Kayıp Zamanda Işıltılar - 01

Total number of words is 4024
Total number of unique words is 2107
31.4 of words are in the 2000 most common words
47.0 of words are in the 5000 most common words
54.5 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Bay Meursault’a

KAYIP ZAMANDA IŞILTILAR
MİKAİL BOZ

YAŞAMAK
Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ölü halde göründüğünde bir önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntüden başka bir şey değildir.
Albert Camus
Ne gerek var bunlara bilemiyorum. Sana niye bu kadar eziyet edilir ki? Hissediyor musun bunları? Sanırım hissetmen gerek; çünkü ben hissediyorum.
Kaç zamandır kafamı kurcalayan şeyler var. Niye varsın ve nerden doğdun? Aslında bunları sana mı, kendime mi soruyorum o da belirsiz. Ama boş ver! Sen üstüne alın. Eninde sonunda bunlar benim kulağıma gelecek. Hani korkmuyor değilim sana ihanet etmekten. Bana bir şans tanıdın ve bazen ben bunun ağırlığını taşımaktan aciz bir duruma düşüyorum. Yenilmem seni rahatsız eder mi? Ya da bilemiyorum! Bana bunları önleyecek birkaç şifre ekledin mi?
Bu aralar pek bir şey yaptığım söylenemez. Dudaklarımda bir sızı hissettiğimde sakince kalkıp konuşacak birisini arıyorum. Sarhoş gibi oluyorum konuştuğum an. Denek fareleri gibi koşuşturduğumu hissediyorum. Saygıyla dinliyorlar beni. Onlara yüce şeylerden bahsettiğimi ve bunları benim yapmadığımı biliyorlar. Utanıyorum yalnız. Kendi söylediklerim altında eziliyorum.
Geçen gün sahil kenarındaydım. Kulağımda ağaç yapraklarının ve deniz dalgasının hışırtısı, yanağımda bir okşama, dudağımda bir ıslık ve yanımda sessizce elimi okşayan bir peri vardı. Elinde bir enerji vardı onun; gıdıklamaya çalışıyordu beni. Bir an suya girmek istedim. Kendimi dalından düşen bir yaprak gibi attım aşağıya. Uzun süre hiç kulaç atmadım. Derinliklere gittim sürekli. Sonra kafam bir taşa değdi. Yüzümü göğe döndüm ve alnımdan akan kanın örttüğü aya baktım. Tahmin edebilirsin, elimde bir sıcaklık vardı. Onun sıcaklığı… Ordayken bile bir ses çıkarmadı bana. Ardı sıra yüzeye çıktım yine. Ya da çıkarıldım. Birkaç kulaç attım o vakit. Sırtımı kayalığa yasladım. Kucağıma aldım perimi. Gözlerini kapamış, beyaz ve soğuk teniyle ölümle cebelleşiyordu ve hala nefesiyle bana yaşam veriyordu. Nefesini kokladım onun, papatya bahçesine yattığımı ve burnuma tatsız bir biranın kokusunun geldiği düşündüm. Öptüm onu. Uyandı. Bana baktı ve “Öldük mü?” dedi. “Üzgünüm daha buna erken,” dedim.
İyi yaptım biliyorum, senin takdirini kazandım. Eğer beynimde çınlayan senin sesin ise, evet, doğru söylüyorsun. Bazen bir dudak için bile yaşanır.
Yine çığlıklar var beynimde. Acımasızca, benim gibi güçsüz bir insana salt bir dudak için yaşanmaz diyorlar. İnan çabalıyorum, kızıyorum onlara. Sık sık perimin yanına gidip dudakları dışındaki yerlerine bakıyorum. Burnu, saçı, teni, gözleri, parmaklarıyla çiçekleri işaret edişi… Akıllı bir insan rolü yapıp hepsinde yaşama bağlanan bir ip buluyorum. Ama elim acıyor, kalın ipleri tutmaktan elim acıyor. Beni anlıyorsun, değil mi? Peki hak veriyor musun? Belki de hak vermemelisin! Evet, kesinkes böyle olmalı. Sırf “şirin” bir ayağı olduğu için yaşamı çok seven ve ona sımsıkı bağlı olan birisini tanıyorum. Böyle bir durumda bana hak vermen haksızlık olur.
Bu aralar akıllı insan rolünü çok yapıyorum. Yürüyüşlere başladım. Minik parkları, Gülhane Parkı’nı, Maçka Parkı’nı, Fethi Paşa Korusu’nu ve işçi semtlerini geziyorum. Hoş bir şey… Özellikle insanların suratına bakıyorum. En somurtkan olanının bile bir yerlere gizlenmiş yaşama sevinci var. Bende de vardır belki bu ama ben bunu göremiyorum…
