Kayıp Zamanda Işıltılar - 08

Total number of words is 4035
Total number of unique words is 2165
32.7 of words are in the 2000 most common words
46.9 of words are in the 5000 most common words
55.4 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Akşama kadar bitkin bir şekilde çalıştıktan sonra, üstelik bir de iki saat mesai yaparak, hafiften çiseleyen yağmur altında eve gelmiştim. İlkbahar doğaya egemen olmaya devam etmesine ediyordu, ama kışın buz gibi soğuğunu daha yok etmemişti. Soğukluk insana dinginlik verir derler, ama bende düşüncelere dalmak –ki bunların hepsi umutsuzluğa dairdi- ve yazın güneşini hayal etmenin dışında yarattığı bir başka sonuç yoktu. O akşam yemekte yemediğimi anımsıyorum. Sadece camın kenarına geçip hiç sokak lambasının yanmadığı, adı gibi çıkmazlarla dolu sokağıma bakıyordum. Sanki vücudum ve ruhum birbirinden ayrılmış ve hatta birbiriyle savaşıyordu.
O günler oturduğum evin kirasını ödeme günleriydi. Yani, yine beşinci kata çıkacak ve Güler Hanım’ın kapısını çalacaktım. O da, o buruşuk, çirkinleşmiş ve sinirli yüzünü, yani o kötülük timsali yüzünü bana gösterecek ve daha halimi hatırımı sormadan elimden parayı alacaktı. Doğrusu kocasının neden felçli olduğunu anlamak pek zor bir şey değildi. Kim bilir zavallı adama neler yapmıştı o kadın? Kocasını bir kere parkta görmüştüm. Sarkık suratıyla başını hiç oynatmadan etrafı izliyordu. Masumca… Belki de geçmişi düşünerek. Pişman mıydı acaba? Yani en azından bunu hiç düşünüyor muydu? Geçmişe dönüp her şeyi yeni baştan alıp, belki de bu kadınla hiç buluşmadan yepyeni bir yaşam sürmek…
Güler Hanım’ı zaten hiç kimse sevmezdi. Ve ben de doğal olarak bu “hiç kimse”nin arasındaydım. Ona her kira ödeyişimde kendimi aşağılanmış hissediyor ve kinimi daha da artırıyordum. Sabahlara kadar onun elimden parayı alıp, kapıyı kapatmasını düşünüyordum. O anı düşünmek bile vücudumun gerilmesine yetiyordu. Sanki bir boşluktaymışım gibi sallanıp duruyordum. Yani sırtıma küçük delikler açıp oradan zincirleri geçirmişlerdi ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan ucunda sallanıyordum. Bir şeyin bedelini öder gibi. Ama neyin bedelini? Bedel ödeyecek kadar bile bir şeylere sahip olmayan birisinin, daha ödeyecek ne bedeli olabilir ki?
Bazen sırf ayağıma kadar gelip parayı istemesi için kirayı geciktiriyordum. O, yani Güler Hanım ödeme gününün üç gün bile geçmesine izin vermezdi. Hemen kapıma dayanıp çalardı zili. Ben de sırf sinirlensin diye birkaç kere çaldırırdım. Sonra açardım kapıyı ve yine daha nasılsın bile demeden o hışırtılı sesiyle, “Kira… Bay Erisen!” derdi. Parasını verirdim ve aynen öncekiler gibi hiçbir şey demeden defolup giderdi. Bu seferde daha büyük acılar beni yer bitirirdi. Nasıl bunu bana yapmasına izin veriyordum ben? Buna nasıl dayanıyor, kendimi nelerle avutuyordum? Bilmiyorum!..
Kaç kere onu öldürme hayali kurmadım ki? Bunların haddi hesabı bile yok. Ama onu öldürmek değildi iş. Hayallerimde ona bildiğim ne kadar işkence yöntemi varsa denedim. Gözümü kapatıp ağzıma gelen bütün küfürleri ona sayıp döktüm. Kırışmış vücuduna bıçakla kesikler atıp, daha kanı akan yaralara tuz döktüm. Yumruklarımı sıkıp saldırdım ve vurdum ona. Durmadan! Yüzüne, bedenine… Olmadı yorulduğumda ısırmaya başladım. Ta ki bütün gücüm çekilene değin. Gözyaşlarımla boğdum onu. Ama nafile! Her sabah kalktığımda tüm vücudumu silip süpüren, o kötülük timsali yüzü gözümde canlanıverirdi. Sanki yaptıklarımın intikamını alır gibi gitmezdi önümden. Boğazıma yapışır ve soluk alamazdım. Bu beni için ölmekten bile beterdi denilebilirdi. Zaten kötü olan ölmek değil, yavaş ve acıyla ölmek değil midir? Ya bir de ölemiyorsak! Yani buna cesaretimiz bile yoksa! O zaman ne olacak?
