Kayıp Zamanda Işıltılar - 06

Total number of words is 4007
Total number of unique words is 1930
35.3 of words are in the 2000 most common words
50.7 of words are in the 5000 most common words
57.7 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Onunla konuştukça her şeyi daha yakından görebiliyordum. Bu yüzden bende çok istiyordum onunla konuşup bir şeyler anlatmayı ve sorulara cevap bulmayı. O ise giderek kendi yaşamından bahsediyordu. Küçüklük günlerini, büyümesini, aşklarını, İstanbul’a gelişini ve burada yaşayışını… Her anlatışında bir şeye cevap bulmuş gibi yüzü gülüyordu ve bir ‘Oh!’ çekiyordu. Sanki yıllarca bunları içinde biriktirmişti.
“Daha önceleri bir boşlukta gibiydim.” diyordu. “Onca kişi arasında benimde niye bulunduğuma anlam veremiyordum. Her şey bana hayal ürünü gibi geliyordu. Bunların bir şeye bağlı olduğunu biliyordum, ama neye bağlı olduğunu anlayamıyordum. Uzun yürüyüşlere çıkıyordum, fakat hayatımın bağlı olduğu ipin ucunu bulamıyordum. Çalışıyordum ha bire ve alnımdan akan teri elimle silip gülüyordum. Ben ne için terliyordum? Damla damla akan terler neye hizmet ediyordu? Kime akıtılmıştı o? Kafam zonkluyordu bunları düşünmekten. Bir hazmın sonucu olarak bile yutkunamıyordum. Sıkıyordu boğazımı birisi. İşte o an seni buldum. Tünelin ucundan beni ezecek olanı treni beklerken onun yerine senin elindeki meşale geldi. Senin arayışının sana ne getireceğini bilmiyorum, ama benim aradığım sendin ve senin söylediğin gibi bana yeni bir yaşam getirdin.”
Bu sözleri ondan duymak beni hem heyecanlandırıyordu, hem de korkutuyordu. Karanlık bir yerde kalmışım gibi hissediyordum.
Bir rüya gördüm… Sürekli bir şeyler arıyordum orda. Bir süre yürüyüp diğer yerlere göre daha aydınlık olan bir yerde durdum. Aklımdan buranın güzel bir yer olabileceği geldi. “Umarım bunu ben yaparım,” dedim. Birden işe başlama isteği duyup, buna hazırlanmışken etrafım karanlıktan kurtulmaya başladı. Buna sevindim ve beklemeye başladım. Sonra bir an elimde bir makas belirdi. Olağandan uzun bir makastı bu. Her şeyi kesebilirdi. Kendimi güçlü hissediyordum onunla. Ve onu amansızca sallıyordum. Sonra o görünüyordu ileride. Elinde sımsıkı tuttuğu bir ip vardı. İpin rengi kızıldı. Yürümeye devam ediyor ve gülüyordu. Yanıma yaklaştı ve benim ona verdiğim bir kitabı açıp okumaya başladı:

“Önünde ki açılan yoldan yürümemek olur mu?
Heyecan duymamak yani…
Büyük gücü elde tutup sallamamak olur mu?
Ferahlığı hissedip mutlu olmak…
Ve…
Tanrı olup yükselmek…”

Susturdum onu. Başını büküp öylece bekledi. Ciddice ona baktım ve elimde bir şey hissettim. Tuttuğu ipin devamıydı elimdeki. İster istemez gülümsedim ve ipi dalga dalga sallamaya başladım. Sanki o da sallanıyordu o an. Bir ruh gibi silikleşiyordu. İpe dikkatlice baktım. Makası bir daha salladım ve ona yine baktım. O da bana bakmaya başlamıştı. Yüzü giderek acıklı bir hal alıyordu. İstemesem de acıyamadım ona. Hâlbuki ona sımsıkı sarılmak istiyordum. Birden makasın ağzına ipi dayadım. Onun yüzüne bakmak istedim, bakamadım. Ve kestim… Belki de taptaze bir yaşamı. Gözünden birkaç damla yaş döküldü ve ortadan kayboldu. O vakit ağlayabildim işte. Boğulana değin ağladım. Ve uyandım.

* * *

Kimi zaman sorduğu sorulardan korkuyordum. Benim bu sorulara cevap verme zorunluluğunu hissetmemin sebebi… İtiraf ediyorum… İmajımı kurtarmak içindi. Yani bilmiyorum, cevap verememek beni hep korkutmuştur zaten. İnsanın kendisinin bile cevap veremediği soruların olduğu bir yola başkalarını da çekmesi doğru mudur? Ben buna pek de istemeyerek ‘Evet,’ dedim.
