Michael Kohlhaas - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 3885
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2040
30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
SUNUŞ
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
HEINRICH VON KLEIST ÜZERİNE
18 Kasım 1777'de Oder üzerindeki Frankfurt'ta doğmuş olan Heinrich von Kleist, daha çocuk denecek yaşta büyük bir öğrenme hevesi gösterdi; bu öğrenme hevesiyle birlikte onda az raslanır bir kavrayış ve anlayış göze çarpıyordu. Kleist, on, on bir yaşlarında annesiyle babasını yitirdi. Yetim ve öksüz kalınca, Berlin'de vaiz Carl'ın koruması altına verildi. Vaizin yanında 1792 yılına kadar kaldı. Bundan sonra babasının yolundan yürümeye karar verdi ve subay adayı olarak Potsdam'daki hassa alayına girdi. Orada kibar tavırları, canlılığı, müziğe yeteneğiyle kendisini sevdirdi. Ren savaşına katıldı. Daha sonra karşılık görmediği derin bir aşka kapıldı; bu sevgi, üzerinde öyle büyük bir etki bıraktı ki, bu kibar genç, giyim kuşamını savsaklayıp kendini matematiğe ve Kant felsefesine verdi. Bunun sonucu olarak 1799 yılında hassa teğmenliğinden çekilip yine Frankfurt'a döndü, orada yüksek öğrenime başladı. Kız kardeşleri de Frankfurt'ta bulunuyorlardı. İşte Kleist yaşamının en mutlu günlerini burada yaşadı; hele kentin ileri gelenlerinden birinin sevimli ve zeki kızıyla nişanlanınca, mutluluğu bir kat daha arttı. Fakat bu mutluluk uzun sürmedi; aşırı derecede kafa yorgunluğu yüzünden sağlığı bozuldu. Askerlikten ayrıldıktan sonra yapısına uygun bir uğraşı da bulamamıştı. Kant felsefesi, Kleist'ın gerçeğe varabilme konusundaki inancını körletmişti. Sağlığıyla birlikte ruh durumu da kökünden bozulmuştu. Dışişlerine girmek üzere 1800'de Berlin'e gitti. Siyasal bir görevle Viyana'ya doğru yola çıktı; fakat buraya ulaşamadan yine Berlin'e döndü. Düzen ve sabır isteyen memurluk yaşamından çekilmeye karar verdi; bu iş için yaratılmamış olduğunu duyumsamıştı. Kant felsefesiyle uğraşması onu insanoğlunun varlığı ve ödevleri konusunda öyle bir bocalama içine attı ki, garip yapısının da etkisiyle umutsuzluğa kapıldı, iş göremez oldu; hatta nişanlısına karşı duyduğu sevgi bile körlendi. Bunun üzerine nişanlısı, onun bir uğraşıda karar kılamadığını ileri sürerek nişanı bozdu. İşte bundan sonra Kleist'ın yaşamı ülke ülke dolaşmakla geçti. Yitirdiği erinci başka çevrelerde, başka insanlar arasında yeniden elde etme umuduyla, sevgili kız kardeşi Ulrike ile birlikte, 1801'de Paris'e gitti. Oradaki yaşam, onu kendi içine çekilmeye yöneltti: Gönlü insanlara, bilime karşı gittikçe artan bir tiksinmeyle doldu. Bunun üzerine dünyadan elini eteğini çekmeye, İsviçre'de toprak alarak bir köylü gibi yaşamaya karar verdi. Kız kardeşini Frankfurt'a kadar götürdükten sonra İsviçre'ye döndü; fakat tasarısını uygulamaya koyamadı. Paris gibi büyük bir dünya kentinin gürültüsünden İsviçre'nin şairane yalnızlığına sığındığı halde, ruhu dinginliğe kavuşamamıştı: bazan büyük umutlarla dolup taşıyor, bazan da umutsuzluğa kapılıyor, hatta çılgına dönüyordu.
Bern'de bulunduğu sıralarda büyük şair Wieland'ın (1) oğlu Ludwig Wieland ve küçük Gessner (2) ile tanıştı. Bu tanışma sonunda, o zamana kadar uyumuş olan şairlik yeteneği uyandı. İsviçre'de Schroffenstein Ailesi adlı oyununu yazdı (1802) ve Kırık Testi adlı güldürüsüyle birçok kez yeniden kaleme alıp bir türlü bitiremediği Robert Guiskard adlı oyununa başladı. Bu oyunun kendisine büyük bir ün sağlayacağını umuyordu. Günün birinde ağır bir hastalığa tutuldu. Hastalığı haber alır almaz hemen yanına koşan kız kardeşi Ulrike, ona özenle baktı. İyileşince kardeşiyle birlikte Almanya'ya döndü (1802). Kısa bir süre Jena'da kaldı. Burada Goethe ve Schiller ile tanıştı. Geothe, tüm içtenliğiyle ilgi göstermesine karşın, bu garip yapılı adamdan biraz çekindi; Kleist ise, yukarıda saydığımız yapıtlarıyla, dahi şair çelengini Goethe'nin başından çekip almak istiyordu. Kendisine Robert Guiskard'dan parçalar okuduğu yaşlı Wieland, çok şeyler söz veren bu oyunı beğendi; bitirmesi için de onu yüreklendirdi. Bir yıl sonra, yani 1803'te Kleist, Dresden'e gitti; oradan da bir arkadaşıyla yine İsviçre'ye, İtalya'ya ve yine Fransa'ya geçti. Bu yolculukla dinginliğe kavuşacağı yerde, kendi sanatına olan inancı gittikçe kırılarak üzgün bir ruh durumuna düştü. Arkadaşıyla ''varlık'', ''yokluk'' üzerine bir tartışmadan sonra arkadaşı, birlikte oturdukları evden ayrıldı. Bu yüzden şairin umutsuzluğu daha da arttı; Robert Guiskard'ı üçüncü kez yaktı.
Yeniden Almanya'ya döndüğü zaman, Mainz kentinde altı ay süren tehlikeli bir hastalığa tutuldu. 1804 yılının sonlarına doğru Doğu Prusya'nın başkenti Königsberg'e gitti. Bir yandan oradaki hükümette memur olarak çalışırken, öte yandan da şairlik yolunda büyük gelişmeler gösterdi: Kırık Testi'yi tamamladı; Moliére'in Amphitryon'u üzerinde çalıştı: Marquise von O., Michael Kohlhaas öykülerini yazdı ve belki de Robert Guiskard'ı yeniden ele aldı.