İşte o günde çalıştığım her an onu öldürme hayali kurmuştum. Her ayrıntıya dikkat ederek bitirmiştim işini. Şöyleydi: yorgun argın işten gelecek ve evime girecektim. Hava soğuktur numarasıyla eldivenlerimi giyecektim. Eldivenlerin de altında çenesini iyi kırabilmek için çelik parmaklığım olacaktı. Odamı iyice temizleyip, arkadaşımın evine gitmiş görüntüsü verecektim. Sonra az sonra ki şenlik için güzel bir yemek hazırlayacaktım. Onlarda hazır oldu mu, yavaş yavaş boyasız duvarların kirli merdivenini tırmanacaktım. Önce kapısının önünde uyuttuğu gıcık kediyi ezecektim güzelce. O da aynı ona benziyordu çünkü. Sonra kapıyı çalacaktım. İçeriden ayak sesleri gelirken ben hazırdım. Kapı açıldı mı ben her zaman ki sinirli halimin yerine efendi bir hal takınıp “Mehmet ağabeyin” durumunu soracaktım ona. Bana “Sanane?” diyecekti. Bütün vücudum gerildiği halde ona “olur mu” diyecektim. “Mehmet ağabeyi görmem lazım,”. “Niyeymiş?” diyecekti pis kokan ağzıyla. “Çok özel bir para işi,” diyecektim. “Para mı?” diyecekti. “Evet para.”
Daha bu para lafını duyduğu an bile zaten iş bitmiş oluyordu. “Gir gir,” diyecekti bana. Girecektim rahat biçimde. Ayaklarımdaki pislikleri yerlere sürecektim. Sonra başlayacaktım küfürlere ve ağzını kapatacaktım. İçimde sıkışıp kalmış, beni ezen bütün küfürler ortaya çıkacaktı o an. Onun boynuna yapışıp kalacaktı. Boynu ağırlaşıp yerlere yatacaktı. Sonra tam kafasına kafasına vuracaktım. Ardından da ayaklarımla karnına. Bağırsa ne işe yarar ki? Sadece ağlama ve “ımm” sesi geliyordu. Kocasına bakıyorum o da gülüyordu. Sonra ayağımı kaldırıp birden eziyordum yılanın başını. Cansız biçimde tefeciliği ile yok olup gidiyordu o. Oh! Ne büyük bir zevkti bu? Ne büyük bir sevap?

* * *

O gün çıkışı olmayan sokağımı izledikten sonra ne yaptığımı bilmiyorum. Ezgin bir vücudun acısını hissetmekten başka hiçbir şey yoktu. Ya da belki yağan yağmur altında arınma isteğinden başka hiçbir şey.
Ertesi günün sabahında Güler Hanım’ın öldüğünü öğrendim. Sevinmedim değil, ama korktum doğrusu. Duyduğumda her yerim tir tir titriyordu. Sonradan otopsi raporundan öğrendim ki, kafasına sert bir darbe yiyerek ölmüş. Çok sarsıntı geçirmişmiş. Ve muhtemelen düşmüş dediler. Bu imkân dâhilinde bir şey mi? O attığı her adımı on kere düşünüp de atan bir cadıydı. Nasıl adım atarda düşer?
Sonradan çocukları geldi. Ta uzaklardan. Onlarda analarına çekmişler denilebilir. Ortalığın yatıştığı beşinci gün babalarını Darülaceze’ye yatırdılar ve oturdukları evi de kiraya verdiler. Çocuklarından en şişmanı ve en büyüğü ile görüştüm. Sanki annesinin ölümüne sevinmiş gibiydi. Bana sadece kaç para kira verdiğimi sordu. Yüzüne bakıp ağlamaklı bir hal alıp, gerçekte verdiğim paranın %50 azını söyledim. “Öyle mi?” dedi. Sustum. “Neyse birkaç ay oturun da bir şeyler yaparız,” deyip gitti. Gittiğinde güldüm.
O gecenin işte son üç dört saati benim için çok önemli. Doğrusu kimsenin benden şüphelenmek aklına gelmedi. Yalnız bir ben şüphelendim kendimden. Sakın yanlış anlamayın. Onu öldürmüş olma olasılığından korkmuyorum. Gerçekten de bunu yapabilme ihtimali ben de inanılmaz bir heyecan uyandırıyor. Hem de sabahları güneş kadar ışıltılı umutlarla güne başlayacak kadar.
GEÇMİŞTEN KOPUŞ


Görüyorum beyaz giysinin önümden geçip gittiğini,
Ve senin hafif, yumuşak bedenini,
Ve her zamankinden daha tatlı akarak fışkırıyor ıtırı gecenin,
Ve rüya içinde gibi, çanak yaprağından bitkilerin,
Hep, hep seni düşündüm,
Ben uyumak istiyorum; sense dans etmeye mecbursun.
Theodore W. Storm

Köy görünmeye başladıkça yapışık kulaklarını okşayarak daha bir dikkatle bakmaya başladı Ergin. Evini caddeden giden bir arabayla görmesi mümkün olmasa da gözleri inadına onu aradı. İçinde anlayamadığı bir heyecan birikmişti. Aldığı her soluk boğazında düğümleniyordu sanki.
Minibüs köye girer girmez hemen yolun değiştiğini fark etmişti. Köyün sol yanındaki evlerin önünden geçen yol iptal olmuştu. Biraz sevindi buna. Küçükken hep bu yolun uzaklığına sinir olurdu. Şimdi, yol evlerine yakın olunca daha güzel olmuştu sanki her yer. Şoföre münasip bir yerde durmasını söyledi. Yani çeşme yakınında. Akan, tertemiz sudan biraz içmek için.
