Değirmen, Kağnı, Ses - 06

Total number of words is 3291
Total number of unique words is 1909
32.8 of words are in the 2000 most common words
45.9 of words are in the 5000 most common words
52.7 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
hiç kavilleşmeden (sözleşmeden), sanki bir elden idare ediliyormuş
gibi, o anda yerlerinden fırladılar. Gözleri kapalı, karşılarında
duranların hepsine saldırdılar. Odunlar, balta sapları inip kalkmaya
başladı. Ormanın akşamla koyulaşan alacakaranlığında
gölge gibi cisimlerin birbirinin üstüne atıldığı görülüyordu. Kapalı
ağızlarda hapsedilen kısık ve iniltiye benzeyen seslerden
başka bir şey duymak mümkün değildi. Çok sürmeden şirketin
işçileri teker teker kayboluverdiler. Geri kalanlar da selameti
kaçmakta buldular. Fakat hükümetin göbekli memuru ancak
köye kadar koşabildi, orada köy odasına saklanarak kapıyı arkadan
sürmeledi.
Biz de, artık her şeyin bittiğini, bunu bizim yanımıza
bırakmayacaklarını pekala biliyorduk; artık yapacak bir şeyimiz
yoktu. Biz işimizi bitirmiştik. Şimdi bekleyebilirdik.
Her şey beklediğimiz gibi oldu:
Ertesi gün imdat alıp gelen candarmalar, çocuklar ve kocakarılardan
başka, kadın, erkek bütün köy halkını iplerle bağlayarak
kasabaya götürdüler ve memuru kurtardılar.
Sonra duydum ki, delikanlılarla kadınlar onun bulunduğu
odayı sabaha kadar durmadan taşlamışlar. Bir şey yapamamaktan,
bir şey yapamayacağını bilmekten doğan bir şaşkınlıkla
taşlamışlar. Tıpkı şeytan taşlar gibi... İçlerindeki hırsı böylece
söndürmeye çabalamışlar... Zavallılar.-
İhtiyar sustu. Rüzgar durmuştu. Ormandan hafif sesler
geliyordu. Ağaçların üzerinde, uzun ve atlas bir etek dolaşıyormuş
gibi fısıltılar vardı. Yapraklar, içerisinde piyano bulunan
bir odada bağrıldığı zaman piyano tellerinin çıkardığı hafif,
ince uğultuya benzeyen karışık, birbirinden ayrılmaz, acayip
mırıltılarla kımıldıyorlardı. Orman dev büyüklüğünde bir
çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu ve bu sesler onun nefesleriydi.
İhtiyar yeni bir sigara yakarak kalktı. Bilmediğim bir tarafa
doğru ağır ağır yürüdü. Ben de atıma binerek bu uyuyan ormanın
zifiri karanlığına doğru yavaşça süzüldüm.
1930
(Resimli Ay, s. 7, Eylül 1930)
...
Kazlar
Dudu, elinde mektupla hızlı hızlı öğretmenin evine gitti:
-Şunu okur musunuz?- dedi, -Seyit'ten geliyor!-
Köyde bekarlıktan canı çıkan öğretmen, Dudu'nun çenesinin
altından doğru görünen göğsüne yandan bir göz attı. Kadının
esmer teninde elbiselerinin hafifçe gölgelediği bir yol, öğretmeni
bir iki kere yutkundurdu. Sonra elini uzatarak: -Ver
bakalım- dedi.
Dudu'nun kocası üç sene evvel düğün yerinde birisini vurmuş,
on sene yemişti. Gerçi ölene kurşun atanlar sekiz kişiydi
ve rastlayan kurşunun kimin silahından çıktığı belli değildi, fakat
Seyit'le arkadaşı Durmuş'tan gayrısı kazadaki müstantiğe (sorgu yargıcı)
para yedirip men'i muhakeme (yargılamayı önleme) kararı almışlardı.