Fethi Paşa Korusu’nda yeşil çimenlere oturup boğazdan geçen gemileri sarhoşça sayarken, yusyuvarlak, elli beş yaşında ve bir hafta önce kocası ölmüş bir kadının sakince boğazı izleyişine imrendim. Kocasıyla gelip, hep o an oturduğu yere otururlarmış. Ama pek iyi bir insan sayılmazmış kocası. Fakat ne çare ki ona alışmışmış. “Her şey geçer,” dedi bana. “Alışkanlık bittiği sürece her şey geçer.” Bana bildiğim farklı bir yer olup olmadığını sordu. Madem onunla konuşmuşum, ona yardım etmeliymişim. Onu Kız Kulesi’nin yanına götürdüm. Eline bir nargile alıp denizi izlemeye başladı. Yanından kalkarken, “Seni yaşatanın ne olduğunu merak ediyorum teyze?” dedim. Nargilesini höpürdetip, “Hazır kocam ölmüşken Türkiye’yi gezip, oğullarıma verdiğim emeğin karşılığını alıp, gelinlerime eziyet etmek istiyorum,” dedi. Fazla açık sözlüydü herhalde, afalladım. Söylediklerini biraz canice bulmakla birlikte gülüyor numarası yaptım. Evet, anlamaya çalışıyorum; aptalca bir sadizm için de yaşanırmış.
Tamam, itiraf edeceğim Karaköy’e de gittim. Yalnız söylemek gerekir ki Beyoğlu’ndan geçerken kimsenin suratına bakamadım. Ordayken kendimi akıntıya kapılmış yaprak zannediyorum. Ne zaman bir taşa asılmaya çalışsam anında kaba bir omuza tosluyordu kolum. Bu arada, bir sinema salonunda film afişlerine bakarken aniden bir kız gelip bilete ihtiyacım olup olmadığını sordu. Şaşkınca suratına baktım. “Niye bana bilet vermek istiyorsun?” dedim. “Sinemaya arkadaşımla gidecektik ama o gelmedi. Ben de yalnız girmekten hoşlanmam sinemaya, hem burnunuz da çok güzel,” dedi. Burnum çok mu güzel..? Ben bir sapık olabilirdim, öyleyken sırf burnum güzel diye benimle beraber olmak isteyebiliyor insanlar. “Bilet parasının yarısını veririm,” dedim. “Sorun değil!” dedi. Kız filmi izlerken sürekli konuştu ve patates cipsi yedi. Bana da cips yemem için sundu ama “Sevmem,” deyip reddettim. “Aa cipssiz hayat olur mu?” dedi. “Olmaz mı?” dedim. “Bence olmaz,” dedi. “Niye?” diyecektim ki, “Şşşt, en heyecanlı yeri,” deyip ağzına cips tıkıştırdı. Bir ara, “Sıkıştım,” deyip kalktım, Karaköy’e doğru yürümeye devam ettim.
Galata Kulesi’ne de çıktım ve şehri izledim. Bir turist beni sürekli rahatsız etti. Neymiş, sürekli önünü kapatıyormuşum. Kendimi bir ara aşağıya atmaya zorladım. Sanırsam korktum. Hem turist kadının ben öldükten sonra ne düşüneceğini de merak etmiştim. Kadın herhalde sürekli benimle uğraştığı için kendini suçlu hissederdi. Akşam haberlere de çıkardı. Fotoğraflarına zoraki olarak giren kafamdan dolayı milyarlarca para kazanırdı. “Ölen bir adamın son anları” diye galeri açabilirdi. Yüzümdeki ifadeleri an ve an analiz ederlerdi. “Niye ölmüş bu adam?” “Parasızlıktan,” derdi birisi, bir başkası “Aşktan,” derdi. En sonunda da bir kel en büyük tanımı koyup, “Saç dökülmesinden,” derdi.
Aslında öldükten sonra bu konular benden uzak olacak, ama ne var ki insan ölümünün sonrasını bile düşünüyor. Hiç kendi ölümünü düşleyip ağlayan bir insan tanıdınız mı? Ben tanıdım. En yakınları bile öldüğü halde ağlamayan o, kendisinin tabutta götürülüşünü düşlediği an da şarıl şarıl ağlıyordu. “Çok trajik,” diyordu. “Neden?” diyordum. “Nedeni var mı kardeşim, ben ölüyorum,” diyordu. Neyse, açıkçası insanların ben öldükten sonra hakkımda düşünecekleri şeylerden dolayı ölme fikrinden vazgeçtim. Evet, çok aptalca ama bir gerçek. Belki insanlar dedikodu için bile yaşıyorlardır. Olamaz mı?
Kuleden inip meşhur sokağa gittim. Emanetçiye cep telefonumu bıraktım. Emanetçi bana bakıp gülüyordu. Aldırmadım.
Görünüşüm reşit olduğumu ispatlamasına rağmen polisler illaki de kimliğimi görmek istedi. Uzun uzun resmime baktılar. Kimliğimi bana uzatırken şişmanca birisi, “Yakışıklısın be abi,” dedi. Adamın geri zekâlı olduğuna kanaat getirdim.