O sıralarda Napoléon orduları her yanda zafer üstüne zafer kazanıyordu.. Kleist, Jena ve Auerstaedt önlerinde Almanların yenildiği haberini Könisberg'de duydu. Ülkesinin bu üzücü durumu ve para sıkıntısı, karaduygusunu bir kat daha artırdı. 1807 başlangıcında yarı umutsuzluk içinde Berlin'e gitti; elinde pasaportu bulunmadığı için, Berlin'i işgal altında bulunduran Fransızlar tarafından tutuklanıp iki subayla birlikte Fransa'ya gönderildi. Birkaç hafta Fransa'da kaldıktan sonra, özgür bırakıldı. 1807 yılı ortalarına doğru Dresden'e gitti. Orada Ludwig Tieck (3) ile tanıştı ve başka yazarlarla birlikte Phöbus adında aylık bir dergi yayımlamaya başladı. Bu dergi ancak 1808 Ocağı'ndan Ekimi'ne kadar çıkmış, Michael Kohlhaas'ın ilk biçimi burada bölüm bölüm yayınlanmıştı. Phöbus işi bir süre için neşesini yerine getirmişti; fakat bu da uzun sürmedi. Çünkü Goethe'nin kendisinden pek de övgüyle söz etmediğini öğrenmişti; bunun üzerine birkaç acı yergi yazdı. Yine para sıkıntısı başgöstermişti; ama Almanya'nın umutsuz durumu ona her şeyden daha çok acı veriyordu. Prusya'nın düşüşünü Königsberg'deyken görmüştü.
Almanya'nın bu yenilmiş ve istila edilmiş durumu, onda Fransızlara, hele Napoléon'a karşı büyük bir kin ve nefret uyandırdı. Napoléon'u öbür dünyada günahları sayacak olan meleklerin soluğunu tüketecek bir günahkâr diye niteliyordu. Ona, doğa tapınağının desteği olan sütunları yerinden oynatan, cehennemden çıkmış baba katili hortlak adını takmıştı. Şair için Napoléon, baskıcı yönetim örneği, haksızlığın ta kendisidir. Kleist, Napoléon'a karşı duyduğu uçsuz bucaksız nefreti, 1808'de yazdığı Hermann Savaşı adlı oyununda da sergilemiş, bununla ona karşı bir direniş devinimi uyandırmak istemiş, Almanya'ya kurtuluş yolunu göstermiştir.
Avusturya savaşı ona yeni umutlar vermişti; fakat Wagram'da savaşın kötü bir sonuca varması, bütün umutlarını boşa çıkardı. Kleist, Berlin'e döndü: Kısa süren Berliner Abendblätter adındaki gazeteyi çıkarmaya başladı. 1810'da oyunlarının en ünlülerinden biri olan Prens Friedrich von Hamburg'u yazdı. Bu yapıtından çok şeyler umuyordu. Dinginlik geri döner gibi olmuştu; fakat bu sırada garip bir biçimde yaşamına son verdi.
Meşhur sofist Adam Müller ona Henriette Vogel adında bir kadın tanıtmıştı. Bu kadın devası bulunmayan bir hastalığa tutulmuş olduğunu sanıyordu. Bu nedenle de kendisi için artık dayanılmaz bir biçim alan yaşamına son vermeyi düşünüyordu. Kleist'tan, kendisi istediği anda, arkadaşlığını gösterecek bir hizmette bulunma sözünü almıştı; günün birinde ona bu sözünü anımsattı. Kleist, her zaman için hazır olduğunu söyledi. Bunun üzerine kadın, bu yaşamı daha fazla sürükleyemiyeceğini anlatarak kendisini öldürmesini diledi. Kleist sözünde durdu.
İkisi birlikte Berlin yakınlarındaki Wansee gölü kıyısına gittiler. O akşamı ve ertesi sabahı yapmacık bir neşe içinde geçirdiler, gece de mektuplar yazdılar; ertesi gün (21Ekim 1811) öğleden sonra, Berlin'e bir haberci gönderdiler ve gölde bir gezintiye çıktılar. Kleist, önce sevgilisini, sonra da kendisini tabancayla öldürdü. Cesetleri öldükleri yere gömüldü. Kleist, öldüğünde 34 yaşındaydı.
Kleist'in yukarıda saydıklarımızdan başka 1810'da yazdığı Das Kütchen von Heilbronn ve Penthesilea adında iki oyunu, birçok uzun öyküsü (4) ve şiirleri vardır.
MICHAEL KOHLHAAS ÜZERİNE
Bugünkü öykü, Almanya'da Goethe ile başlar. Goethe'ye göre, öyküde şaşkınlık yaratacak bir biçimde birbirine girmiş dış raslantılar ve olaylar, uyumlu bir biçimle göz önüne konulmalıdır. Bu yüzden, yukarıda söz ettiğimiz Wieland gibi, Goethe de öykünün konusunu, sıradan olayların dışında ama yine de her gün olabilecek olayların oluşturmasını ister.
Kleist, başka öykülerinde olduğu gibi, burada da Goethe'nin istediği gibi, alışılmamış, garip, benzersiz olayları anlatır; fakat bunları dış olaylar dünyasında değil, ruhsal yaşamın özel, sorunlu olayları içinde arar. Bu nedenle Almanya'da Kleist, psikolojik öykünün yaratıcısı olmuştur; hatta yine bu bakımdan o, gerçekçiliğin öncülerinden biri sayılabilir.
Kleist'in seve seve ele alıp işlediği konular, çoğu kez serüven, ruhsal bunalım ve yıkımlarla doludur. Onun dilimize çevirdiğimiz Michael Kohlhaas adındaki bu öyküsünde de aynı şeyler görülmektedir. Yukarda gördüğümüz gibi, yazarın yaşamı karşıtlıklarla dolup taşar; o, yaşama isteğiyle ölüm isteği arasında bocalar. Kleist'ın ruhundaki bu karşıtlığı, Königsberg'de, Almanya'nın yenilmiş, çökmüş durumunu gördüğü sıralarda (1804) yazdığı ve Fransızlara karşı duyduğu kin ve nefreti belirten bu çok güçlüöyküsünde de görmekteyiz. Yazarın Fransızlara karşı duyduğu tiksinti ve nefret o kadar büyüktü ki, bütün Ren'in baştan başa paramparça Fransız cesetleriyle dolup taşmasını istiyordu. Bu tutkulu nefret coşması ancak Kleist'ın kükremiş ama yatıştırılmamış olan adalet duygusuyla anlaşılabilir. Kleist her şeye dayanabilir, fakat haksızlığa ve adaletsizliğe asla! İşte bu yüzden Michael Kohlhaas'a, yazarın haksızlığa, adaletsizliğe karşı duyduğu kin ve öfkenin bir anıtı gözüyle bakabiliriz.
