Kayıp Zamanda Işıltılar - 10

Total number of words is 4125
Total number of unique words is 2061
34.9 of words are in the 2000 most common words
50.4 of words are in the 5000 most common words
58.2 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Meydana varıp büyük caminin önündeki banka oturdu. Giderek sakinleşiyordu her yer ve uyku işgal ediyordu gözlerini. O an yavaşça eski bir otele kaydırıyordu gözlerini ve küçükken orda hiç kalamayacağını kendine söylemesine şaşıp kalıyordu. Demek ki her şey olabilirdi bu hayatta. Her şey son bulabilirdi.
Bir süre bankta oturup otele doğru gitti. Camlarından içeri bakıp kül rengindeki sinekliği eliyle itti kenara. Elindeki bir şeye bakmakta olan genç birisinin yanına vardı. Üstü başı kirliydi o kişinin. Zaten bu yüzden onun otelde çalıştığına karar vermişti Ergin.
“Bir oda tutmak istiyorum.”
“Olur, kaç günlük?”
“Belli değil, ama birkaç gün en fazla,”
“Buralı mısınız?”
“Şöyle böyle!”
Ardı sıra birkaç tane bilgi istedi çocuk Ergin’den. Bu gecenin parasını peşin alıp, Ergin’i doğruca üçüncü kata çıkardı. Küçük bir oda, tek kişilik bir yatak, bir masa, minik bir televizyon ve telefon bugünkü mekânıydı. Bir de ekstra ücrete tabi banyo vardı.
Hemen yatmak ve uyumak istiyordu. Bavulunu açıp elbiselerini çıkardı ve geceliğini giydi. Vurulmuş bir inek gibi kendini yatağa bırakıp belirli belirsiz düşüncelerle uykuya daldı. Bir rüya gördü. Köyüne gelişinden beri ilk rüyasıydı bu. Beyaz kerpiçten yapılma evlerin damındaydı. Bulunduğu ev oldukça yüksek ve her yeri görüyordu. İlerilerde kalelerin girişine benzeyen kapılar vardı. Bu yüzden bulunduğu yer kale içindeki bir köye benziyordu. Birkaç tane yüksek ev dışında bütün evler iki veya üç kattan yapılmaydı. Onların da damında insanlar vardı. Kimisi çocuktu onların, kimisiyse genç kadın. Yaşlı kişiler yoktu yani… Hepsinin ellerinde iri iri taşlar vardı. Amansızca fırlatıyorlardı o taşları yukarılara. Birçoğu Ergin’in yanı başına düşüyordu. O zaman Ergin de bir taş alıp fırlatıyordu onların üzerine. Attığı her taş kafalarına ve göğüslerine isabet ediyordu onların. Taşın değmesiyle kopan çığlıklar mutlu ediyordu Ergin’i. Havada çırpıyordu ellerini. Kendini iyice kaptırmıştı bu taş atmalara. Öyle ki, daha iyi nasıl vururum onları diye hesap yapıyordu kendince. Etrafa bir süre göz gezdirince, daha enginde bulunan bir evin damında kalın bir üzüm ağacı dalı gördü. İşine yarar umuduyla koşarak atladı o dama ve aldı dalı. Kalın olmasına rağmen rahatlıkla bükülüyordu. Onu eğip bükerken bir taş geldi göğsüne. Baktı daha engin olan yerlere ama ordan kimse atmıyordu üzerine taş. Çünkü hepsi yukarılara hedef alıyordu. Zaten göğsüne gelen taş da yukarıdan gelmişti. Baktı yukarıya ve bir taş daha değdi göğsüne. Bu sonuncusu öyle sertti ki yere yıkmıştı onu. O da, sımsıkı tuttuğu dalı sağ eliyle tutup sağ ayağıyla da destek yaptı. Onu sapana benzer bir şekilde kullanacaktı. Sol eliyle ucuna büyük bir taş yerleştirdi ve bir yay gibi büktü dalı. Sonra sol elini serbest bıraktı ve hızlıca fırladı taş. Üstteki bir evin camına isabet etmişti o. Kendisine kızdı böyle yaptığı için. Sonra aynı işlemi bir daha tekrarladı ve yeniden fırlattı taşı. Bu sefer birisinin kafasına isabet etmişti. Vurulan kişi yere yıkılmış ve bir daha kalkamamıştı. Bundan zevk alıp, defalarca taş attı Ergin yukarılara ve her defasında hedefini vurdu. Ardından hızlıca kalktı ve büyük kapıya doğru yöneldi. Kapının kenarına gelince yüksek bir yerde bulunduğunu anladı. Hemen geri çekilmek istedi düşmemek için ve birden yıkılıverdi bulunduğu yer. O zaman yuvarlanarak yere düştü. Yere düştüğü yetmezmiş gibi bir sürü yıkıntı da üzerine yığılmıştı. Hareket bile edemiyordu o vakit.

***

Sabah uyandığında uzun bir süre boyunca gördüğü rüyayı düşündü ama bir anlam veremedi ona. Bir düşüşün resmini görür gibi oluyordu. Anlamı olmayan bir yükseklikten düşüş ve yine de asla kendini kaybetmeden savaşmak… Bunu belirsiz de olsa hissetmek ona biraz güç veriyordu.