Vilayet ağır cezası da bu ikisine onar seneyi dayamıştı. Öğretmen mektubu
okudu:
Evvela selam edip karısının hatırı şerifini sual ettikten sonra,
kendisinin pek o kadar iyi olmadığından, koğuştaki yerinin
pisliğinden ve bitten şikayet ediyor, Dudu gelirken bir iki kaz
getirirse başgardiyanla müdüre vererek yerini değiştirteceğini,
koğuşun baş taraflarında, biti az, temizce bir yere geçeceğini
söylüyordu.
Dudu mektubu öğretmenin elinden çekip aldı. Koynuna
iyice yerleşti. Bu esnada öğretmen Dudu'nun göğsündeki gölgeli
yolu biraz daha aşağılara kadar takip etmek imkanını buldu.
Dudu okulun kenarındaki gübrelikte yuvarlanan oğlu
Hüsnü'yü elinden tutarak düşünceli düşünceli evine döndü; ne
yapacağını bilmiyordu.
Topu topu bir kazı vardı; onun da yumurtalarını bakkal İlyas
Efendi'ye bağlamıştı. Kaz her gün yumurtlarsa, geçenlerde
Hüsnü'ye içlik yapmak için aldığı bezin parasını bir ayda ödeyecekti.
Şimdi kazı şehre iletirse İlyas Efendi evinde yorgan döşek
koymaz, alır götürürdü.
Hem sonra bir kaz... Halbuki Seyit iki tane istiyordu...
Eltisinin evine gitti; bu, Seyit'in ağasının karısıydı. Kocasını
daha on beş gün kadar evvel maktulün akrabaları avda vurmuşlardı.
Dudu Seyit'e götürmek için bir kaz isteyince yeni dul bağırdı:
-Git şuradan, git! O Seyit olacak gidinin yüzünden kocamı
elimden aldılar. Damlarda sürünsün de çıkamasın inşallah...-
Ve ağlamaya başladı.
Dudu kapıdan döndü ve korkusundan başka akrabalarına
gidemedi... Gece gözünü kapayamadı. Evde dört yaşındaki oğlundan
başka kimsesi yoktu. Bu gece korkuyordu. Seyit'in düşmanları
kocasına yardım etmemesi için onu mütemadiyen tehdit
ediyorlardı. Seyit'in ağasını bile, kardeşine ara sıra yardım
ettiği için vurmuşlardı. Köyde kime gitse kovulacaktı.
Halbuki Seyit iki tane kaz istiyordu. Hem de kendisi için
değil.
Yavaşça yataktan kalktı, avluya indi. Kümesten kazı yakalayarak
ayaklarını bağladı. Kaz bağırmaya başladı. Komşu bahçedeki
çitin arkasından başka kazlar cevap verdiler.
Dudu biraz düşündü. Sonra çitin bozuk yerine doğru yürüdü.
Öteki bahçeye geçti. Birbirlerini itip kakalayarak köşeye
sinmeye çalışan kazlardan bir tanesini yakaladı.
Köpek, tanıdığı için sesini çıkarmıyordu.
Dudu, Hüsnü'yü sırtına bağladı. Kazları ayaklarından tutarak
bir eline aldı. Öteki eline de bir torba bulgur yüklendi.
Hüsnü'nün eline de ufak bir çömlekle pekmez verdi. Ara
sıra ayağı taşa çarpınca pekmezler arkasına dökülüyordu.
Gecenin serinliğinde şehre doğru yürümeye başladı.
Şehirle köyün arası yayan dokuz saatti.
..
Seyit aşağı yukarı üç aydan beri hastaydı, hapishane doktoru
hastanede yatmasına lüzum gösteriyor, birkaç gün yatıyor,
daha ağır bir hasta gelince taburcu ediliyordu.
En nihayet hiç kabul etmeyiverdiler:
Tedavisi kabul olmayacak kadar ilerlemiş olan veremleri
hastaneler kabul etmiyorlardı. Nizamnameleri (yönetmelikleri)
böyleydi.
Böyle hastaların cezalarının tecili ve tahliyeleri icap ederdi.
