Kayıp Zamanda Işıltılar - 11

Total number of words is 4067
Total number of unique words is 1966
34.9 of words are in the 2000 most common words
51.7 of words are in the 5000 most common words
59.1 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Giderek büzüştüğünü hissediyor. Kendine sarılmak ve zırhını kuşanmak istiyor. Bunun biraz zor olduğunu biliyor. Ardından bir yan sokağa dalıyor. Ancak iki kişinin yan yana geçebileceği dar bir sokak. Sokağın duvarları yazılı. Hepsi “kızıl” yazılar. İstemediği bir titremeye teslim oluyor o an. Adımlarını hızlandırıyor. Sonra bir yeşillik görünüyor. Gün ışığını görüp rahatlıyor. Koşmaya başlıyor. Uzunca bir koşmanın ardından ormanın derinliklerine iniyor. Gözü kendi ağacını arıyor. Biraz düşününce buluyor ağacını hemen. Gülüyor ve rahatlayarak gözünü kapatıyor. Sonra açıyor gözlerini. Ama az öncesinden farklı bir durum buluyor. İki tane adam… Ellerinde kazma ve testere var. Her ağacı kesip, ağacın yanında gömülü olan hazineleri alıyorlar. “Ne de çok hazinesini saklayan varmış,” diye düşünüyor Bay Kerim. Kendine de sıra gelecek. Önlem almalı. Kimseye görünmeden kendi ağacının yanına gidiyor. Elleriyle kazıyor toprağı. Sarı sarı altınlarını bulup onlara sarılıyor. Bu güvensiz yerde altınlarını bırakamayacağını anlıyor artık. Kucakladığı gibi alıyor onları. Görünmesinler diye ceketini onların üstüne örtüyor. Ama ceketi çıkınca kendi de çıplak kalıyor. Çırılçıplak…
Farklı bir orman arıyor gözleri. Daha büyük ağaçların olduğu daha sakin bir orman… El değmemiş…
En sonunda bir tane buluyor. Upuzun ağaçlar göğe uzanmış sanki. Koşuyor ona doğru. İlk ağacın yanından geçerken gülüyor ve bir “Dur!” sesi geliyor. Bakıyor etrafına bu kim diye. Sefil bir dilenci görüyor az ilerisinde. “Ne yapıyorsun?” diyor dilenci. “Ormana bakacağım,” diye cevap veriyor Bay Kerim. “Herkes giremez bu ormana!” diye bağırıyor dilenci. Bay Kerim korkuyor bu sözden. Dilenci gelip Bay Kerim’in altınlarına el sürüyor. Çekmek istiyor altınlarını Bay Kerim, ama çekemiyor. Dilenci “Kaç tane?” diyor. Bay Kerim isteksizce yanıtlıyor, “Beş bin.” “Buraya saklamak için yeterli değil,” diyor dilenci. Bay Kerim, dilencinin bu amacını nerden bildiğini anlayamıyor. Bunun yerine ona rüşvet teklif ediyor. Altınlarının biraz azalmasına ilk defa razı artık… Dilenci ise cevap olarak onu kovalıyor. Kaçıyor Bay Kerim. Ağlaya ağlaya kaçıyor.
Sonra, karanlık bir yere varıyor. Biraz dinleniyor. Kulaklarına gelen bir ayak sesi onu irkiltiyor. Hayra alamet değil bu. Başını kaldırıyor ve iki tane güzel giyimli adam görüyor. Adamlar aralarında konuşarak Bay Kerim’e bakıyorlar. Sonra “Vermelisin,” diyorlar. Bay Kerim, “Benim bir şeyim yok,” diyor. Adamlar gülüyor ve elleriyle avuçluyorlar altın dolu kabı. Gözyaşlarını ikiye katlayarak ağlıyor Bay Kerim bu olanlara. Onlardan acımalarını istiyor. Adamlar yine gülüyor ve altın dolu kabı yanlarına alıyorlar ve ardından Bay Kerim’in ağzını ucu kör bir iğneyle dikiyorlar. Evet, iğneyle dikiyorlar. Bay Kerim bağırmak istiyor son gücüyle. Zamanın çok geç olduğunu anlamıyor. İşine gelmiyor bu. Adamlarsa uzaklaşıyorlar hemen. Bay Kerim ayağa kalkıp koşmaya başlıyor yine. Engebeli arazileri yorulmadan geçiyor. Ayak topuklarıyla kıçını dövüyor sürekli. Sonra bir uçurum görüyor. Uçurumun yanına varıyor ve atlıyor. Bir sonbahar yaprağı gibi düşüyor yere. Öleceğini zannediyor ama ölmüyor. Kafası bir balçığın içindeyken düşünmeye çalışıyor sadece. Acaba kafasını balçıktan çıkartsa mı? Çıkartıp her şeye yeniden başlasa mı? Neye başlayacak? Kaybetmek için kazanmaya mı? Korkuyor Bay Kerim. Çünkü artık o da şaşkın.

EyAyna!