Bu yapıtta geniş bir öç isteğiyle adalet duygusu bir karşıtlık içinde başabaş gider; Kohlhaas, kendisinden zorla alınan hakkını aramak için, yaralanmış olan adalet duygusundan dolayı katil olur çıkar.
Brandenburglu bir at tüccarı olan Michael Kohlhaas, Tanrı'dan korkarak basit ve haksever bir yaşam sürmektedir. Günün birinde atlarından ikisini Saksonya soylularından biri alır ve çok kötü hırpalar. Kohlhaas mahkemeye başvurur; fakat akraba oldukları için, soyluların birbirlerini korumasından dolayı hakkını alamaz; üstelik can sıkan bir yaratık diye nitelenir, çok sevdiği karısını da bu uğurda yitirir. Bundan sonra, hakkını aramak için başına adamlar toplar ve Luther zamanının azılı bir haydudu olur; adil bir mahkeme önünde hakkını alınca, yaptığı haydutluklar yüzünden, darağacında hoşnut ve içi rahat olarak can verir.
Kleist, bu öyküsünde insana hoş vakit geçirten dış olayları değil, insanın davranış biçiminde bir değişme yaratan ruhsal olayları işlemiştir. Bu öykü ahlak, hak ve adalet ülküsü üzerine kurulmuştur. Bunu yapıtın hemen başlangıcındaki şu sözlerden anlayabiliriz: "Adalet duygusu, Kohlhaas'ı bir haydut, bir katil yaptı."
Bu yapıtta göze çarpan ahlak ülküsünün kaynağını, Kleist'ın en çok sevdiği yazar Rousseau'nun düşüncelerinde aramak doğru olur. Rousseau, Contrat social ("Toplum Sözleşmesi") adlı yapıtının birinci kitap, altıncı bölümünde şöyle der: "Her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın." İşte Toplum Sözleşmesi'nin çözdüğü ana sorun budur. Bu sözleşmenin yargıları, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en ufak bir değişiklik onları anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemişse de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. "Fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaşmaya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur".
İşte Kohlhaas için de bu toplum sözleşmesi bozulmuştur; onu artık topluluğun yasaları korumamaktadır, Kohlhaas kendisini topluluğun dışına atılmış saymaktadır. Bunu Luther ile konuşmasından öğreniyoruz. At tüccarı; "Yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım" sözleriyle kendini Luther'e karşı savunur. Fakat o, ilk ve doğal haklarını hemen ele almaz; araştırıp soruşturur, vicdanının tartısında olayları tartar: Tanrı'dan korktuğu için, en küçük bir haksızlık yapmaktan aşırı ürkerek uşağı Herse'yi inceden inceye sorguya çeker; dilekçelerle Dresden hükümetine başvurur; dilekçelerine olumsuz yanıt aldığı zaman Saksonya Elektör Prensi'ne gönderdiği sevgili karısını korkunç bir biçimde yitirince, artık kendisini her bakımdan özgür sayar. Ancak sürekli haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığı zaman, ancak o zaman silaha sarılır, bir haydut kesilir. Çünkü o vakit at cambazı, bir mahkeme kürsüsü önünde değil, kendi vicdanının kürsüsü önünde artık yargısını vermiştir. İşte şimdi Kohlhaas, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde belirttiği doğal özgürlüğe kavuşmuştur. Bu duruma düşen, ilk özgürlüğünü yeniden kazanan Kohlhaasenbrücklü at tüccarı kendisine verilmeyen adaleti, kendi eliyle alabilir; bunun için kendinde hak bulmaktadır. Ancak bu anlamda "toplum sözleşmesi bir kezbozuldu mu, her üye yine ilk haklarını elde eder" düşüncesi bütün öykünün ruhunu oluşturur.
At tüccarı için kendisine haksızlık eden Saksonya Elektör Prensi'ne ceza vermek, özgürlük ve yaşama kavuşmaktan daha çok yeğlenmeye değer; bu yüzden de soylu von Stein'ın bir sınır kasabasında sunduğu özgürlük fırsatını geri çevirir. Von Stein bunu nasıl kavrayamazsa, insanın iki cılız yağız at uğruna yaşamını tehlikeye atıp böyle korkunç şeyleri nasıl yapabileceğini de Luther bir türlü anlayamaz.
Kleist, Michael Kohlhaas'ın serüvenini barok dönemin bir gerçek yaşam öyküsünden, Peter Haufftiz adında birinin 1731 yılında bir dergide basılmış olan bir öyküsünden öğrenmişti. Sanıldığına göre, yazarın dostu Pfuel, ona Haufftiz'in Hans Kohlhaas adlı gerçek yaşam öyküsünü göstermiş, bu konudan bir tragedya yaratmasını istemiştir. Kleist'a kaynaklık eden bu öyküde, aslında akıllı uslu bir adam olan Hans Kohlhaas, soyluların büyüklenmelerinden dolayı onlardan öç almaya kendinde hak gördüğü için, korkunç suçlar işler ve bu yolda ölçüsüz davrandığından ötürü en sonunda yok olup gider.
Bu konu, öyküde, kayıtsız ve tutkusuz, yalnızca ahlak kurallarını öğreten bir biçimde anlatılmış yalın, acıklı bir konuydu. Bu konudan iyi bir yapıt çıkacağı Kleist'ın aklına yattı; hemen yazmaya başladı. Kleist, kaynaktaki dağınık olayları bir araya getirmiştir. Yapıtta talihsiz at cambazının gördüğü işler, çektiği acılar bir zincirin halkaları gibi birbirine girmiş olarak görülür. Öyküdeki bütün kişilerin (soyluların, yargıçların, memurların, Elektör Prenslerin, hatta Luther'in) özyapılarının çözümlenmesine Kohlhaas'ın talihiyle ilgili oldukları oranda önem verilmiş ya da verilmemiştir. Haufftiz'in öyküsünde birinci planda gelen bu kişiler, romanda ancak Kolhhaas'la ilgileri oranında ele alınmışlardır.
Kaynakta yalnızca adlarla olaylar vardı; kişiliklere yer verilmemişti. Falan zamanda falan adama falan kimseler tarafından haksızlıklar edildiği ve onun buna karşı nasıl bir tavır takındığı yazılıydı. Kleist, bu kişilerin her birine kendisine uyan birer kişilik ve bir çevre verdi; böylece insansal bir çevre yarattı. Gerçek öykünün yazarı, yalnızca olayları öykülemek istiyordu; oysa Kleist, onların nasıl ve hangi nedenden dolayı olduklarını göstermeye çalıştı.