Aslında otelde iyi bir hizmet bekliyordu. Kahvaltısı ayağına gelecek, her istediği hazır tutulacaktı. Ama sonuçta bu ilçe otelinde hizmetin h’si bile görünmez oluyordu göze. Aynı İstanbul’daki bekâr evleri gibi sadece yatmak için kullanılan bir yerdi burası.
Üzerini giyinip aşağıya indi. Bir kahvaltı yapmak için bir yer düşünmeye başladı. Pastane ve çorbacı aklına ilk gelenlerdi. Ama kapıdan çıkarken evi satmış olduğu adamı görünce çok şaşırdı Ergin. Bu görüşme bir tesadüf havasında değildi. Birisi, onun otelde kaldığını anlamış ve herkese haber vermişti anlaşılan. Bu kadar hızlı bir şekilde haberin yayılacağını beklemiyordu.
Adam Ergin’i görünce sevinç içinde elini sıktı.
“İşimizi hemen halledelim,” dedi adam.
Anlaşılan Ergin’in ailesi ile ilişkilerinden o da haberdar olmuştu ve evin satışının iptal olmasına engel olmak için işini hemen halletmeye çalışıyordu.
Ergin ise karnını doyurduktan sonra hemen işini halledeceğini mırıldanmakla yetindi ona. Onun asıl derdi kaç gün alacağıydı bu işlemlerin. Sonuçta yaşadığı ülkede ordan oraya gidip gelmelerin ardından işler halledilirdi. Genellikle de uzun sürerdi bunlar.
“Çok zamanımızı alır mı bu işler?”
Adam ise kendinden emin biçimde, “Tanıdıklarım olmasa uzun sürerdi. Yani bir haftayı bulurdu. Ama tanıdıklarım var. Önce belediye de işimiz. Ardı sıra tapu ve kadastroda. Bunları yaptık mı, ufak tefek diğer işleri de hallederiz ve bugün beş olmadan bitiririz işleri. Yalnız herkesin vekâletnamesi var mı?”
“Ev zaten annemin üstünde. Onun da vekâleti bende.”
Adam ise sevinç içinde, “Bu çok iyi,” diye mırıldandı. “Çok uzun sürmez işlerimiz.”
Sevindi buna Ergin. Şu anda ki en büyük isteği kendine ait işlerin olabildiğince çabuk bitmesiydi.
Bir sıcak çorba içti ve adamın peşinden koşuşturmaya başladı. Saatler süren bir maratona başlamış gibiydi. İşin garip yanı bu maratonda başarılı olursa kaybedeceği çok şey olacaktı.
Saat on da başlayan maratonları adamın Ergin’in karnını tıka basa doyurmasıyla altı da son buldu. O zaman şişmiş bir göbekle vedalaştılar ve kendi odasına yine çıktı Ergin. Tahmin ettiği gibi hiçbir düzeltmeye tabii kalmamıştı oda. O da aldırmadı buna. Kendini öylece yatağın üzerine attı. Kendini artık daha fazla yabancı hissediyordu buraya. Öyle ya, bir evi bile yoktu. Otelde kalıyordu ve her şey onun yabancılığına bir vurguyla açığa vuruyordu kendini.
Sonra meydana pencereden bakmaya başladı. Sarıya boyanmış Atatürk heykeli Akdeniz’i işaret parmağıyla göstermeye devam ediyordu. Hesap yaptı Ergin gösterdiği yerde Akdeniz var mı diye. Ama işin içinden çıkamadı. Onun yerine gözlerini taksi durağına dikti. Belki kırk tane taksi sıra sıra dizilmiş hareket anlarını bekliyorlardı. Birçoğu eski modellerdi onların. Büyük kasalı sarı arabalar… Tam da buraların ihtiyaçlarına uygun biçimde. Camiden ise insanlar dışarı çıkıyordu. Şakalaşmalar, boyun bükmeler ve bir kargaşa içinde gidiyorlardı evlerine. Minibüsler ise iyice dolmuş içleriyle gidip geliyorlardı. Artık paydosun zamanı geldiği belliydi. Çalışmak günışığına endekslenmişti burda çünkü. Giderek bir koşuşturma başlıyordu. Herkes hızlıca dükkânını kapatıyor ve günün kazanç durumuna göre bir yüz ifadesi takınıyordu. Çoğunun yüzünde sahte bir acınma duygusu vardı. Kazandığı paraları kimseye fark ettirmek istemeyen bir surat ifadesi… Hava kararıyor, meydan arabalardan ve insanlardan arınıyordu. Birkaç delinin mekânı haline geliyordu banklar. Az da olsa bir sis insanlarla gökyüzü arasına perde oluyordu. Kimse buna aldırmıyor ve onca bakılması gereken şey varken kaldırılmıyordu gözler yerden. Son insanlarda terk edince meydanı geriye bir sessizlik çöküyor ve her canlı bunun altında ezilip gidiyordu. Kimi zaman buna inat bir çığlık duyuluyordu… Hangi evden geldiği belli olmayan boğuk bir çığlık. Bir süre sonra oda bastırılıyor ve yalnızlık her yeri işgal ediyordu.