Tam çeşme yanında durmuştu minibüs. İçerdekilere iyi günler deyip valizini ve çuvalını indirmeye başladı. Heyecanla indiriyordu yüklerini ve diğerleri de ona yardım ediyordu. Yükleri inince yaşlı minibüs yine zorlanarak gitti. Ergin ise daha başından bir hayal kırıklığına uğramıştı. Çeşmeden bir damla bile su aktığı yoktu. Kaç kere içine düşüp boğulma tehlikesi geçirdiği havutlar bomboştu. Adeta yıkılmaya terkti çeşme ve o, bunu hazmedemiyordu. Çeşmenin yanına gidip bir süre onu izledi. Küçükken çıkmak için dakikalar harcadığı çeşmenin tepesi şimdi bir el uzaklığındaydı. Bu komik gelmişti. O an büyüdüğünü daha iyi anlamıştı sanki.
Sonra gözünü sokaklara çevirdi. Birkaç tavuk ve koyun dışında bomboştu her yer. Anlamsız geliyordu bu ona. Her şeyin böyle silinip gittiğine inanamıyordu bir türlü. Buranın hala eskisi gibi olduğunu zannedip, evlerini satmak isteyen annesine karşı çıkmıştı. Şimdi ise korkuyordu. Kendi evinin de bu sokağa benzemesinden... Satılmasına karşı çıktığı evi kendi satmasından...
Valizini eline, çuvalını da sırtına alıp bir süre öylece bekledi. Evi görmeye mi, yoksa amcasının evine mi gitse bir türlü karar veremiyordu. İstemsizce kendi evine giden sokağa daldı. Bir dışkı kokusu sarmıştı sokağı. Kendisinin buraya ait olmamasına sevindi. Buralardan daha üstün hissediyordu kendini. Gözleri, sürekli pencereden bakan birisini arıyordu. Ona bakıp hal hatır soracak kimse yok muydu yani? Sinir oluyordu buna. Hâlbuki o küçükken birisi İstanbul’dan gelmeye görsün herkes başına üşüşüverirdi. “Demek ki çok şey değişmiş!” dedi kendi kendine. “Tavuklar dışında ev sahibi kalmamış bu köyde.”
Bir köşe dönüp yirmi otuz metre yürüyünce yeşil boyayla boyanmış evlerini gördü. Evin önündeki dut ve kiraz ağacı kurumuştu. Tuvaletlerin ev içine taşınmasıyla birlikte ziyaret edilmeyen dışarıdaki eski tuvaletin üstü ve bir cephesi yıkılmıştı. Dökülmeye başlayan sıvalar daha bir çirkinleştirmişti evi. Pencere önündeki demir parmaklıklar paslanmış, camlar ise bir çocuğun sapan taşına kurban gitmişti. Gidip evin içerisini de görmek istedi ama buna dayanma gücünü bulamıyordu. Bunun yerine ağır yüküyle gerisin geriye dönüp, başını topraktan kaldırmadan hızlıca çeşmenin yanına gitti.. Çeşmeye bakıp, “Senin haline üzülmüştüm, ama sen daha iyi durumdasın bizim evden,” dedi.
Sonra amcasının evine giden sokağa doğru gitmeye başladı. Bu sefer umursamıyordu onu izleyen olup olmadığını. Onun yerine duvarlara yapıştırılmış hayvan dışkılarına bakıyordu. Bunun İstanbul’da olduğunu düşleyip güldü. Aslında ağlamak istiyordu ama o yine de güldü. İçinde anlamadığı bir umut vardı. Ayağı takıldığında yere düşeceğini bilen, ancak birilerinin onu tutacağına inanan birisininki gibi rahattı…
Ardından küçükken kızağıyla kaydığı yokuşu da tırmanıp amcasının evine yaklaştı. Onların evi yine aynıydı. Yıkılacak gibi duran kül rengi duvarlar, dışarıya sarkmış yeşil meyve ağaçları, büyük kapının üstündeki “17” yazısı… “Hiç de değişmemiş,” dedi Ergin kendi kendine “hâlbuki bu duvarlar yıkılır zannederdim ben.”
Tahta kapının yanına varıp iki üç kere vurdu Ergin. İçinden kapıyı bir tekmeyle yıkmak geliyordu. Sanki kendi evleri yıkılmışsa bu evinde ayakta kalmaya hakkı yokmuş gibi.
Bir ayak sesi gelince rahatladı. Kendine çeki düzen verdi. Kapı açılınca donuk bakışlarla izlemeye başladı karşısındakini. Amcasının kızıydı kapıyı açan. O da Ergin gibi olmasa da uzamıştı. Türbandan dışarı fırlamış siyah saçları, meraklı biçimde karşıdakini süzen kahverengi gözleri, iri ve dolgun dudakları ve gülümseyen yüzü Ergin’e hiç tanıdık gelmiyordu. O eski sümüklü Gül’ü bekliyordu karşısında.
Kız, “Hoş geldin!” dedi.
Ergin gülümseyerek “Hoş bulduk!” diye cevap verdi.
