Değirmen, Kağnı, Ses - 05

Total number of words is 3392
Total number of unique words is 1930
32.3 of words are in the 2000 most common words
47.1 of words are in the 5000 most common words
53.7 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
türlü adamların keyiflerine uymuş, türlü sarhoşların türlü kepazeliklerini
görmüşsündür. Bu hayatta hepsi olur; buna rağmen,
bu hiç beklenilmedik vaziyet senin hala çocuk olan kalbini
kim bilir nasıl ürküttü? Her şeyi unutarak minimini bir kızcağız
gibi ağlamaya başladın. Vah sana... Ben ne hayvandım
yarabbi... Ama artık sus... Hala kızıyor musun? Benden çok nefret
ediyorsun, değil mi? Belki de hiç kızmadın da yalnız şaşırdın...
Baksana bana... Aman yarabbi, ne güzel gözlerin var senin...
Mavi değil mi onlar? Fakat bebekleri odanın alacakaranlığında
o kadar büyüyorlar ki, uzaktan siyah gibi görünüyorlar.
Ben hiç böyle göz görmemiştim: Gündüzün açık mavi, geceleri
siyah... Hala omuzların titriyor, korkuyorsun! Sen bir yabani
ördek kadar ürkeksin... Ve o kadar da güzel... Nasıl oldu da
sen bu yollara düştün be kızım?-
Parmaklarımı saçlarında gezdiriyordum, sonra minimini
ellerini avucuma aldım:
-Bak şu ellere... Küçük bir sultanın elleri gibi... Bunlar hiç
de kahır çekmişe benzemiyor. Sen daha pek yeni yuvarlandın
galiba kızım?.. O sokaktaki halin de ufak bir sarsıntıyla hemen
kayboluverdi... Sen kendine dönmek için bir işarete bakıyormuşsun.
Daha bu kadar acemisisin bu işlerin. Başını omuzuma
dayıyorsun... Artık barıştık değil mi? Benden artık nefret etmiyorsun,
korkmuyorsun... Zaten sen kimseye kızamazsın ki...
Daha o kadar çocuksun. Fakat söylesene kızım, nasıl oldu bu?
Nasıl oluyor da sen... Bu kadar ince, bu kadar temiz... Anlatsana
bana hepsini!.. Koy başını göğsüme, böylece, ellerin avuçlarımın
içinde bana anlat. İstersen ağlaya ağlaya anlat... Yahut
dur, niçin anlatacaksın? Sen söylemeden de ben bilmiyor muyum
sanki? Ben seni böyle de anlamıyor muyum? Hem belki
daha iyi anlıyorum. Hiçbir şey söyleme, söyleyeceklerini baştan
aşağı biliyorum. Seninki de bütün diğerleri gibi değil mi? Bütün
diğer hikayeler gibi... Hiç farkı yok... Ve işte bunun için
güzel, bunun için büyük... Kendisine benzeyen binlerce hikayeden
hiç farkı olmadığı için büyük... Zaten bu hikayeler, bu
birbirine çok benzeyen hikayeler en asil olanlarıdır.-
Başını göğsüme yatırmıştı. İki eli minimini bir yumak gibi
avucumun içinde duruyordu. Ve ben, öne doğru eğilmiş, yüzüm
onun sarı saçlarına karışmış, kulağına yavaş sesle birçok
şeyler söylüyordum: Başı ve sonu olmayan ve neye dair olduğunu
kendimin de bilmediğim karmakarışık sözler. O, ara sıra
başını büsbütün göğsüme bastırıyor, bana doğru sokuluyordu.
Ben de avucumun içindeki yumruklarını sıkıyor, elimi saçlarında
usulca gezdiriyordum. Ve ikimiz de esrarlı bir musikiye
uyuyormuşuz gibi ağır ağır sallanıyorduk...
-Bu oda karanlık- diyordum, -bu oda yalnız bugün değil,
her zaman böyle karanlık... Burada kitaplarımla ben yaşarız ve
bize aydınlık getirecek kimsemiz yok... Ben burada yalnızlığı
bardak bardak içiyorum. Ve ihtiyar kanepelerle konuşmak istediğim
zaman, onlar artık bana anlatacak yeni bir şey bulamıyorlar...