Ergin ise bu yalnızlığa en fazla teslim olanlar arasındaydı. Onlar gibi bir kenarda donuklaşmış gözlerle izliyordu geçmişini. Acı veriyordu bu ona ve kimse aldırmıyordu buna. Belki kendisi de…
Artık yatmaya karar verdiği bir anda cami avlusunda Selim’i gördü. Gözleriyle sık sık otele bakıyordu o. Onun da burada kaldığını bilmesine şaşırdı Ergin. Zannetti ki artık ilçedeki bütün kendini tanıyanlar bu yaşadığı şeylerden haberdar.
Sonra kapısına bir yumruk vuruldu. Uzun süre duymamış gibi yaptı. Sonra, uykudan uyanmış gibi bir hal takındı ve kapıyı açtı. Selim’in yüzünde hem bir heyecan ve sevinç hem de korkular vardı.
“Araba hazır, gidelim mi Ergin?”
“Tamam!”
Onu küçük gördüğü için kendine kızıyordu Ergin ve üzerine bir ceket alıp peşi sıra gitmeye başladı. Arkadaşı ne yapacaklarını bir daha yineliyordu Ergin’e. Başını sallıyordu Ergin habire. Daha öncesinde yukarıdan baktığı arkadaşının yanında artık bir eziklik duyuyordu.
Arabaya binip hızlıca köye doğru gitmeye başladılar. Gecenin örtüsü onları da sarmış ve gizlemişti. Yapacakları şey her ne kadar önemli bir şey olsa da buna pek aldırmıyordu. Bunun yerine yüzüne sert biçimde vuran rüzgâra teslim etmişti kendini. Rüzgârın her tokadı onu biraz daha kendine getiriyor ve bütün olumsuzluklara rağmen yaşamı sevmesini sağlıyordu. Birden arkadaşı yanından biraları çıkarttı. Hiç ağzına sürmediği bu şeyleri tereddütsüzce aldı eline ve iki dikişte bir şişeyi bitirdi. Biraz utanmasına rağmen yeni bir şişe istedi arkadaşından. Onu biraz daha yavaş içti ama ortalamanın yine üstündeydi hızı. Sonra kendini evlerin ışıklarına bıraktı ve bastıran bir uykuyla köyün girişine geldiler. Bu sefer bir heyecan duymuyordu köyüne bakarak. Artık burayla bir bağı kalmamıştı çünkü.
Sonra Ergin’in daha önce hiç girmediğini zannettiği sokaklardan girdi ve arabayı bir ağacın yanına park etti. Ergin’in direksiyona geçmesini istedi arkadaşı. Ergin biraz sallanarak da olsa geçti direksiyonun başına. Arkadaşı ise daha zamanlarının olmasından da güç alarak bir şair gibi süslü kelimelerle anlatmaya başladı sevgisini. O an üzerini saran sarhoşluğunda etkisiyle şaşırıp kaldı Ergin. Böyle sevgi sözcüklerini kendisi hayatta aklına getiremez ve söyleyemezdi.
Bir süre sonra arkadaşı kalktı ve Ergin’e hazır olmasını söyledi.
“Hazırım!” dedi Ergin. Hâlbuki hiçbir şeye hazır değildi.
Ardından ellerini direksiyona sımsıkı sarıp gözlerini telefonuna dikti. Onun çalmasıyla birlikte söylenen sözler bir yol açacaktı hayatında. Sümbül’ün kendisiyle kaçmayı kabul edeceğini umuyordu. “Ya kabul etmezse?” İşte bunu düşünemiyordu bile. Daha doğrusu böyle bir şey olursa ne yapacağını bilmiyordu.
Arkadaşı ona hazır ol komutunu vermesine rağmen otuz dakikadan beri görünmemişti ortalıkta. Ergin ise uykuya daha fazla teslim oluyordu artık. Göz kapakları bir karanlık daha eklemek istiyordu onun önüne. O ise amansızca direniyordu buna.
Birden arka kapılar açıldı. Korkarak arkasına baktı Ergin. Bir kız girdi içeriye. İlk Ayşe’ydi giren. Aynı çocukken olduğu gibi şişmandı yine. Yanakları tombulca, gözleri sinsi, saçları ise koyunyününe benziyordu. Selim’in böyle birinse âşık olmasını çok saçma buldu. Eğer Selim, küçükken bu kızı sevdiğini söylese herkes alay ederdi onunla. Ama şimdi, Ergin’e aldırmadan ha bire öpüyordu onu.
“Bas gaza!”
Ergin çalıştırdı arabayı ve hızlıca daldı sokaklara. Usta bir şoför gibi bütün zor dönemeçleri güzelce dönüyordu. Ara sıra aynalardan ardına bakıyor ve Selim’in beceriksizce öpüşlerine şahit oluyordu. Kızın da Selim’in acemiliğinden kalır yanı yoktu. Selim’in kucağına yatmış mum gibi bekliyordu ve ha bire tıslıyordu.