ÖLÜ EVİNDEN ANILAR
Çerçevende sıkıntıdan dağılmış soğuk su,
Kaç kez ve saatler boyunca üzgün mü üzgün,
Düşlerden ve ararken anılarımı ki,
Aynanın dipsiz derinliklerinde yapraklar gibidir,
Uzak bir gölge gibi göründüm sende,
Ama, ne korkunç! Akşamlar acımasız çeşmende senin,
Dağınık düşümün çıplaklığını tanıdım.
Gustav Moreou

Yolları eşilmiş düz bir sokak, top oynayan çocuklar, sokağa bakan bir pencere ve bu pencereden gelen güneş ışınlarına teslim olmuş bir beden. Kurumuş dudaklarını aralamış ve zorlanarak soluk alıyor. Sararmış yüzü kırışıklarla dolu. Nerdeyse bir deri bir kemik kalmış, ama şişmiş bir karnı var. İncecik bacakları artık bedenini taşıyamaz hale gelmiş. Sürekli yatakta yatıyor olmak derilerini dalga dalga buruşturmuş. Ara sıra, serum izleriyle dolu elleriyle karnını kaşıyor. Dolgun ve iri burnu cılızlaşmış, eğik bir hal almış. Dökülen saçları anlını açmış ve hayatın çizgileri daha bir belirginlikle ortaya saçılmış. Bu çizgilere bir anlam verilip yaşı hesaplansa altmış beş denilecek ama o, sadece kırk beş yaşında.
Güneş ışığı rahatsız etse de onu, buna bir şey yapamıyor. Kalan son enerjisini kaşınan yerlerine birkaç dokunmaya ayırmış. Yemek yiyemiyor, yürümeye dermanı yok ve en ufak bir ses bile ona çığlık gibi geliyor. İmkânı ve gücü olsa sokakta oynayan çocuklara canı istediğince bağıracak. Sessizliğin içinde kendine bir yol açacak ve rahatlığın içinde bir yolculuğa çıkacak. Uzaklara… Hem de çok uzaklara…
Yatalak hali üç aydır olsa da bir yıldan beri bu pankreas kanserine teslimdi Kemal. On yıl önce şeker hastalığı teşhisi konmuş ve bunun gereklerini yapmazsa kötü şeylerin başına geleceği haber verilmişti. Kötü şeyler… İlk başlarda ne denilirse yapmıştı. Yasaklı yemeklerin birçoğu yenmemiş, ara sıra egzersiz yapıp zayıflığın yolunu açmıştı. Ama sonra, doktor mu yanlış söyledi, yoksa o mu yanlış anladı bilinmez, hastalığının bittiği söylenmişti. Yani istediği yemeği yiyebilirdi artık. Hamur işleri, yağlı yemekler gazlı ve şekerli içecekler… Ya da kan şekerini yükseltecek ne varsa... Öyle de yaptı. Şişko bedeni daha iri oldu. Yanakları tombul, gözleri ise nerdeyse açılmaz olmuştu. Onunla konuşan herkes şişmanlığına değinmeden geçemiyordu. O ise o an utanıyor ve umursamıyor gibi davranıyordu.
O zamanlar çalışıyor ve bunların etkisinden az da olsa kaçınabiliyordu. En azından yüzünden gülücükler, dilinden şakalar ve gözünden canlılık eksik olmuyordu. Sonra, yirmi beş yılını tamamlamış bir işçi olarak emekli oldu ve ara sıra çalışıyor olsa da dinlenmeye çekildi. Her gün kendisi gibi orta yaş üstü kişilerin geldiği kahvehaneye gider, bir yandan toplu olarak yapılan geçmişe yolculuğa çıkarken, bir yandan da hiç aklından çıkartamadığı çocuklarının geleceğini düşünürdü. Geçmişi düşünmenin hüznü ve hemen yanına pek de kendisine ait olmayan bir geleceğin korkusu… İşte bunlar aslında gülümsemenin eksik olmadığı yüzüne tedirgin bakışları yerleştirmeye yetiyordu. Omzunda kaldırıp atamayacağı bir yük vardı.
Üç oğlu ve iki kızı vardı. Hem kızlardan hem de erkeklerden birisini evlendirmişti. Böylece geriye askerde olup onun hastalığını bilmeyen bir oğlu, isteyeni çok olan bir kızı ve henüz on altı yaşında olan diğer oğlu kalmıştı. Evli kızı evden göçüp gitmişti. Büyük oğlu ise hemen alt sokaktaki bir evde oturuyordu, ama o da babasının hastalığından beri bu babaevinden çıkmaz olmuştu.