Fakat Seyit, hastalığının ne olduğunu bilmiyordu.
Hapishanelerin bu gibi dalaverelerini bilen açıkgöz ve pişkin
mahpusların da onunla meşgul oldukları yoktu. Çünkü çok fakirdi.
Evrakı ve raporları müddeiumumilik (savcılık) kaleminde duruyor,
takip eden olmadığı için sıra bekliyordu.
Koğuşun en fena tarafında, aptesliğin yanında yatıyordu.
Hem de yarı aç.
Hasta olduğu için çalışamıyor, kimseye hizmet edemiyor,
su falan taşıyamıyor ve bir tayınla kalıyordu.
Bu bir tayını da üç günde yiyor, kalan ikisini satarak katık
yapmak istiyordu.
Ve bütün gün, hiç kalkmadan yatardı.
Biraz ilerideki pencereden bir avuç kadar gökyüzü görünürdü:
Masmavi...
Gözlerini oraya diker, hiç konuşmadan beklerdi.
Köye mektup yazdırdıktan sonra uzun müddet yollayamadı.
Çift sürme zamanıdır, işler yarım kalır diye tereddüt ediyordu.
Daha fazla bekleyemeyeceğini anlayınca, iki bükülü mektubu
kuşağının arasından aldı. Görüşme gününde nizamiye kapısına
giden bir mahpusa:
-Şunu bizim gelip giden köylülerden birine ver!- dedi.
Ve daha sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Mektubu götürecek olan köylünün bir sürü mahkemeleri
vardı, on gün kadar şehirde kaldı; ve Seyit hep bekledi.
Gözleri, avuç içi kadar mavi göğe dikilmiş, yattı. Yalnız akşamüzerleri,
yattığı yerde biraz kuru tayınla biraz pekmez yiyor, sonra uyumaya
çalışıyordu.
Dudu gelirse nasıl kalkıp kapıya gideceğini düşünüyor,
-sürüne sürüne bile olsa gene giderim!- diyordu.
Evlendikten bir ay sonra askere gitmiş, tezkere aldıktan
yirmi gün sonra hapsedilmişti. Ve Dudu'ya hiç doymamış gibiydi.
O da nedense hala gelmiyordu.
Artık bekleyemeyecekti galiba.
Dudu hapishaneye geldi. Kapının önü tenhaydı. Sokulduğu
zaman candarma itti ve -geri git!- diye bağırdı.
Kapıda duran gardiyan, kazları ve torbayı görünce onu çağırmak
için elini kaldırdı. Fakat tam bu sırada birkaç hapis bir
sedye çıkardıkları için o tarafa gitti.
Hapishane katibi: -Musallaya götürün, ben kaydına işaret
veririm!- diye bağırarak odasına giriyordu.
Başgardiyan da elindeki bir kağıdı gardiyanlara ve bazı
mahkumlara imzalatıyordu. Bu, ölünün bir yorganı, bir bakır
kabı ve bir çift eski kundurası kaldığına dair müzekkereydi.
Sedye kapıdan çıkarken gardiyan biraz ötede duran Dudu'ya sordu:
-Kimi istedin?-
-Opruklu Seyit'i.-
Gardiyan yüzünü buruşturdu. Eliyle, kapıdan biraz evvel
çıkan ve bir gardiyanla hafif cezalı iki mahkum tarafından musalla
camiine götürülen sedyeyi göstermek üzereyken, gözleri
tekrar kazlara ve torbaya ilişti.
Elini uzattı:
-İçerde ama, bugün görüşme günü değil. Ver onları da sen
haftaya gel!-
Torbayı, kazları, pekmez çömleğini aldı, duvarın kenarına
koydu; hala daha kapının dibinde oturan Dudu'ya:
-Haftaya gel, dedik ya... Biz bunları kendisine veririz. Hadi
bakalım, bekleme!..- diye bağırdı.
Dudu şehirde bir hafta kalabilir mi hiç?
Hüsnü'yü kolundan tutup çekerek yürümeye başladı.