Sen bu odaya hiç görülmemiş bir şey gibi geldin... Bu
sarı duvarlar, bu yıllanmış eşya seni bir daha unutamazlar. Bana
her gün senden bahsedeceklerdir. Onlar da benimle beraber
seni arayacaklar, buraya her girişimde sorucu gözlerle bakarak:
'Nerede o?..' diyeceklerdir. Tahmin etmiyorum ki senin bulunduğun
yerler buradan daha aydınlık olsun. Buraya gelmek,
tekrar başını göğsüme koymak, ellerini böyle yumruk yaparak
avucuma vermek istediğin anlar olacaktır. O zaman hiç düşünmeden
gel; beni kitaplarımın temiz arkadaşlığından ayıracağından
korkma... Ve bu eve girerken içinden hiçbir tereddüt geçmesin:
bu odanın eşiğine bilmem şimdiye kadar senden daha
temiz biri ayak bastı mı?- Sonra elimi yanağında gezdirerek
sordum: -Geleceksin, değil mi?-
-Ya... Geleceğim!- dedi. Başını bana doğru çevirdi. Ağlamaktan
kızaran gözleri gülümsüyordu. Onu tekrar göğsüme bastım.
-Ben artık gideyim!- dedi. Doğruldu. Yanıma oturdu; üstünü
başını düzeltmeye başladı, ara sıra yüzüme bakıp tekrar gülümsüyordu.
Hazırlanıp ayağa kalktı, sordum:
-Niçin bu kadar erken?-
Çok hafif bir sesle cevap verdi:
-Caddeler büsbütün tenhalaşmadan...-
Sustum. Gözleri mahzunlaşmış, dudaklarındaki gülümseme
silinivermişti. Kadife yakalı siyah mantosunu giydirdim.
Başını hafifçe sağa bükerek:
-Allahaısmarladık...- dedi ve ellerini uzattı. Onları alarak
dudaklarıma götürdüm. İçimde müthiş bir ağlamak ihtiyacı
vardı, kendimi tuttum.
Ellerini çekti ve ayaklarını sürüyerek ağır ağır kapıya kadar
gitti. Orada bir an durdu. Arkasına dönerek yüzüme baktı.
Ve birdenbire bana doğru koştu. Kollarını boynuma attı; yüzümü
tekrar tekrar ve kısa aralıklarla delice öpmeye başladı. Dudakları
ateş gibiydi ve vücudu titriyordu. Kendimi toplayıp
onu tutmaya vakit kalmadan sıyrıldı, gözyaşlarını silmeye çalışarak
kapıya koştu. Bir saniye sonra merdivenlerde kayboldu.
Bulunduğum yerden kımıldayamıyordum. Tahta merdivenleri
koşarak inen ayak sesleri çabucak uzaklaştılar, işitilmez
oldular. Ben daha uzun müddet, belki yarım saat, belki daha
fazla, aynı vaziyette kaldım ve dinledim. Kanepeye gidip oturarak
masanın üstünden bir kitap aldım.
1930
...
Bir Gemici Hikayesi
Şap Denizi'nde dolaşan gemilerin ateşçilerine kazanların
önü güverteden daha serin gelir.
İşte bunun için başaltındaki kamaradan çıkarak ocak vardiyasına
giden genç bir ateşçi, gözlerini kapayıp öne doğru eğilerek
koşuyor, gemiyi yalayıp duran sıcak rüzgardan kaçmak istiyordu.
Fakat fırtınanın önündeki gemi cezbeli bir derviş gibi
kendini dört tarafa çarpıyor ve makine dairesine doğru koşmaya
çalışan genç ateşçi düşmemek için bazan küpeşteye, bazan
kaptan kamarasının açık duran kapısına sarılıyordu. Biraz sonra
ufak kapıya yetişti. Daracık demir merdivenleri koşarak indi.
Bu genç ateşçi daha on dokuz yaşındaydı. Tercümei hali (biyografisi)
gayet kısadır: Babası yüzbaşıydı. Tekaüt olunca oğlunu okutamadı.
Zaten çocuğun dilindeki kekemelik, okumasına engeldi.
Onun için mektebi dördüncü sınıfta bıraktı. On dört yaşından
on sekiz yaşına kadar yalnız boş gezdi. Babasının evinde yiyip
içerek ve sokakta kavga ederek geçen bu günler, babası kalp
sektesinden ölünceye kadar devam etti. Oğlunun haylazlıklarının,
oldukça gün görmüş olan babanın ölümünde fazlaca tesiri
olduğu da söylenebilir. Yalnız bu ölümden sonra sert bir -ekmek
kazanmak- devresi başladı. Babasından kalan maaş, anasıyla
küçük kız kardeşine bile yetmiyordu. İhtimal, deniz kenarı
bir şehirde olmaları, gemilere girmesine sebep oldu. Bun-
da katiyen bir tercih falan yoktu. Aynı ihtimalle şoför ve bakkal
çırağı da olabilirdi. Fakat şimdi bir senelik deniz hayatı
onu başka şey olmak istemekten vazgeçirmişti. Eski serseriliği
de kalmamıştı. Uzun seyahatlerin ve karanlık bir istikbalin
verdiği tabii bir filozofluk, haddinden fazla çalışmanın verdiği
lakayt bir dürüstlük ve ahlaklılık, onun hayatını idare ediyordu.
