Değirmen, Kağnı, Ses - 03

Total number of words is 3322
Total number of unique words is 1876
31.7 of words are in the 2000 most common words
45.5 of words are in the 5000 most common words
53.8 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar
muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu.
Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha
evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi.
Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki
kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu.
Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir
korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu.
Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu.
Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu.
(Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)
İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir
şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar.
Mesela:
-Hiç ayrılmayalım, olmaz mı?- demek vardı, fakat bu pek
geniş manalı ve müphemdi. Nasıl ayrılmayalım?.
-Bir yuva kuralım!- deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı.
Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı.
Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan,
sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken,
gözleri birbirine hasretle bakar ve: -Birbirimizden nasıl
ayrılacağız?- demek isterlerdi.
Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle
yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı.
Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu
dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı.
Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.
Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü.
Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar
böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden
biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde...
Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini
anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler.
Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri
gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları
söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından
geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin
önünü kapattı.
Erkek bu bakışı göremedi.
Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler.
Erkek ağzını açtı:
-Senden hiç ayrılmak istemiyorum...- demek üzereydi ki,
buvvv diye soğuk bir rüzgar esti...
Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi.
Fakat her ikisi soğuk rüzgarın sesini duydular.
Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının
geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar.
İkisi de içini çekti.
Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı.
Ayrıldılar... Ve bir daha birbirlerini görmediler.
Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada
geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar.
Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara
tepeden baktılar... (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense
tepeden bakarlar.)
1933
(Varlık, s. 40, 01.03.1935)
...
Viyolonsel
İ
Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi
iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere
mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına
benzeyen- bir zenci köyüne girdiler.
Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine
uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını,
fildişiriden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli
büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki
meydanda bekledi.
Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde
istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan
melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı
tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir
kulübe gördüğünü söyledi.
Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit
bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru
söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve
önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi
bir meydanlık vardı.
Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan
bir beyaza ait olduğunu söyledi.
Tercümana sordular:
-Neredeymiş kendisi?-
-Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve
ne zaman isterse o zaman gelir!-
-Ne çalgısı?-
-Büyük... adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..-
Seyyahlar birbirlerine sordular:
-Belki bir harp?..-
Reis:
-Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi.
-Öyleyse bir kontrbas...-
-Yahut bir viyolonsel...-
-Evet, evet... Herhalde bir viyolonsel.-
Seyyahlar, reise tekrar sordular:
-O, bu çalgıyı nerede çalıyor?-
Elini uzatarak gösterdi:
-Ormanda!-
-Peki, bizi oraya götürür müsünüz?-
-Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez...-
Seyyahlar:
-Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve
ısrar ettiler.
Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana
doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel
sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:
-Sonbahar şarkısı!..- dedi.
Rus ilave etti:
-Çaykovski'nin.-
Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş
gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..-
Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan,
büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu.
Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz
seyyah:
-Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi.
Fransız seyyah: -Bir sanatkar...- dedi, -Ümidi kırılmış bir
sanatkar... Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlardan
kaçan bir talihsiz.-
Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak
için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası
yapmış...- diye, mütalaasını yürüttü.
Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide
rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının
didişmelerine tercih eden bir akıllı.-
-Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını
eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla
tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.-
Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak
bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak
yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı
daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevelediği
yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler
vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını
gölgeliyordu.
Seyyahlar sordular:
-Hep burada mı çalar?-
-Ve o toprak yığını nedir?-
-Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda...-
-Karısı da var mıydı?-
-Vardı ve öldü.-
Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız...-
Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı
hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.
-Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada
öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi.
Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi
terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat
hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.
İİ
İşte o adamın hikayesi:
Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki
kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen
kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi.
Ve zerdeva (ağaç sansarı) tüyleri gibi yumuşak olan kumral bıyıkları
genç kızların minimini kalplerini gıcıklamaktan geri kalmazdı.
Fakat bu gencin, dalgalı saçlarından, lacivert gözlerinden
ve bir şark kamçısı gibi kıvrılan vücudundan daha kıymetli bir
şeyi vardı:
Güzel nişanlısı...