Gidilebilecek en fazla hızla ilçeye indiler. Selim Ergin’e yeni yapılan Kayseri yoluna gitmesini söyledi. Ergin’se ondan yeni bir bira açmasını söyledi. Öpüşmelerine ara verip yeni bir bira açtı arkadaşı. Gözü yolda, dudakları şişede lıkır lıkır içiyordu birayı Ergin ve artık ona öyle geliyordu ki hiçbir şeyin önemi yok…
Tomarza yolunun ayrımına gelince direkt Tomarza’ya yönlendirdi arkadaşı. Tehlikeye aldırmadan hız sınırının üstünde gidiyorlardı. Önce sola ve sonra on beş dakika daha gidip sağa saptılar. Ardı sıra bir tarlaya girdiler ve bir köpeğin havlaması eşliğinde beyaz, sivri bir çadırın yanında durdular. Önce Selim indi arabadan. Köpeği susturdu ve onları da çağırdı. Köpekleri pek sevmemesine rağmen köpek Ergin’e çok iyi davranıyor, onun elini yalıyordu. Kızı çadıra götürdü arkadaşı ve sonra Ergin’in yanına geldi.
“Canım arkadaşım! Anlarsın ya? Bizim biraz işimiz var. Sen arabada kal. Ne istersen var bagajda; içki, yiyecek, su… Arabada kal ve bir ses falan duyarsan hemen bana haber ver.” dedi Selim.
Ergin bu söylediklerini başını sallayarak yanıt verdi ve uysalca arabaya geçti. Kendine yiyecek şeyler ve beş tane bira çıkarttı. Gözünü hiç de yola diktiği yoktu Ergin’in. Ağzındaki büyük lokmayla ışıktan ne yaptıkları belli olan çadırı gözlüyordu ha bire ve bu ona çok eğlenceli geliyordu.
Selim hala soyunmaya çalışıyordu. Kızın gölgesi ise hareketsizdi. Birden kaplan gibi saldırdı üzerine kızın Selim. Ergin o an Selim’in kızı öldürmeye çalıştığını zannetti. Bir an, “Kalkıp bir baksam ne olur?” diye düşündü. Sonra bunu bir ahlaksızlık sayıp içtiği biraların etkisine girmeye başladığını söylendi. Ama nedense bu yaptığı dikizlemeyi ahlaksızlık saymıyordu.
Her neyse! Evli olmayan gelin ve damat artık güreş vaziyeti almış birbirinin sırtını yere getirmeye çalışıyorlardı. Önceleri atılgan olan damat artık abuk sabuk hareketler yapmaya başlamıştı. Başı bir kızın kafa hizasına geliyor, bir ayaklarına iniyordu. Ergin gülmeye başladı bu hallerine. Hani, tam bir gölge oyunu denilebilirdi bu yaptıklarına. Damat ise artık ne denilir?.. At gibi kişnemeye başlamıştı. İki eli üzerine dikilmiş ayaklarıyla etrafa tekme savuruyordu. Kızsa atının tekmelerinden kaçmaya çalışan sahip gibiydi. Diz üstü durmuş Selim’i izliyordu. Selim birden tekrar kızın üstüne atladı. Kucaklaştılar o an ve yuvarlanmaya başladılar. Bir kız üste çıkıyordu, bir Selim. Ergin de öyle konsantre olmuştu ki gerdek gecesine, onlarla birlikte kafasını indirip indirip kaldırıyordu. Böyle saçma sapan cinsel birleşme görmemişti hayatında. Eğer gözleriyle görmese zaten inanmazdı böyle bir şeyin olduğuna. Gelinle damat ise en sonunda yuvarlanmayı kesip birbirlerini öpmeye başladılar. Daha doğrusu gelin damadın kafasını yaş incir gibi ikiye ayırmış emerken, damat, önünde dondurma bulmuş olsa gerek koca dilini yarım metre dışarı çıkartıp sallıyordu. Bu kadar büyük bir dil gördüğü için şaşkınlıktan kendi dilini yutacaktı Ergin. Neyse ki sadece dilini ısırdı da kurtuldu. Fakat dilinin ağrımasına aldırmadan gözlerini yine onlara dikti. Onlarsa çıldırmış gibiydiler. Öyle ki kimin kafası nerde bulmak imkânsız olmuştu. Sanki birleşmişler ve bir top halini almışlardı. Kim bilir bunu nasıl yapmışlardı! En sonunda ise birden ayrıldılar. Gelin sağa sola bakıp duruyordu. Damatsa bir süre samba dansı yapıp ışığı kapattı.
Dakikalarca bu gördüklerinin etkisinden kurtulamadı Ergin. Bir yandan kahkahalarla gülüyor, bir yandan da, “Nasıl yaptılar bunu?” diye kendine soruyordu. Bu soruya bir cevap vermek doğrusu kimsenin harcı değildi. Olsa olsa bir bilginimiz –ki, bu bilginlerimiz sakallı ermiş adamlardır- “İnsandır her şeyi yapar,” diye cevap verebilirdi buna. Açıkçası biz de böyle düşünürdük zaten…
Bu arada Ergin dört şişe bira yuvarlamış ve etrafını ikişer olarak görmeye başlamıştı. Buna çok şaşırıyordu. Uykusu geliyordu ve giderek hayaller dünyası önünde açılıveriyordu. Bir an, Sümbül gözünün önüne geliyor ve ona gülümseyerek bir şeyler anlatıyordu. Ergin de gülümsüyordu o an. Ona sarılmak ve doyasıya öpmek istiyordu. Gerekirse Ergin’de kişnerdi onun önünde. Yeter ki o yanında olsun.