Düşündüğü için değil, vakti olmadığı için fenalık yapmıyordu.
Dili onu biraz da münzevi yapmıştı. İnsanlara pek güç meram
anlatıyordu; yarım saat uğraşarak bir kelime çıkarabiliyor,
etrafındakileri güldürmese bile sıkıyor, daha fazla da kendisi
sıkılıyordu. Deniz ona oldukça mükemmel bir arkadaştı. Başaltındaki
kirli yatağında, geminin burnuna çarpan dalgaların
uğultusunu dinler, onları uykusunda bile duyardı. Zaten sıkmadan
uzun uzun anlatmasını bilen yegane geveze, denizdir.
Ömürlerinin dörtte üçünü denizde geçiren ihtiyarların arasında
bile, suların sesini sıkıcı, yeknesak bulan, bu sesten bıkan birine
tesadüf edilmemiştir.
Diğer bütün tayfalar gibi kaçakçılık yapar, Rusya'ya ruble,
Mısır'a esrar götürerek kazandığı paraların birazını anasına
gönderir, üst tarafını İskenderiye'de Habeş, İstanbul'da Rum,
Sivastopol'da Rus kadınlarına yedirirdi. İçki içmediği ve geveze
olmadığı için, kadınların ona hususi bir teveccühleri vardı.
İri vücudu, kuvvetli kolları, siyah, güzel yüzü arkadaşlarını da
kendisine bağlamıştı. Ve, hiçbirisi okumak yazmak bilmeyen
bu adamların arasında, dört senelik tahsil ve yatağının başucundaki
birkaç kitap, ona başka bir mevki veriyordu.
Bu gemiye gireli daha bir ay olmamıştı. Hangi şeytan onu
bu Allah belasını veresice tekneye sokmuştu yarabbi? Gemi değil,
bir cehennemdi bu... Altmış sene evvel İtalya'da yapılmış,
kocaman, dört direkli, yelkenli ve tek kazanlı bir vapurdu. Bir
Ermeni'den daha çok tebaa değiştirmiş, Yunan veliahdına yatlık,
Danimarka hükümetine mektep gemiliği, bir Rus tüccarına
posta vapurluğu yapmıştı. Ve şimdiki sahibi İstanbullu bir Yahudi,
bu hurdayı Aden ile İstanbul arasında şilep olarak işletiyordu.
Yelkenler artık kullanılmaz bir haldeydi, direklerden bile
korkulurdu. Ve tek kazan, bu timsah ölüsüne benzeyen yığıntıyı
yürütebilmek için, patlayacak derecelere geliyordu. Yalnız
bu kadar da değildi: İş ağır, yemekler fena, kaptan sarhoş ve
edepsizdi. Sabahtan akşama kadar içer ve söverdi. İsmi Fıçı
Kaptan'dı. Bu isim kendisine şöyle verilmiş:
Bu adam vaktiyle gene böyle hem buharlı, hem yelkenli bir
gemide süvariyken, kamarasında fitilli bir barut fıçısı dururmuş.
Tayfanın yarı aylıklarını iç ettiği, yahut başka bir münasebetsizlik
yaptığı zaman, millet ayaklanır, herifi denize atmak isterlermiş.
O zaman kaptan, dudağından hiç düşmeyen sigara
ile fıçıya yaklaşır: -Eğer yanıma sokulursanız, hep beraber uçarız!-
der, tabii tayfa da sokulamaz, dağılırmış, sonra açıkgöz bir
miço, geceleyin herifi gözetleyerek; fıçının arka tarafındaki
musluktan bardak bardak şarap doldurup içtiğini görmüş ve iş
meydana çıkmış. Kendisine o zamandan beri Fıçı Kaptan diyorlarmış...
Mal sahiplerine yaranacağım diye, bütün tayfanın
canını çıkarıyordu. Elinden gelse yemek bile vermeyerek kumanyayı
olduğu gibi geri getirecekti. Zaten verdiği yemek de
sade suya bakladan ibaretti. Öğle ve akşam bakla.
İşte bizim on dokuz yaşındaki genç ateşçimizin sıcak rüzgardan
boğulmamak için eğilerek koştuğu ve bu sırada düşmemek
için küpeşteye ve ambar kapağındaki kahve çuvallarına
sarıldığı gün, bu sade suya bakla bütün tayfanın canına tak demişti
ve herkes ilk iskelede vapuru bırakıp kaçmayı düşünüyordu.