Bir zamanlar bütün şehir delikanlılarının hayalini dolduran
bu genç kızın, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı
artık bir kardeş busesi için en münasip yerdi. Çünkü o delikanlılar
biliyorlardı ki, doğunun donuk pembeliğini taşıyan dudaklar
başkasına nasip olmuştur. Ve menevişlerindeki manayı
kimsenin okuyamadığı kahverengi gözler yalnız bir kişinin
önünde kıvılcımlanacaktır.
Bu kız aynı zamanda şehrin en iyi viyolonsel çalanıydı.
Oturduğu iskemlede bir ayağını geri uzatıp dolgun göğsünü
çalgısına dayadığı zaman, öyle sesler çıkarırdı ki, memleketin
ihtiyar ve üstat musikişinasları bile başlarını arkaya çevirerek
gözlerini kurulamaya mecbur olurlardı.
Genç kız, nişanlısıyla beraber olmadığı zamanlar yalnız viyolonseliyle
konuşurdu; ve ona, nişanlısından dinlemek istediği şeyleri söyletirdi.
Lakin gafil genç bunu bilmiyor, onun, çalgısını kendisi kadar
çok sevmesini kıskanıyordu.
Ve bir gün:
-Ey sevgilim- dedi, -ey narin vücudunun, ipek saçlarının,
donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının
da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak,
yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler
bulmaya çalış.-
-Aşk ne kadar hodbindir!-
Genç kız:
-Mademki sen istemiyorsun sevgilim- dedi, -ben artık viyolonsel
çalmayacağım... Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde
arayacağım.-
Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın
garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti.
-Ve aşk ne kadar kudretlidir!-
-Lakin sevgilim!- dedi genç kız ve bunu söylerken elleri
delikanlının avuçlarındaydı. -Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve
ölüm bizi alacak. Eğer o, bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim,
gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel
dinlemektir; bunu bana vaat ediyor musun?-
-Evet- diye cevap verdi, -senden sonra yaşamak gibi bir
ceza bana mukadderse, kahverengi gözlerinin üstüne yemin
ederim ki, başucunda en yüksek sanatkara, en güzel besteyi
çaldıracağım.-
Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı. Söylediklerini
tekit etmek (pekiştirmek) isteyen dudaklar birleşti.
-Ve aşk ne kadar ateşlidir!-
..
Heyhat, saadet dedikleri el, insanları okşamakta pek hasistir.
Yalnız gülümsemek ve sevişmek için yaratıldıklarını sanan
bu gençler de o elin mukadder tokadını yemekte geç kalmadılar.
Evlenmişler; birbirlerinin olmuşlardı. Bahtiyardılar. Bahtiyarlıklarını
bulundukları yerde hapsetmek istemediler. Onu
her tarafa gösterebilmek için, bir gün, şehrin rıhtımında duran
gemilerden birine binerek seyahate çıktılar.
Gezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendilerini sevindirmek
için yaratıldığını sanıyorlardı. Deniz onlara bir aşk masalı,
ormanlar bir vefakarlık hikayesi anlatıyordu.
Bilhassa engini çok seviyorlardı. Bazı yerlerde erkeğin gözleri
gibi lacivertleşen sular, bazı yerlerde her ikisinin kalpleri
kadar berrak ve şeffaf oluyordu... Ve dalgaların kıvrımlarındaki
köpükler, sulara sürünerek uçan beyaz kuşlar gibiydi.
Lakin bir gün, ufuklar karardı. Bir fırtına başladı. Öyle bir
fırtına ki, tasvirini ancak herkesin kendi muhayyilesi yapabilir.
Geminin kaburgaları çatırdamaya başladığı zaman, birbirlerine
sarıldılar. Gözlerini kapadılar...
..
Ancak ertesi gün -kendilerini sahilin kumlarına uzanmış
bularak yabani otlarla tedaviye çalışan zencilerin arasında-
gözlerini açtılar.
Ve uzak kayalarda parçalanan enkazdan başka canlı bir şey
göremediler.