Çocuk dönüp dönüp arkaya bakıyor:
-Hani ya babam?.. Nerde ya babam?.- diye vızıldanıyordu.
Dudu çocuğu hızla bir çekti:
-Ne diye bağırırsın?- dedi, -Göstermediler işte!-
Sonra biraz yumuşadı:
-Harmanda geldiğimizde görürüz!..-
Köye döndüler.
..
Köye gelir gelmez Dudu'yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı
için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu.
Yalnız, cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına
kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadı.
1933
...
Bir Firar
İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı.
İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok
dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.
Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada
namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.
Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu...
Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir.
En aşağı yedi sene yiyecekti.
Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe
candarmaların birisi koluna yapışıyordu.
Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler...
Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar,
vazife... Takibe çıkarken, -faili bulmadan gelirseniz gözüme
görünmeyin!- diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü
soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak
lazımdı.
İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor,
binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu.
Birkaç kere de sigara kağıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı.
Asıl mühimi, köylü kendisinden şikayetçiydi. İlk zamanlarda
rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar
bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar.
İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti.
Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy
bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken
gördüklerini söylediler...
Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler...
İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı..
Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı.
İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı.
Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi
sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce
dolduruyordu.
Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu.
Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor,
sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine
karışan sinirlerinde gösteriyordu.
Düşündüğü şey şuydu:
İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla
bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve
gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu.
Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat
söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi.
Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin?
-İmamköyü'nü ben soydum!- demek kolay... Fakat paralarla
gümüş saatleri meydana çıkarmak zor...
Hem çok zor...
Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak
gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı:
-Diyivereceğim!- dedi.
Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler.
O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi:
-Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!- dedi.
Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız
buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka
şeyler düşünmeye başladı. -Yandı garip Süleyman Ağa!- dedi
Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun,
ona hala yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak
yer verir, ona nasihat falan ederdi.
Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?..
Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı
yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi.
Süleyman Ağa: -Bilmiyorum!- diyecek, binbir türlü yemin
edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak
isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti.
Ak sakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını
görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin
indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri
kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, -beğendin
mi ettiğini, İdris!- demek isteyerek baktığını görür gibi oldu.
Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi.
Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara
daha çıkarıp verdi...
İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle
yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti.
Beş on adım daha gittiler...
Sigara İdris'in ağzından düştü...
A-ah... Bunu yapamayacaktı...
Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz
ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk...
Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa.
İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı.
Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı.
Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak
fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar -şırrak- diye
mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada
kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.
Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde
kan geliyordu. Gözlerini açtı: -Süleyman Ağa'nın bir şeyden
haberi yok...- dedi: Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve
çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: -Benim de...- dedi.
Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu
yerde dimdik kaldı.
1933
...
Kanal
Çumra Kanalı'nın suları Beyşehir Gölü'nden çıkarken su
rengindedir; Konya Ovası'nda kan renginde...
Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz;
ben, Dedemköylü Mehmet'le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.
Konya Ovası'nın ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır...
Siz bunun, rüzgarın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu
söyleyeceksiniz; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet'in
benzinin sarılığından diyeceğim.
..
Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez
topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka
bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan
göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.
İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu
artırır. Bulanık ve tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış
gibi yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular, biraz ötede
çatlaklarını -su!- diye bir karış açan toprakları doyurmak değil,
buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı
gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip giderler.
Bu ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar
parça parça elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık
gözleriyle çalışarak inatçı topraktan bir lokma ekmek söküp
almaya uğraşırlar.
Dedemköy, kanalın yakınındadır. Yalnız, sular Beyşehir
Gölü'nden gelinceye kadar öyle azalır ki, değil dönüm dönüm
tarlaları, üç karışlık bir bostanı bile doyuramazlar.
Yağmur yıllarında gülen yüzler, parlayan gözler kurak senelerde
buruşur, kanalın sarı sularına dikilir, faydası olmayacağını
bildiği halde bundan medet umar; yağmur yılları da ancak
beş senede bir kendini gösterir.