Genç ateşçi, söylediğimiz gibi, demir merdivenleri koşarak
indi. İşine başladı. Vardiyayı kendisine teslim eden arkadaşı
dev gibi bir adamdı, yumrukları hemen hemen bir çocuk kafasından
büyüktü. Yeni gelene sordu:
-Ne yediniz?-
-Bakla!-
İri adam müthiş bir küfür savurdu. Vapura girdi gireli bir
kere bile karnı doymamıştı. Söylenerek ve tehditler savurarak
yukarı çıktı.
Genç ateşçi süngüyü alarak ocağı karıştırmaya başladı. Kapak
açılır açılmaz insanın yüzüne rüzgara benzeyen bir ateş
çarpıyor, deri kavrulur gibi oluyordu. Ocağın içi hayret edilecek
kadar beyazdı. İnsan bunu adeta eritilmiş bir maden zannedecekti.
Ve bir tenceredeki kaynar su gibi fıkırdıyor, aynen
onun gibi buhara benzeyen beyaz dumanlar saçıyordu.
Genç ateşçi beş dakikada bir sırsıklam olan beyaz gömleğini
çıkarıyor, sıkıyor, vücudunu kuruluyor, tekrar sıkıyor ve
sonra giyiyordu. Islak saçları kıvrılmış ve kordon kordon terli
alnına düşmüştü. Kabarık ve kırmızı pazılarından birbiri arkasına
beyaz damlalar yuvarlanıyordu. Ateşin keskin parlattığı,
cilalandırdığı bu ıslak vücut insanda diz çökmek ve gözleri kapamak
isteğini uyandırıyordu.
Genç ateşçi, ara sıra süngüsüne dayanıyor, bir an için kapadığı
siyah kapağa gözlerini dikerek düşünüyordu:
Üç dört sene sonra ne yapacaktı? Bu öyle bir işti ki, en sağlam
adamı birkaç senede tamamlardı. Ondan sonra makine
yağcılığına, vinççiliğe, hatta hamallığa geçmek, yarı sakat ve
çürük bir vücudu birkaç gün daha yaşatabilmek için uğraşmak
icap edecekti. Ve daha sonra? Allah bilir...
Alt dudağının sol tarafını dişlerinin arasına alarak başıyla
kısa bir hareket yaptı. Bir şey düşünmek istemediği zaman böyle
yapardı. Ve bu sefer bunları düşünmek istemiyordu. Sonra
düşünmek istemediği için birdenbire kendi kendine kızdı. Gerçi,
bu ona bir yaranın üstünde parmakla oynuyormuş gibi bir
ıstırap veriyordu, fakat mademki elinde olan bir tek imkan
buydu; kendisinden her şeyi almışlar, bir bunu alamamışlardı,
artık bundan da istifade edemezse ayıptı.
Peki, kendisinden her şeyi niçin almışlardı? Birçok yerlerde
birçok adamların konuşmalarına kulak vermiş, onlardan daha
az akıllı olmadığına kanaat getirmişti. Kuvveti de yerindeydi;
şu halde sırf bir tesadüf onu böyle, ötekileri öyle yapmıştı ha?
O zaman birdenbire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlarını,
hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabarıştan
meneden bu -tesadüfe inanma-dır. Çünkü öyle anlar olur
ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı
olmayanlara bile hücum eder; fakat hücum edeceği şeyin yalnız
bir fikir, görünmez bir kuvvet, bir -tesadüf- olması, onu yerinde
oturmaya mecbur eder... Halbuki, mademki eninde sonunda
hep birdi ve hiçbir zaman şimdi olduklarından daha fena
olmaları mümkün değildi, niçin -tesadüf-e de hücum etmekten
çekinmeliydi?
Evet, hep tesadüf... Onun sırtına giyeceği yoktu ve mal sahibi
seksen kat üst üste giyebilirdi. Bu tesadüftü... Fakat, eğer
mal sahibi bunlara ayda yirmişer lira fazla verse, -bunu yapmak
onu hiç de sarsmazdı- o zaman bunların da birer kat, ikişer
kat elbiseleri, çamaşırları olur ve -tesadüf- böyle olmazdı...
Tesadüfün bu kadar kolay değişebileceği hiç de aklına gelmemişti.
Birdenbire karnında bir gurultu başladı. Biraz evvel yediği
yemek boğazına kadar çıktı ve orayı ateş gibi yakarak tekrar
geri döndü. Ne berbat yağdı bu be!..