Zencilerin sahilden epey içeride olan köylerinde birkaç ay
oturup, onların dillerini öğrenmeye başlayınca anladılar ki, burası
Afrika'nın en kimsesiz yerlerindendir ve on sekiz seneden
beri hiçbir beyaz adam uğramamıştır.
Ara sıra sahilde balık tutmaya giden kafileler tekrar söylediler
ki, o denizde şimdiye kadar uzaktan geçen bir gemi bile
gözlerine ilişmemiştir. Ve artık hissettiler ki -fırtına kendilerini
baygın olarak kıyıya attığı zaman- vahşileri orada bulunduran
tesadüfe minnettar olmaktan başka yapılacak şey yoktur.
Erkek: -Mademki beraberiz- dedi, -ve birbirimizi seviyoruz,
yaşayışımızın herhangi bir yerde olması bizim saadetimizi
bozmamalı!-
Fakat kadın hastaydı...
İİİ
Evet, kadın hastaydı. Günden güne eriyor, sararıyordu.
Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan
elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada
yaşayamayacaktı. Erkek bütün kudretiyle çalıştığı, vasıtasızlık
içinde bütün çarelere başvurduğu halde, bunun önüne geçemeyeceğini
anlıyordu.
Onu, sert kokular dağıtan ağaçlar arasında, berrak sulu nehirlerin
kenarında gezdiriyor; geceleri, yalnız Afrika'ya mahsus
olan parlak ay ışığı altında onun, mavimtırak damarlarıyla bir
istiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşamayı tatlı gösterecek,
şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi neticesizdi ve kadının
bir sene daha ömrü olmadığı muhakkaktı.
O zaman, bu kısa müddette kadına saadet verebilmek için
çareler düşündü, aklına viyolonsel geldi. Belki çalgısı olsaydı o,
bu kadar üzülmeyecekti.
Ve bir gün, maun ağacından haftalarca uğraşarak yaptığı
viyolonselle geldi. -Sevgilim- dedi, -hayatımız çok yalnız geçiyor.
Bak, sana bir arkadaş daha getirdim. Seni bir zamanlar bunu
çalmaktan menettiğim için ne kadar bedbaht olduğumu bilsen...-
Sonra sıkılarak ilave etti: -Hem bana da öğretmeni rica
edeceğim.-
Genç kadının soluk yüzünde, batan güneşte görülen bir
kırmızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyla:
-Ben öleceğim- dedi, -ve sen, başucumda viyolonsel çalarak
vaadini yerine getireceksin...-
..
Öğrenmeye başladıktan pek az sonra, ufak parçaları çalabiliyordu.
Kadın, hayvan derileri üzerine yazdığı notaları buna
meşk ettiriyor, bu da onları alarak yabani ormanda saatlerce çalışıyordu.
Öğrendiği parçayı akşam üzerleri latif üstadına tekrar
ederken onun ağzından çıkacak bir takdir sayhası (haykırışı)
kendisine en büyük iç genişliğini verirdi.
Kadın da ara sıra çalıyordu. Ve o zaman bu şekilsiz alet, bu
at kıllarından yapılan yay, başka bir düyanın seslerini genç erkeğin
kulaklarına, oradan ruhuna götürürdü. Bir gün kadın:
-Bak, bu 'Sonbahar Şarkısı'dır- dedi.
Ve nağmeleri insanın içine görünmez mayiler halinde akan
bir besteyi bitirdikten sonra:
-İşte- dedi, -ölürken senden bunu isteyeceğim.-
Erkek:
-Ver- dedi, -çalışayım...-
-Hayır, bunu son günümün yaklaştığını hissettiğim zaman
vereceğim...-
Ve başka bir notayı uzattı.
Bazan üzüntülerin uzattığı, bazan yalancı bir sevincin kısalttığı
günler çok çabuk geçti. Ve kadın artık ayakta duramayacak
kadar eridi. Gözlerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz
dudaklarında ölümün tayf halinde dolaştığını genç erkek görüyordu.
Belki, evet, belki iki üç günlük ömrü vardı. Fakat hala
-Sonbahar Şarkısı-nı vermemişti.