Yaptığım duvarı, baştan sona nasıl inşa edeceğimi bilemiyordum. Üzerine bir taş koyuyordum. Sonra bu taşın giriftlerine uygun yeni bir taşı diğerinin üstüne koyuyordum. Ve böyle devam ediyordu. Bazen, benim bile söylediğim şeylere şaşmamın sebebi de buydu. Ama artık bunlarında bir sınıra dayanmasından dolayı ona farklı şeyler anlatmaya başladım. Yani dünyamdan… Ya da imparatorluğumdan…
Onun kafasında, bir insanın kurduğu koskoca dünyada nasıl hem köle, hem de imparator olduğuna yanıt yoktu. Ben de buna özellikle yoğunlaşıyordum ki, benim eksik “görünen” yanlarımı bir yanılsama zannetsin. Böylece bana olan saygısını sağlama almış olurdum -ki öyle oldu-. Bana, “İnsan senin yanında, pek de rahatsız edici olmayan bir eziklik hissediyor,” diyordu. Bu söz gururumu okşuyordu, ben de iş olsun diye onun yanağını… Aslında o söze ben de inanıyor, ya da inanmak istiyordum. Çünkü beni yaşama bağlayan bir ipe ihtiyacım vardı. Ve sanırım bu işlevi yapıyordu da. Herhalde buna kendine köle olmak denilir. Peki, bu zararlı mı? Sanırım!
Pencerenin kenarına geçmeye cesaret edemediğim bir gün tekrar yanıma geldi. O an, bir yandan pencereyi, bir yandan da elimin titremesini düşünüyordum. İstemsiz bir harekete teslim olmak o zamana değin pek de umursamadığım bir şeydi. Titreyen ellerime bakıp, “Korkma!” dedi. “Korkmuyorum,” dedim. “Bu çok iyi,” dedi. O zaman korktum. Bir süre düşündü. Yine bir soru soracağını düşünüp, soruyu merak etmeye başlamıştım. Bana, “Çay senin için ne ifade ediyor?” dedi. Bu soru bana çok saçma geldi, ama yine de düşündüm. Ona “Yaşamla kurulan bağın basit bir sağlaması olarak benim için bir ifadeye sahip,” dedim. “Bunu biraz açıkla,” demesini bekliyordum, ama bunun yerine “Peki ben?” dedi. “Sen ne?” dedim. “Yani ben senin için ne ifade ediyorum?” dedi. Kafam diğer soruya takıldığı için bu soru beni biraz sarstı. Biraz da kızdım ona. Yalnız bu kızgınlığa bir anlam veremedim. Sonra onun bendeki ifadesini düşündüm. Aslen birkaç cevap vardı bu soru için, ama gerçekleri söylemek beni utandırdı. Ancak bir cevap vermem gerektiğini hissettim. Ona, “Sen,” dedim, “Sen de diğerleri gibisin. Esasen sizin ifade ettiğiniz gerçek şeyi bilmiyorum. Hepinizin benim için ne ifade ettiğini son’a yaklaştığımda anlayacağım. O zaman herkes yerli yerine oturacak ve büyük resmi oluşturacak. Herkes durduğu yerin anlamının taşıyıcısı olacak.” Bu cevap onu memnun etmiş gibiydi. Bana dikkatlice bakıp:
“Umarım resimde iyi bir yere sahip olurum,” dedi.
Bu cevapta beni mutlu etmişti. Her şeyden önce, onun bu haliyle bile benim için iyi bir yere sahip olduğunu ona söylemesem de biliyordum. O, benim kendimle yüzleşmemin biricik dayanağıydı. Yalnızlığım onunla son buluyordu sanki. Yaratımlarımın benim anlattıklarıma kahkahalarla gülmesi içten bile değilken o, tertemiz, önyargısız bir bakışla beni izliyordu. Ki, sanırsam kimi zaman en fazla ihtiyaç duyulan şey, birazda olsa birileri tarafından değer verilen birisi olmaktır. O zaman çok saçma da olsa, belirsiz birçok soru cevaba kavuşmuş olur. Bunu o an anlayamayız bile. Bize yansıyan tek şey, bir tür yaşama sevincidir. Ya da bir yanılsama… Hem zaten çoğu kez mutluluk ile yanılsama aynı şey değil midir? Ya da, çok sağlam taşlarla inşa ettiğimiz yaşamımızın temelinde anlaşılmaz ve hatta belirsiz bir gülümseme yok mudur?
Sonraki günler onunla aramızdaki bağ aynı kalsa da, artık onunla pek fazla görüşemediğimizi düşünmeye başladım. Giderek daha içe kapanık bir hal almaya başlıyordu. Etrafında olan, benim dışımdaki insanlarla ilişkisi birkaç kelimeye sığdırılacak kadar azdı. Olaylara çoğu zaman burnu havada bir umursamazlıkla yaklaşıyor ve insanlarla arasına kalın bir çizgi çiziyordu. Hatta bazen yanına yaklaşanlardan şeytan görmüş gibi uzaklaştığı oluyordu. O an şaşıyordu onun yanına gitmiş olan kişi. Bu olana bir anlam veremeyip bana kızgınca bakıyordu. Sanki bunun sorumlusu benmişim gibi. ”Benim bir suçum yok,” diyordum içimden, ama kimse buna inanmıyordu. İşin kötü yanı ise inanmamalarını haksız çıkaramıyordum. Sonra “Suçlu!” sesi çınlıyordu kulağımda. Bu sesle birlikte bir şeyler yapma gereği duyuyor ve konuşmak için onun yanına gidiyordum. Benimle yine o candan konuşmasıyla konuşuyordu… Seviniyordum buna. Ama konuşmaları bazen saçmalık derecesinde gülünç geliyordu. Bana isminin sonu ‘os’la ‘pos’la biten kişilerden bahsediyordu. Onu dinlerken kendimi tiyatroda trajedi izliyor havasına kaptırıyordum. Sonra bunlardan sıkılıp ona, “Ne yapıyorsun?” dediğimde, “Çok şey,” diye cevap veriyordu. “Mesela neler?” dediğimde ise gözlerini dikkatlice açıyor, ellerini birbirine bağlıyor ve “Yepyeni bir dünya kurmakla uğraşıyorum!” diyordu ve ardından ekliyordu “Çok zor şeymiş bu.”