Genç ateşçinin başı dönmeye başladı. Hem kazan başına
vuruyor, hem de midesi bulantı yapıyordu.
Biraz evvel buraya doğru koşarken kaptanın açık kapısından
dışarı vuran et kokusu burnuna geldi. Ve dimağı bir anda
şu konuşmayı yaptı:
-O neden et yiyor, o sarhoş?-
-Çünkü o, kaptan!-
-Fakat o, bir öküzden daha budaladır!-
-Fakat o, senden çok okumuştur!-
-Beni de okutsalar ben de okurdum...-
-Ne yapalım, senin baban çabuk öldü, senin diline baktırılmadı
ve sen okuyamadın... Tesadüfün cilvesi bu!..-
Genç ateşçi birdenbire küreği ve süngüyü fırlattı, demir
merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı.
Başaltı kamarasında uyuklayan, türkü söyleyen tayfalar,
vardiyasını bırakıp gelen ateşçiyi görünce bir kaza falan oldu
sanarak korktular; fakat o bağırdı:
-Hadi be, ne duruyorsunuz, kaptana gidip et isteyeceğiz.
Vermezse zorla alacağız... Kuru baklayla ateş yakamayız biz!..-
O zamana kadar böyle bir şey yapmayı hiçbirisi aklına bile
getirmemişti. Fakat sanki her zaman ve her vapurda yaptıkları
bir şeymiş gibi bu sözler onlara gayet tabii geidi. Cıgaralarını
atıp ökçeleriyle söndürerek arkasından yürüdüler. İriyarı ateşçi
hala homurdanıyordu. Birtakımı da ellerine silah falan almışlardı.
Lostromo ile ahçının, kaptanın adamı olduğunu düşünerek
ihtiyatlı hareket ediyorlardı.
Gemi müthiş sallanıyordu; o yakıcı rüzgar tayfanın derilerini
pul pul ediyordu. Maamafih, iş korktukları kadar uzun ve
güç olmadı. Kaptan zaten telaşla odasından fırlamış, bunlara
doğru geliyordu. Aşağıda kimse olmadığı için, istim düşmüş,
vapur yavaşlamış ve gittikçe dönmeye, fırtınaya yanını vermeye
başlamıştı. Vaziyet tehlikeliydi. Kaptan ahçıya kilerdeki yarım
koyunun derhal bunlara verilmesini söyledi. Tabanca elinde,
kaptanı müdafaaya hazırlanan lostromo, onu söylenerek cebine
koydu; fakat isyan eden tayfanın lombar direğine çekildiği
eski günleri düşünerek içini çekti.
Yarım koyun bir işe yaramadı: Acele ile yaptıkları pirzolayı
sıcaktan yiyemediler ve denize attılar.
Ve kaptan, genç ateşçiyi hemen Port-Sait'te, diğerlerini İstanbul'da
vapurdan attı.
Fakat bunlar: -Kuru baklayla ateş yakamayız!- demesini
ve kaptanın yarım koyununu almasını öğrenmiştiler...
1930
(Resimli Ay, s. 8, Ekim 1930)
...
Bir Orman Hikayesi
-Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız,
evimiz...- diye, yanımda oturan ihtiyar anlatmaya başladı.
Alacakaranlık gittikçe artıyordu. Güneş, aşağılarda uzanan
ovadan tamamen çekilmişti. Yalnız arkamızdaki büyük ormanda,
ağaçların üstüne atılmış kırmızı bir çuha gibi rüzgarla hafif
hafif kıpırdıyordu. Biraz sonra büsbütün kayboldu. Ve o anda
her şey değişiverdi. Şimdiye kadar yaşayan, kımıldayan, ses çıkaran
ova artık ölüydü ve beyaz, ince bir sisle örtülmeye başlamıştı.
Buna karşılık orman canlanıyordu. Sabahtan beri ancak
mırıltıları duyulabilen ağaçlar konuşuyorlar, bağırıyorlar, sallanıyor
ve ellerini birbirine uzatıyorlardı. Yalnız ağaçlar değil,
yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan
sarmaşık soyundan nebatlar, hatta kahverengi mantarlarla
koyu yeşil yosunlar bile canlanmıştı. Gürültülü bir kımıldama,
bir ses kargaşalığı ormanın kenarlarından dışarı dökülüyordu.
Arkamızda büyük bir şehir gerinerek uyanıyor zannediyordum.
Birden bir işaret almışlar gibi bu ahenge hayvanlar da karışıverdiler.