Unutkanlığından hala çuvalı indirmemişti Ergin sırtından. Ancak kız hatırlatınca indiriverdi hemen. Sonra amcası gözüktü. Beyaz saçları iyiden iyiye dökülmüştü. Suratı kırışmış, bıyıkları sigara dumanından sararmış, kısa boylu ve şaşı gözlü bir ihtiyar olmuştu o. Ağzındaki kalmayan dişleriyle gülmeye çalışıyordu ve bu onu çok komik bir hale sokuyordu.
Amcası Ergin’i görünce:
“Ouu, hoş geldin yegenim!” dedi.
Ergin amcasının dişlerine bakıp gülerek “Hoş bulduk amca!” dedi.
Amcasının elini öptü ve içeri geçtiler. İçeride aynı şeyleri bir de yengesiyle yaşadılar, ama işaretleşerek. Çünkü yengesi “cin çarpması” sonucu konuşamıyordu. Denilene göre elinin hamuruyla tuvalete girmişti ve cinler bu ziyarete pek de sıcak bir karşılama düzenlememişlerdi. Sonra kız ve anne yemek ve çayla uğraşırken, Ergin’le amcası İstanbul’la köy yaşamından bahsedip durdular. Aslında Ergin zorlama ile konuşuyordu. Saçma geliyordu ona bu konuşulanlar. Sırf iş olsun diye yapılan şeyler gereksiz görünürdü ona çünkü.
Ardı sıra yemek yediler ve acı bir çay içtiler. Konuşacak pek bir şey kalmayınca da dinlenmeye geçti Ergin. Kendi için hazırlanmış temiz bir odada yıkılmaya yüz tutmuş evini düşünerek uykuya daldı.

***

Sabah, yüzüne vuran güneşin ışınları, vızıldayan sinekler, hiç durmadan möleyen inekler ve amcasının bağıra çağıra yaptığı telefon konuşmasıyla uyandı. Amcasının telefon konuşmasına kulak verince, onun, annesiyle görüştüğünü anladı. “Annem herhalde ihtiyacı olan şeyleri sıralıyordur,” diye düşündü. Kalkıp bahçeye bakan minik pencereden kavga eden iki horozu izledi. Horozlara kurbağa gibi bir ses çıkarıp onları ayırmasının ardından üstünü giyindi ve yatağı düzeltmeye başladı. Yatağı düzeltirken bir yandan da bugün neler yapacağını düşünüyordu. Gidip evini iyice görmeyi planlıyordu. Belki çok kötü bir durumda değildi ev. Eve baktıktan sonra ise doğru Hıdrellez’e gidecekti. Ardı sıra, İki Göl, Kepekli Göl, Sona bağları ve İcim’e gidecekti. Bunların ismi bile ona bir heyecan vermeye yetiyordu. Her birinde bir geçmiş gizliydi çünkü.
Odaya kabaca bir çeki düzen verip dışarı çıktı. Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Evin içinde tam bir koşuşturmaca yaşanıyordu. Herkes ona hizmet etmek için yarışıyor gibiydi. O ise bunları biraz abartılı buluyordu. Bu kadar hizmet edilecek birisi olarak görmezdi kendini hiç.
Oturma odasına geçtiğin de amcasını yine komik gülümseyişiyle buldu. Ona bakınca kahkahalarla gülmek istiyordu ama amcasının yanlış anlamasından korkarak hafif bir gülümseyişle cevap veriyordu. Amcası ona bakıp:
“Biraz önce annenle görüştüm,” dedi.
“Bağırman ve çağırmandan zaten anlaşıldı gedik dişli,” diye geçirdi içinden ama sadece “Nasılmış?” diye bir soru yöneltti Ergin.
“İyiymiş, iyiymiş… Selamı var,” diye cevap verdi amcası.
Amcasının bu kadar neşeli olmasına garipsemişti Ergin. Gerçi ha bire sırıtan birisiydi ama bu kadarı fazla gibiydi.
Daha ötesinde bir şey söylemedi Ergin. Sadece amcasının suratına bakıp gülümsüyordu. Amcası:
“Bugün neler yapacaksın? Evi satmak için görüşmeye gidecek misinin?” diye sordu.
“Bugün eve iyice bir bakıp ardından dolaşmak istiyorum. Yani İcim’i, Kepekli Göl’ü falan…” diye mırıldandı Ergin.
“Kepekli Göl’e kesin git. Suyundan doya doya iç şöyle… Babanın canına da değsin. Bilirsin çok severdi orayı!” dedi amcası.
“Evet,” dedi Ergin, “doya doya içeceğim.”
Sonra amcasının köydeki ölenleri sırasıyla anlatmasını sabırla dinledi. Çoğunu tanımıyordu ölenlerin, ama hepsini de “Tanıyorum,” der gibi başını sallıyordu. Bir ara amcasının tuvalete gitmesini fırsat bilip dışarı çıktı. Onların, “Daha erken,” demesine aldırmıyordu bile. Dışarı çıktığında insanın içini ferahlatan tertemiz havayı ciğerlerine çekti. Yıllardan beri hasret kaldığı bir solumaydı bu. O an köyde olduğuna daha bir emin oldu. Çünkü hiçbir sabah, köy sabahına benzemezdi.