Daha fazla şey söylemiyordu. Bunu zamanı geldiğinde öğrenecekmişim. O an, içimi dayanılmaz bir merak sarsa da konuyu üstelemiyor, öylece kalakalıyordum. Ardından bir tedirginlik kaplıyordu içimi. Nedenini bilmediğim, anlam veremediğim bir tedirginlikti bu. Belki de yarattıklarına yenik düşen veya düşecek olan bir tanrının tedirginliğiydi. Ya da pis ve ücra bir yere atılacak olmanın getirdiği değersizlik ve acının üzerine eklemlenen bir tedirginlik. Göze alınamaz bir yüzleşme bu! Asla yolun sonuna yürünemeyecek olan bir yüzleşme. Ki, zaten onunla da bir daha gidip konuşmaya cesaret edemiyordum. Giderek güç kaybettiğimi biliyordum. Sanki dünyamı temellerinden sarsar gibi bakıyordu bana. Hayal ya da yeni bir yaşam kuramıyordum. Her gün içine yeni şeyler kattığım dünyam artık içindekilerle yetiniyordu. O, yani dünyam benim düşümün sınırlarını kapsıyordu. Gidebildiğim en uç yerlere yayılıp büyümüştü. Şimdi ise bir yere gidecek, yaratacak bir halde değildim. Dünyamın genişliği ile düşlerimin darlığı birbirlerine tezat oluşturuyordu. Dünyam bana sığmıyor, benim öteme taşıyordu. O zaman onun dayanılmaz ağırlığına mahzar oluyordum. İçim sıkışıyor, kafam ağrıyor ve kulaklarım çınlıyordu. Düşlerimdeki hissettiğim hafiflik kendini zincirlere bağlamış ağırlığa teslim ediyordu. O an, bana öyle geliyordu ki, her şey bitti ve ben öldüm.

* * *

Bir gün yine pencerenin yanına oturdum ve iç içe geçmiş evleri izlemeye başladım. Yalnız bu kez anahtarımı veya o yüksek farklılığı aramıyordum. Zaten aynılığın içine sıkıştırılmış bir insandan (yoksa tanrı mı demeli?) bu beklenebilir mi? Karşıdaki görünen şeyler karşısında kendimi çok küçük hissediyordum. Yani, her şey bana bunaltıcı bir çıkarsızlıkla kendini gösteriyordu. Kendimi düşünüyor gibi hissetsem de esasta beynimde hiçbir düşünce nüvesi yoktu. Anlayamadığım, ya da sadece bir parçasını gördüğüm bir bütün hakkında bir şey yapabileceğimi zannetmiyordum. Sadece bakmak! Kaybolan bir yaşama karşı şaşkın gözlerle bakmak. İşte hepsi bu!
Ardından onu hissettim yanımda. İçimi, nedense onu hiç göremeyeceğim duygusu kaplamıştı günlerce. Şimdi ise onu görmek bende şaşkınlık uyandırıyordu. Kendimi biraz serbest bıraksam ona “Nerden çıktı bu?” diye sorabilirdim. Neyse ki, bunu yapacak vaktim yoktu o an. Onun yerine ona meraklı gözlerle bakmaya başladım. Yüzü oldukça ciddi bir hal almıştı. Göz torbaları düşünen bir insanınki gibi gerilmişti. Ağzı konuşmadığı anlarda da kımıldıyordu. Gözleri sık sık soldaki herhangi bir yeri inceliyordu. Üzerinde pek de temiz elbiseler yoktu, ama bunda bile bir güç saklıydı sanki. Sakalını da birkaç günden beri tıraş etmediği için biraz çirkinleşmişti. “Hacılara dönmüşsün,” dedim. “Yarın keseceğim onları,” dedi. Buna gülmek istedim, ama gülmedim. Kendimi giderek tedirgin hissediyordum onun yanında. Bir an kaçtığımı düşlüyordum ve istemeden geri geliyordum. Soluk alışına dikkat edince derin derin nefes aldığını hissettim, ancak bunu çok normalmiş gibi yapıyordu. Elini kaldırışında, bir yere bakışında, konuşmasında hep büyük bir dikkat vardı. Buna biraz imrenmiştim o an. Sonra nedensizce gülümsedi. Buna bir anlam veremeden izledim onu. Bana:
“Nasılsın?” dedi.