Kuş haykırışları, ulumalar, acele koşan ayakların
altında kırılan dalların sesi birbirini kovalıyordu. Ara sıra ovaya
kadar uzanarak oradaki mutlak sessizliği bile yırtan acı ve
keskin bir feryat, arkasından bir boğuşma gürültüsü ve uzun
hırıltılar, bu karanlıkla beraber canlanan şehre korkunç bir mahiyet
veriyordu.
Biraz ileride ön ayağıyla hırçın hırçın eşelenen atım kişnedi
ve başını bana doğru çevirerek inler gibi sesler çıkardı. Sonra,
tekrar otlamaya başladı.
Yanımdaki ihtiyar, dirseklerini dizlerine dayamış oturuyor
ve sigara içiyordu. Buruşuk dudaklarının bir kenarından aşağı
doğru sallanan bu küçük ateş, sakallarına tuhaf bir kırmızılık
veriyordu. Sıkarak ufalttığı gözlerini ayaklarının ucuna, yahut
yüzüme dikerek kırpıştırıyordu.
-Her şeyimiz, delikanlı, varımız yoğumuz ormandır bizim...-
diye devam etti. -Ormanı evimizden iyi tanırız, her
ağaç bizim kahrımızı anamızdan çok çekmiştir. Köyümüz bir
ormanın ortasındaydı, etrafını ağaçlar bir duvar gibi sarmıştı.
Biz onun dışında da dünya olduğunu bilmezdik bile. Çocukken
değneklerden yaptığımız kağnılara kuru yaprak doldurur,
arabacılık oynardık. Daha sonraları babalarımıza yardım etmeye
özenir, kaybolan deve torumlarını aramak için en sık yerlere
dalardık. Orada kaybolmamız mümkün değildi. Hiç bilmediğimiz
yerlerde bile sıkıntı çekmeden yolumuzu bulurduk. Kırık
dallar, devrilmiş kütükler bize yol gösterirdi. Hem insan kendi
evinde kaybolur mu? Büyüdükçe ormanın, bizim için daha başka
şeyler olduğunu da anladık: Sırtımızı o giydiriyor, karnımızı
o doyuruyor, evimizin kerestesini o veriyordu. Ormansız yaşamak!..
Bunu aklımıza getirmiyorduk bile...-
İhtiyar, kolumu tuttu. Elleri titriyordu. Kendisine bir şey
olmuş gibiydi. Küçük, dermansız gözleri yaş doluydu. Buruşuk
yüzünde birçok çizgiler daha belirmişti. Bir şey söylemek istiyor,
fakat tıkanır gibi oluyordu. Yüzünden, ağzının kenarlarından,
gözlerinden, hatta vücudunun her sarsıntısından dökülen
bir acı beni sarıyor, kucaklıyordu. Nihayet, boğazını tıkayan bir
şey varmış da onu fırlatmaya muvaffak olmuş gibi birdenbire
ve bir haykırışa benzeyen bir sesle:
-Delikanlı, bizim elimizden ormanımızı aldılar, bizi ormansız
bıraktılar... Bizi bir tek ağaçsız bıraktılar!..- diye bağırdı.
Sonra elini başına götürdü. Kasketini geri iterek seyrek beyaz
saçlarını yakaladı. Böylece bir müddet kaldı. Ben onun içerisindeki
vukuatı takip ediyor ve kurulması biten bir duvar saatinin
rakkası gibi nasıl yavaş yavaş sükunete geldiğini görüyordum.
Dudaklarını yakmaya başlayan cıgarayı attı. Sakalından
külleri silkti ve yüzüme bakmadan, oldukça sakin bir sesle,
şöyle anlattı:
-Babalarımız dedelerimizden, biz de babalarımızdan ne
gördükse onu yapıyor, tıpkı onlar gibi yaşıyorduk. Bundan
memnunduk. Zaten yeryüzünde başka bir şeyin de olabileceğini
bilmiyorduk ki memnun olmayalım. Bütün vazifemiz, bize
verilen emanetleri oğullarımıza vermek, onlara da böyle yapmalarını
söylemek zannediyorduk. Dışarıdan gelecek bir elin
bunların hepsini altüst edeceğini düşünmüyorduk bile...
Bir gün hükümetin bir şirkete ormanın öbür başında işlemek
müsaadesi verdiğini duyunca, ihtimal bunun ne demek olduğunu
pek bilmediğimizden, hiç aldırış etmedik...
Fakat çok geçmeden ormanın öbür ucunda birbiri arkasına
devrilen ağaçları, gittikçe büyüyen meydanları görünce nasıl
bir tehlikenin yanaştığını fark eder gibi olduk; bu tehlikeyi gücümüzün
yettiği kadar kendimizden uzak tutmaya çabaladık.