Sokaklar hayli kalabalıktı. Herkes açık kapıların kenarına yayılarak oturmuş kadınlara bakmaya çalışıyordu. Ara sıra itekleştikleri oluyordu. Fahişelerin özellikle yaşlıları –çok seksi bir hareket olsa gerek- kafa sallayıp duruyordu. “Gel gel!” mi diyorlardı, yoksa alışkanlık mı anlamadım.
Uzunca bir süre sokakları dolaştım ve birisini yanlışlıkla kadın zannettim. Adam bana seslice küfür etti. Söylediği küfüre karşılık, “Aynısı sana,” dedim. “Sıkıysa yap!” dedi. “Gelirsem yaparım,” dedim. “Gel!” dedi. Yanına gittim bana okkalı bir tokat vurdu ve ardında falçata çıkardı. Suratına olabildiğince sert vurdum ama benden daha güçlüydü. En sonunda bir yolunu bulup cinsel organına vurdum. Yere yattı. Sürekli biçimde, “Ömrümü bitirdin lan, erkekliğim bitti,” dedi. “Sana zaten gerekli değildi,” dedim. Sadece küfür etti. Polisler gelip beni uzaklaştırdı oradan. Beni dışarı atacaklarını zannettim ama, “Sen onlara uyma abi!” dediler. “Tamam!” dedim.
Aşağı sokaklardan birisine gidip hiç bakmadan bir kapıya girdim. Aynaya bakıp dişlerini temizleyen bir fahişenin yanına gittim. “N’apıyorsun?” dedim. Karşılık olarak bir tane fiş verip 11 No’lu odaya çıkmamı istedi.
Oda bayağı pis kokuyordu. Soyunup yattım. Az sonra dişlerini emerek yanıma geldi. O gelince oturur pozisyon aldım. “Ne istiyorsun?” dedi. “Ne isteyebilirim ki?” dedim. Morali bozuldu biraz, “Standart o zaman,” dedi. Baş salladım.
O soyunurken, “Vücudun güzelmiş, pek deforme olmamış,” dedim. “Daha bu ne ki, iki tane çocuk doğurdum,” dedi. “Yaşamın eğlenceli olsa gerek!” dedim. “Niye ki?” dedi. “Ne bileyim, bir sürü insanı çırılçıplak görüyorsun. Belki bir arşivin bile vardır?” dedim. Güldü ve geçen hafta kolu kırık bir adamın kendisine çektirdiği eziyeti anlattı. Adam sanki çok para vermiş gibi bir sürü şey yaptırmış ona. “Yok şöyle yap, yok böyle yap, yok kıçım ağrıyor, şurama dokunma…” diyormuş. Nedendir bilinmez bir türlü ses çıkartamıyormuş kadıncağız. O adamın acısını benden çıkartıyor gibime geldi o zaman, “İstersen sus,” dedim. Sustu.
Yattıktan sonra üstümü giyindim ve saçımı taradım. Odadan çıkarken oraya gidiş sebebim aklıma geldi ve “Niye yaşıyorsun?” dedim. Kadın ters ters baktı bana. Herhalde cevap vermez diye düşünüyordum. Ben de zaten hep böyle damdan düşer gibi soru sorardım. “Valla kocam beni sürekli aldatıyordu. Ben de bir gün onu komşumuzla aldattım. Bilerek kendimi ona yakalattım. Çıldırdı! Ne yapsa yeridir? Beni bir pezevenke sattı. Bu arada kendi adı da pezevenge çıktı. Sonra pişman oldu ve yanıma gelip ayaklarıma kapandı. Hiç aldırmadım. Benim burada başka kişilerle yatıyor oluşum çıldırtıyor onu,” dedi.
“Yani bu mu?” dedim.
“Büyük ölçüde bu,” dedi. “Onun acı çekişi hoşuma gidiyor. Eğer ben tekrar onun yanına gidersem bir daha acı çekmez kendini temizlenmiş hisseder. Bu da benim hoşuma gitmez; sürünsün it!”
“İyi günler!” deyip çıktım. Demek ki sırf bir intikam için de yaşanırmış.
Çok acayip bir şey. Herkes kendine bir yaşama nedeni buluyor. Hatta lise öğrencisi bir çocuk, büyük bir bilim adamı olup ünlü olacağını söylüyordu. Nedenini sorduğumda ünlü olarak mutlu olacağını söylüyordu. “O zaman popçu ol!” dedim. “Bak bu da doğru,” dedi.
Her neyse beynimdeki çığlıkların artık sesi duyulmuyor. Hem sana saygım da giderek artıyor. Şimdilik ufak tefek şeylerle idare etmeye çalışıyor ve zor sorular sormamaya gayret ediyorum. Birkaç gün sonra perimle birlikte uzun bir geziye çıkacağız. Beynimde ilk defa onunla paylaşabileceğim şeylerin sıralaması yapılıyor. Daha on dakika önce görmeme rağmen özlüyorum onu. Öncesinde kaybettiğim özelliklerini tekrar bulmaya çalışıyorum. Evet, şimdi daha iyiyim. Herkesin basit bir yaşama sevinci varken, benim de bir dudak için yaşamamı garipsemezsin. Öyle değil mi?