“İyiyim.” dedim kısık bir sesle.
“Hala arıyor musun onu?” dedi.
“Evet.” diye cevap verdim. Bunu söylerken istemesem de utanıyordum. İçimden bir ses, “Yalancı,” diyordu sürekli. “Hayır!” diye cevaplıyordum o sesi, ses ise gülüyordu. Bu beni yoruyor ve geriyordu.
“Belki de yanlış yerde arıyorsun onu!” dedi.
“Olabilir,” dedim. O an her şeyin ayaklarımın altından çekilip gittiğini zannediyordum. O ise yanından bir defter çıkarttı. Mavi ciltli bir defterdi tuttuğu. Ona ne yaptığını sordum. Karşılık olarak.
“Gidiyorum,” dedi "birkaç gün içinde gidiyorum.”
“Nereye gidiyorsun?” dememe ise sadece güldü. Durduğu yerde iyice doğrulup:
“Artık hedefime ulaştım ve büyük gün geliyor. İnanılmaz bir dünyada yaşıyormuşum da bundan hiç haberim yokmuş. Kendimi öyle güçlü hissediyorum ki!.. Ama sanırım senin bunda payın büyük. Bunun için sana teşekkür ediyorum. Zannedersem senden daha şanslıyım ki senden çok sonra aramaya başlasam da, senden önce anahtarımı buldum. Şunu artık biliyorum ki benim anahtarım sensin ve seni tam zamanında buldum. Sen her şeyin tanığı olmalısın. Bu yüzden bu defteri getirdim sana. Bu defterde hem benim için, hem de bizim yüce tarihimiz için önemli şeyler yazıyor. Ama senden isteğim bunu tam ben gittikten sonra okumandır. Ondan önce kesinlikle okumamalısın. Bu seninde iyiliğine… Seninde bildiğin gibi her şey zamanında iyidir. Bana yemin eder misin bunun için?”
Yemin ettim ona. Sürekli korksam da bunu yaptım. O ise bir daha teşekkür etti ve yanımdan uzaklaştı. Akşama kadarda hiç etrafına bakmadan çalıştı. Onunla ertesi gün –ne konuşacağımı pek bilmesem de- konuşmayı düşünüyordum. Ama ertesi gün işe gelmediğini görünce ise çok şaşırdım. Her zaman bulunduğu yerde onu görememek çok acayip geliyordu bana. Kendimi çok yalnız hissediyordum ve asla bu yalnızlığın ötesine geçemiyordum. Sonraki günler bunun hafifleyeceğini zannetsem de bu varsayımım yanlış çıkıyor ve yalnızlığım her şeyi daha da ağırlaştırıp taşınmaz hale getiriyordu. O zaman insanları en fazla ketleyen şeyin bağımlılık olduğunu anladım. Evet, hastalıklı bir bağımlılık…

* * *
Onun işe gelmediğinin dördüncü günüydü. İnsanı bunaltan bir sıcak her yeri sarmıştı. Gerçi işyerini havalandırmaları çalışıyordu, ama bu, sıcaklığı daha az hissedilebilir bir duruma sokmuyordu. İçimi dayanılmaz bir sıkıntı sarmıştı. Kendimi birkaç gün sonra olacak bayram tatiliyle avutuyordum. Tatilde nereye gideceğimi bilmiyordum, ama çekip gitmeyi düşünüyordum. Bunun ne kadar iyi bir çıkış yolu olduğu tartışılır olsa da, o an için bu bana tek çıkış yolu olarak görünüyordu. Nereye gittiğini bile bilmeden öylece bir yerlere gitmek ve akla hayale gelmeyecek şeylerle karşılaşmak istiyordum. Bu belki bana yeni bir yolun kapısını açardı. Ya da daha önemlisi, yaşadığım bu son şeyleri unutmama bir araç olurdu bu kaçış.
Yalnız insanın neyden kaçtığı çok önemli olmuştur her vakit. Yaşadığım yıllar boyunca hiçbir şeyden kaçamadığımı, tam tersi onların beni bıraktığını söylemek bile bazı şeylere yanıt olabilir belki. Çünkü ben asla kendimden kaçmayı becerememişimdir. Kaçmayı başardığımı sandığım şeylerin ise benim için çok önemi olmadığını sonraları anladım. Bunun bile ne kadar iyi bir ilerleme olduğunu ifade etmek zordur belki. Çünkü bu, önümüzde duran her öncelikli şeyin büyük bir öneminin olmadığını anlağa çıkarmaktır. Bir kere bile hissedilmeyedursun bu, çok şey değişir hayatta.