***

Dünkü geldiği saatlere göre daha bir hareketliydi etraf. En azından sadece tavuklar yoktu. Birkaç koyun çimenlerde otlanıyordu. Bir inek sırtını duvara sürtüp kaşımaya çalışıyordu. Dört-beş yaşlarında bir çocuk sopayla sırtı yara olmuş bir eşeği kovalarken, üzeri pislik içinde olan yaşlı bir kadın köşede uyukluyordu. Güldü hepsine Ergin ve küçük yokuştan aşağıya bıraktı kendini. Kendine garip garip bakan insanlara hiç aldırmadan, büyük adımlarla evinin yanına vardı. Evin avlusuna varınca çok da kötü görünmedi ona her şey. Biraz sıva, biraz da boyayla adam olurmuş gibi geliyordu bu ev ona.
Evle en fazla çocukların ilgilendiği belliydi. İlgilerini çeken ne varsa alıp götürmüşlerdi evden. Ya da saklambaç oynamışlardı. Duvarlara yazılar yazmışlar, evin girişine yuva yapmış kuşları vurmak için sapanlarına sarılmışlardı. İyi isabet ettiremedikleri belliydi kırılan camlardan. Onlara kızmadı Ergin. Onların yerinde olsa kendi de böyle yapardı çünkü. Sahipleri aldırmazsa çocuklar aldırır mıydı bu eve?
Önce bahçeye gidip ardından evin içine bakmaya karar verdi. Topraklarını küçük bir harçlık için işlediği, yeşil demir masayı kurup çay içtikleri bahçeyi merak etti. Her adımı korkakça atılan bir adımdı. Bir yıkımın olduğunu biliyor ama bilmezlikten geliyordu. Bahçeye giden yoldaki çiçekler kurumuş, her yer dışkıyla dolmuştu. Nerden geldiği belli olmayan koca koca naylonlar vardı yerde. Sonra başını kaldırıp bahçenin görünen yerlerine baktı. “Belki kurumuş ağaçlar bulurum,” diye düşünüyordu ama kurumuş ağaçlar bile yoktu etrafta. Hepsi kesilip götürülmüştü. Yıllarca sebze ve meyvesini yedikleri o toprakları şimdi kocaman sarı otlar kaplamıştı. Adımlarını hızlandırıp tam bir şekilde görmek istedi her yeri. Ama bütünün de o parçadan farkı yoktu. Daha öncesinde yirmiyi geçkin ağaç bulunan bahçe şimdi dört tanesine razı olmuştu. O, İstanbul’a giderken küçük olan ceviz ağacı, kayısı ağacı, armut ve elma ağacı kalmıştı koskoca bahçede. Yüzünü ekşiterek gerisin geriye döndü Ergin.
Evin kapısını eli titreyerek açtı. Artık umudu kalmamıştı. Kapıyı açtığında her şeyin tepesine yıkılacağı gibi bir his vardı içinde. Kapıyı iyice açtı ve izlemeye başladı. Küçükken dizinde top saydırdığı salonda sadece kullanılmayan ayaklı dikiş makinesi kalmıştı. Yer ise temizdi. Tavandaki ağaçların üstüne serilen kalın hasırlar yırtılacak gibi duruyordu.
Birkaç adım atıp oturma odasının kapısına vardı. Yerde üzeri sekizgen desenli yeşil-siyah karışımı bir çul, biri, bir köşeden diğer köşeye uzanan üç tane divan, koyu yeşil koltuk ve duvara asılmış bir askılık vardı odada. Hâlbuki bu oda, bu evin en canlı yeriydi. Divanların üstüne zıplar, camlara ismini yazar, yumuşacık halının üzerinde misket oynar ve kışın saatlerce karda oynayıp sobanın başında lastik çizmelerini ve ayaklarını kuruturdu. Şimdi ise ruhsuzluğa teslimdi.
Artık hızlıca bitirmek istiyordu her şeyi. Anne ve babasının yatak odasına gitti. En kötü durumda olan yer orasıydı. Her yer toz toprak içindeydi. Yıkılma derecesine gelmiş tavana ağaçlarla destek yapılmıştı. Örümcekler köşelere ağlarını örmüş, yere ise birkaç tane üzeri karalanmış kâğıt atılmıştı. Aklı başında bir insan o odada beş dakikadan fazla durmazdı.
Banyo ve tuvalet evin en sağlam kalan yerleriydi. Sadece sarı bir renge boyanmış gibi duruyordu. Tavanı sağlam, muslukları ve camları yerindeydi. Zaten bundan başka da bir şey yoktu orda ve hiç olmamıştı. Oraya bir lütufta bulunmak istercesine elini yıkamak istedi. Ama sular akmıyordu. Ergin de, hayal ettiği bir suyla elini yıkar gibi yaptı ve bu haline güldü.
Mutfak ise artık çırılçıplak kalmıştı. Birkaç plastik kab oranın yegâne gereçleriydi. Kırık camından içeri güneş ışınları süzülüyor ve duvarlarındaki boyalar ha bire dökülüyordu. Bir süre daha donuk bakışlarla orayı süzüp misafir odasına geçti. Kapısı kapalıydı oranın. Herhalde kalan sağlam parçaları oraya tıkıştırmışlardı. İki üç kere itekledi kapıyı ama açılmadı kapı. Tekmeyle kırmak istiyordu kapıyı, kalan son umudunu bulmak için. Sonra vazgeçti ve yine titreyen ellerle dış kapıyı kilitledi. Kendini hemen sokağa attı ve mırıldandı, “Bir bağ kalmamış bu evle benim aramda.”