Son olarak gözünü karanlığa dikti ve birasının son yudumunu dikti tepesine. Şişeyi uyuşukça koltuğa koydu ve bıraktı kendini uykuya. Yavaş yavaş soluk alıyor ve gözünden yaşlar akıyordu.

***

Sabah omzuna değen bir elle uyandı Ergin. Alnı morarmış olan Selim’e bakıp şaşkınca güldü. Selim’de ona güldü.
“Akşamleyin çok içmişsin,”
“Evet,” dedi gülerek Ergin, “sanırım biraz fazla kaçırdım.”
“Hemen gidelim! Sen arkaya geç.”
Arkaya geçti Ergin. Onlarsa öne geçmişti. Selim’in suratında bir kendine güven, kızda ise şaşkınlık vardı sanki. Ergin’se içinden akşamki gördüklerini bağırarak onlara anlatmayı geçiriyordu. Ne yapacaklarını merak ediyordu o an. Belki utançlarından kıpkırmızı kesilirlerdi.
Araba Kayseri yol ayrımına gelince durdu. Selim, “Biz vakit kaybetmeden gitmeliyiz. Sen şimdi in. Araba geçer hemen.” dedi.
“Tamam! Size mutluluklar.”
İkisi de başını salladı bu dileğe.
“Her şey için teşekkür ederim sana,” dedi Selim. “Sen olmasan bunu yapmam zaman alırdı. Hâlbuki zamanımız çok azdı. Sana da mutluluklar dilerim.”
Aynı biçimde başını salladı Ergin ve indi arabadan. Biraz utanç duydu yaptıklarından. Buna ise bir anlam veremedi. Sanki kötü bir şeyin aracısı olmuş ve birilerine ihanet etmişti. Belki kızın akrabaları şimdi onları arıyordu ve Ergin’i görünce birden üzerine saldıracaklardı. Parçalayana değin döveceklerdi Ergin’i ve Ergin kimseden bir destek göremeyecekti. O an olur ya, abisi yanında olur ve zevkten dört köşe olmuş biçimde Ergin’in dayak yemesini izlerdi.
Bu düşünceleri kafasından atması ilçeyle il arası gidip gelen minibüslerden bir tanesinin durmasıyla oldu. Sessizce arabaya bindi ve yanından hızlıca geçen tarlalara bakıp Sümbül’ü düşündü.
Minibüs terminalde durunca biraz korkarak indi Ergin. Sandı ki hemen üzerine saldıracaklar. Hızlı adımlarla fazla uzak olmayan otele gitti. Odasına çıkınca derin bir soluk aldı ve yatağın üzerine attı kendini. Bir an önce bu yerden kurtulmayı istiyordu. Başka bir köy, başka bir il ya da başka bir ülke olmasının pek önemi yoktu. Yeter ki buradan uzak olsun ve buranın duyumu ona acı vermesin.
Aslında Sümbül’den gelecek telefon dışında hiçbir beklentisi kalmamıştı bu yerden. Ondan telefon gelecek ve iki farklı kapıdan birine girecekti. Sümbül’ün yanıtı, “Evet,” olursa, onu, bu yaşadıklarına benzer bir şekilde kaçıracaktı ve Antalya’daki ablasının yanına götürecekti. Bir süre orda kalacaklar ve evleneceklerdi. Bir iş bulacaktı Ergin kendine ve sanırsa bundan mutluluk duyacaktı.
Ya kabul etmezse? İşte o zaman aklına uçuk hayaller gelse de buna da razı olacak ve yeni bir yaşamı yaratmak için nereye olsa gidecekti. Bu ne kadar zor olsa da yapılacak ve acısına katlanılacaktı. Öyle ya, şimdi gidip annesinden özür dileyip nasıl mutlu olmazsa, Sümbül’ü kaçırarak da mutlu olmazdı. Zoraki bir birliktelik olurdu bu. Dolayısıyla zoraki bir gülümseme…
Acaba telefon gelmesini beklemeyip hemen köye mi gitseydi? Ne olacaktı o vakit? Sadece duymakla kalmayıp hissine nail olacaktı. Ya da birisine yakalanıp dayak yiyecekti. O yüzden bundan da vazgeçti. Uyuşukça bir bekleyişe teslim etmeliydi kendini ve iyi bir haberi umut etmeliydi.
Camdan süzülüp yüzüne düşen güneş dizlerine vardığında telefonu çalmaya başladı. Heyecanından telefonu açamadı ve üç kere çaldırdı. Açtı… Sümbül’ün tiz sesiydi:
“Merhaba, nasılsın?”