Bunları düşünürken birden bire kalın bir ses işittim. Tanıdık bir sesti bu. Sesin geldiği yöne baktığımda onu, yani Erkin’i gördüm. Cılız bedeniyle dimdik duruyor ve önüne gelen herkesi bir araya toplamaya çalışıyordu. Sanki sığır çobanlarını taklit etmek istiyor gibiydi. Bana o an şaşırtıcı geldi ki, herkes onun bu edimine mümkün olduğunca uyma gayretinde. Bir süre bu uyuma bir anlam verememiştim. Herhalde sihirli bir şey oldu diye düşünüyordum. Sonra benim yanıma gelince olanın aslını öğrendim. Elinde uzun bir silah vardı. İyi cila yapılmıştı silaha ve bunun bir sonucu olarak parlıyordu. Silahın ucunda susturucu takılıydı. Anlayamıyordum böyle bir silahı nerde bulduğunu. Silahı bana doğrultmadan herkesin geçtiği yere geçmemi istedi. Silah beni korkutmasa da dediğini bir saygıyla karşılayıp yaptım ve toplanmış ve korku içinde duran kişilerin arasına geçtim. Herkes Erkin’e bakıp af diliyordu. Esasta neye af dilediklerini bilmiyorlardı, ama bu herhalde umurlarında da değildi. Herkes aniden ortaya çıkmış olan bu çocuğun hedefi olmak istemiyordu. O ise bütün yalvarma ve yakarmalara karşı susuyordu. Ben de önümde olan bu olaylara bakıyordum ve bunlar bana çok normal geliyordu.
Erkin önce herkesin telefonlarını getirip kendisine vermesini istedi. Telefonu olanları parmağıyla göstererek sırasıyla yanına çağırıyordu. Kimlerde telefon olduğunu çok iyi biliyordu. Kimisi telefonu olmasından kaynaklı ölebileceğini düşünerek kendi kendine mırıldanıyordu. Sonra eğilip selam vererek Erkin’e teslim ediyorlardı. Son olarak, işten ayrılmadan önce bir sıra önünde çalıştığı ara ütücüyü çağırdı. Ara ütücü telefonunu koyarken birden Erkin’e bacak salladı. O ise gözünü kırpmadan ara ütücünün kafasına bir kurşun sıktı. Kurşun sessiz bir ıslık gibi beynine girmişti onun. Öldürdükten sonra gülerek, “Senin bunu yapacağını biliyordum Zerotus,” dedi. Bu söylediği isme çok şaşırmıştım. Gerçekte ölenin ismi Ahmet’ti. “İşte,” dedi, “kimin ne yapacağını çok iyi biliyorum. Bugün hesaplaşma günüdür anlıyor musunuz? Çünkü iki kere iki beş eder.”
Ben de biliyordum iki kere ikinin beş ettiğini, ama neyin hesaplaşması olduğunu bilmiyordum bu olanların. Zaten bunu düşünemiyordum da. Bağırarak, “Protus ortaya çık!” dedi. Herkes birbirine bakıyordu. Kimse Protus olmak istemiyordu. Bunların içinde ben de olsam da dayanamayıp “Kimdir o?” dedim. “Şu!” deyip patronu gösterdi. Patron çekinerekten de olsa öne doğru çıktı. Protus olmak onunda hoşuna gitmemişti. O an Protus ismini yakıştıramamıştım patrona. Erkin bağırarak:
“İşte Protus karşı karşıyayız. Sen, yüzyılların iğrenç canavarısın. Bunu biliyorsun!.. Şey, ya da bilmen gerekiyor. Ama artık kimseye kötülük yapamayacaksın. Bugün işinin bittiği gündür,” dedi.
“Ne yapmışım ki?” dedi patron. Ancak, daha buna bir cevap bile alamadan yüzüne bir kurşun yedi. Erkin ise yine gülüyor, içinde bulunduğum topluluktansa korku içinde bir mırıldanış yükseliyordu. Sonra Erkin birden silahını kaldırdı ve arkalara uzattı. Silahın yönlendiği yerdeki herkes bir anda kaçışmıştı. Bende bir kenara çekilip silahın yönlendiği yere baktım ve telefonlu birisini gördüm. Bir makineciydi o. Erkin ona “Senin bunu yapacağını zannetmiyordum Applehead” deyip telefonlu kişinin önce karnına, sonraysa boğazına ateş etti. Bu kadar hızlı biçimde onu nasıl fark etti anlayamamıştım. Ardından, “İşimizi hızlandıralım,” dedi. Bir süre bekledikten sonra “Mirrord öne çık!” diye bağırdı. Kimse öne çıkmayınca, “Pis kokulu, ateşli canavar,” diyerek ustabaşını gösterdi. Ustabaşı öne çıkınca iki elde ona ateş etti. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Ardından hemen “Grubys sıra sende,” deyip patronun karısına ateş etti. Patronun karısı af dilerken Erkin ona tam dört el ateş etmişti. Bunun ardı sıra topluluktan birisi “Bitti!” deyip Erkin’in üzerine saldırdı. Neyin bittiğini anlayamasak da bir başka kişi daha Erkin’in üzerine saldırmıştı. Erkin ise ikisinin de üzerine birer el ateş etti. Onlar acı içinde kıvranarak yerde yatarken, Erkin hemen silahının şarjörünü değiştirdi ve ardından birer el daha ateş etti üzerlerine. İşin garip yanı ateş ettikçe gülüyordu. Sonra:
“Daha önce yüzünü göstermeyen canavarlarda yüzünü gösteriyor. Ama üzülmeyin! Bu daha iyi… Bunlar bu günü daha önemli ve anlamlı yapmaktan öteye geçmez.” dedi.