GÜNIŞIĞINDAN KAÇIŞ
İnsana verilecek en büyük bir ceza, onu sürekli mutlu ya da acılı, mutsuz yapmak değildir, her ikisini de hissedemeyeceği bir duruma getirmektir.

Güneşin taze ışıklarıyla aydınlanıyordu yüzü. Göğsünde birleştirilmiş elleri, bedene çekilmiş bacakları ve biraz gergin duran gözaltlarıyla çocuksu bir şaşkınlık, biraz da cesaret beliriyordu duruşunda. Birkaç yıldan beri uzatılmış bıyıkları dudağını da örtmeye başlıyor, favorilerin altında ve çenesinde üç beş tane sakal tüyleri beliriyordu. Alnını, yanaklarını, kalın kaşlarının arasını ve hatta burnunu sivilceler istila etmeye başlamıştı. Sık sık ellerini onların üstüne getiriyor, biraz kararsızlıktan sonra amansızca bastırıyor ve henüz taze olan yüzünde derin izler beliriyordu.
Gerçeklerin üzerine hayal örtüsü örtmeyi çok seviyor ve biraz dinginleştiği her an da, herkesin bildiğini zannettiği, fakat kimsenin bilmediği uzun yolculuklara çıkıyordu. O an belirsizlikler uzaklaşıyordu yanından. Korkular hafifliyor, büyük çaba gerektiren hedefler, hükmeden nasırlı bir elin ortasında mutluluk kaynağı oluveriyordu. Duyumsadığı bu mutluluğa, güzel kadınların uzun beğenilerden sonra alıp giydiği elbiseler gibi yeni elbiseler giydiriyor ve ondaki her farklılıkla yüzünde yeni gülücükler meydana geliyordu. Fakat çelikten yapılmış bu soyut mutluluğa giydirilecek yeni bir elbise yoksa gerçekler acı biçimde beliriyordu. O an ne yapacağını bilemiyor ve hayallerinde olduğu gibi tenha köşeler arıyordu. Parlak, yeşil gözlerini etrafta oluveren karmaşadan uzaklaştırıyor, yerdeki bir noktaya uzun süre sabitliyordu.
Gerçeğin acıyla aynı şey anlamına geldiği yaşamında, ona daha güzel görünen hayal dünyasından uyandırılmayı istemiyor ve bir çığlık kopuveriyordu yüreğinden. Sabahları uyanmak nasıl ki çekilmez bir şeyse, geceye kavuşmakta öylesine güzel ve arzulanabilir bir şeydi onun için. Ama uyanması gerekiyordu. Sisifos’a verilen ceza gibi taşı dağa çıkarması ve onun yuvarlanarak gitmesine bakması gerekiyordu. Nasılsa taş yarın yeniden dağa çıkartılacak ya da uyanıp her gün yaptığının aynısı yapılacaktı.
Bir ses geldi. Gerçekte pek hoşlanmadığı ve nesne olarak onun temsilcisi olan soyut, birkaç harf topluluğu. Kendisini o kelimeden daha üstün görse ve uyanmak istemese de, karanlığın kızıllıkla harmanlandığı o anında da hissediyordu etrafını.
Gözlerini açtı. Giderek ağlamaklı bir hal alarak doğruldu ve etrafına bakındı. Kardeşlerinin yüzündeki masumluğa hayran kaldı. Ona öyle geldi ki yaşama masumca bir tevazuyla bakan herkes, hor görülse ve alay edilse de gerçek mutluluğu hissetmeye başlamıştır.
Kalktı. Sallanarak yürüyor ve bulanıklığı gözlerini ovalayarak götürmeye çalışıyordu. Gördüğü her nesnede bir ovallik varmış gibi geliyordu ona. Bir an durup ayakta da olsa uyumak istiyor ama gözler nasıl istemsizce kapandıysa aynı şekilde de açılıveriyordu. Yaşanılan her an da karşı konulmayan bir zıtlık vardı. Bunu anlayamıyor ve dudaklarını aşağıya doğru yay biçimde eğiyordu.
Banyodaydı. Su damlacıkları yüzünden kayarak inerken, dağılmış ve dikelmiş saçlarına bakıyordu. Islak eliyle, kalkan bir saç tutamını yeniden yatırmaya çalışıyor ve dikelen her saç teli için bir küfür çıkıyordu ağzından.
Kalan birkaç dik saç teline aldırmayıp yüzünü tekrar yıkamaya başladı. Pek nedenini bilmese de açık tuttuğu gözlerine atıyordu avuç dolu suyu. Tekrar başını kaldırdı ve aynaya baktı. Kim bu aynadaki? Yüzü mahkeme duvarına benzeyen, hayattan bezmişçe bakan kim? Sanki az sonra erimeye başlayacak yüzü. Yanakları göğsünü yalayarak aşağılara kayacak. Eriyen burnu akacak ve bir kemik kalacak. Gözleri yağmur damlacıkları gibi yere düşecek. Tutmaya çalışacak onları. Elini yüzüne örtecek ve kalın son umuduyla önleyecek erimeyi. Belki en kötüsü, kaybolan yüzün ardı sıra ortaya çıkacak olan yeni yüzle nasıl bakacağıdır etrafa. Maskesiz bir yüz. Öyle daha çirkin mi olurdu acaba? Bunu bilemiyordu.
Aynadaki yansıyan yüze baktıkça bazı şeylere alıştığını hissetmeye başladı. Az öncesinde korkunç olan yüzü, şimdi masum ve hüzünlü görünüyordu. Ömrü boyunca hep bu surat biçimiyle yaşamış gibiydi. Ya az öncesi? Az öncesi yoktu. Gerçek olan şimdikiydi. Hep böyle bir yüzü vardı. İndirdi gözlerini lavabo deliğine. Korktu, ya erirse yüzü!
Banyodan çıktı. Kendinden yansıyan en ufak bir görüntü tedirgin etti onu. Aynalara uzak durarak, kahvaltı hazırlayan annesini izledi. Niye en önce kendisinin kalktığına anlam veremedi. Bağırdı çılgınca. Uyanmak istemeyen bütün kardeşlerini teker teker uyandırdı.