Birkaç defa, üzerlerinde nota yazılı olan derileri karıştırırken,
eline geçen bu şarkıyı bir türlü öğretmiyordu. Ölümün bu
kadar yakınında dolaştığından ihtimal ki haberi yoktu.
Genç adam onun son istediğini yerine getirememekten
korkuyordu: Ya kadın birdenbire ölüverirse?
O zaman bu şarkıyı çalamayacaktı.
Ve göğsünün üst tarafında pürüzlü bir cismin ağır ağır gezindiğini
hissediyordu.
Notayı istemek imkansızdı. Bu, hastaya ömrünün sonuna
geldiğini belli etmek olacaktı.
Bir tek isteği, onun son günlerinin müsterih geçmesi olduğu
halde, bu nasıl yapılabilirdi?
Nihayet bir gün, gene başka bir besteyi uzatırken, kadının
başı kucağına sessizce düşüverdi: Bayılmıştı... Erkek etrafa
koştu. Bir toprak çanaktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini
açar açmaz kuru otlardan ibaret olan yastığının altından -Sonbahar
Şarkısı-nı çekerek:
-Al- dedi, -ve çabuk öğren. Korkuyorum ki, vakit az kaldı!-
Erkek yabani ormana koştu, deriyi bir baobap ağacının
gövdesine iliştirerek çalışmaya başladı.
Saatler geçti. Akşam oldu. Elinde viyolonsel ve nota ile kulübeye
koşan erkek, ağlıyordu. İçinde sönmez bir acı vardı. Ya
öldüyse, diyordu, ya yetişemediysem!
Kulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini kapıya dikerek
kendisini bekleyen genç kadının yüzünde bir gülümseme dolaştı,
elini uzattı...
Elini uzattı ve erkek o eli yakalayıp sakallarından süzülen
yaşlara sürerek öperken, kadının gözleri tekrar kapandı.
Kadın ölmüştü.
Ve erkek bunu hissetti.
O zaman deli gibi viyolonsele sarılarak çalmaya başladı.
-Sonbahar Şarkısı-nı ona duyurmak istiyordu.
Dikkatle baktı, kadının gözleri açılacak mı diye baktı. Hayır,
açılmıyordu.
Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten doğan bir
yeisle yayına daha şiddetle bastı ve parmakları daha içten oynadı.
Onun kulübenin civarından uzaklaşmadığını zannettiği
ruhuna bu sesi yetiştirebilmek için hırsla çalıyordu.
Gözleri, yatakta gülümseyerek yatan ölüye dikilmişti. -İşitmiyor
musun, bak, ne kadar aşkla çalıyorum, ne kadar güzel
çalıyorum, işitmiyor musun?- demek istiyordu.
O zamana kadar bu kulübede çalınan viyolonsel, vahşileri
alakadar etmezdi. Fakat şimdi bu şarkı, genç adamın kalbinden
ıstırap ve hıçkırık halinde viyolonselin tellerine dökülen bu
beste, onları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kadar işledi ve
hepsi koşarak kulübenin etrafına toplandılar.
Şimdi kapıda birbirinin üstüne çıkarak çalgıyı dinleyen
zenciler, siyah bir üzüm salkımını andırıyordu. Annelerinin
yapraktan eteklerine sarılan küçük çocuklar bile susmuşlardı.
Ve kulübenin önü ağlayan zencilerle -evet bu bir mucizeydi ve
hepsi birden ağlıyorlardı- bir arı kovanının ağzına benziyordu.
Genç adam, çalgısıyla beraber toprağın üstüne baygın yuvarlanıncaya
kadar çaldı.
İki gün sonra ayılınca, vahşiler, kendisini ormana, her zaman
viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götürdüler.
Burada taze bir mezar vardı.
..
İşte bu genç adam, sağlığında dinletemediği parçayı karısının
ruhuna duyurabilmek için, bu mezarın başında, senelerden
beri viyolonselini çalar.
1928
(Meşale, s. 7, 01.10.1928)
...
Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi
Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz
yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum.
Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını
gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu.
Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak
uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir
taş bina gözüme ilişti.
Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir
canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında,
harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin
bir ihtişamı vardı.
Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından
görmek isteğine kapıldım.
Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan
sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı
geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan
yürümeye başladım. İki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar ve artık
tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı... Kuru bir havuzun
kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların
arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı, buraları
örten siyah perdenin üzerinde geçmişi görmek için bırakılmış
bir delik gibiydi.
Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın
hiçbir mimariye uymayan acayip bir tarzı vardı: Çapı on iki
metreyi geçmeyen bir silindir şeklinde epeyce yükseldikten
sonra birdenbire daralıyor ve böylece kule gibi bir parça daha
uzanarak üzeri camekanlı bir kubbeyle bitiyordu. Alt tarafını
kalın bir taş çember kuşak gibi sarmaktaydı ve bütün bina bu
haliyle eski bir yağ kandilini andırıyordu. Tam kapının üstündeki
odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı
da bu kandilin kulpuydu.
Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem
nefesinin buralarda estiğini kestirmek imkansızdı. Keskin
bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler korkutucu
bir karanlıktan başka hiçbir şeyi açığa vurmuyorlardı.
Taş çemberin üzerinde oyulmuş birkaç ayak merdiveni çıkarak
paslı çivili, büyük kapıya geldim. Senelerden beri insan
eli dokunmamış gibi duran, çürümeye yüz tutmuş tahtalara
yaslandım. Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara,
küçük bulut kümelerine, bir yılan dili gibi kıvırarak uzattığı
son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim.
Etrafımda hiçbir hareket yoktu. Kertenkeleler bile, yosunlu
taşların üzerinde, akşamın alacakaranlığına bakarak, yavaşça
ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese
benzeyen bazı çıtırtılar vakit vakit duyulmaktaydı.
Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya
muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim.
Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz
sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam
aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak
taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler
ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş,
korku, merak ve hayretten ibaret bir halita (karışım) halinde kaskatı
kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat -ufak
bir gıcırtı bile yapmadığı halde- kapının yavaşça açıldığını ve
soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim.
Şiddetle döndüm; ve o zaman, akşamın çabucak artan karanlığı
arasında, bu taş kulenin esrarlı adamıyla karşılaştım:
Bu, büyük bir baştan -iskelet halinde bir vücudun üstüne
konmuş- büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem
nebatının liflerine benzeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında
beyaz, fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu.
Ve bunların hepsini, çürümüş bir meyvenin donuk rengi,
bir toz tabakası halinde, örtmekteydi.
Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir granit
yosununa benzeyen soluk yeşil gözleri vardı. Derin ve karanlık
çukurların sonunda birer mahzen kapağını hatırlatan bu
gözler hiç, ama hiçbir şey ifade etmiyorlardı.
Sırtında siyah, harap olmuş bir elbise, ayağında eskimiş rugan
potinler vardı. İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonra hiç
soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi. Ve şimdi
kuru vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir korkuluk
kılığı veriyorlardı.
Elini bana doğru uzattı. -Ah, bu, dünyada gördüğüm şeylerin
belki en korkuncudur-. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz
deriyle kaplıydı ve bir insanınkinden ziyade ince bir eldiven
giydirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf, o
kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek fark edilmeyen
siyah bir ceketin kolundan fırladığı için, üzerime boşlukta
asılıymış gibi geliyordu.
Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman korkuyla bağırdım
ve silkindim:
-Ah... Ne istiyorsunuz?-
Fakat bu el, bu kemik el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı.
Ve o, sükunetle eğildi, göğsünden değil, yalnız ağzının
içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:
-Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini biliyor musunuz?-
-Hayır!- dedim. -Oh... Hayır...-
-Öylese geliniz!-
Dediğini yapmamak mümkün değildi, parmaklarını omuzuma
batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...
Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçtik, minarelerin
esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş bir merdivene tırmanmaya
başladık. Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde
halinde hissetmemiştim. Karanlık, bir gecekuşu kanadı gibi
yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işleyen bir karanlık
vardı. Etrafımdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların
gürültüsü, adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu.