Artık, herkes düştüğü dehşetten donakalmıştı. O an benim aklıma, kutlamalarda sorulan “günün anlam ve önemi” sorusu gelmişti. Sanki binlerce insanın olduğu bir yer de bana bu soru soruluyordu ve ben ter içinde cevaplamaya çalışıyordum bunu. “Hadi… Hadi hadi” diyorlardı bana. İçimden bağırarak “Yeter be!” dedim ve etrafıma bakındım. Bulunduğum durum nasıldı ve ben ne düşünüyordum? Sonra ise bu bana çok komik geldi ve güldüm. Diğerleriyse eminim sıranın kime geldiği konusuna kafa yoruyordu. Ancak bazıları şanssızdı ki hemen öğrenecekti bunu.
Erkin bağırarak, “Son iki kişi kaldı. Yani son iki pis yalaka canavar. Kim bunlar? Hı? Kim olabilir ki? Tabii ki Total ve Ordures.” dedi. Bunları gözlerini iyice açarak söylemişti. O an çok korkunç bir görünüm almıştı yeşil gözleri. Herkes, onun elindeki silahın doğrultusuna yoğunlaşmıştı. Çünkü çözüm o silahın doğrultusundaydı. Silah bu sefer orta işlerine bakıp herkese eziyet eden bir bayana ve benim önümde çalışan makineciye yöneldi. Birer kurşunla onlarında işi bitmişti. Daha ateş etmeden ölmüş gibiydiler onlar. Ve bu açıdan çok değersiz gözüktüler bana. Zaten onlarında ölüşü herkesi rahatlatmıştı. Artık kimsenin ölmeyeceğini bilmek sağ kalanlara “iyi yaptın” bile dedirtiyordu. Erkin ise elini havaya kaldırdı ve dağınık duran herkesi patronun cesedinin üzerine çıkarak bir araya topladı. Heyecanlıydı. Sürekli elleri titriyordu. Gözlerindense devamlı yaş geliyordu.
“İşte,” dedi, “gördüğünüz gibi büyük günümüzün hakkını yettiğince verdik. Siz Preks halkı da içinizdeki birkaç hain dışında bundan memnunsunuz. Bunu biliyor ve hissediyorum. Zaten o hainlere de hak ettikleri cezayı verdik. Yüzyıllardır beklenen kurtuluş günümüz sonunda geçekleşti. Bu, bin bir zorlukla gerçekleşse de önemli değil. Önemli olan, şu an kötülüğün kralı Protus’un üzerinde size konuşmamdır.
“Artık herkes özgürdür. Herkes bu özgürlüğün değerini bilmeli ve kötü canavar Protus’u yeniden diriltmemeliyiz. Önümüzdeki açılan özgürlük kapısından herkes girsin. Bu kapı özgür dünyaya açılıyor. Orada her şeyden yettiğince alıp, yeterince kullanacağız. Sonsuz bir mutluluk bekliyor bizi orda: Doyumsuz ve buradaki mutluluklara benzemeyen bir mutluluk. Siz Preks halkı bu kapıdan giren ilk halk olacaksınız. Bu ne büyük bir şeref anlatamam. Gidin ve sizden sonra gelecekler için hazırlıklar yapın. Onları türlü türlü hediyelerle karşılayın. Karşılayın ki gerçek mutluluğu öğrensinler.
“Sakın beni de unutmayın ha! Ben Globus, işim bitince size katılacağım. Ben diğer halkların yanına gidip, onlara diğer düşmanlarımıza karşı birlik olma çağrısı yapacağım. Ve zaten biliyorsunuz ki hepsini yeneceğiz. Ondan sonra ardımda milyonlarca kişiyle gelip aranıza katılacağım. Bize de hediyeler hazırlamayı unutmayın tamam mı? Bana hiç olmazsa birkaç tabak meyve hazırlayın. Ama dikkat edin taze olsunlar. Karpuzun çekirdeklerini de iyi temizleyin. Elmanın da kabuğunu mutlak soyun. Etler kokmuş olmasın. Bol bol balık kızartın ve kılçıklarını iyi temizleyin. Ha, bir de bolca patates kızartın. Ah! Onun kokusu bile mutlu eder beni. Bunlar… Bunlar o yorgunluğun üstüne çok iyi gider dimi ama? Neyse! Artık bir an önce hazırlıklarınıza başlayın. Ben şimdi gidiyorum. Siz bu kazandığınızı sakın kaybetmeyin. Yaşasın özgürlüğümüz! Yaşasın zaferimiz! Yaşasın Preks halkı!”