Hastalık bir ramazan ayı ertesinde yakalamıştı onu. Orucu yüz on kiloyla tutmaya başlamış ve savunmasız bedeni hastalığa teslim olmaya başlayınca doksan kiloda bitirmişti. Çok memnun etmişti bu zayıflama onu. Ama bir gün gözünde sarılıklar oluşmaya başladı. Önce anlam veremedi buna ve pek önemsemedi. Bir hafta sonra daha kötü olmaya başlayınca hastaneye gitti. Sarılık teşhisi kondu ve gözetime alındı. Üç hafta sonra ise pankreas kanalının tıkandığı teşhisi konuldu. Karnının yan tarafına bir delik açıldı. Uzun şeffaf bir boru yerleştirildi. Bazen minik et parçaları bu boruyu tıkıyor ve ilk defa dayanamayacağı acıları hissediyordu. Sürekli sabır ediyordu. İnanıyordu ki tekrar iyileşecek ve dimdik ayağa kalkacaktı. Sonraysa bir kurtuluşun olmadığı aile üyelerine bildirildi. Kanserdi ve hastalığının çeşitli olması ona müdahaleyi zorlaştırıyordu. Ameliyat yapılamadığı için ilaç tedavisi tek çözüm oluyordu. Ya da çözümsüzlük içinde bir avuntu…

***

Aslında bugünü iyi geçmişti. Dayanılmaz karın ağrıları rahat bırakmıştı onu. Gece ilaçlarını almış ve deliksiz bir uyku uyumuştu. Öyle ki, birkaç gün önce kendisine kocasının “çok az ömrü” kaldığı söylenen eşi bile, kocasının bu rahatlığı ile umuduna umut ekliyordu. Önceki yıllar pek iyi anlaşamasa da, artık iyi anlaşıyordu kocasıyla. Onunla gülüyor, onunla ağlıyordu. Bir dediğini iki etmiyor ve bir çocuk gibi bakıyordu ona.
Bugün de şehriye çorbasını yapmış, yanına bir dilim ekmek ve peynir koymuştu Meral Hanım. Akşama da tavuk çorbası yapmayı kararlaştırmıştı. İlaçları da hazırlayıp fazla ses çıkartmamaya özen göstererek odaya girdi. Odaya girer girmez gelen sesleri ve güneşin yakıcılığını hissetmişti. Önce güneşi siperleyecek tülleri çekti, sonraysa balkona çıkıp çocukları uzaklaştırdı. Odaya tekrar gelip yavaşça soluk alan kocasının yanı başına oturdu. Uyandırmak istemiyordu aslında onu. Fakat uyandırıp ilaçlarını içirmesi gerekiyordu. Yavaşça seslendi: “Kemal!” Bu sessiz çağırışa bir cevap alamayacağını biliyordu. Daha sesli biçimde bir daha çağırdı. O an kocası sesini işitti ve sola yatmış kafasını biraz kaş çatarak karısına yönlendirdi. Sadece “Ne?” demek isteyen bir “Hıı?” sesi çıkartabildi. “Yemek,” dedi karısı, “sana yemek getirdim. Ye de ilaçlarını iç. Sonra yine uyursun.” O zaman kocası anlamamış gibi gözlerini yine yumdu.
Aynı yöntemle tekrar seslendi. Ama kocasının cevabı az öncekinin aynısıydı. Onun böyle yapmasını korkuyla karşıladı Meral Hanım. Hiç böyle bir şey yapmazdı o. Telaşlandı ve ağlayarak tekrar seslendi ona. Bu sefer bir cevap bile alamadı. Bir şeylerden emin olmak istercesine elini onun karnına koydu. Kalkıp inen karnı umut veriyordu Meral Hanım’a. Sonra birden titremeye başladı kocası. İnleyerek sarsılıyordu bedeni. Buna alışkındı. Üşümesini engellemek için battaniyeyi sıkıca kocasının bedenine sarmaladı. Tahmin ettiğine göre beş dakika sonra her şey geçerdi…
Geçen yirmi dakikaya rağmen titreme hala devam ediyordu. Hemen telefonun başına geçti. Önce büyük oğlunu, sonra küçük oğlu M.R.’yi aradı. Bir süre telefon başında bekleyip kızını da aradı. Tekrar kocasının başına döndüğünde onun titremesini durduğunu gördü. Fakat telaşını gidermiyordu bu. Onunla konuşmak istiyordu. Başını okşayarak yine konuşmaya çalıştı onunla. Aldığı tek cevap ise anlamsız bakışlardı. Ama Meral Hanım biliyordu ki en önemli bakışlar anlamsız bakışlardı. Tahmin etmesi güç ve sarsıcı…
Bir süre sonra büyük oğlu geliverdi. Yavaşça babasının başına geçti ve onunla konuşmaya çalıştı. Annesinin aldığı cevaplardan farksızdı aldığı cevaplar. Hemen hastaneye götürmek istiyordu babasını. Bir taksi çağrıldı. Taksi gelene değin M.R. ve Tülin de geldi. İkisi de sessizce babalarını izliyor ve kendilerine ne dinilirse yapmaya çalışıyordu.