“İyiyim… Oldukça iyi. Sen nasılsın?”
“İyi sayılır… Şey… Yani sorun vardı ya?..”
“Evet!”
“Bak! Ben çok düşündüm. Senle evlenmek isterim ama annemle babamın rızası olmadan olmaz. Ben Ayı Ayşe gibi kaçmam. Duydun demi, kaçmış o?”
“Evet, duydum.”
“İşte ben onun gibi yapmam. Gelinlikle çıkmak isterim ben bu evden. Annenle barışıp beni istettir. Ben ailemi razı ederim o vakit.”
“Olmaz Sümbül! Beni neden anlamak istemiyorsun? Beni evlatlıktan reddetti o. Hem de seninle evlenmek istediğim için. Bana demediğini bırakmadı. Dediklerine sırf senin için razı oldum ben. Ben onun oğlu değilsem o da benim annem değil artık. Anladın mı?”
“Yalvar ona… Belki affeder seni. Ben seni beklerim. Başka türlü olmaz. Ailemin rızası olmadan kimseyle evlenmem ben.”
“İmkânsız bu! Öyle bir başım ağrıyor ki! Ne acı bir şey bu! Anneme kendimi affettirsem sen olmazsın hayatımda, onu reddedip sana yönelsem ‘rızasını al’ diyorsun.”
“Bir yol bul. Beklerim ben.”
“Bir yol… Evet, bir yol… Her taraf uçurum. Bir yol… Nasıl?..”
“Kapatmam lazım. Görüşürüz!”
Ne yapsa bilmiyordu Ergin. Bu, iki tarafı boklu deyneğin ne tarafını tutsa? “Demek ki çıkışı olmayan yollar da varmış,” dedi kendi kendine. “Nereye gitsem acı verici bir kırbaç iniyor sırtıma. Sürünmek… Evet, sürünmekten başka bir şey değil benimkisi. Bir kız için aile reddedilir de, kızla birlikte olmak için aileyle barışmak gerekir mi? Nasıl şey bu böyle? Beynimin içinde kıpır kıpır oynayan bu böcek kimin ürünü? Her yerinden ölüm saldıran bir insan nereye kaçsa yeridir? Kişi ölmüş olduğu halde ölmemek için çaba harcayabilir mi?”
Çok zor sorulardı sorduğu. Ortada kalmış bir cevabın verdiği acıları tadıyordu. Kız belki “Hayır!” dese bu kadar acı duymazdı.
Kalktı yataktan ve hızlıca topladı bavulunu. Çekip gidecekti bu yerlerden. Ona öyle geliyordu ki, etrafı ölümle çevrilmiş bir insanın yapacağı en iyi iş yerin dibine geçmekti. Ya da belirsiz bir yere kaçmak. Yıllarca yeraltında dolaşır ve görünmeden çıkardı bir gün yeryüzüne. O vakit unutulurdu her şey ve sessizce yaşardı o.
Otele olan borcunu ödeyip hemen terminale gitti. Acı vericiydi ki buradan tek İstanbul’a otobüs giderdi. O ise Kayseri’ye giden minibüse bindi. Üzerine yoğunlaşan sorgulayıcı bakışlara aldırmadan bir köşeye sıkıştı. Gören onu kundağa sarılmış bir bebek sanırdı. Annesiz bir bebek…
O küçükken, birisi İstanbul’dan geldi mi, iyi bir misafirperverlik görür ve tüm ailenin katılımıyla uğurlanırdı. Herkes kişinin gidişine el sallardı. Ya şimdi? Neye yarıyordu bu anı içindeki acıyı artırmaktan başka? Bir uğurlayanı yoktu onun. Onun gidişine üzülen bir yakını yoktu. Yalnızlık sarıp sarmalıyordu onu. Acı kollarında hem de…
Abisinin gelmesini istedi o an. Örneğin, para için gelsindi. Satılan evin parasını Ergin’e yedirmemek için. Gelip boğazına sarılsın ve “Para!” diye bağırsın. Fırlatsın Ergin ona parayı ve en azından bir uğurlayanı olsun.
Minibüs çalıştı ve gidecek olanların sonuncusu da bindi. Çalan bir müzik eşliğinde gitmeye başladılar. Dükkanlar, resmi daireler, bahçeli ve bahçesiz evler, parklar ve çocuklar… Hepsi geçip geride kalıyordu artık. Bir daha görülmemek üzere. Bir anı gibi geçiliyor ve siliniyordu. Sonra tarlalar göründü. Dağların eteğindeki ürünü alınmış tarlalar. Yeşil teperler de vardı ilerilerde. Kıya köşeye saklanmış köyler ve toprak yollar. Hareket eden traktör ve kasasında zıplayıp duran çocuklar… Güneş yakıyordu her yeri… Ama erimemişti Erciyes karı hala. Tepesi beyaz bir şapkayla örtülüydü. Hükmediyordu etrafına… Bütün gözleri zirvesine çekiyordu… Ergin’in gözlerini de… Bir umutla oraya bakıyordu ve dönülen bir dönemeçle köyü görünmez oluyordu artık. “Bitmiş,” dedi. “Bulmak için gelmiştim geçmişimi. Bulmak ve yaşamak istemiştim onun içinde. Hâlbuki yıkılıp gitmiş hepsi ve bana acısını hissetmek kalmış…”

KAYBOLUŞ
Oh Tanrım, kötü rüyalar görmeyecek olsam, bir ceviz kabuğuna bile sığar ve yine de kendimi sonsuz uzayın hükümdarı sayardım.