Kleist, kaynağı düzenleyip kişilikleri belirtince, öyküyü keskinleştirme gereksinimini duydu. O, üzüntüleri, kişilikleri, çevreyi, hatta adı bile keskinleştirdi; Öykücünün herhangi bir Hans'ı yerine yazar -savaşımcı başmeleğe benzeterek- Kohlhaas'a "Michael" adını verdi. Kleist'ın Kohlhaas'ı iyi işlerde olduğu gibi kötülerinde de, öyküdeki Kohlhaas'tan çok daha güçlü, öfkeli bir kimse, tepeden tırnağa kadar tam bir insandır. Öykünün Kohlhaas'ı öfkelenen ve öç almak isteyen, böylece yarı isteyerek, yarı istemeyerek ama zorunlu kalarak cinayetlere sürüklenen ve haydutbaşı olan, ancak herhangi bir ilkeye bağlı bulunmayan bir adamdı. Kleist'ta ise at tüccarı, her şeyden önce keskin bir istem gücüyle hakseverliği en yüksek noktaya vardıran bir kahraman (bkz. Herse ile konuşması), adalet duygusu bağnazlık düzeyine varan bir insandır; yazarın kaynak olarak aldığı yapıtta soyluların kabalıkları, her türlü hile ve kötü davranışları hep raslantısal olarak gerçekleşmekteydi; Michael Kohlhaas'ta ise suçsuz at tüccarının çevresini hile ve utandırıcı kötülüklerden bir zincir almış, iblisliklerden örülmüş bir ağ sarmıştır.
Kleist bütün yollara başvurarak bu öykünün gerçek olduğunu anlatmak istiyordu. Bu yolların başında yapıtın adı altındaki "Eski bir gerçek öyküden" yazısı gelir. "Adına Kohlhaas bildirisi denen bildiri"den söz etmesi, "karşılaştırıp bilgi verdiğimiz gerçek öykülerin bir noktada birbirinden ayrıldıkları"ndan söz açması ve yapıtın sonunda "ayrıntıları tarih kitaplarında okunabilir" demesi, yazarın bu öyküyü elinden geldiği kadar, gerçekten olmuş gibi göstermek için çaba harcadığının birer kanıtıdır. Kleist, bazı noktalarda kaynağın fazla açıklama vermediğini, eksik bilgi sahibi olduğunu, ne yapmak gerektiğini bilmediğini anlatmak ister gibidir. Fakat öte yandan en gizli şeylerden, örneğin Kohlhaas'ın kafasında kurduğu planlardan söz etmektedir. O, yapıtında zamanın havasını verir; hele Luther ile konuşma sahnesinde bu konuda çok başarılıdır. Bununla birlikte öteki yapıtlarında olduğu gibi, fazla düşünmeden yazdığı için olacak, Kohlhaas'ta da birçok tarih yanlışına (anachronisme) raslanır: "... geriye kalan küçük serveti kâğıt olarak yanında olduğu halde...", "niyeti Hamburg'a, oradan gemiye binip doğuya, Doğu Hindistan'a... gitmekti", "Hamburg Bankası"... Bütün bunlar on altıncı yüzyılda yoktu.
Yazar, çağdaşlarının sağlam kişilikli Johann Friedrich diye adlandırdıkları Saksonya Elektör Prensi'ni nedim ve nedimelerle çevrilmiş göstermektedir; böylece Kleist, Saksonya Elektör Prensi'ne haksızlık etmiş olmaktadır. Fakat yazarın düşüncesine göre, Elektör Prens bunu görünür duruma getirmektedir; çünkü hükümdarlık görevini iyi kullanamaz, hatır gönül tanır. Tarihi karıştırdığımız zaman, bu olayların oluşu sırasında Saksonya Elektör Prensi'nin yüksek kişilikli Johann Friedrich olduğunu görürüz. Öyleyse Kleist'ın Saksonya hükümdarını bu biçimde alçaltmasındaki neden nedir? Bunu anlamak için yazarın Napoléon hayranlığı üzerine düşündüklerine bir göz atalım.
Kleist'in gözünde Napoléon hayranlığı "savaşta beni alt edip çamur ve pislik içine atan; yüzüme ayağını basan adamın ustalığına hayran olmam" kadar alçaklıktır. İşte bu nedenle o, Napoléon ile anlaşma yapan Saksonya hanedanına karşı büyük bir nefret duymakta ve gerçekten olmuş gibi göstermek istediği öyküsünde, Saksonya hükümdarının kişiliğini değiştirerek onu düşkün birisi gibi göstermeye çalışmaktadır. Berlin'de, vicdanlı bir mahkeme önünde Kohlhaas ölüm yargısı giydiği zaman, Kleist şöyle yazar: "Halk, Elektör Prens, Kohlhaas'a sevgi duyduğu ve acıdığı için, bunu hemen kesinlikle uzun ve güçlüklerle dolu bir hapis cezasına dönüştürecek diye umuyordu." Buna karşın ölüm yargısı yerine getirilir. Yazar bu sözlerle hakkı ve adaleti istediği gibi kullanan, kâh arkadaşlarını gözeterek at tüccarının yok olmasına neden olan, kâh kişisel çıkarı uğrunda onun kaçmasına yardım etmek isteyen Saksonya Elektör Prensi ile her zaman adaletin gerçek temsilcisi olan Brandenburg Elektör Prensi arasındaki derin ayrımı belirtmek istemiştir.
Kohlhaas; Brandenburg mahkemesinde yargılanır. Hak ve adaleti kurtarmak ve düzeni yeniden kurmak için birçok cinayet işleyen bu adam, cinayetlerinin karşılığını canıyla öder. Ölüme giderken at tüccarı hoşnut ve kaygısızdır; çünkü dünyada en büyük isteğine kavuşmuş, uğrunda kendini gözden çıkardığı hak ve adalet düzeni yeniden kurulmuştur. O artık dünyayla, kendi vicdanıyla, yani Tanrı ile barışmıştır. Böylece soylunun cezalandırılmasıyla ondan yalnızca hukuksal olarak özür dilenmiş olmaz, aynı zamanda Luther'in bir papazı elçi gönderip bir zamanlar ondan esirgediği kutsamayı saygılı bir biçimde vermesi ve bu yolla onu bütün dünya günahlarından arınmış saymasıyla, yüksek ahlaksal özür de dilenmiş olur. Çünkü Luther, bir rahip, ünlü reformcu olarak değil, cisimleşmiş vicdan, Tanrı'nın armağan ettiği akıl, insansal ölçü olarak Kohlhaas'ın karşısına çıkar; onun sesi, at tüccarına geri dönmeyi buyuran Tanrı'nın sesidir. Fakat o, Luther ile konuştuğu andan başlayarak inançlı olduğu halde fazla ileri gittiği için, geri dönemez. Böylece hak ve adalet duygusu çok güçlü olan bir adam, kendi hakseverlik duygularının kurbanı olur, satır altında can verir.