Abisi, M.R.’ye birkaç tane arkadaşını bulmasını söyledi. Babalarını alıp taksiye götüreceklerdi. M.R. hemen dışarı çıktı ve kendilerine yardım edecek birilerini bulmaya çalıştı. Heyecanlıydı. Konuşamıyor, laflar boğazına takılıyordu. Bir tane komşularının yardımıyla, bir tane de tanışık olduğu güçlü kuvvetli bir çocuk buldu. Taksi gelmişti evin önüne ve binecekleri bekliyordu. Herkes hastanın başına toplanmıştı. Bir yöntem bulup götürme telaşındaydılar. Büyük oğul hala babasını uyandırıp götürme uğraşı veriyordu. Bir battaniyeye sarıp götürmek çok riskliydi. Açıkçası bu riski göze alamıyorlardı. Deneme amacıyla herkes hastanın bir yanından tuttu. Derinden bir inleme sesiyle duraldılar. Onlara öyle geldi ki biraz daha böyle yaparlarsa hasta ölecek. Anladılar ki bir bedenden daha fazla şey taşımaya niyetliler.
O zaman hastayı yerine bıraktılar ve büyük oğul anneye baktı. Sürekli babalarına bakan doktorun telefonunu istedi ondan. Bir çözüm bekliyordu bu yaptığından, ya da bir yöntem.
Doktoru aradı ve biraz beklemeli olarak görüştü.
“Şey, iyi günler Hasan Bey. Ben sizin hastanız Kemal Örgün’ün oğluyum. Babam bugün çok kötü bir durumda. Hiç konuşamıyor. Bilinci de yerinde değil gibi…”
“Anladım! Bakın zaten ona yapılan müdahaleler çok geç yapılan müdahalelerdi. Hemen hepsi biraz daha rahat etmesi içindi. Annenize birkaç gün önce haber vermiştik son günlerini yaşadığını…”
“Ama nasıl olur doktor bey? Hiçbir çözüm yok mu?”
“Valla şu an için yok! Belki birkaç şey yapılabilir, ama inan yaşamını saniyelerle uzatır. Size de yazık! Bence yapacağınız en iyi şey bu son anlarında görevlerinizi yapmaktır. Bırakın evinde rahat rahat ölsün!”
“Rahat rahat mı? Ölümün rahatı da mı olurmuş?... İyi günler, sağ olun doktor bey.”
Bu son söz büyük oğul Mehmet’i çok sarsmıştı. “Rahat rahat ölmek”, habire bu söz çınlıyordu kulağında. Teşekkür etti doktora ve umutsuzca kapattı telefonu. Yanında duran annesine kızıyordu. “Rahat rahat ölmek!” Babasının üç günlük ömrü kaldığını nasıl olur da ona söylemezdi. Kendini savunuyordu annesi. Ona göre böyle bir şey imkânsızdı. Gayet iyiydi kocası.
Kızamadı ona Mehmet. Babasının tam karşısına oturdu, düşünmeye başladı. Ölümün eşiğine gelmiş bir insan için birkaç saniyenin değeri olamaz mıydı? Ya ambulans çağırıp, ya da battaniyeye sarıp götürmeliydi babasını hastaneye. Görevlerini yerine getirmeliydi. Yanına ise birkaç tane komşu gelmişti. Onlarda alttan alta kendi fikirlerini söylüyordu. Birisi, babalarının hemen hastaneye götürülmesinden yanaydı. “Aslında adamın bir şeyi yok!” diye söyleniyordu. Doktorlar bu işten anlamazlardı. Ama anlamazlarsa da yine de onlara götürüp zamanı uzatmak gerekirdi. Diğeri, doktorların her şeyi bildiğini, hatta kendi akrabasının bile iki günde öleceğini söylediklerini ve adamın üçüncü güne çıkamadığını söylüyordu. Hem hastaneye gidip de ölürse bir sürü sorunun ortaya çıkacağını savunuyordu. Bir sürü test yapacaklar ve zaman kaybına yol açacaklardı onlar. İyisi mi, adam “rahat rahat” evinde ölmeliydi.
Ne yapacağını şaşırmıştı Mehmet. O da bu, “rahat rahat” sözcüğüne kafayı takmıştı. Ona öyle geliyordu ki babası hastaneye gitse de ölecekti. Deneyimleri ise babasını hastaneye götürmenin işleri zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramayacağını söylüyordu. Hem doktor da söylemişti bir çözüm olmadığını. En iyisi mi babasının kalan bu son dakikalarında en iyi biçimde görevlerini yapmalarıydı. Evet, görev! Rahat rahat!... En iyi ölüm rahat olan ölümdü…

***

Böylelikle hastayı hastaneye götürme düşüncesinden vazgeçilmiş ve yardım için gelenler de bir mana uydurup evlerine gitmişlerdi. Şimdi yalnızdı aile. Herkes babanın başına oturmuş onun titremelerini izliyordu. Bir ara diğer akrabalarda geldi akıla. Madem son dakikalardı yaşanılan, onların da bundan haberdar olması gerekiyordu. Bu görev M.R.’ye verildi. O ise biraz korkarak telefonun başına geçti ve bütün akrabaları ve tanıdıkları aramaya başladı. Aslında ne diyeceğini bilmiyordu. “Babam ölüyor, gelin!” mi diyecekti?