W. Shakespeare

Sarsıntıyla geçen bir Pazar gününün yorgunluğu bedeni sarmıştı. Eller koltuğun kenarından aşağıya sarkmış ve bir salıncak gibi sallanıyordu. Gözler kapanmaya başlamıştı artık. Hisler duyarlılığını kaybediyordu. Uyku geliyordu ötelerden. Beden yavaşça ona teslim oluyordu. Bir doyum… Ya da kendini kaybetme…
Neler geçmeli ki artık beyinden? Neye hizmet etmeli uyanık kalmak? Yaşamla bağın farklı bir yere ve zamana taşındığı bir anda ne istenebilir ki bu yaşamdan? Ya da güzel bir rüyanın dışındaki şeylerin değeri nedir?
Bir belirsizlik ve gerçek yaşamdaki gerilimin atılacağı bir mekân isteği… Kişi ne istiyorsa, gerçek yaşamda neye ihtiyacı varsa onun belirsiz silueti ile mutlu olma. Veya kendini avutma. Gerçeklere dayanabilecek olmanın gücü… En azından birkaç gün daha… Tekrar düşlere dalana değin.
Sonra?... Evet, sonra. Ne beklenir bu yaşamdan? Bir döngünün içine hapsolmak nereye kadar dayanılabilir bir durum olur? Ne zaman istekler bastırılamaz bir hal alır? Etrafa atılan çığlığa daha ne kadar duyarsız kalınır? Kimin o çığlık? “Onun.” Evet, onun. Yani senin. Bir yere vurmak gibi yani; sesi kendimiz çıkartsak ta “başka yerden geliyordur” ses. Bizimle ilgisiz, gülüp geçilecek bir ses. Zaten o yüzden güler ya insan kendi acınacak haline. Bilir bunu, hisseder tüm benliği ile. Bakar etrafına bir çözüm yolu var mı diye. Bekler ki birileri açsın yolu. Açmalı birileri ve o gitmeli. Sakince… Rahatlık… Ya da mutluluk… Ama neyin ifadesi bu? İnsan niye yıllarca rahatlık ve mutluluğu ister ve sonra rahatsızlık yaratır?
Evet, Bay Kerim niye böyle yapar? Cebinde istediği kadar para var. Boğaza yakın bir yerde de güzel bir villası. Sabahları kalkar ve bu evin balkonundan seyreder boğazdan geçen gemileri. Henüz tam olarak kirlenmemiş havayı içine çeker. Sonra o balkonda bulunmanın bedelini düşünür. Çok bedel ödediğini söyler kendine habire. Ardı sıra bir sigara yakar. İçine çeker onu ve yüzüne acıklı bir ifade düşer. Gülümsemek istemez… Zanneder ki gülümserse her şey elinden kopup gidecek. Ötelerde bir yerlere… “Ciddi kalmalı” diye düşünür. Evet, ciddi kalmalı ki önündeki çukurlara düşmesin. Kim eşmiştir ki o çukurları? “Kendinden başka herkes…” Düşmanlar olsa gerek. Çok düşmanı var Bay Kerim’in anlaşılan. Ama bunun sakıncalarını görmek istemez o. Bunun yerine Mercedes arabasıyla gezmek daha hoşuna gider. Güzeldir arabası. Son model değilse de çok değerlidir. Zaten o da parasını anlatır durur etrafındakilere. Öyle ya, seksen bin dolar az para değil. Yalnız arabayı kriz döneminde aldığını saklar nedense… Araba ucuza, paralar haybeden gelir. Devalüasyon olur ve o devalüasyon öncesindeki fiyattan mal ihraç eder. İşçilerin maaşını düşürür. Ucuzlayan mallardan çokça stok yapar. Kazanır sürekli ve o yine de gülmez. Bir derdi olsa gerek. Ya da bin derdinden daha fazla kafasını kurcalayan bir dert.
Normal bir insan baksa onun haline, derdi olduğuna hayatta inanmaz. Öyle ya, yeni bir krizin etrafı sardığı bu anlarda o yine iyi iş yapıyor. Altı katlı, dört yüz kişilik hazır giyim atölyeleri tam mesaiyle çalışıyor. Kimse laf etmese o da gider çalışır. Her ay paralar kasayı dolduruyor. Ama niye hala üzgün? Tam da bu nedenlerden işte... Kriz var. İşçi ücretlerini düşürmeli. Ucuza mal kapatmalı. Doların değeri artmalı. Derdi bunlar yine. Yorgun düşürdü bunlar onu yani. Gülümsemeyen durgun suratına bir de ciddiliği ekti. Bir çıkış yolu bulmalı o. Bir şekilde alışveriş yaptığı herkesten verdiği paralardan daha fazlasını almalı. Almalı ki yeni bir villa alsın bir yerden. Nerden olursa. Ya da bir ada… Ege de… Mavi bir denize bakan… Rahatlıktan başka bir şeyin bedeni işgal edemediği bir ada…
Aslında inanıyor bu ada meselesine. “Biraz çaba gerek” diye düşünüyor. Ya da iki üç tane daha kriz… Krizler yeni bir yol açıyor ona çünkü. Kafası daha iyi çalışıyor bu anlarda. Varyemez Baba’yı daha çok seviyor o zaman. Onun gibi altınlar içinde yüzmeyi istiyor. Kimse de para yokken paraları yüzüne sürmek istiyor. Sürsün ki mutlu olsun.