Sokakta ona bakan orta yaşlı bir kadınla öylesine bir sohbet etti ve ardı sıra yürümeye başladı Hıdrellez’e doğru. Kendine bakan insanlara bakmıyordu bile. Hâlbuki ne kadar da istemişti dün birkaç insan görmeyi. Onların, değişmiş olan kendine bakışlarına bakıp sayısız anlam vermek istiyordu. Ama şimdi, ona öyle geliyordu ki kendisinin önemsediği bir ev yoksa bu köyde, onun da önemseyeceği kimse yoktu.
Kale direkleri sökülmüş olan top sahasının yanından durağan bakışlarla geçti. Hiç üzülmedi ona bu. Normal geliyordu her şey çünkü. Ekini alınmış tarlaların yanına vardı sonra. Gözleriyle kertenkele arayarak Boklu Dere’yi geçti zıplayarak. Ardından bir patikada, söğüt ağaçlarının rüzgârla dans edişini izleyerek İki Göl’e inen yokuşun ağzına vardı. Her zaman bu yokuşa gelir ve kendini yokuş aşağı bırakarak soyunmaya başlardı. Sonra, gerçekte bahçe sulama göleti olan İki Göl’ün çamurlu suyunda yüzmeye başlardı. Bazı günler kadınlar da gelir, buranın şifalı olan çamurunu bedenlerine sürerlerdi. Kapalı bir yerde bedenlerini kurutmaya çalışırlar ve birisinin onları izlediğinin farkında bile olmadan, özel bir bölmede buz gibi bir kaynak suyuyla çamurlarından arınırlardı. Ergin’de dikizlemişti ara sıra onları. Fakat kayda değer bir şey görememişti. Hatta bir keresinde yakalanmış ve annesinden oldukça sert bir dayak yemişti.
Yokuş aşağı koşmaktansa bu gölün anılarıyla idare etti Ergin. Gülümsemek istiyor ama bir türlü esnemiyordu gergin yüzü. Sonra Hıdrellez’in sivri tepesine baktı ve ona yöneldi. Zaman zaman ayakları kaysa da taşlardan tutunarak çıktı dik yokuşu. Hıdrellez’in etrafını bir çember gibi saran dikenli tellerden kendine bir yer açtı ve geçti. Eskiden olduğu gibi her yer sahte mezar doluydu. Belki çok önceden ölmüş kişilere yapılan bir mezardı bunlar. Kimisi küçük, kimisi kocamandı. Ergin de yapmıştı bunlardan bir tane. Bir mayıs haftası; Hıdrellez gününde. Civardaki bütün köylerden insanlar gelmişti o gün. Seçim zamanı olduğu için büyük kazanlarda et pişirilip dağıtılmıştı. Kendisine de salt kemik olan bir parça düşmüştü. O da ekmeği yemiş gerisini atmıştı. Türbedeki zikir yapan kadınları izlemiş ve sivri burunlu, çilli bir kadından korkup kaçarak minik bir mezar yapmıştı. Nerde olduğunu bilmiyordu bu mezarın. Açıkçası bilmekte istemiyordu. Sahte mezarlara aldırmadan, hatta onları ayağıyla yıkarak türbenin girişine vardı. Ardına dönüp köyün evlerine baktı. Özellikle birçoğunun çatısı ilgisini çekmişti. Önceleri çatı lüks sayılırdı çünkü. Sonra tarlalara, bahçelere, Hıdrellez’in eteğindeki çam ve söğüt ağaçlarına baktı. Aşağılarda birkaç insanın hareketleri ve konuşmaları duyuluyordu. Piknik yapıyor olmalıydılar. Köyün insanları pek piknik yapmak için buraya gelmediklerinden dolayı onlar da Ergin gibi ziyaretçi olmalıydılar.
Türbenin açık olan kapısından ayaklarını çıkarmadan içeri girdi. Duvarlardaki nem içeri bir koku yaymıştı. Kimisi bu kokunun mistizmine kendini bırakırdı. Ergin’in ise suratında hiçbir kendinden geçiş gözlenmiyordu. Hatta insan biraz dikkatli baksa alaycı bir bakış bile bulabilirdi bu suratta. Zaten Ergin’in buranın sanatıyla ve tarihiyle ilgilendiği yoktu. Olsa olsa kıvrımlı bir duvar deseninin özenle işlenmesine şaşıp kalırdı.
Türbeden çıkıp, türbe kapısını sanki kilitliymişçesine kapadı ve hızlı adımlarla yokuş aşağı inmeye başladı. Küçükken türbenin etrafına örülmüş tel örgüleri gereksiz görürdü ama şimdi bunların ne için yapıldığını kuşku götürmez biçimde anladı.