Önce dayısını aradı. Dayısı yoktu evinde ama onun oğlu vardı. Sesi titreyerek durumu anlattı ona M.R. İlk sözlerde sakindi aslında. Ama konuşmaya başladığında dayıoğlusu da birden telaşlı telaşlı konuşup ona “sakin” olmasını öğütlüyordu. Haliyle sakin olamıyordu M.R. ve gözünden yaşlar süzülüyordu. Yalnız nasıl oldu bilinmez dayıları, M.R. daha onları aramadan yola çıkmıştı ve oğlunun tahmin ettiğine göre bir saat sonra orda olurdu. Bunu duyunca telefonu kapattı M.R. Hemen diğer dayısını da arayıp haber verdi. Ardından babasının büyükleri olan amcalarıyla, babasının küçüğü olan halasını aradı. Birilerine, “Gelin!” demek M.R. için çok zor olsa da bunu bir süre sonra doğal kabul edip işini bitirdi. Görevini yapıyordu o ve yaptığı şey diğerlerini görev başına çağırmaktı aslında.
Tekrar odaya gitti. Babası yine titriyor ve ailesi bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Onlara şaşkınca bakıp bir komut bekliyordu M.R., diğerleri de onun bu halini anlıyor ve bir su, bir havlu getirmesini istiyorlardı ondan. Görevini tastamam yapıyordu M.R. ve pek de anlaşılmaz olarak kendini suçlu hissediyordu. Babalarını hastaneye götürmenin bir görev olduğunu düşünüyordu. Daha doğrusu komşularının söylediği söz ile bunun “gerekli” olduğunu kabullenmişti. Ama bunu nasıl yapacağını o da bilmiyordu. İşte bu bilmeme durumu onu suskunlaştırıyor ve bir köşeye çekilmesine sebebiyet veriyordu.
Hastanın titremesi son bulunca bir süre rahat soluk alabilmişti aile. Ama ardından babaları birden gözünü açmış ve yüzünü ekşiterek inlemeye çalışmıştı. Bir sesi bile çıkarmaya gücü yoktu anlaşılan. Sonra şaşkınca etrafındakileri süzdü. Dikkatlice büyük oğluna bakıyordu. Oğlu hemen onun yanına yaklaştı. “Nasılsın baba?” dedi. Hasta biraz kendini zorladı bir şeyler mırıldandı. “Hastaneye götürelim mi seni?” dedi oğlu. Ağlar gibi baktı ona babası ve zor anlaşılır biçimde, “Yok zahmet… etme… Yorulmayın…” Bu sözü duyunca M.R. bir sarsıntı hissetti bedeninde. Diğerleriyse ağlamaya başladı. Hasta ise bu sözü söyleyince gözünü yumuyor ve bir süre sonra tekrar açıyordu. O an az önceki söylediklerini unutuyor ve “Ne oldu?” diye oğluna soruyordu.
M.R. artık babasının bilincini kaybetmeye başladığını düşünüyordu. Onun gözlerine bakıyor ve en küçük oğlunu tanıyıp tanımadığını anlamaya çalışıyordu. Babası ise bir ara yine gözlerini açmış ve annenin anladığına göre askerdeki oğlunun ismini anmıştı. Herkes çelişki de kalmıştı. Acaba askerdeki birisine böyle bir haber vermek doğru olur muydu? Gerçi kaç aydan beri onu babasıyla görüştürmüyorlar ve babasının hastalığını saklıyorlardı. Ama şimdi son anlardı. Bir süre düşünüp onu çağırmanın bir işe yaramayacağını, gelmeye çalışsa bile babasının o gelmeden öleceğini, daha kötüsü ise askerliği bitene değin kafasında böyle bir sorun yaşayacağını ve gereksiz yere acı çekeceğin de karar kıldılar. İyisi mi askerliği bittiğinde uygun bir ortamda haber vermekti ona.
Bu sorunu da çözünce yine gözlerini hastaya diktiler. Bir yandan üşüyor, bir yandan da üzerindeki battaniyeyi üzerinden atmaya çalışıyordu o. Zayıf eliyle karnını kaşıyor ve bazen hırlamalarla nefes alıp veriyordu. Birden acayip biçimde geğirmeye ve gözünü yumup açmaya başladı. Sonra başını sol tarafa iyice yatırdı ve kanlı biçimde kustu. Bu, durumu daha da korkulacak bir hale getirmişti. Herkes bir yandan sesli biçimde ağlıyor, bir yandan da bez getirip hastanın yanıbaşına örtüyordu. Kusmayla birlikte hastanın üzerindeki gecelik ve yerdeki halı batmıştı. Hastanın ise ateşi artıyordu habire. Başına soğuk, ıslak bez yerleştiriliyor ve dualar edilmeye başlanıyordu.
Eveyse komşular gelmeye başlamıştı. Herkes gelip hastayı baştan aşağı süzüyor ağzını kımıldatıp bir kenara çekiliyordu. Kimileriyse yemek getiriyordu. Anlaşılan herkes öleceğine kanaat getirmişti hastanın. M.R. ise gelen yemeklere bakıyor ilk defa evlerine gelen bu yemeklere şaşıyordu. Hayatta inanmazdı bu evden birisinin öleceğine. Birilerinin düğünler dışında, evlerine bu kadar rahat girip çıkacağına akıl sır erdiremiyordu.