Erkin’in konuşması bitince herkes “Yaşasın!” diye ona katıldı. O gidene kadar onu alkışlamaya ve ona öpücük yollamaya devam ediyorlardı. Erkin ise giderken kendisine yapılan bu saygı ve sevgi gösterisine yerlere eğilip selam vererek cevap veriyordu. Yüzü her şeye ulaşmış olmanın verdiği hazla gülüyordu. Onun böyle sevinçli oluşu beni de mutlu ediyordu. Ancak bir yandan da ona üzülüyordum. Yaptıklarının bir bedeli olduğunu hiç düşünmüyordu herhalde. Tam kapıdan çıkarken bana bakıp güldü. Bende yavaşça ona gülümsedim. Ardından yumruğunu kaldırdı ve çıkıp gitti.
Onun gitmesiyle birlikte herkes şaşkınca etrafına bakınmaya başlamıştı. Az önce ona “Yaşasın!” diyenler, şimdi “Tırlatmış… Manyak bu” diyordu. İçimden bir his, onların bu yargılarına “yanlış” dese de onun deli olduğuna bende inanıyordum.
Gözüm yerde yatan cansız bedenlere kayıyordu sonra. Hepsi de daha bir saat öncesinde canlı birer insandılar. Şimdiyse akan kanlarıyla yerleri kırmızıya boyuyorlardı. Çok garibime gidiyordu bu olanlar. Ölümlerini bir film gibi izlemiştim. Ama işin kötü yanı bir seyirci olarak değil, bir oyuncunun hisleriyle izlemiştim.
Biraz vakit geçince herkes bir kenara oturup beklemeye başladı. Onlar da yerde yatanlara bakıyordu. Herhalde dağılmış ve delinmiş bedenlere bakıp olayı anlamaya çalışıyorlardı. Kimsenin kalkıp polisi aramak aklına gelmiyordu. Hatta ben, Erkin gidince hepsinin koşarak atölyeyi terk edeceğini sanıyordum. Ama belki de birisinin gelip onları “kapı”ya götüreceğini sanıyorlardı. Açıkçası o an ben de bekliyordum böyle bir şey olmasını. Bir anda ışıktan kapının açılacağını ve hepimizi içine alacağını düşlüyordum. Gerçekten olabilirmiş gibi geliyordu bu bana.
Yaklaşık kırk beş dakika sonra oturduğum yerden kalktım ve bir zamanlar patronun olan büroya gittim. Polisi arayıp gelmelerini istedim. Çok ilginç gelmişti bana bu. Hayatımda hiçbir zaman polisleri aramamıştım. Olayı telefonun ardındaki kişiye anlatmak bana kimi yönleriyle saçma geliyordu. Polise olayı anlatıp ne zaman geleceklerini sorduğumda “Az sonra,” diye cevap vermişti. “Zaten,” dedim ona, “zaten hep polisler iş bitince gelir”. Bunu duyan polis bir cevap vermedi bana. Hâlbuki kızar diye zannediyordum.
Bürodan çıkıp tekrar içeri girdiğimde birisi bana bakıp, “Kapı nerde?” dedi. Ona dikkatlice baktım ve “Bilmiyorum,” dedim. O ise başını eğip ağlamaya başladı. Küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. Babasının araba almaya söz verip almadığı ve bu yüzden çılgınlar gibi ağlayan bir çocuk gibi... Üzüldüm onun haline. Gidip onu teselli etmek istedimse de buna cesaret edemedim. Gerçi buna gerekte yoktu zaten. Anahtarı bulmadan kapıyı soran birisi neyi hak eder ki?
Bir süre etrafta dolaştıktan sonra tekrar cesetlerin yanına gitmiştim. Üzerlerinden acayip bir koku yayılıyordu. “Çok iğrenç ve acayip kokuyorlar.” dedim etrafımdakilere, cevap vermediler bana. Bu söylediğime cevap vermemelerine üzülmüştüm. Onun yerine birisi “Kapıyı nerde buluruz biz?” dedi. Az daha gülecektim bu dediğine, bunun yerine düşünüyor numarası yaptım. Soranın suratına baktım. Ortada çalışan şu dalgın kızdı soruyu soran kişi. Yüzü, merak ettiği şeyi öğrenmeye çalışan bir çocuğunki gibi savunmasız ve korkulu bir hal almıştı. Canım onu gidip tokatlamak istiyordu. Susmak istesem de sorduğu soruya cevap vermek istiyordum. Ama bu sanki çok uzun olacak gibi geliyordu bana. Kısa kestim ve ona şiir okudum.

Düşlerde kalmış ne yazık ki düş artıkları.
Ulaşılmaz diyarların pençesinde,
Acı çeker hale gelmiş onlar.
Kim bilir nasıl alınır avuçlara.
Kapanan gözlerle, yolculuk yapılmadan…

Bunları duyar duymaz ağlamaya başlamıştı kız. Hâlbuki dediğimden bir şey anlamaz zannetmiştim. Bir süre durdum ve sonra tekrar bir şiir okudum.

Korktuğunda geleceğe,
Sevindiğinde geçmişe gitmek ister insan.
Zaten bilmez ki nereye gitmek istediğini.
Savruluşunu aynada izler ha bire.