..
Dedemköylü Menmet'le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular.
Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman
yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında beraber
yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük
bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler;
kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı...
Biraz daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve
yoğurt satmaya giderler, yedi saat ötedeki dağdan eşekle odun
getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve bazan acemi ve yabancı
bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek
mintanlık zifir alırlardı.
Delikanlılıklarında beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar,
kadın kaldırmışlardı. Bütün Orta Anadolu insanlarında
olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir dostluk
vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken
birbirlerinin elini tutup sallamak şeklinde görünürdü.
Biraz sonra topraktan ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik
onları da ağırlaştırdı. Ev yükü üstlerine çökünce, daha az buluşur
oldular, Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü Mehmet'in
babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan
kardeşi onun başına kalmıştı.
İki eski arkadaş bazan, akşamüzerleri caminin duvarları
dibinde yan yana çömelerek köye dönen sığırlara bakarlar, yarım
saat kadar konuşmadan dururlar, sonra birbirlerine bakıp,
yalnız ağızlarının kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak evlerine
giderlerdi.
Nihayet, evin içindeki çalışan elleri artırmak için Dedemköylü
Mehmet'le kardeşi Mustafa aynı günde evlendiler. Yaşları
yirmiyi geçmeyen iki tane gelin kerpiç kulübenin birer köşesine
yerleştiler.
Hayat, yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan
bir lokma bir şey sökmek için, sessiz bir dövüş halinde ilerlemeye
başladı.
Dostluklar, hovardalıklar, kabadayılıklar, yalnız ekmek düşünenlerde
yavaş yavaş yok olmaya başlayan bu hisler ve hareketler,
bir hatıra bile olamayacak kadar kafalarda sislendi.
..
Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın
yavaş yavaş boşaldığını, meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını
gördü. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra biraz yukarıdaki
Dedemköylü Mehmet'in tarlasına baktı. Suyu orada önlediklerini
ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.
Altı yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Çocuk çıplak ayaklarıyla
tezeklerin üstünden koşarak Dedemköylü Mehmet'in tarlasına
gitti ve: -Babam suyu koyuversinler diyor!- diye bağırdı.
Mehmet hiç cevap vermedi. Çocuk biraz daha bekledikten
sonra gene koşarak kendi tarlasına döndü.
O zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe
olduğu halde, birbirlerine şöyle bakıştılar.
Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren
aralarında barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu.
Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında kin doğuracak
bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının
gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı.
Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu çatlak
tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar
dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür.
Çünkü birbirlerine başkaca kinleri yoktu.
Zağar Mehmet iki erkek kardeşle başa çıkamazdı. Bunun
için evvela sulh olmak istedi. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını,
suyun iki adamı kandıracak kadar çok olmadığını biliyordu.
Nitekim Dedemköylü Mehmet onun gönderdiği habere
cevap bile vermedi.
Zağar Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar
kuruyup çatlayan su yollarına, sonra yukarı taraftaki
tarlada dolaşan Mehmet'e uzun uzun baktı ve bekledi. Gökyüzüne
baktı, bir bulut aradı ve bekledi...
Ekinler, sıska ekinler, yavaş yavaş bir karış kadar oldular.
Ondan sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurutmak için işini
gücünü bırakıp bozkırların bu köşeciğine dökülmeye başladı.
İnce yapraklar güneşin altında, sıcaktan soluyan bir köpeğin
dili gibi titreşiyorlardı.
Bir karıştan fazla büyüyemiyorlardı... Zavallı ekinler...
Dedemköylü Mehmet'in tarlası diz boyu oldu. Zağar Meh-
met'inki hala bir karış... Ve güneş, görünmeyen bir borudan
yalnız Zağar Mehmet'in tarlasına akıyordu. Yapraklar daha bir
karışken sararıyorlardı.