Hasta ise sık sık kusuyordu. Kanlar etrafa dökülüyor ve bir vicdan azabı bütün yüreklere düşüyordu. Meral, hem kocasının terlemesini neden gösterip hem de kanlardan dolayı kocasının atletini değiştirmeye karar vermişti. İki kişi babalarının omzundan tutacak ve anneyle kız da atleti değiştirecekti. M.R. ile abisi babalarının omzundan tuttu ve kaldırdı. Anneyle kız ise acele ederek atleti değiştirmeye çalışıyordu. Birden babasının yüzüne baktı M.R. Dudakları büzüşmüş, gözler yaşlı ve ağzında ise zorlanımlı bir inleme vardı. Babasının bu halini görünce hıçkırarak ağlamaya başladı M.R. Bu haldeki bir insanın oturur hale getirmenin feci bir şey olduğunu hissetmeye başladı. Bunu bir o anlamıyordu. Herkes anlamış, ama elbise değişimi geri dönülmez bir hal almıştı. Daha da hızlanarak değiştirdiler atleti. Hasta yatağına yatırıldı ve yine eski biçimde solumaya başladı. M.R.’nin ise az önceki gördüğü yüz ifadesi beynine bir fotoğraf gibi kazınmıştı. Bütün suçu kendinde görüyor ve kaçıp bir yerlere saklanmak istiyordu.
Bir süre sonra dayıları gelmişti. Ev giderek kalabalıklaşıyor ve ölü evi olma durumu herkesin düşüncelerinde yer ediyordu. Her gelen baş sağlığı diler gibi selam veriyor, “takdiri ilahi” deyip teselli etmeye çalışıyordu. Sakince yüzlerini inceliyordu M.R. gelenlerin. Onlara bakıyor ve kimsenin anlamadığı bir yardım talebinde bulunuyordu. Tamam, kaybediyordu… Babasını… Bir teselliyle geçer bu. Ama ya yeni yeni keşfettiği bu duygular. Kimse bunun ne olduğunu söylemeyecek mi?

***
Saat yediye doğru evin içi tıka basa dolmuştu. Kadınlar büyük odaya, erkeklerse hastanın yattığı odaya oturmuştu. Genç bir kız hastanın yanı başında Kuran okumaya başlamıştı. Gün ışığı ise yavaşça şehrin üzerinden çekiliyor ve yalnızlığın daha yoğun hissedildiği karanlığı bir örtü gibi herkesin üzerine örtüyordu. M.R. ise küçükken yorganın altına girerek ışık yakıp oyun oynadığı gibi bir durumdaydı. Yalnız ve heyecanlı…
M.R.’nin kafasında haber verdiği insan sayısı da vardı. Dört-beş kişiye haber vermesine rağmen onlarca insan durumdan haberdar olup ziyarete gelmişti. Hasta ise gelen her insanla soluk almada daha zorlanıyordu sanki. Sık sık dudaklarını diliyle ıslatıyor veya yalıyordu. Islak bir bez ve bir bardak konmuştu yanı başına. Bez biraz ıslatılıp dudaklara sürülüyordu. Yüzdeki sarılıksa kendini giderek karalığa bırakıyordu. Kan yüzeyden çekiliyor ve beden son direniş cephelerini bir bir kaybediyordu.
Gelen bir imam ise onun başında dualar okumuş, yönünü kıbleye çevirtmişti. O an yüreğindeki sıkışması daha da arttı M.R.’nin. Daha ölmemiş birisinin bu hale getirilmesine anlam veremiyordu. Tamam, çok kötü bir durumdaydı. Ama bu, onun öleceği anlamını taşımazdı ki! Belki ölmeyecek, birkaç gün daha direnecekti. Bir insana ölecek gibi davranmak onu öldürebilirdi. Ah şu görevler! M.R., imam dua okurken birden babasının üzerine atıldı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da ona, “Seni öldürecekler!” diye fısıldıyordu. Herkes bu davranışının “uçuk” olduğunda karar kılmıştı. Kimsenin kimseyi öldürdüğü yoktu.
M.R.’yi kolundan tutup, biraz da telkin vererek yatak odasına götürdüler. Başını okşayarak ona sakin olmasını öğütlüyorlardı. İşin garip yanı M.R.’de aynısını onlara söyleme isteği duyuyordu. Sakin olmalı, babasını rahat bırakmalıydılar. Belki geçici bir yarı felç durumuna girmişti o. Biraz sonra düzelmeye başlayacak, gelenler de beklemelerine karşın bir ölü bulamayacaklardı. Ya o zaman ne olurdu? Bunu bilemiyordu M.R.
Yanındaki orta yaşlı adam gidince yalnız kaldı M.R., ya da insanlar onun yalnız kalmasında karar kılmıştı. Gelen kişiler onun yatak ucuna baş koyup duran haline bakıyor ve acıyarak topluluk içine karışıyordu.