* * *

Üç dakikalık sabah kahvaltısının ardından sokağa çıktı. İşyerine erişmek için yürüyecekti daha. Yüzünü okşayan sabah rüzgârı bir de koku hediye etmişti burnuna. Doğayla yeni yeni kucaklaşan baharın, ya da yenilenmenin kokusu. Her solumasında yeşilliğe ait o rahatlatıcı kokuyu hissediyordu, ama aldırmıyordu buna. Doğa, onun bedenini ne kadar sararsa, o da inadına uzaklaştırıyordu düşlerinden… Karanlık ve salt betondan da olsa; sadece beton ve nem kokusunu koklamak zorunda da olsa, yine de dört köşe bir hücrede yaşamak istiyordu. Pek bilemiyordu onu hücreye çeken şeyleri. Bunu düşünmeyi gereksiz görüyor ve karanlığa ait düşler beliriyordu önünde.
Adımları giderek ağırlaşıyor ve gün daha çekilmez oluyordu. Gözleri yerdeydi ve gerçekte pek konuşmadığı kişileri bir de gölge olarak fark etmek her şeyi biraz daha silikleştiriyordu. Bir mezarda düşlüyordu kendini. Üzerinde beyaz bir örtü, yanı başında ise belki böcekler var. Başı sağa dönük ve gözleri kapalı. Nedense koşmayı düşlüyor düşünün düşünde. Belirsiz ve sönük bir ışığın tek belirti olduğu karanlık bir yerde amansızca ışığa koşuyor.
Her adımında ya elbisesinin düştüğünü ya da zaten çıplak olduğunu zannediyordu. Elini mahrem gördüğü yerlere uzatıyordu. İstiyordu ki salt kendisi olsun sokakta.
Ezberlenmiş sokakların utançla geride kaldığı yürüyüşünde işyerinin kapısına otuz metre kalınca durdu. Başını kaldırdı. İster istemez bir çift göz yakalamaya çalıştı. Kimse izlemiyor mu onu? Bir çift göz onun ne olduğunu izlemiyor mu? Korktu bundan. Hâlbuki hep izlenir zannederdi. Bir ağırlık hissetti omuzlarında. Kaldırıp atsa… Niye bakmıyor insanlar ona?
Tereddütsüzce döndü sırtını insanlara. Hızlıca işyerinin kapısına vardı. Girişin sağındaki beyaz fayansla döşenmiş yükseltiye oturdu. Tutmasa kusacak oracığa. O an başını kaldırsa bu haline bakıp acıyan insanların gözleriyle karşılaşacak. Ama bakmıyorlardı ona. Onun gerçek haline, saf haline kimse önem vermiyor ve bakmıyordu.
Geçen her an nasıl da acıyla yüklü olurmuş böyle? Gece olsa… Tek ışık uzaklara kaçmış yıldızlar olsa… Burun ucundaki bir yıldıza sarılıp yanmaktansa uzaktaki bin yıldıza sarılıp üşüse… Canı gönülden istiyordu bunları. Bir karadeliğe mi düştü ki zaman sonsuz hızda duraldı?
Gece nasıl olacaktı? Çalışırken zaman geçmez hiç. Masa başında oturup, giren çıkan işleri not tutmakla zaman geçmez. Öyleyse gitmeli bir yere. Kapatıp gözleri erkenden getirmeli geceyi. Geceyi nerde yaratacak? Gitmeli bir yere. Ya bir adım ya beş adım, ama kesinkes gitmeli. Ömründe bir kere sebepsizce işini aksatmalı. Bir kereden bir şeycik olmaz.
Titreyen bacakları uzaklaştırdı onu işyeri kapısından. Bataklıkta olduğunu hissediyordu. Sanki giderek batıyor... Koşmaya başladı birden. Uzun adımları, insanları buğulu camla gösteriyor gibiydi. Artık izleyen gözleri fark edemiyordu. Kusma isteği de geçmişti. Nasıl görünüyordu acaba? İnsanlar bakıyor muydu ona?