Çumra'da sulama idaresi vardı, bu idarenin müdürü, muhasebecileri,
memurları vardı, fakat kanal Dedemköylü Mehmet'in
tarlasından öteye bir damla yaşlık bile geçmiyordu.
Zağar Mehmet, bir karışken sararan ekinlerle beraber karısının,
akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık
anasının ve altı yaşındaki oğlunun da sarardıklarını görüyor,
düşünüyor ve bekliyordu. Bozkır köylüsünün ne düşündüğünü
ve ne beklediğini kimse bilmez.
..
Bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti.
Kuru su yolunun içine yattı. Dedemköylü Mehmet'le kardeşi
tarlada göründükleri zaman beş el ateş etti.
Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek
kadar kolay değildir.
Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı
sulamasını, bundan sonra kanalın suyunu kimseye kestirmemelerini,
çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını söyledi.
Karısı kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu
zebil etmemesini, ara sıra hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya
da hakaret etmemelerini tembih etti.
Sonra tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı,
baktı ve uzaktan doğru gelen muhtarla candarmayı bekledi.
..
Dedemköy kanalının suları kıpkırmızıdır: Mehmet'le kardeşinin
kanları gibi. Konya Ovası'nın ufukları sapsarıdır: Zağar
Mehmet'in benzi gibi... Ve hapishanede, ağasından yıllığını almadan
gitmediği için davar çaldı diye iftiraya uğrayarak iki seneye
mahkum olan Dedemköylü bir çoban, Zağar Mehmet'in
koğuşundan uzak bir yerde, etrafına toplanan hapislere, gözlerini
kapayıp başını biraz arkaya atarak, Dedemköylülerin şarkısını söyler:
Ecel gelir kapımızı dolaşır,
Kara haberimiz köye ulaşır,
Çifte gelin kuzu gibi meleşir.
Yuma hocam, yuma, kanımız aksın,
Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın...
Zağar Mehmet'in bu şarkıyı dinlemeye yüreği dayanmadığı
için, kendisi uzaktan görününce hemen susar.
1934
(Varlık, s. 25, 15.07.1934)
...
Candarma Bekir
Hapishanede Çallı Halil Efe'ye hep sorardım:
-Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne haltlar karıştırdın?-
-Asmadıklarına şükür, efendi!- diye cevap verir, sinsi sinsi
gülerdi. Birkaç kere, vukuatını öğrenmek için, sıkı sıkı sordum,
nihayet başından savar gibi: -Devlet benden iki başıbozuk, bir
candarma, bir mavzer, iki at soruyor- dedi.
Devletin sorduklarını o kadar çabuk sayıverdi ki, ağzım
açık yüzüne bakakaldım:
-Ne diye bunları senden soruyorlar?- dedim.
-Kayıpmışlar da, gördün mü diye soruyorlar!- dedi. Tepeden
bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi olduğum için hapishanede
ilkönce bana pek itibar etmezlerdi. Zaman geçtikçe ısındık;
Halil Efe'yle de ahbaplığı ilerlettik, o zaman yaptığı vukuatları
kısım kısım anlattı.
Bunların her biri ayrı ayrı hikayelere mevzu olabilirler; ben
şimdilik yalnız bir candarma, bir at ve bir mavzeri niçin Halil
Efe'den sorduklarını anlatacağım.
..
-Çal'da Süleyman'ı vurduktan sonra İzmir'e kaçtığımı,
orada yakayı ele verince beni Denizli Hapishanesi'ne gönderdiklerini
sana anlatmıştım. Mahkememizi bekler dururken, günün
birinde beni hapishane müdürünün odasına çağırdılar,
'Çal Müddeiumumisi seni istedi, tahkikatı genişletecekmiş,
Çal'a gideceksin!' dediler. İzmir'den gelirken tabanlarımda açılan
yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim cız dedi. Sen bilmezsin,
karakoldan karakola yayan sevk olmak ne demektir. Hele bu
yakaların candarmaları beni hep tanırlardı, dostum olan vardı,
düşmanım olan vardı. Müdüre yalvardım: 'Aman etmeyin, beni
kaza müddeiumumisine göndermeyin!' dedim. 'Emir çıktı
bir kere, gitmemenin yolu yok!' dedi. Ne yapalım, devlet kuvvetine
güç yetmez ki. Hapishanede birisini yaralayıp hakkımda
tahkikat açtırsam, iki üç ay daha kalırdım, ama asıl mahkemem
görülmemişti. Reis kötü tanırsa encamım iyi olmaz diye düşündüm.