Birkaç dakika sonra kevenlerin her yeri sardığı Sona’ya giden yola vardı. Yukarılara çıktıkça rüzgâr şiddetini artırıyor ve onun zayıf bedeni uçacak gibi oluyordu. Bir dinginliğin içine hapsolmuş gibiydi. Rüzgârda sallanan bir ağaç dalı gibi düşüncesiz hale gelmişti. Doğanın iç uyumuna o da ayak uyduruyordu artık. Amaçların göreceli olduğu bir yaşamın tadını çıkarıyordu.
Sona’ya giden yolla Kepekli Göl’e giden yolun ayrımında hiç düşünmeden aşağılara, yani Kepekli Göl’ün olduğu tarafa gitmeye başladı. Gözünü bahçelerden hiç ayırmıyordu. Hele o bahçelere bir varsın armutlar, elmalar, erikler ve üzümler Ergin’in iri ellerine teslim olacaktı. İçinde yeme isteği kalmayıncaya değin yiyecekti onlardan. Ona öyle geliyordu ki bugün onu hiçbir şey doyuramaz.
Bahçelerin arasından geçen traktör yolundan geçerken bütün meyvelerin toplandığını anladı. Sadece birkaç tane üzüm, uzun boyluların yetişebileceği kadar yüksekteki gizli bir yerde kalmış erikler ve kış armudu ile elması kalmıştı. Kepekli Göl’e varıncaya değin kucağını doldurmuştu bile. Ne gördüyse almıştı. Kepekli Göl ise kuruydu artık. İçerisini yemyeşil yosunlar kaplamıştı. Kaynak suyu ise akıyordu. Zaten Ergin’in istediği de bu suydu. Etrafındaki uçuşan arılara aldırmadan tiksinene kadar içti suyu. “Her şeye değsin!” diye söylendi. Ardından meyvelerini yıkadı ve bir salkım kara üzümü yiyene kadar bir taşın üstüne oturdu. Babası geliyordu aklına habire… Onun, altında bir çul ile güneşin alnında uyuyuşunu düşünüyordu. Çok değil, belki dokuz yıl önce az ilerisine yatmıştı babası ve o, babasına bakarak ayaklarını suya sokuyordu.
Sonra yetmemiş elmasını yemeye başlayarak Sona’nın tepesine gitmeye başladı. Gözü tepedeki o iğde ağacını arıyordu. Ama yoktu. “Ulan,” dedi kendi kendine, “nereye gitsek her şeyi tırpanlamış bu millet.”
Aşağılara inmek istiyor ama bir türlü küçük yol göremiyordu. Bahçeler körelmiş, insanlarsa gelmez olmuşlardı buralara. Koca koca otlar ve çalılar geçit vermiyordu artık insana. Yani onlarındı buralar. İnsanlar terk etti mi onlar sahip çıkardı hep.
Tepeye varınca şöyle bir etrafına bakıp doğruca İcim’e yöneldi. Acele etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hem saat ikindiyi geçmişti artık. Develi Dağı’nın eteklerinden ise İcim’e doğru koyunlar ve korumaları olan köpekler gidiyordu. Çobanları ise badi badi yürüyordu.
Küçük tepeleri hızla aşıp İcim’in söğüt ağaçlarını görünce derin bir soluk aldı. Gidip hemen kendini onların altına atmak istiyordu. Yaprakların altından güneş ışınlarının süzülüşünü izlemek istiyordu. Bir salkım üzüm de orda yerdi belki.
Söğüt ağaçlarının altına varınca düşündüğü gibi uzandı. Altında, sararmış bir parça gazete, yanında bir salkım üzüm ve yetmemiş armudu vardı. Hiç hayal kurmayan birisi olsa da hayal kuruyordu önündeki kızıllığa bakarak. Sakince soluğunu alıyor ve yanından geçen koyunları fark etmiyordu bile. Çoban ise ona şaşkınca bakıyordu. Çobana göre de saçmaydı hayal kurmak. Onun düşünceleri gerçeklere aitti. Ya bağ işlerken ortaya çıkardı o gerçekler ya da koyunların otlatırken yaylada.
Bir ara gözlerini açtı Ergin. Nerdeyse bir saattir uyumuştu oracıkta. Üzümünü eline alıp yapraklara bakarak yedi onu. Sanki ağacın yapraklarına değecek gibi tükürüyordu üzüm çekirdeklerini, ama birkaç metre yukarı çıkıp bir taşa veya kafasına düşüyordu çekirdekler. O ise buna aldırmıyor türkü söylemeye çalışıyordu.
Ayağa kalktı sonra ve eline aldığı taşları fırlattı ilerilere. Anlamsızca fırlatıyordu onları ve fırlattıkça kahkahalarla gülüyordu.
Ardı sıra yürüdü Develi Dağı’nın eteklerinden. Koyunların nereye gitmiş olduğunu bir türlü anlayamadı. Dağın zirvelerine çıkmak istedi ama vazgeçti bundan. Kenarlardan bağlara taş fırlatarak yürümek daha hoş geliyordu ona. Attığı taşların birisinin kafasını yaracağını düşünüp duruyordu. Ama biliyordu ki kimse yok bu bağda.

***

Sona’nın son bağını da aşınca kabak tarlalarına girdi. İki-üç tane kabak kırıp köyün meydanına giden yola indi. Büyük bir kayalığın üstüne yapılmış bir evle başlıyordu köyün bu tarafı. Eski okul aşkı da burada oturuyordu. Evlenmişti belki ama yine de görmek istiyordu onu.