* * *

Etrafı yollarla çevrili, yeşillik üzerindeki tek kalmış ağacın altına attı kendini. Ağız üstü kapaklandı yeşilliğe. Ağzına ve burnuna otlar giriyordu. Bir tat vardı hissettiği. Acımsı ve mayhoş… Hızlıca soluk alıyordu. Üzerinde bir ağırlık hissetmiyordu artık. Her şeyden uzaklaştırdı kendini. Kapalı gözlerle soluk alışına yoğunlaşıyordu. Sabretmeli… Az sonra başka yerde olacak.
Epeyce bir süre ışıklarla dans etti. Sonrasında parlak dairelerin etrafında yaptığı büyümsü gösteriyi izledi. Gri bir bulutun üstüne yattı. Kızıl bir örtüyü üstüne aldı ve orda beliren siyah tanecikleri eliyle yakalamaya çalıştı. Dik yokuşları çıktı ve uçsuz bucaksız derinliklerde uzun süreler boyunca düşüşünü izledi. Ne zaman ki bir sertlik hissetti değdiği yerlerde, işte o zaman açtı gözlerini ve yeşil toprakları avuçladı. Ağzına attı avuçladıklarını. Sanki kızıl pekmez toprağının yeşile boyanmışını tadıyor gibiydi. Aynı, dalından yeni koparılmış cevizi, kabuğuyla yiyip alınan tat gibi…
Dağlara çıktı sonra. Kurumuş sarı otları toplayıp süpürge yapmaya çalıştı. Güneşi gördü. Dikkatlice baktı ona ve son gücüyle üfledi. Güneş silikleşti ve o yüzünde acıdan kıvratan bir yanma hissetti. Her silik görüntü acıtıyordu tenini…
Nasıl da insanın suratını yakıyordu ilkbahar güneşi? Rüzgârla hem serinletiyor, hem yakıyor, hem de tokatlıyordu. Tam kalbinde bir sıcaklık hissetti. Giderek her yere yayılan amansız bir sıcaklık.
Öğle etmişti günü. Hem de hızlıca. Nasıl da güzel!.. Kalkıp yürümeye başladı. Fakat bir şeyler eksik gibiydi. Üzerinde yine bir ağırlık, midesinde ise bunaltı vardı. Artık hep böyle mi olacaktı bilemiyordu. Her yatışın ertesi acıya mı teslimdi? Uzun yürüyüşlere teslim etti yine kendini. Hem bilinir hem bilinmez yere doğru yürüyüşe…

* * *

Bu sefer onlarca ağacı olan, yemyeşil, kuş cıvıltılarıyla dolu bir parktaki banka bıraktı kendini. Aynı sabahki yatışı gibi yattı yine. Yalnız başparmağı her an ağzına gidecek gibiydi. Yüzüneyse ağaç yaprakları arasından süzülen güneş ışınları vuruyordu.
Akşamın karanlığının iyiden iyiye gündüzü örttüğü bir anda tekrar uyandı. Üşüyen bedeni titriyordu. Sarı bir köpek vardı ilerisinde. Köpek ona bakıyor ve korkutuyordu onu. Kalktı hızlıca. Her an düşecek gibiydi.
Yürüdü yine, meçhule doğru yürüdü. Etrafına bakınıyor ve hiçbir şey anlayamıyordu. Niye bütün ışıklar onu hedeflemiş? Şu ilerideki sallanan ağaç dalıyla birlikte sallanıyor gibiydi: Rüzgâra karşı direnmesine rağmen bükülüyor ve gerilmiş sapandaki taş gibi aynı yerine fırlıyordu. Bir an hiçbir şey göremiyor ve durup eliyle boşluğu yokluyordu. Nesnelliği yitirmemek için düşmeye razı oluyor ve birisinin ona acıyarak yanına gelmesini ve kolundan tutup yardım etmesini bekliyordu. Fakat ne yardım elinin ona uzanması, ne de umarsızca yalnız bırakılması onun utancını bitiremiyordu.
Bir ses işitti birden. Hırlamalı bir ses, “Ne oldu? Dünyanı mı yitirdin? Yoksa… Yoksa içkiyi fazlamı kaçırdın?” dedi.
Bu sesi çözmeye, nerden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Hala koyu bir bulanıklık varken hiçbir şey görmesine imkân yoktu. İçki mi içmişti o?
“Hayır!” diye inledi. “Nedense sabahtan beri kendimi cehenneme atılmış gibi hissediyorum!”
“Vay, vay, vay!” diye mırıldanma geldi yine. “Cehennem ha! Bu dünya kime cehennem olur ki? Tabii ya! Bu dünya başka yerde yaşayana cehennem olur. Nerde yaşıyorsun sen be? Hayallerde mi?”
Hayal… Gerçeğin farklı bir görünümü! Bir kopuşun ya da bir yaratışın…
“Hayal,” diye cevap verdi. “Keşke hayalde olsam. Mutlu olsam…”
Hırlamayı yine duydu. “Anlamıştım zaten. Sen burda değilsin. Burda değilsin sen. Nerdesin peki? Uzaklarda, kimsenin olmadığı yerlerde. Bir sen varsın değil mi? Kocaman zannettiğin yerde bir sen varsın. Benimde vardı ondan. Günlerce uğraşıp yapmıştım onu. Ama korktum, kendi yaptığım yerdeki yalnızlıktan korktum. Şimdi buradayım. Korkmuyorum. Sen benden de kötüsün. Sonsuza kadar cehennemdesin…”
Tekrar düştü yere. Minicik bir yere sığışıp kimseye görünmek istemiyordu. Böcek olsa ve otların arasına karışsa… Ya da bir toz taneciğiyle uzaklara uçsa. Diğer dünyasında olsa yapardı bunu. Ama şimdi imkân yoktu bunlara. Öteki tarafa gitmeli ve biraz daha kendini uyuşturmalıydı.