İşte bu hayallere ulaşmak için bu Pazar günü de çalıştı. Topladı bütün ıvır zıvır müdürlerini ve planlarını onlara açıkladı. Çok uğraştı onlara haklılığını ispat etmek için. Buna gerek olmasa da yaptı bunu. Aslında hepsi ona inanıyordu. “Patron ne dese haklı”ydı. Ama patron haklı olmadığını bildiği şeylerde çok titizdi. Zaten amacı etrafındakileri inandırmak değil, kendini inandırmaktı. Kendine yönlendirilen her onanma işaretinde söylediklerine daha çok inanıyordu. Ve bu onu rahatlatıyordu.
Onun bir huyu vardı. Bir şey kafasını kurcaladı mı, onu çözmeden hayatta rahat etmezdi. Her geçen an onun içini kemirir ve düşmanların saldırısına açık hale getirirdi. Savunmasız kalmamalıydı o. Kılıçlara açık bir bedende yaşamak, ona yok oluşa kapı aralamak gibi gelirdi.
Ağırlaşan göz kapaklarına direniyordu. “Bir yolu olmalı bunun,” diye mırıldanıyordu ha bire. Bunu, belirsizce gözünün önüne düşen, yanardağ patlamasını anlatan bir resime bakarak söylüyordu. Gökyüzünü küller kaplamıştı resimde. Kızıl lavlar kendilerine açtıkları yolda akıyordu aşağıya. Yanmış bir keçi görünüyordu, gökyüzüne bakan. Uzaklarda ise minik bir ev… Korunmasız… Dağın yarı yoluna ulaşmış bir insan da vardı. Şaşkınca bakıyor etrafına. Sırtında bir tırmanma çantası vardı. Belliydi ki zirveyi hedeflemişti o. Şimdi ise kaçacak bir yeri kalmamıştı. Ne aşağısı, ne yukarısı… Nereye gitse bir yok oluşa teslimdi o. Korkuyordu Bay Kerim bakınca bu resime. Adamın öleceğinden değil, şaşkınlığından korkuyordu. “Acaba bir yol var mı?”
Bilmiyor bunu. Düşünmesi gerekiyor. Belki bulur bir çözüm. Bu şaşkınlığın içinden bir çıkış yolunu bulur, buna inanıyor.
Sonra bir teslim oluş başlıyor. Uykuya… Direnemeyeceğinin farkında uykuya karşı… Onun yerine güzel bir düşe gitmek istiyor. Adaya yani. Güneşin mavi denizdeki ışıldamasıyla aydınlattığı adaya. Tedirgin düşüncelere dalmadan ağaçların arasında uykuya dalınan adaya…
Bir sokakta Bay Kerim. Ucu görünmeyen bir sokakta... Sayamayacağı kadar insan yürüyor. Etraf kirli ve sisli… Anlayamıyor gündüz mü, gece mi. Gökyüzünde karanlığın imparatorluğu hüküm sürüyor. Yere ise belirsiz bir ışık düşmüş. Korkuyor biraz. Üzerindeki cekete tıka basa doldurulmuş altınların çalınmasından korkuyor. Bir ulaşsa ormana… Ordaki ağacının yanına gömse bunları. Ve rahatlasa…
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
  • Parts
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 01
    Total number of words is 4024
    Total number of unique words is 2107
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    47.0 of words are in the 5000 most common words
    54.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
    Total number of words is 4092
    Total number of unique words is 1956
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 03
    Total number of words is 4079
    Total number of unique words is 2056
    34.1 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    55.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 04
    Total number of words is 4056
    Total number of unique words is 1980
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 05
    Total number of words is 4090
    Total number of unique words is 1991
    33.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 06
    Total number of words is 4007
    Total number of unique words is 1930
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    57.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
    Total number of words is 4108
    Total number of unique words is 2005
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 08
    Total number of words is 4035
    Total number of unique words is 2165
    32.7 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    55.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
    Total number of words is 4021
    Total number of unique words is 1910
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.5 of words are in the 5000 most common words
    59.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 10
    Total number of words is 4125
    Total number of unique words is 2061
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
    Total number of words is 4067
    Total number of unique words is 1966
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    51.7 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
    Total number of words is 4113
    Total number of unique words is 2033
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.6 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 13
    Total number of words is 831
    Total number of unique words is 582
    39.7 of words are in the 2000 most common words
    52.5 of words are in the 5000 most common words
    61.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.