Fakat ormana düşen bu yara, yavaş yavaş yayıldı, kökleşti. En
eski, en büyük ağaçlar, önünde bilmeden ürperdiğimiz, ceddimizmiş
gibi çekindiğimiz ihtiyar gövdeler birbiri arkasına devriliyor,
çıplak meydanlar gün günden artıyordu. Çocukluğumuzda
güçbela aralarından geçebildiğimiz, güneşin bile giremediği
kuytu, sıkı yerlerde şimdi kel birer meydan vardı. Üzerlerinde
yalnız ezilmiş otlar, ufak yongalar görülen bir meydan...
Sonra bu yara, işleyerek, büyüyerek bizim köyün baltalıklarına
kadar dayandı. Biz buraya yabancı bir baltanın girmemesi
için hep birden karşı koyduk. Ne para, ne tehdit bizden
ağaçlarımızı alamayacaktı. Fakat şirket öyle dalavereler, dolaplar
çevirdi ki, nihayet odunumuzu satamaz olduk. Kerestemiz
elimizde kaldı, yok pahasına gene şirkete verdik. Hatta işsizlikten
bazı gençler şirkete baltacı girecek oldular, hepimiz olmaz
dedik. Fakat nihayet ormanımızı parça parça elimizden almalarına
razı geldik.
Delikanlı, biz köylü adamlarız. Aklımız çok ilerisine ermez.
Şirket bize, bu ormanları son sistem işleteceğim, dedi. Ormancılığın
usulü budur, dedi. Siz beceremiyorsunuz, dedi. Belki
doğru söylüyordu. Fakat bu işteki geriliğimizden istifade ederek
bizi eli böğründe bırakmak revayıhak (Burada, -doğru muydu,
doğruluğa yaraşır mıydı?- anlamında.) mıydı? O bizim cahilliğimizi,
zavallılığımızı kesesini doldurmak için bahane yaptı.
Kendisiyle at yarıştıramayacağımızı biliyordu. Hiç insaf etmeden
hepimizin canına okudu.
Artık çocukluğumuzun, delikanlılığımızın geçtiği yerlerde
yüreğimiz sızlamadan dolaşamıyorduk. Gençliğimde kız kaçırdığım
zaman arkasına sığınıp dört kişiyle dövüştüğüm bir ağaç
vardı. Gövdesinde o zamandan kalma kurşun yaraları dururdu.
Onu devirirlerken uzakta durup baktım. Bir bacağımı, bir
kolumu kesiyorlarmış gibi oluyordum. Ne gelir elden delikanlı?
Gözümün yaşını silip ayaklarımı kuru otlarda sürüyerek
uzaklaştım.
Her şey, her şey bitmişti artık... Hiçbirimizin yüzünde gülmek
takati kalmamıştı... Köy bile artık eski köy değildi. Biz ihtiyarlar;
onu tanımakta güçlük çekiyorduk. Etrafını ağaçtan duvarların
çevirdiği, dünyadan uzak köy değildi bu... Şimdi kasaba
yolunun kenarında, bir kulübede, yabancı biri şirketin
amelesine yiyecek ve içecek satıyordu. Bunlar da köy sokaklarında
yıkılarak dolaşıyorlardı.
Fakat beş altı yüz ağaçlık bir parça, bir koru vardı ki, bütün
köy, ölse burasını satmamaya, kaptırmamaya karar verdi.
Artık bununla geçinmeye çalışacaktık. Çocuklar, babalarının
anlattığı eski, büyük ve esrarlı ormanı burada bulmaya çalışacaklardı.
Bu, köye eski günlerinin bir yadigarıydı. Hiçbirimiz,
ama hiçbirimiz buraya el sürdürmek istemiyorduk. Şirket de,
galiba ileri gitmekten korktuğu, bizi darıltmayı da menfaatine
uygun bulmadığı için, burayı elde etmeye pek hevesli görünmüyordu.
Fakat bunun uzun sürmeyeceğinden korkuyorduk.
Nitekim öyle oldu, onların ağaçlarına son günlerde kurt düştüğünü,
büyük ziyanlar verdiğini duymuştuk. Şirket, bunun
altından kalkmak isteyecekti. Bir sabah, bizim koruya baltacıların
girdiği haberi köyü dolaştı. Herkes evinden çıkıyor, gene
giriyor, komşuya koşuyor, sokaklarda şaşkın, acele gidip geliyordu.
Fakat bu şaşkınlık çok az sürdü. Herkesi bir ağırlık,
ümitsiz kararlar verdikleri zaman insanlara gelen bir ağırlık
kaplayıverdi. Hepimiz, bulunduğu siperde son kurşunu atacağını,
sonra orada muhakkak öleceğini bilen bir nefer gibi sakindik.