* * *

Uyandığında geceydi. Birkaç büyük binanınki dışında ışık yoktu etrafta. Ay’ın nerde olduğuna baktı. Gri bir bulutun arkasında saklambaç oynuyor gibiydi o. Demek fark ediyordu bunu. Gözleri iyi görüyordu. Yürümeye başladı. Birkaç arabanın sesi duyuluyordu ama onlarda yavaş yavaş yok oluyordu. O hırlamalı ses de… Öyle bir rahatlıyordu ki… Gece mi onun aydınlığıydı?
Yeşil parktan çıkıp engebeli yollara bıraktı kendini. Gündüz suratını tokatlayan rüzgâr şimdi onu kucaklıyor gibiydi. Gözleri ne kadar da iyi görüyordu öyle, sesler ne kadar da duru…
Boğazın kıyılarına vuran dalgalar sanki yanı başındaydı. Azıcık sağa gitse denize düşecek ve yüzmeye başlayacak… Ama düşmezdi. Adımları sapasağlamdı. Ya koku? Çiçek, çam, ot kokusu… Ne demekti bunlar. Gece niye bu kadar güzel?.. “Keşke hiç bitmese gece,” dedi. “Rüyaları gibi kendisi de güzel. Her adım mutluluğa sanki… Uzaklar ne kadar da yakın! Bir el uzatımında dünyanın öte tarafı. Ama gündüz… Yok oluş çığlığı gibi o. Bilinci yitik insanın Araf’ta duruşudur gündüz... Düşüncenin düşünenden uzaklaşması, mutluluğun sırıtmaya teslim olmasıdır. Kayboluş ve tükenme… Çığlık o… Acıklı bir çığlık… Tükenenin farkında olmadığı acıklı bir çığlık.”
Sustu ve rüzgârın yönüne dönüp gülümsedi. Kollarını ileriye açmış rüzgârla kucaklaşıyordu. “Her gece böyle olmalı,” dedi. “Ve her gündüzün üzerine sonsuz bir gece örtmeliyim.”
Ardı sıra deniz kenarına doğru bıraktı kendini. Bastığı otları bile hissediyordu artık. Bundan böyle her gecesi dışarılara aitti.

* * *

Başka bir gece yine uyandı. Gündüzlerini mümkün olduğunca uykuyla örtüyor ve geceleri uyanıp gezmeye başlıyordu. Saçı başı dağılmış ve uzamıştı. Elbiseleri kirli ve yırtık pırtıktı. Bazen gündüzleri uyanıyor, sarhoşmuşçasına etrafı dolaşıyor, direklere ve duvarlara asılmış kendi resmine bakıp titreyerek kaçmaya çalışıyordu. Aranıyordu o. İnsanlar onu fark ediyor muydu?
Yürümeye başladı. Titriyordu. Denizden gelen soğuk rüzgâr onu uçuracak gibiydi. Aya baktı. Bu bulutsuz gecede onun önündeki bulut da neydi öyle? Yoksa bir bulanıklık mı demeli? Evet, bulanıklık. Gözleri herhalde gündüzün aydınlığından hala kurtulamamıştı.
Zorlanarak da olsa boğazı yukarıdan gören bir yere gitti. Gözlerini kapattı. Zayıflamış kollarını ileri açtı. Hala bir şeyler hissediyordu, fakat giderek üşüyordu. Uzaklaştı ordan. Nasıl ki bedenini soğukluk, gözlerini bulanıklık işgal ediyorsa, başının sol yanı da dayanılmaz bir ağrının pençesindeydi.
Bir çığlık atmayı düşündü. Belki birisi ona yardım ederdi. Ama bir çığlık… Hani o gündüze aitti? Etrafına bakındı. Gündüz insanlarla dolu olan bu cadde, iyi niyetinden kuşku duyulacak birkaç kişiye teslim. Onların bu çığlığa cevabı farklı olurdu. Gecede çığlık, yalnızlığın ve güçsüzlüğün haykırılmasıydı çünkü.
Hala evinin yolunu biliyordu. Eğer içinde o kadar güç varsa oraya gidebilirdi.
Bir sokağa girdi. Her an yere düşecek gibiydi. Üzerinde ağırlık vardı. Biraz hafiflese kim bilir daha ne kadar giderdi. Sisle örtülmüş kaç sokak daha geçilirdi… Eğer ki iki sokak daha öteye gideceğini bilse, üzerindeki her şeyi atar ve çırılçıplak koşmaya başlardı.
Sokağın bitiminde bir tüy gibi yere düştü zayıf bedeni. İki gündür bir yiyeceğin girmediği midesi kan atıyordu dışarı. Gözündeki beyaz bulanıklık ise kanla örtülüyor gibiydi. Büzüşmeye çalıştı. Ne kadar küçük olursa o kadar çabuk ısınırdı.
Birden çekilip döndürüldüğünü hissetmeye başladı. Biraz dirense sert bir tekme vücuduna iniveriyordu. “Lanet!” diyorlardı ona,”Şimdi elimize düştün.” Önce kalın pis kabanı alındı üzerinden. Tekrar büzüştü. Sabaha kadar idare edebilirdi kalanlarla. Öyle ya, gündüz sıcaktır.
Gözlerini kapattı. Uyursa çabuk geçerdi vakit. Bir engel vardı yalnız. Ayakkabısız uyumayı razı görmüştüler ona. Engel olamıyordu bu olanlara. Bir çığlık attı. Gece çığlığı… Hiçbir yanıt yoktu buna. Ayakkabısızdı artık. Sıra pantolondaydı. İnce belini kırmalarla saran pantolonu da yoktu artık. Sonra kazağı da gitti ve soğuk rüzgâr onun biricik yorganı oldu. Kanlı ağzıyla küfür etti bunu yapanlara. Cevap sert ve acımasızdı. Bakınca sayılabilen kaburgalarından, çatırtı geliyordu her tekmede.
Sonra yalnız kaldı. Sisli sokakta sadece o vardı artık. Gözlerini açtı. Dünya nasıl da kızıla boyanmıştı böyle? Havayı kokladı. Duyumsadığı tek koku kendi kanıydı. Titriyordu. Ama bacakları yok gibiydi. Isınsa tekrar hissedebilir miydi onları? Görebilir miydi etrafını yine kızıla boyanmamış haliyle? Gündüz olmalıydı. Nasıl olacak bilemiyordu ama olmalıydı işte. Elini uzattı kanlı gökyüzüne. “Aydınlık,” dedi. “Aydınlık ve sıcaklık… Tekrar kucaklaşsak olmaz mı? Ve… Ve hiç ayrılmasak… Sonsuza kadar… Bir şans daha yok mu?.. Aydınlık ve… Ve sıcaklık… Size ihtiyacım var.”