Kayalığın yanına varınca bakındı etrafına. Orta boylu sarışın bir kızdan başka kimse yoktu. Bir köpeğin karnını doyuruyordu kız. Bakıştılar birbirlerine. O an anladı ki o çocukluk aşkı Sümbül. Üzerinde çiçekli bir etek ve ince bir bluz vardı. Yeşil gözleri bembeyaz suratında parlıyor gibiydi. Yanaklarında birkaç çil oluşmuştu. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı.
Köpek Ergin’i görünce tam da Ergin’in istediği gibi yanına geldi. Kız ise elini güneşe siper ederek bakıyordu onlara. Ergin bağırarak:
“Nasılsın Sümbül?” dedi.
Kız, “İyiyim de, sen kimsin?” dedi.
Ergin, “Tanıyamadın mı? Ben Ergin?” diye cevap verdi.
Kız bir süre onu süzüp, “Çok değişmişsin,” dedi.
Ergin sustu. Köpekle onun yanına yaklaştı. Kız ise biraz tedirgindi. Gören olursa hiç iyi olmayacağını düşünüyordu.
Ergin, “Güzel köpek,” dedi.
“Hee, sokakta buldum onu. Her gün bu saatlerde karnını doyurup duruyorum onun.” diyerek güldü kız. Sanki bir ipucu vermek istiyor gibiydi. Ergin ise bunu anlıyordu.
Bir süre birbirlerini izlediler.
Kız, “Sen İstanbul’daydın değil mi?” dedi.
Biraz övünerek “Evet,” diye cevap verdi Ergin. Küçükken, okulda hissettiği duyguların aynısını yeniden hissetti ona karşı. Sonra kız uzaklaştı, hem de görüşme dileğiyle. Ergin’in de tek dileği buydu. Evlerin arasındaki taşlı yoldan giderken sadece onu düşünüyordu çünkü. Kızın evli olmadığının zannı bile onun içini heyecanla doldurmaya yetiyordu.
Meydana varınca çeşmeye baktı. Onun da suyu akmıyordu. Kahvehanelerde ise birkaç kişi vardı. Çoğu yaşlıydı onların. Gözüne çocukluk arkadaşı ilişti. Tedirgin biçimde bir sandalye de oturuyordu o. Ergin onun yanına doğru yürüdü. Orta boyluydu arkadaşı. Adı Selim’di. Sarı saçları, dikdörtgen bir kafası, biraz sağa eğri burnu ve güzel, mavi gözleri vardı onun. Ergin onu görünce gülmeye başlamıştı. Arkadaşı da aynısıyla cevap veriyordu. Klasik bir selamlaşmanın ardından eski günleri ve en önemlisi sevdiklerini konuşmaya başlamışlardı. İkisi de sanki dert ortağı bulmuşçasına fısıltıyla konuşuyorlardı. Arkadaşı:
“Ergin, ben Ayşe’yi çok seviyorum,” dedi.
Ergin ise içinden “Seve seve, o şişko tosbağayı mı sevdin be?” diyordu.
“Ne yapıp edip onunla evleneceğim,” dedi arkadaşı. Ergin ise:
“Sevdiğinin peşini bırakma,” dedi.
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
  • Parts
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 01
    Total number of words is 4024
    Total number of unique words is 2107
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    47.0 of words are in the 5000 most common words
    54.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 02
    Total number of words is 4092
    Total number of unique words is 1956
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.1 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 03
    Total number of words is 4079
    Total number of unique words is 2056
    34.1 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    55.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 04
    Total number of words is 4056
    Total number of unique words is 1980
    34.8 of words are in the 2000 most common words
    49.0 of words are in the 5000 most common words
    57.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 05
    Total number of words is 4090
    Total number of unique words is 1991
    33.0 of words are in the 2000 most common words
    46.0 of words are in the 5000 most common words
    53.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 06
    Total number of words is 4007
    Total number of unique words is 1930
    35.3 of words are in the 2000 most common words
    50.7 of words are in the 5000 most common words
    57.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 07
    Total number of words is 4108
    Total number of unique words is 2005
    33.6 of words are in the 2000 most common words
    48.4 of words are in the 5000 most common words
    55.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 08
    Total number of words is 4035
    Total number of unique words is 2165
    32.7 of words are in the 2000 most common words
    46.9 of words are in the 5000 most common words
    55.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 09
    Total number of words is 4021
    Total number of unique words is 1910
    35.4 of words are in the 2000 most common words
    51.5 of words are in the 5000 most common words
    59.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 10
    Total number of words is 4125
    Total number of unique words is 2061
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.4 of words are in the 5000 most common words
    58.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 11
    Total number of words is 4067
    Total number of unique words is 1966
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    51.7 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 12
    Total number of words is 4113
    Total number of unique words is 2033
    34.9 of words are in the 2000 most common words
    50.6 of words are in the 5000 most common words
    59.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Kayıp Zamanda Işıltılar - 13
    Total number of words is 831
    Total number of unique words is 582
    39.7 of words are in the 2000 most common words
    52.5 of words are in the 5000 most common words
    61.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.