Ve ben, bütün korkuma rağmen, nerede ve nasıl biteceğini
bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum. Sanki onun
parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade, beni yediyor,
ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde, ona yetiştirmek için,
çabuk çabuk hareket ettiriyordu.
Her kata yaklaştığımızda, beni sürükleyen adamın, evvela
karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş
bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece bu merdivenlerden
çok aydınlıktı...
Her katta, yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı. Bomboş
odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde
giren gece bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin
dışında siluet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar, hayat ve
ışık dünyası vardı... Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle
ona soruyordum:
-Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz?-
Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar
ediyordu:
-Siz, birdenbire sönen kandilin hikayesini okudunuz mu?-
-Hayır!-
-Pekala, yürüsenize!-
Parmaklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir külçe halinde
tekrar sürükleniyordum.
Bu sefer de merdivende evvela başı kayboluyor, önümde,
siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları
çabuk çabuk atlayan iki ayak kalıyordu. Sonra gene
o mayi halindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların haykırışı...
Ayak seslerimiz ve hepsinin birden, toprak altından gelen
bir bağırış halinde yaptıkları korkunç uğultu...
Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, kapıları yarı açık boş
odalar, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri ve artık tepelerindeki
birkaç yaprağı fark edilen siyah ağaçları tekrar görüyordum.
Her katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kımıldardı:
-Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?-
Fakat cevap hep aynıydı:
-Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunuz?
O halde yürüyünüz!-
Ve korkunç çıkış tekrar başlıyordu.
Nihayet, nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin
sürdüğünü, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda
birdenbire durduk. Önümdeki adam eliyle bir kapağı
kaldırdı. Oradan girdik. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu
bıraktığı zaman, derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve
etrafıma baktım.
Burası yuvarlak bir odaydı. Kulenin en tepesinde olduğunu
tavandaki camekanlı, küçük kubbeden anlıyordum. Oda,
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Değirmen, Kağnı, Ses - 04
  • Parts
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 01
    Total number of words is 3301
    Total number of unique words is 1911
    30.9 of words are in the 2000 most common words
    45.0 of words are in the 5000 most common words
    52.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 02
    Total number of words is 3381
    Total number of unique words is 1927
    27.4 of words are in the 2000 most common words
    42.3 of words are in the 5000 most common words
    49.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 03
    Total number of words is 3322
    Total number of unique words is 1876
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    45.5 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 04
    Total number of words is 3510
    Total number of unique words is 1859
    32.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    54.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 05
    Total number of words is 3392
    Total number of unique words is 1930
    32.3 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 06
    Total number of words is 3291
    Total number of unique words is 1909
    32.8 of words are in the 2000 most common words
    45.9 of words are in the 5000 most common words
    52.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 07
    Total number of words is 3457
    Total number of unique words is 1970
    33.4 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 08
    Total number of words is 3302
    Total number of unique words is 2043
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    44.2 of words are in the 5000 most common words
    50.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 09
    Total number of words is 3341
    Total number of unique words is 1996
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    53.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 10
    Total number of words is 3423
    Total number of unique words is 2041
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    45.3 of words are in the 5000 most common words
    53.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 11
    Total number of words is 3472
    Total number of unique words is 1944
    31.9 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    54.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 12
    Total number of words is 3400
    Total number of unique words is 1894
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.9 of words are in the 5000 most common words
    55.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 13
    Total number of words is 3526
    Total number of unique words is 1912
    35.0 of words are in the 2000 most common words
    51.0 of words are in the 5000 most common words
    58.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 14
    Total number of words is 3584
    Total number of unique words is 1895
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    52.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 15
    Total number of words is 3543
    Total number of unique words is 1818
    31.7 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 16
    Total number of words is 3503
    Total number of unique words is 1920
    32.2 of words are in the 2000 most common words
    47.3 of words are in the 5000 most common words
    55.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 17
    Total number of words is 3435
    Total number of unique words is 1879
    36.1 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    58.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 18
    Total number of words is 3418
    Total number of unique words is 1855
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    49.5 of words are in the 5000 most common words
    57.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Değirmen, Kağnı, Ses - 19
    Total number of words is 2017
    Total number of unique words is 1135
    37.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    58.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.