Hemşeriler sağ olsunlar, birkaç tayın topladılar, biraz keş
peyniri, biraz da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım,
postalları ayağıma sicimle bağladım, nizamiye kapısının altında
merkezden gelecek candarmayı bekledim. Kapıcı gardiyan
Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi. Hem efe, hem fakir olduğuma
mı kızardı kim bilir... Candarma gelince bir kenara
çekti, biraz konuştular, ondan sonra candarma kelepçeyi ille arkadan
vuracağım diye tutturdu. 'Aman, ocağına düştüm, uzun
yol gideceğiz; insaf et!' dedim. Dinlemedi bile, kollarımı arkaya
kanırtıp kelepçeyi vurdu. Düzüldük yola. Denizli'den Çal az
yol değildir. Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk.
O yanlarda karakollar birbirine yakındır, günde iki
candarma değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa dönmüş candarmaya
üç beş saat yol koyar mı? Çabucak öbür karakola
ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, 'Aman, bir kıyıda biraz
oturalım, hiç dermanım kalmadı!' deyince dipçiği basardı.
En kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz
harmanlara uğrar, göğsüne bağrına döke döke ayran
bakracını başına diker, köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi.
Üçüncü günü akşama doğru Baklan Ovası'nda tren boyunda
Kaklık köyüne geldik. Artık Çal uzak değildir diye içim ferahlamıştı.
Bir de karakolda kimi görsem: Bizim Kara Muradın
Bekir'i. Candarma olmuş. Beni görünce bir güldü. 'Yandın garip
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Değirmen, Kağnı, Ses - 07
  • Parts
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 01
    Total number of words is 3301
    Total number of unique words is 1911
    30.9 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    52.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 02
    Total number of words is 3381
    Total number of unique words is 1927
    27.4 of words are in the 2000 most common words
    42.3 of words are in the 5000 most common words
    49.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 03
    Total number of words is 3322
    Total number of unique words is 1876
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    45.5 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 04
    Total number of words is 3510
    Total number of unique words is 1859
    32.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    54.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 05
    Total number of words is 3392
    Total number of unique words is 1930
    32.3 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 06
    Total number of words is 3291
    Total number of unique words is 1909
    32.8 of words are in the 2000 most common words
    45.9 of words are in the 5000 most common words
    52.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 07
    Total number of words is 3457
    Total number of unique words is 1970
    33.4 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 08
    Total number of words is 3302
    Total number of unique words is 2043
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    44.2 of words are in the 5000 most common words
    50.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 09
    Total number of words is 3341
    Total number of unique words is 1996
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 10
    Total number of words is 3423
    Total number of unique words is 2041
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    45.3 of words are in the 5000 most common words
    53.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 11
    Total number of words is 3472
    Total number of unique words is 1944
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    54.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 12
    Total number of words is 3400
    Total number of unique words is 1894
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 13
    Total number of words is 3526
    Total number of unique words is 1912
    35.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    58.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 14
    Total number of words is 3584
    Total number of unique words is 1895
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    52.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 15
    Total number of words is 3543
    Total number of unique words is 1818
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 16
    Total number of words is 3503
    Total number of unique words is 1920
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    55.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 17
    Total number of words is 3435
    Total number of unique words is 1879
    36.1 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    58.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 18
    Total number of words is 3418
    Total number of unique words is 1855
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    49.5 of words are in the 5000 most common words
    57.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 19
    Total number of words is 2017
    Total number of unique words is 1135
    37.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    58.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.