MICHAEL KOHLHAAS
On altıncı yüzyılın ortalarında Havel (1) ırmağı kıyılarında, zamanının en haksever, aynı zamanda en korkunç adamı, Michael Kohlhaas adında bir at tüccarı yaşıyordu. Bir köy öğretmeninin oğlu olan bu garip adam, otuz yaşına kadar, yaşamını örnek bir yurttaş olarak geçirmişti. Hâlâ kendi adını taşımakta olan köydeki çiftliğinde, sanatıyla geçinerek dingin bir ömür sürüyordu; sevgili karısının doğurduğu çocuklarını da, Tanrı korkusuyla çalışkanlık ve bağlılık aşılayarak yetiştirmişti. Komşuları arasında onun hakseverliğini görmeyen kimse yoktu; kısaca, günün birinde, erdem yolunda aşırı derecede ileri gitmiş olmasaydı, dünya onun anısını saygı ile anacaktı. Fakat adalet duygusu onu bir haydut, bir katil yaptı.
Günün birinde, hepsi de iyi beslenmiş parlak tüylü bir tay sürüsüyle yabancı bir yöreye doğru yola çıktı; pazarda elde edeceği kazançla neler yapacağını hesaplıyordu; bir yandan, iyi iş adamları gibi daha fazla kazanç sağlamak için parasını başka bir işe yatırmayı düşünüyor, bir yandan da günün zevkini çıkarmayı kuruyordu. Elbe ırmağı kıyısına vardığı zaman, Saksonya toprağında (2) görkemli bir şövalye konağının yanında, şimdiye kadar bu yol üzerinde hiç görmediği bir sınır direğiyle karşılaştı. Şiddetli bir yağmur çevreyi kamçılıyordu. Atlarını durdurdu, nöbetçiyi çağırdı ve biraz sonra asık bir suratla pencereden bakan nöbetçiye yolu açmasını söyledi. Bir hayli zaman sonra evden çıkan gümrük kolcusuna sordu: "Ne var burada böyle?" Öteki: "Ülkenin efendisine ait bir ayrıcalık!" diye yanıtladı ve ekledi: "Soylu Wenzel von Tronka'ya bağışlanmış bir ayrıcalık!" Kohlhaas: "Ya! Demek soylu kişinin adı Wenzel?" dedi ve görkemli mazgallarıyla bütün çevreye egemen olan saraya baktı. "Buranın yaşlı efendisi öldü mü? Korucu, direği kaldırırken: "İnmeden öldü" dedi. Kohlhaas "Ya... Yazık!" dedi. "İnsanların birbiriyle alışverişte bulunmasından hoşlanan ve elinden geldiği kadar ticarete yardım eden, saygıya değer yaşlı bir efendiydi. Vaktiyle şuracıkta, köye giden yolda kısrağımın ayağı kırıldığı için, bir kaldırım yaptırmıştı. Eee, şimdi borcum ne?" diye sordu ve gümrük kolcusunun istediği parayı rüzgârda dalgalanan abasının altından güçlükle çıkardı. Öteki: "Çabuk, çabuk!" diye mırıldanıp havanın kötülüğüne ilendiği sırada, Kohlhaas ekledi: "Evet dostum! Bu direk ormandaki yerinde kalsaydı, benim için de, sizin için de çok daha iyi olurdu." Parayı verdi; yola koyulmak istiyordu; fakat henüz sınır direğinin yanına gelmemişti ki, arkasındaki kuleden yeni bir ses: "Dur orada, hey cambaz!" diye çınladı ve şato kâhyasının kapıyı açarak kendisine doğru koştuğunu gördü. Kohlhaas "Eh, duralım bakalım, daha neler göreceğiz?" diye düşündü ve atları durdurdu. Şato kâhyası şişman vücuduna bir ceket daha geçirip gelmişti; yağmura karşı yanlamasına durarak pasaport sordu. Kohlhaas biraz şaşırarak "Pasaport mu?" dedi; yanında herhalde böyle bir şey olmadığını söyledi; fakat efendinin istediği bu belgenin ne biçim şey olduğu kendisine tanımlanırsa, belki raslantıyla bulabileceğini sözlerine ekledi. Şato kâhyası, onu yan gözle süzerek, hükümdarın izin belgesi olmadan sınırdan hiçbir cambazın geçemeyeceğini söyledi. At cambazı, böyle bir kâğıt olmadan şimdiye kadar tam on yedi kez bu sınırdan geçtiğini ve kendi işini ilgilendiren fermanların tümünü bildiğini ileri sürdü; bunun herhalde bir yanlışlık sonucu olacağını söyledi; yolu uzun olduğu için burada gereksiz yere daha fazla alıkonulmamasını rica etti. Fakat kâhya onun on sekizinci kez buradan sıvışamayacağını, salt bunun için yeni bir buyruk yayımlandığını, ya burada bedelini ödeyip pasaportu alması ya da geldiği yere dönmesi gerektiğini söyledi. Bu yasadışı isteklerden canı çok sıkılan cambaz, kısa bir süre düşündükten sonra attan indi, onu bir uşağa verdi ve bu sorun üzerine Tronka Prensi ile bizzat görüşeceğini söyledi. Şatoya doğru yollandı; kâhya, açgözlü vurguncular ve bu gibilerden para sızdırmanın yararları hakkında homurdana homurdana onu izliyordu; her ikisi de birbirini süzerek salona girdiler. Raslantı olarak, soylu o anda birkaç şen arkadaşıyla içki sofrasında oturuyor, aralarında geçen bir şakanın neden olduğu tükenmez bir kahkaha ortalığı çınlatıyordu. Kohlhaas yakınmasını anlatmak için ona yaklaştı.Soylu ne istediğini sordu; yabancı adamı gören şövalyeler seslerini kestiler. Fakat daha atlar hakkındaki yakınmasına henüz başlamıştı ki, bütün kalabalık: "Atlar mı, nerde atlar?" diye bağırdı ve onları görmek için pencereye koştu. Aşağıda parlak tüylü at sürüsünü görünce, soylunun önerisi üzerine, uçar gibi avluya indiler. Yağmur dinmişti. Şato kâhyası, vekilharç ve uşaklar hepsi de hayvanların çevresine toplanmış, seyrediyorlardı. Biri, alnı akıtmalı doruyu övüyor, bir diğeri kestane kırını beğeniyor, üçüncüsü kulayı okşuyordu; hepsi de hayvanların geyik gibi olduklarında, ülkede bunlardan daha iyi at yetiştirilmediğinde birliktiler. Kohlhaas güler yüzle atların, üstlerine binecek şövalyelerden daha iyi olmadıklarını söylüyor, onları satın almaları için şövalyelere öneride bulunuyordu. Doru aygırı pek çekici bulan soylu bedelini sordu; vekilharç da işletmedeki hayvanların yeterli olmadığını düşünerek, bu işte kullanılmak üzere birkaç yağız alınmasını önerdi. Fakat at cambazı fiyatları bildirince pek pahalı buldular ve soylu, Kohlhaas'a böyle yüksek bir fiyat isterse gidip kral Arthur ve adamlarını (3) bulması gerekeceğini söyledi. Kohlhaas şato kâhyası ile vekilharcın atlara bakarak fısıldaştıklarını görünce, garip bir önduyuyla atları onlara satarak