İzledikçe kahrolur,
Ve
Durduğu yerde birilerini intihar ettirir o.
Cezayı hak etmiştir zaten.
Nereye gideceğini bilmeme suçuna,
Koşarak yerinde sayma cezasını hak etmiştir.

Ardından bir şeyler daha okuma planı yapmıştım ki polisler geldi. Bu kadar sessiz gelmeleri şaşırtmıştı beni. İçeri girer girmez bir bize, bir de yerdekilere bakmışlardı. O an ne düşündüler merak ettim. İçlerinden birisi, “Hiç kimse yerinden oynamasın!” dedi. Sanki oynamak gibi bir halimiz varmışçasına… Ardından sıra sıra gelip suçluymuşuz gibi bizi kolumuzdan tuttular ve götürdüler. İşyerinden dışarı çıktığımda kendimi anlam veremediğim bir şekilde özgür hissettim. Bir sürü insan bizlere bakıyordu. Onların gözünde kendimi bir an suçlu gibi göründüğümü hissetmiştim. Sonra bu bana çok saçma gözüktü. Ardından arabaya bindik ve gözüme vuran güneşin bana yaptığı kızıl hücrede karakola götürüldük.

* * *

Yaklaşık yirmi metrekarelik bir odanın içinde bizi teker teker sorguya çekmişlerdi. En son sorguya çekilen ben olmamdan kaynaklı benim Erkin’le olan ilişkimi tüm ayrıntıları ile anlatmamı istiyorlardı. Çekinmeden anlatıyordum bunu onlara. Yalnız biraz sansür uyguluyordum. Bana, “Suçlu seninle tanıştığından itibaren değişmiş,” dedi zayıf bir polis. “Doğrudur,” dedim. “İnsan yeni birisiyle tanışmaya görsün hemen değişir”. “Ona neler anlattın?” dedi. “Doğru yolu her zaman aramamız gerektiğini,” diye cevap verdim. “Neymiş o doğru yol?” dedi. “Tartışmasız biçimde herkesi sevmektir,” dedim. Bunu söylerken canım kahkahalarla gülmek istiyordu. Ama bunun yerine masumca durmaya çalışıyordum. Polis bana pek inanmaz bir bakışla “Hım!” dedi.
Bir süre bekledim ve şişman ve orta yaşlı olan bir başka polis, “Sence suçlunun bu kadar insanı öldürmesinin sebebi nedir?” dedi. Adamın burnunda kocaman bir sivilce vardı. Ona, “Erkin insanları öldürürken sürekli değişik isimlerden bahsediyordu. Örneğin, bizim patronun ismi Halil’ken, ona Protus diyordu. Sanki öldürdüğü kişiler bu dünyada yaşamıyormuş gibi geliyordu bana. Sanki… Sanki kendi beyninin içindeki şeyleri öldürüyor gibiydi. Bize kurtuluştan bile bahsetti. ‘Özgür Dünya’ya gidecekmişiz ve orda mutlu olacakmışız. Zaten kendisi de diğer insanları kurtarmaya gidecekmiş. Öyle dedi bize.” dedim. Polis gözlerini fal taşı gibi açıp bana “Komünist olmasın o?” dedi. “Yok canım!” dedim ona. “Öyle olsa bundan açıkça bahsederdi bize. Bence o daha çok deliye benziyordu”. “Deli mi?” dedi. “Evet, tamamıyla öyle” dedim. Yine uzun bir “Hım!” dedi. Ardından sorgumun bittiğini, ama ileriki zamanlarda tekrar görüşebileceğimizi, bu yüzden adresimi ve telefon numaramın onlar tarafından bilinmesi gerektiğini söyledi. “Vatanını milletini seven bir insan olarak bu olay hakkında elimden gelen bütün yardımı onlara yapacağımı,” söyledim. Güldü ve omzuma vurdu.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
  • Parts
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 01
    Total number of words is 4024
    Total number of unique words is 2107
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    47.0 of words are in the 5000 most common words
    54.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
    Total number of words is 4092
    Total number of unique words is 1956
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 03
    Total number of words is 4079
    Total number of unique words is 2056
    34.1 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    55.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 04
    Total number of words is 4056
    Total number of unique words is 1980
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 05
    Total number of words is 4090
    Total number of unique words is 1991
    33.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 06
    Total number of words is 4007
    Total number of unique words is 1930
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    57.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
    Total number of words is 4108
    Total number of unique words is 2005
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 08
    Total number of words is 4035
    Total number of unique words is 2165
    32.7 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    55.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
    Total number of words is 4021
    Total number of unique words is 1910
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.5 of words are in the 5000 most common words
    59.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 10
    Total number of words is 4125
    Total number of unique words is 2061
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
    Total number of words is 4067
    Total number of unique words is 1966
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    51.7 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
    Total number of words is 4113
    Total number of unique words is 2033
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.6 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 13
    Total number of words is 831
    Total number of unique words is 582
    39.7 of words are in the 2000 most common words
    52.5 of words are in the 5000 most common words
    61.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.