Tıpkı o nefer gibi, dudaklarımızın kenarında acı bir istihza
vardı. Sansarın ağzındaki bir pilicin, yahut kesilmek
üzere olan bir koyunun son çırpınışlarıydı bunlar, delikanlı...
Onlar da bunun faydası olmadığını belki çok iyi bilirler ama...-
İhtiyar biraz durdu. Sert bir rüzgar çıkmıştı. Ormanın bütün
dalları, bütün yaprakları ötüyor, haykırıyordu. Bu sesler
fırtınalı bir denizin gürültüsüne benziyordu; ağaçlar büyük
dalgalar gibi iniyor ve çıkıyorlardı. Ormanın üzerimize devrileceğini
zannediyordum. Zaman zaman yükselip alçalan, mütemadiyen
makamını değiştiren bu muazzam uğultu, ihtiyarın
kelimelerini büyütüyor, kıvırıyor ve kendisiyle karıştırıyordu.
Onun sözlerini, orkestra içindeki bir flütün diğer aletlerin sesinden
ayırt edilmeyen sesi gibi karışık duyuyordum. İhtiyar devam etti:
-Ta ne zamanlardan beri sesimizi çıkarmayıp içimize attığımız
şeyler, hep birden uyandı; hepsinin acısını birden duyduk.
Bu acı, gençleri, ihtiyarları, kadınları ve çocukları hep birden
bir kurt sürüsü haline koymaya kafi geldi. Elimizde baltalar,
sopalarla ormana daldık. İşçiler daha yeni başlıyorlardı. Bir tek
ağaca el sürerlerse analarını belleyeceğimizi söyledik; durdular.
Azlıktılar ve böyle bir şey beklemiyordular. Derhal eşyalarını
toplayarak ormanın kenarına çekildiler. Biz de ağaçların altına,
onlara karşı oturduk. İçimizden birini kasabaya, hükümetin bu
işlere karışan memuruna yollayıp bekledik. Bu bekleyiş akşama
kadar sürdü. Biz akşama kadar ağzımızı açıp konuşmadık. Hükümetin
memuru geç vakit, yanında şirketin bir memuruyla
beraber geldi. Bizim yanımızdan geçip gittiler, amelenin başındaki
adamla konuştular.
Sonra hükümetin memuru yanındaki iki candarmaya bizi göstererek:
-Sürün bunları ormandan dışarı!- dedi.
Şirketin memuru, ameleye:
-İşinize bakın siz!..- dedi.
O zaman köylü; kadın, erkek, bütün köylü, hiçbir işaret almadan,
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Değirmen, Kağnı, Ses - 06
  • Parts
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 01
    Total number of words is 3301
    Total number of unique words is 1911
    30.9 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    52.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 02
    Total number of words is 3381
    Total number of unique words is 1927
    27.4 of words are in the 2000 most common words
    42.3 of words are in the 5000 most common words
    49.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 03
    Total number of words is 3322
    Total number of unique words is 1876
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    45.5 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 04
    Total number of words is 3510
    Total number of unique words is 1859
    32.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    54.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 05
    Total number of words is 3392
    Total number of unique words is 1930
    32.3 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 06
    Total number of words is 3291
    Total number of unique words is 1909
    32.8 of words are in the 2000 most common words
    45.9 of words are in the 5000 most common words
    52.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 07
    Total number of words is 3457
    Total number of unique words is 1970
    33.4 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 08
    Total number of words is 3302
    Total number of unique words is 2043
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    44.2 of words are in the 5000 most common words
    50.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 09
    Total number of words is 3341
    Total number of unique words is 1996
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 10
    Total number of words is 3423
    Total number of unique words is 2041
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    45.3 of words are in the 5000 most common words
    53.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 11
    Total number of words is 3472
    Total number of unique words is 1944
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    54.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 12
    Total number of words is 3400
    Total number of unique words is 1894
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 13
    Total number of words is 3526
    Total number of unique words is 1912
    35.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    58.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 14
    Total number of words is 3584
    Total number of unique words is 1895
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    52.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 15
    Total number of words is 3543
    Total number of unique words is 1818
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 16
    Total number of words is 3503
    Total number of unique words is 1920
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    55.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 17
    Total number of words is 3435
    Total number of unique words is 1879
    36.1 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    58.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 18
    Total number of words is 3418
    Total number of unique words is 1855
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    49.5 of words are in the 5000 most common words
    57.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 19
    Total number of words is 2017
    Total number of unique words is 1135
    37.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    58.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.