M.R. ise kafasında bir canlandırma yapıyordu. Herkes toplanmış babasının ölümünü beklerken, babası ölmüyor ve sabah tekrar konuşacak hale geliyordu. Kalkıp yürüyerek tuvalete gidiyor gelenlerden hal hatır soruyordu. Hatta espri bile yaptığı oluyordu. O zaman gelenler şaşkınlık içinde kalıyor, “Öldürmeyen Allah, öldürmezmiş!” diyordu. Yine de ne olur ne olmaz diye o gün akşama kadar bekliyorlar ama hasta kötüleşmek şöyle dursun daha iyileşiyor, yüzüne bir canlılık geliyordu. O an mutlu oluyordu M.R. Herkese, “Ben size söylemedim mi?” diye bağırmak istiyordu.
“Ya inandırıcılık!” dedi kendi kendine. İnsanlar ölecek birisi için gelmişti sonuçta. Gerçi, sürekli ziyaret edip babasının halını hatırını soran yok değildi, ama bugünün önemi bir tür ölüme uğurlamaydı. Herkes sabaha kadar her şeyin biteceğinden emindi. Ama bu olmadı mı kendilerine göre güya kandırılmış olacaklardı. Kimisi işini bırakmış gelmişti, kimisi çocuklarını. Bugün olmazsa başka gün olur ve bu sefer de onlar inanmazdı bu başka güne. O zaman da yalnız başlarına uğurlarlardı babalarını. Bu ise pek hoş değildi doğrusu. Babası gibi hayatı boyunca eşi dostu çok olmuş birisi ölüme yalnız uğurlanamazdı. En iyisi, “Bugün ölmeli”ydi. “Bugün ölmeli!” Bu söz bir çığlık gibi kulaklarından çınlıyordu M.R.’nin. Ne demişti o öyle? Sırf insanlara karşı mahcup duruma düşmemek için babasının bugün ölmesini mi istiyordu? Bedeni titremeye, tüyleri diken diken olmaya başladı. Hıçkırıklarla ağlıyordu. Demek insanlar geldi diye babasının ölmesini istiyordu! Nasıl evlattı o öyle? Kendisine hayat veren birisine son anlarında vereceği armağan bu muydu? Evlatlık bunun neresindeydi? “Ölmezse bizi kimse kaale almaz!” dedi. “Herkes onun ölmesini bekliyor. Keşke yaşasa babam… Ama o zaman yüzüme sanki ‘Baban niye ölmedi?’ der gibi bakarlar. Yalan söylemiş gibi… Ama ölürse gelip omzuma vurup sabır dileyecekler. Ardından da çekip gidecekler.”
Sonra artık düşünmemeye gayret gösterdi. Ağzından o sözler çıkmıştı artık. Söyleyeceği her söz onu daha fazla yerin altına sokmaktan başka bir işe yaramazdı. Susmalı ve başına ne gelirse ona göğüs germeliydi. Bir uykuya daldı. Bunu biraz isteyerek yaptı. Uykuya dalmalı ve zamanın nasıl geçtiğini anlamamalıydı. Birkaç tane rüya görmüştü ama bunların ne anlama geldiğini bir türlü anlayamıyordu. Bazen bir yerden kaçıyor, bazen de yüksek yerlerden aşağıya düşüyordu. İçinde ise sürekli bir telaş vardı. Onu her an boğazlayacak hissine sahipti. Bazen yüzüne gülenler çıkıyor, ama onlar da nedendir bilinmez yanından hemen uzaklaşmaya gayret gösteriyordu.

***

Duyduğu ağlama sesiyle birden uyandı. Gelen ses annesinin sesiydi ve bir sıkışma hissediyordu yüreğinde. Bu çığlık sanki birçok şeyin bittiğinin işaretiydi. Bir bedeni uğurlamanın doğal ve resmi biçimiydi bu. Kimse bu çığlıkları iyi karşılamazdı aslında, ama bunun yapılmaması daha feci ve daha fazla bir eleştiri alan bir durumdu. “Demek ağlamamış ha!”
Böyle anlarda insan ölen kişinin yerine geçtiğini düşler ve ölümüne en azından bir ağıt yakılmasını arzu eder. Bu yapılmadı mı, kendisine yapılmış bir suç sayar. Gerçi ağıt sırasında teselli sözleri havada uçuşur ve bunun yapılmasının günah olduğu söylenir, ama bu, söylenmesi gereken ve kimsenin aldırmayacağı bir şey olarak düşünülür. M.R. ise heyecanlı biçimde yatağın yamacından kalkıp dosdoğruca babasının yanına gitmeye başladı. Yürürken sürekli sallanıyordu. İnsanlarsa onun bu haline bir acımayla bakıyordu. M.R., her an yere düşecek gibi hazırlıktaydılar. M.R. ise gözünü babasının yattığı odaya dikmişti. Birçok kişi ayaktaydı. Abisini ayakta ağlarken görüyordu. Birkaç adım daha atınca üzerine boylu boyunca örtü örtülmüş, ama hala karnı kalkıp inen babasını gördü. Hâlbuki bu ağlaşmalarla artık babasının öldüğünü düşünmeye başlamıştı. Ya da, böyle olmalıydı… Fakat görüldüğüne göre daha ölmemiş birisine ağıt yakılıyordu. Peki, bu doğru muydu? Ya da daha önemlisi, “meşru” muydu? Belki bunlar ölümden sonra olsa öleni çağırmak için denile bilinirdi. Ama M.R.’ye öyle geliyordu ki, bunlar ölümden önce ise ölümün çağırılması ya da öldürmenin istenci olabilirdi.