kurtulma kararını vermişti. Soyluya: "Efendim, bu yağızları bundan altı ay önce yirmi beş guldene almıştım; verin bana otuz gulden, sizin olsunlar!" dedi. Soylunun yanında duran iki şövalye atların bu değerde olduğunu kabul etti; fakat soylu doruyu alabileceğini; ancak yağızlar için hiç de para vermek niyetinde olmadığını söyledi ve gitmeye davrandı. Bunun üzerine Kohlhaas gelecek sefer beygirleriyle buradan geçerken belki kendisiyle alışveriş yapabileceğini bildirdi, soyluyla esenleşti ve gitmek için atının gemini yakaladı. Bu sırada şato kâhyası kalabalıktan ayrılıp ona pasaportsuz asla yolculuk yapamayacağını söyledi. Kohlhaas, soyluya dönerek, bütün işini berbat edecek olan bu isteğin doğru olup olmadığını sordu. Soylu, giderken, şaşkın bir çehreyle şöyle yanıt verdi: "Evet Kohlhaas! Pasaport almak zorundasın. Kâhya ile konuş, sonra yoluna git!" Kohlhaas, başka illere at çıkarılması hakkındaki yönetmeliklere asla karşı koyma düşüncesinde olmadığını söyledi; Dresden'den geçerken orada dışişleri dairesinden bir pasaport alacağına söz verdi ve böyle bir istekten hiç haberi olmadığı için bu seferlik geçip gitmesine izin verilmesini rica etti. Fırtına yine başladığı ve rüzgâr kuru, sıska vücuduna işlediği için soylu: "Haydi!" dedi, "bırakın şu miskini gitsin, siz de gelin!" Döndü, şatoya gitmek istiyordu. Kâhya, soyluya dönerek, hiç olmazsa borcunu kesinlikleödemesi için cambazın bir rehin bırakmasını önerdi. Soylu şato kapısının önünde yine durdu. Kohlhaas yağız atların rehini olarak ne kadar para ya da eşya vermesi gerektiğini sordu. Vekilharç, sözcükleri ağzında geveleyerek, yağız hayvanların bırakılmasını istiyordu: "Kesinlikle en uygun olan biçim budur, diyordu, pasaportu sağlar sağlamaz, onları istediği zaman derhal geri alabilir." Böyle hayasızca bir istekten dolayı çok kızmış olan Kohlhaas, soğuktan uzun gömleğinin eteklerini vücuduna saran soyluya, yağızları satmaya götürdüğünü söyledi; fakat o anda güçlü bir rüzgâr büyük bir yağmur ve dolu kütlesini kapıdan içeri püskürttüğünden soylu soruna bir son vermek üzere: "Eğer atları burada bırakmak istemiyorsa, onu, gerisin geriye sınırın ötesine defedin!" diye bağırdı ve gitti. Burada zorbalığa karşı koyamayacağını anlayan at cambazı, yapacak başka bir şey kalmayınca, bu isteği kabul etmeye karar verdi; yağız hayvanların takımlarını çözdü ve onları kâhyanın gösterdiği ahıra götürdü. Hayvanların yanına uşaklarından birini bıraktı, ona para vererek kendi dönüşüne kadar atlara dikkat etmesini öğütledi ve henüz cambazlığın yeni yeni ilgi gördüğü Saksonya'da gerçekten böyle bir kural olup olamayacağını düşüne düşüne, geriye kalan sürüyle Leipzig'e, panayıra doğru yollandı.
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
HEINRICH VON KLEIST ÜZERİNE
18 Kasım 1777'de Oder üzerindeki Frankfurt'ta doğmuş olan Heinrich von Kleist, daha çocuk denecek yaşta büyük bir öğrenme hevesi gösterdi; bu öğrenme hevesiyle birlikte onda az raslanır bir kavrayış ve anlayış göze çarpıyordu. Kleist, on, on bir yaşlarında annesiyle babasını yitirdi. Yetim ve öksüz kalınca, Berlin'de vaiz Carl'ın koruması altına verildi. Vaizin yanında 1792 yılına kadar kaldı. Bundan sonra babasının yolundan yürümeye karar verdi ve subay adayı olarak Potsdam'daki hassa alayına girdi. Orada kibar tavırları, canlılığı, müziğe yeteneğiyle kendisini sevdirdi. Ren savaşına katıldı. Daha sonra karşılık görmediği derin bir aşka kapıldı; bu sevgi, üzerinde öyle büyük bir etki bıraktı ki, bu kibar genç, giyim kuşamını savsaklayıp kendini matematiğe ve Kant felsefesine verdi. Bunun sonucu olarak 1799 yılında hassa teğmenliğinden çekilip yine Frankfurt'a döndü, orada yüksek öğrenime başladı. Kız kardeşleri de Frankfurt'ta bulunuyorlardı. İşte Kleist yaşamının en mutlu günlerini burada yaşadı; hele kentin ileri gelenlerinden birinin sevimli ve zeki kızıyla nişanlanınca, mutluluğu bir kat daha arttı. Fakat bu mutluluk uzun sürmedi; aşırı derecede kafa yorgunluğu yüzünden sağlığı bozuldu. Askerlikten ayrıldıktan sonra yapısına uygun bir uğraşı da bulamamıştı. Kant felsefesi, Kleist'ın gerçeğe varabilme konusundaki inancını körletmişti. Sağlığıyla birlikte ruh durumu da kökünden bozulmuştu. Dışişlerine girmek üzere 1800'de Berlin'e gitti. Siyasal bir görevle Viyana'ya doğru yola çıktı; fakat buraya ulaşamadan yine Berlin'e döndü. Düzen ve sabır isteyen memurluk yaşamından çekilmeye karar verdi; bu iş için yaratılmamış olduğunu duyumsamıştı. Kant felsefesiyle uğraşması onu insanoğlunun varlığı ve ödevleri konusunda öyle bir bocalama içine attı ki, garip yapısının da etkisiyle umutsuzluğa kapıldı, iş göremez oldu; hatta nişanlısına karşı duyduğu sevgi bile körlendi. Bunun üzerine nişanlısı, onun bir uğraşıda karar kılamadığını ileri sürerek nişanı bozdu. İşte bundan sonra Kleist'ın yaşamı ülke ülke dolaşmakla geçti. Yitirdiği erinci başka çevrelerde, başka insanlar arasında yeniden elde etme umuduyla, sevgili kız kardeşi Ulrike ile birlikte, 1801'de Paris'e gitti. Oradaki yaşam, onu kendi içine çekilmeye yöneltti: Gönlü insanlara, bilime karşı gittikçe artan bir tiksinmeyle doldu. Bunun üzerine dünyadan elini eteğini çekmeye, İsviçre'de toprak alarak bir köylü gibi yaşamaya karar verdi. Kız kardeşini Frankfurt'a kadar götürdükten sonra İsviçre'ye döndü; fakat tasarısını uygulamaya koyamadı. Paris gibi büyük bir dünya kentinin gürültüsünden İsviçre'nin şairane yalnızlığına sığındığı halde, ruhu dinginliğe kavuşamamıştı: bazan büyük umutlarla dolup taşıyor, bazan da umutsuzluğa kapılıyor, hatta çılgına dönüyordu.