KAYIP ZAMANDA IŞILTILAR
Ve topunun yanında durdu.
Topuna mermi doldurdu.
Ve yine, yine doldurdu.
Bir kurşun hemen gelip,
Onu kolundan vurdu.
Jaroslav Hasek


Yavaş yavaş sonbahar rüzgârlarının hissedildiği bir yaz gecesiydi. Zamansız yağan yağmur toprağı ıslatmış ve hafiften bir sis etrafı kaplamıştı. Birkaç ev dışında bütün evlerin ışıkları sönmüş ve uyuyan insanlar rüyalarıyla uzun yolculuklara çıkmaya başlamıştı. Gri bulutlar arasına saklanmış ayın silik görüntüsü biraz da olsa bir ışık oluyordu gözlere. Ya da kedilere ve köpeklere… Onlarsa buna pek aldırmıyor, ya bir araba altında, ya da bir köşe başında en ufak bir sese hazırlıklı uyuyordu. Yani kalın bir örtü şehrin üstünü örtmüş ve herkes bir çocuk gibi korkarak bu örtünün altına gizlenmişti.
Bir insanın bu saatlerde sokakta dolaşması hiç hayra alamet olamazdı. Bu, gerçek adı “sefalet” olan sokaklarda yürüyen ya evsiz barksız bir ayyaş, ya bir hırsız, ya da sorunlara batmış bir birisi olurdu. Öyleyken sendeleyerek birisi yürüyordu. Üzerinde siyah bir mont vardı. Titreyen ellerini cebine sokmuştu. Kafası, kalkan omuzları arasında sanki kaybolmuştu. Yüzü asıktı ve gözleri telaşlı telaşlı etrafı süzüyordu. Sık sık ardına dönüp bakıyordu. En ufak bir kıpırtı bile onun yüreğinin ağzına gelmesine yetiyordu. Adımlarıysa hızlı, korkak ve sessizdi.
Bir köşe başına gelince durdu ve biraz soluklandı. Kendi etrafında bir tur atıp yine sokağı kolaçan etti. Burnuna çöp ve lağım kokuları geliyordu. Bu, kendi evine çok yaklaşmış olduğunun kanıtıydı. Belki birkaç adım sonra oda kendi örtüsü altına saklanacaktı. Yaşamı boyunca hiç bu kadar hasret kalmamıştı evine.
Ardı sıra tekrar yürümeye başladı. Yokuş aşağı gidiyor ve bir bakkalın duvarındaki reklâm panosuna tüm dikkatiyle bakıyordu. Üstü örtük bir hedef olmuştu orası.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
  • Parts
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 01
    Total number of words is 4024
    Total number of unique words is 2107
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    47.0 of words are in the 5000 most common words
    54.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
    Total number of words is 4092
    Total number of unique words is 1956
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 03
    Total number of words is 4079
    Total number of unique words is 2056
    34.1 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    55.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 04
    Total number of words is 4056
    Total number of unique words is 1980
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 05
    Total number of words is 4090
    Total number of unique words is 1991
    33.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 06
    Total number of words is 4007
    Total number of unique words is 1930
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    57.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
    Total number of words is 4108
    Total number of unique words is 2005
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 08
    Total number of words is 4035
    Total number of unique words is 2165
    32.7 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    55.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
    Total number of words is 4021
    Total number of unique words is 1910
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.5 of words are in the 5000 most common words
    59.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 10
    Total number of words is 4125
    Total number of unique words is 2061
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
    Total number of words is 4067
    Total number of unique words is 1966
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    51.7 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
    Total number of words is 4113
    Total number of unique words is 2033
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.6 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 13
    Total number of words is 831
    Total number of unique words is 582
    39.7 of words are in the 2000 most common words
    52.5 of words are in the 5000 most common words
    61.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.