Tam kapıdan giriyordu ki birisi kolundan tuttu. Yaşlı, ağzı sigara kokan, babasının eski arkadaşlarından biri... M.R.’ye sarılıyor ve onun anlayamadığı şeyleri mırıldanıyordu. Hızlıca bir hareket yapıp kollar arasından kurtuldu. Babasının tam karşısına, yerdeki halı üzerine oturdu. Babası başını iyice yukarı kaldırmış soluk almaya çalışıyordu. Terlemişti alnı. Yanındaki kanlardan anlaşıldığına göre bir iki kere daha kan kusmuştu. Belki üzerinin temizlenmesine gerek vardı, ama anlaşılan kimse buna cesaret edememişti. Böyle anlarda o çokça sözü edilen aydınlık yüzün babasında da olup olmadığına bakındı. Her ne kadar bir acı çekme vardıysa da yüzünde, bütün sorumluluğunu hakkınca yerine getirmenin rahatlığı da vardı. İşte bu yüzden bir aydınlık yüze baktığından emin oldu. Ama utanç duyarak. Az önce düşündüklerini babası anlamış mıydı acaba? Oğlunun bile böyle düşündüğünü bilen bir baba belki ölmezse de zorla öldürürdü kendini. Başını eğdi M.R. ve “Beni affet!” diye söylenmeye başladı.
Etraftakiler ise habire şahit oldukları ölüm anlarından bahsediyordu. “Halim Abi’nin ölümü neydi öyle ya! Gece annemin evine gitmiştim de mezarın yanından eve gidiyordum. Mezarın yanında içim bir şekil oldu. Sanki birisi kolumdan oraya çekiyordu. Köpeklerde uluyor… Neyse, hızlıca ana yolun oraya çıktım. Karşıdan Köpürün Mehmet geliyordu. Bana, ‘Halim Abi ölecek herhalde,’ dedi. ‘Yapma be!’ dedim ona. Sonra hızlıca onun evine gittim. Eve girilmiyor bile. Tıklım tıklım insan dolu.” Bu anda M.R. etrafına bakıp insanların az olduğunu düşünmeye başladı. “Bir yol bulup içeri girdim. Halim Abi de aynı Kemal Abi gibi kan kusuyor. Ama bundan daha kötü… Adam yatağı yorganı böyle, nasıl diyeyim, simsiyah kan etmiş. Herkes telaş içinde… İnsanın başına ilk defa geliyor böyle bir olay. Adamın yüzü de kapkara olmuş. Hâlbuki iyi adamdı. Demek ki yapıp da gizlediği çok şey varmış. Velhasılım adam kan kusarak öldü. Evin içi öyle bir kokuyordu ki, bokun gadasını alayım. Adam öldü de hemen yıkayıp kefenledik ve gömdük. Karısı altı ay boyunca insan önüne çıkamadı.”
“Doğru,” dedi birisi. “Ben de dediğine şahit oldum.”
M.R. ise babasının yüzüne bakıyor, kanın rengini inceliyor ve havayı kokluyordu. Kan normal, kırmızı bir kandı işte. Yüzü her zaman olduğu gibi esmer, hava ise yoğun bir ter kokuyordu. Hani uzun bir dönem böyle beklese aynı babası gibi kusabilirdi. Bu yüzden babasını haksız görmedi kan kustuğu için. Belki de etrafındakilere bir işaret veriyordu. “Gidin!” diyordu, “Gidin de rahat edeyim!”
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
  • Parts
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 01
    Total number of words is 4024
    Total number of unique words is 2107
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    47.0 of words are in the 5000 most common words
    54.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
    Total number of words is 4092
    Total number of unique words is 1956
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 03
    Total number of words is 4079
    Total number of unique words is 2056
    34.1 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    55.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 04
    Total number of words is 4056
    Total number of unique words is 1980
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 05
    Total number of words is 4090
    Total number of unique words is 1991
    33.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 06
    Total number of words is 4007
    Total number of unique words is 1930
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    57.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
    Total number of words is 4108
    Total number of unique words is 2005
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 08
    Total number of words is 4035
    Total number of unique words is 2165
    32.7 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    55.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
    Total number of words is 4021
    Total number of unique words is 1910
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.5 of words are in the 5000 most common words
    59.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 10
    Total number of words is 4125
    Total number of unique words is 2061
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
    Total number of words is 4067
    Total number of unique words is 1966
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    51.7 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
    Total number of words is 4113
    Total number of unique words is 2033
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.6 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 13
    Total number of words is 831
    Total number of unique words is 582
    39.7 of words are in the 2000 most common words
    52.5 of words are in the 5000 most common words
    61.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.