Bern'de bulunduğu sıralarda büyük şair Wieland'ın (1) oğlu Ludwig Wieland ve küçük Gessner (2) ile tanıştı. Bu tanışma sonunda, o zamana kadar uyumuş olan şairlik yeteneği uyandı. İsviçre'de Schroffenstein Ailesi adlı oyununu yazdı (1802) ve Kırık Testi adlı güldürüsüyle birçok kez yeniden kaleme alıp bir türlü bitiremediği Robert Guiskard adlı oyununa başladı. Bu oyunun kendisine büyük bir ün sağlayacağını umuyordu. Günün birinde ağır bir hastalığa tutuldu. Hastalığı haber alır almaz hemen yanına koşan kız kardeşi Ulrike, ona özenle baktı. İyileşince kardeşiyle birlikte Almanya'ya döndü (1802). Kısa bir süre Jena'da kaldı. Burada Goethe ve Schiller ile tanıştı. Geothe, tüm içtenliğiyle ilgi göstermesine karşın, bu garip yapılı adamdan biraz çekindi; Kleist ise, yukarıda saydığımız yapıtlarıyla, dahi şair çelengini Goethe'nin başından çekip almak istiyordu. Kendisine Robert Guiskard'dan parçalar okuduğu yaşlı Wieland, çok şeyler söz veren bu oyunı beğendi; bitirmesi için de onu yüreklendirdi. Bir yıl sonra, yani 1803'te Kleist, Dresden'e gitti; oradan da bir arkadaşıyla yine İsviçre'ye, İtalya'ya ve yine Fransa'ya geçti. Bu yolculukla dinginliğe kavuşacağı yerde, kendi sanatına olan inancı gittikçe kırılarak üzgün bir ruh durumuna düştü. Arkadaşıyla ''varlık'', ''yokluk'' üzerine bir tartışmadan sonra arkadaşı, birlikte oturdukları evden ayrıldı. Bu yüzden şairin umutsuzluğu daha da arttı; Robert Guiskard'ı üçüncü kez yaktı.
Yeniden Almanya'ya döndüğü zaman, Mainz kentinde altı ay süren tehlikeli bir hastalığa tutuldu. 1804 yılının sonlarına doğru Doğu Prusya'nın başkenti Königsberg'e gitti. Bir yandan oradaki hükümette memur olarak çalışırken, öte yandan da şairlik yolunda büyük gelişmeler gösterdi: Kırık Testi'yi tamamladı; Moliére'in Amphitryon'u üzerinde çalıştı: Marquise von O., Michael Kohlhaas öykülerini yazdı ve belki de Robert Guiskard'ı yeniden ele aldı.
O sıralarda Napoléon orduları her yanda zafer üstüne zafer kazanıyordu.. Kleist, Jena ve Auerstaedt önlerinde Almanların yenildiği haberini Könisberg'de duydu. Ülkesinin bu üzücü durumu ve para sıkıntısı, karaduygusunu bir kat daha artırdı. 1807 başlangıcında yarı umutsuzluk içinde Berlin'e gitti; elinde pasaportu bulunmadığı için, Berlin'i işgal altında bulunduran Fransızlar tarafından tutuklanıp iki subayla birlikte Fransa'ya gönderildi. Birkaç hafta Fransa'da kaldıktan sonra, özgür bırakıldı. 1807 yılı ortalarına doğru Dresden'e gitti. Orada Ludwig Tieck (3) ile tanıştı ve başka yazarlarla birlikte Phöbus adında aylık bir dergi yayımlamaya başladı. Bu dergi ancak 1808 Ocağı'ndan Ekimi'ne kadar çıkmış, Michael Kohlhaas'ın ilk biçimi burada bölüm bölüm yayınlanmıştı. Phöbus işi bir süre için neşesini yerine getirmişti; fakat bu da uzun sürmedi. Çünkü Goethe'nin kendisinden pek de övgüyle söz etmediğini öğrenmişti; bunun üzerine birkaç acı yergi yazdı. Yine para sıkıntısı başgöstermişti; ama Almanya'nın umutsuz durumu ona her şeyden daha çok acı veriyordu. Prusya'nın düşüşünü Königsberg'deyken görmüştü.
Almanya'nın bu yenilmiş ve istila edilmiş durumu, onda Fransızlara, hele Napoléon'a karşı büyük bir kin ve nefret uyandırdı. Napoléon'u öbür dünyada günahları sayacak olan meleklerin soluğunu tüketecek bir günahkâr diye niteliyordu. Ona, doğa tapınağının desteği olan sütunları yerinden oynatan, cehennemden çıkmış baba katili hortlak adını takmıştı. Şair için Napoléon, baskıcı yönetim örneği, haksızlığın ta kendisidir. Kleist, Napoléon'a karşı duyduğu uçsuz bucaksız nefreti, 1808'de yazdığı Hermann Savaşı adlı oyununda da sergilemiş, bununla ona karşı bir direniş devinimi uyandırmak istemiş, Almanya'ya kurtuluş yolunu göstermiştir.
