanılmış dahi
olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz
inkar edilemezdi.
Arkadaşım şimdiden hülyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı
Ali'nin bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru
olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:
-Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan
kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!- diyordu.
Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı
Ali'nin Ankara'ya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan
makamlar, zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar
yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu.
Bu meyanda Konya'ya yazıldı. Pek uzun olmayan bir
araştırmadan sonra bizim genç tenor bulduruldu. Yol parası
Konya Belediyesi'nce temin edilerek Ankara'ya gönderildi.
İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez,
bir kenarda elinde sazıyla bekleyen Sıvaslı Ali'yi tanıdım.
Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi
basık ayakkabılarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor
ve üzerinde bulunduğu halı, tabanlarını yakıyormuş
gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının
kenarına dayamış, sapını iki parmağıyla yakalamıştı. Odada
konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve
karşı duvarda gezdiriyordu.
Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun
nasıl geçtiğini sordum. -Kötü değil!- dedi. Elindeki saz
yeni idi. Gülümseyerek yüzüne baktım, derhal anladı: -İndiğim
handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile
efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!- dedi.
Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde,
bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler.
Dikkat edince, bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde
yaşadığını fark ettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak
istedim.
Buraya kim bilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun
kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa
konserleri, ona yabancı idi. Olsa olsa Ankara'da -büyüklerden-
birkaç kişinin kendisini dinleyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini
düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin
kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik,
kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve ara sıra
-büyük- meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümit
ediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara
meclislerinde saz çaldırdıklarını herhalde duymuştu.
Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin Türkçe,
Almanca, Fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür
odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan
biri, bir maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat
eden ve imtihan edilmek isteyen bir çocuğu getiriyordu. Orta
mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini
söyleyen bu çocuk; sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur
bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar: -Hay hay!- dediler.
Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini beraber de
dinleyebilirlerdi.
Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden
emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında
yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu.
Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano
vardı. Oda birdenbire doldu. Grup grup Türkçe ve Frenkçe
konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve
anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir
Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe
hiç görmediği bu alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal
acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almaya çalıştı.
Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir
bir iskemle koyarak Ali'ye:
-Otur bakalım!- dedi.
Diğer bir müzisyen atıldı:
-Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!-
-Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyleyen halk şairi
gördün mü?-
Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastane
ameliyathanesine benzeyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük,
perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran
bu bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın
doktorlara bakışına benzeyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.
Benim yanımdaki genç müzisyenlerden birine:
-Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş
kurup söylemeye alışmıştır, belki sıkılır!- dedim.
O bir an -doğru- der gibi bana baktı, fakat sonra:
-Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup
oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!- dedi.
Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi
ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve
ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.
Konuşanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye
yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini
sahnenin ortasında tek başına kalıveren Ali'ye dikti.
Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini
sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve
şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün
şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamaya başlamıştı.
Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç
kere dokundu.
Bu sesler onu bir an için açar gibi oldular. Yüzüne sükunete
benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeye
hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş
gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın
bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.
Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince
pek belli olmayan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal
kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini
toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adalelerini
biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.
Müthiş bir gayret sarf ediyordu. Çenesinin yanlarından
aşağı doğru uzanan ve iki çelik direk gibi kımıldamadan duran
yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden
kuvvetle fırlattığı sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek
için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline
alarak ayağa kalktı.
Alman müzisyenlerden biri derhal:
-Fena değil, fena değil... Ötekini de dinleyelim...- dedi ve
başıyla sarışın genci gösterdi.
Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört
ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin
susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına
başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi, yavaş yavaş büyüdü ve
bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu.
Birkaç yerde, hanende taklidi bayağı hünerler yapmaya
özenmesine rağmen, mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu
meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman
-Bravo!- diye söylendi. -Bu çocuğu yetiştirebiliriz!-
Bu aralık gözlerim Ali'ye ilişti. Bu odada olanların hiçbiriyle
alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı
sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın, eliyle
onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti.
Sağ eliyle basit bir melodi çalarak Almanca:
-Bunu aynen tekrar et!- dedi.
Türk müzisyenlerden biri izah etti:
-Piyanoya göre söyle bakalım!-
Ali bir bana, bir de gözleriyle arayarak dostuma baktı. Ben,
-eyvah!- dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini
duymadığı, adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti.
Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek
istedim:
-Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar.-
Piyanodaki kadın aynı melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir
gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber yolladım canan iline...
diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.
-Yok, iki gözüm- dedim, -şarkı söyleyecek değilsin, bu
sesleri çıkaracaksın.-
Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış
gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak,
-Bu söylesin- dedi.
Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses
nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu.
İşi çabuk bitirmek isteyenler, usulen Ali'ye bir şarkı daha
söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarf
eden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali,
en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar:
-Mükemmel!- der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat
şarkı bitip Ali sazıyla bir kenara çekilir çekilmez onu derhal
unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango
söyledi. Muhakkak ki güzel bir sesi vardı. Artık imtihan kafi
görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine
dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan
evvel talebe olarak alınırdı, alınamazdı gibi sözler oldu.
Hiç kimse aynı odada bir kenarda bir de Sıvaslı Ali'nin bulunduğunun
farkında değildi. Onu ta buralara kadar getirten dostum,
münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu.
İkimiz de Ali'nin yanına gitmeye cesaret edemiyor,
hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.
Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca, hayret içinde kaldım.
Ali'de hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş
gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler
onu zerre kadar alakadar etmeyen kimselerdi. Yüzünde
en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça
uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin,
dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir
müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu.
Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.
Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı
gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere
dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim.
Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan
ümitleri bu ufak ayak hareketlerinde kendini gösteriyordu.
Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle
bile içindekileri dışarı vurmayan gözleri sonsuz bir
derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlayan bu
adam, farkında olmadan kendini sağ ayağının bu minimini ve
sinirli kımıldamasıyla boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü,
hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.
Kendimi toplayarak, onun yanına doğru yürüdüm. Onunla
muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konya'ya
dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz.-
Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi,
kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeye çalışıyordu.
Fakat gözleri bana, ilişince irkildim. Nedense bu siyah
ve büyük gözler bana, sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını
ifşa eder gibi geldi.
Herhangi bir şey yapmış olmak için:
-Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!- dedim.
Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın
farkına bile varmadılar.
Bir kebapçıda karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hemen
hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmaya imkan yoktu.
-Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin!- de denilemezdi.
Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek
ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:
-Sizi mahçup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!-
dedi.
Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi, gözlerini
hafifçe açarak ilave etti:
-Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!-
Ve yanımızdan ayrılıp gitti.
Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine
vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için
Haymana Hanı'na giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Ali'nin, sazını
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Değirmen, Kağnı, Ses - 17
  • Parts
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 01
    Total number of words is 3301
    Total number of unique words is 1911
    30.9 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    52.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 02
    Total number of words is 3381
    Total number of unique words is 1927
    27.4 of words are in the 2000 most common words
    42.3 of words are in the 5000 most common words
    49.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 03
    Total number of words is 3322
    Total number of unique words is 1876
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    45.5 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 04
    Total number of words is 3510
    Total number of unique words is 1859
    32.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    54.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 05
    Total number of words is 3392
    Total number of unique words is 1930
    32.3 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 06
    Total number of words is 3291
    Total number of unique words is 1909
    32.8 of words are in the 2000 most common words
    45.9 of words are in the 5000 most common words
    52.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 07
    Total number of words is 3457
    Total number of unique words is 1970
    33.4 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 08
    Total number of words is 3302
    Total number of unique words is 2043
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    44.2 of words are in the 5000 most common words
    50.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 09
    Total number of words is 3341
    Total number of unique words is 1996
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 10
    Total number of words is 3423
    Total number of unique words is 2041
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    45.3 of words are in the 5000 most common words
    53.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 11
    Total number of words is 3472
    Total number of unique words is 1944
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    54.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 12
    Total number of words is 3400
    Total number of unique words is 1894
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 13
    Total number of words is 3526
    Total number of unique words is 1912
    35.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    58.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 14
    Total number of words is 3584
    Total number of unique words is 1895
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    52.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 15
    Total number of words is 3543
    Total number of unique words is 1818
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 16
    Total number of words is 3503
    Total number of unique words is 1920
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    55.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 17
    Total number of words is 3435
    Total number of unique words is 1879
    36.1 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    58.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 18
    Total number of words is 3418
    Total number of unique words is 1855
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    49.5 of words are in the 5000 most common words
    57.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 19
    Total number of words is 2017
    Total number of unique words is 1135
    37.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    58.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.