Avusturya savaşı ona yeni umutlar vermişti; fakat Wagram'da savaşın kötü bir sonuca varması, bütün umutlarını boşa çıkardı. Kleist, Berlin'e döndü: Kısa süren Berliner Abendblätter adındaki gazeteyi çıkarmaya başladı. 1810'da oyunlarının en ünlülerinden biri olan Prens Friedrich von Hamburg'u yazdı. Bu yapıtından çok şeyler umuyordu. Dinginlik geri döner gibi olmuştu; fakat bu sırada garip bir biçimde yaşamına son verdi.
Meşhur sofist Adam Müller ona Henriette Vogel adında bir kadın tanıtmıştı. Bu kadın devası bulunmayan bir hastalığa tutulmuş olduğunu sanıyordu. Bu nedenle de kendisi için artık dayanılmaz bir biçim alan yaşamına son vermeyi düşünüyordu. Kleist'tan, kendisi istediği anda, arkadaşlığını gösterecek bir hizmette bulunma sözünü almıştı; günün birinde ona bu sözünü anımsattı. Kleist, her zaman için hazır olduğunu söyledi. Bunun üzerine kadın, bu yaşamı daha fazla sürükleyemiyeceğini anlatarak kendisini öldürmesini diledi. Kleist sözünde durdu.
İkisi birlikte Berlin yakınlarındaki Wansee gölü kıyısına gittiler. O akşamı ve ertesi sabahı yapmacık bir neşe içinde geçirdiler, gece de mektuplar yazdılar; ertesi gün (21Ekim 1811) öğleden sonra, Berlin'e bir haberci gönderdiler ve gölde bir gezintiye çıktılar. Kleist, önce sevgilisini, sonra da kendisini tabancayla öldürdü. Cesetleri öldükleri yere gömüldü. Kleist, öldüğünde 34 yaşındaydı.
Kleist'in yukarıda saydıklarımızdan başka 1810'da yazdığı Das Kütchen von Heilbronn ve Penthesilea adında iki oyunu, birçok uzun öyküsü (4) ve şiirleri vardır.
MICHAEL KOHLHAAS ÜZERİNE
Bugünkü öykü, Almanya'da Goethe ile başlar. Goethe'ye göre, öyküde şaşkınlık yaratacak bir biçimde birbirine girmiş dış raslantılar ve olaylar, uyumlu bir biçimle göz önüne konulmalıdır. Bu yüzden, yukarıda söz ettiğimiz Wieland gibi, Goethe de öykünün konusunu, sıradan olayların dışında ama yine de her gün olabilecek olayların oluşturmasını ister.
Kleist, başka öykülerinde olduğu gibi, burada da Goethe'nin istediği gibi, alışılmamış, garip, benzersiz olayları anlatır; fakat bunları dış olaylar dünyasında değil, ruhsal yaşamın özel, sorunlu olayları içinde arar. Bu nedenle Almanya'da Kleist, psikolojik öykünün yaratıcısı olmuştur; hatta yine bu bakımdan o, gerçekçiliğin öncülerinden biri sayılabilir.
Kleist'in seve seve ele alıp işlediği konular, çoğu kez serüven, ruhsal bunalım ve yıkımlarla doludur. Onun dilimize çevirdiğimiz Michael Kohlhaas adındaki bu öyküsünde de aynı şeyler görülmektedir. Yukarda gördüğümüz gibi, yazarın yaşamı karşıtlıklarla dolup taşar; o, yaşama isteğiyle ölüm isteği arasında bocalar. Kleist'ın ruhundaki bu karşıtlığı, Königsberg'de, Almanya'nın yenilmiş, çökmüş durumunu gördüğü sıralarda (1804) yazdığı ve Fransızlara karşı duyduğu kin ve nefreti belirten bu çok güçlüöyküsünde de görmekteyiz. Yazarın Fransızlara karşı duyduğu tiksinti ve nefret o kadar büyüktü ki, bütün Ren'in baştan başa paramparça Fransız cesetleriyle dolup taşmasını istiyordu. Bu tutkulu nefret coşması ancak Kleist'ın kükremiş ama yatıştırılmamış olan adalet duygusuyla anlaşılabilir. Kleist her şeye dayanabilir, fakat haksızlığa ve adaletsizliğe asla! İşte bu yüzden Michael Kohlhaas'a, yazarın haksızlığa, adaletsizliğe karşı duyduğu kin ve öfkenin bir anıtı gözüyle bakabiliriz.
Bu yapıtta geniş bir öç isteğiyle adalet duygusu bir karşıtlık içinde başabaş gider; Kohlhaas, kendisinden zorla alınan hakkını aramak için, yaralanmış olan adalet duygusundan dolayı katil olur çıkar.
Brandenburglu bir at tüccarı olan Michael Kohlhaas, Tanrı'dan korkarak basit ve haksever bir yaşam sürmektedir. Günün birinde atlarından ikisini Saksonya soylularından biri alır ve çok kötü hırpalar. Kohlhaas mahkemeye başvurur; fakat akraba oldukları için, soyluların birbirlerini korumasından dolayı hakkını alamaz; üstelik can sıkan bir yaratık diye nitelenir, çok sevdiği karısını da bu uğurda yitirir. Bundan sonra, hakkını aramak için başına adamlar toplar ve Luther zamanının azılı bir haydudu olur; adil bir mahkeme önünde hakkını alınca, yaptığı haydutluklar yüzünden, darağacında hoşnut ve içi rahat olarak can verir.
Kleist, bu öyküsünde insana hoş vakit geçirten dış olayları değil, insanın davranış biçiminde bir değişme yaratan ruhsal olayları işlemiştir. Bu öykü ahlak, hak ve adalet ülküsü üzerine kurulmuştur. Bunu yapıtın hemen başlangıcındaki şu sözlerden anlayabiliriz: "Adalet duygusu, Kohlhaas'ı bir haydut, bir katil yaptı."
Bu yapıtta göze çarpan ahlak ülküsünün kaynağını, Kleist'ın en çok sevdiği yazar Rousseau'nun düşüncelerinde aramak doğru olur. Rousseau, Contrat social ("Toplum Sözleşmesi") adlı yapıtının birinci kitap, altıncı bölümünde şöyle der: "Her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın." İşte Toplum Sözleşmesi'nin çözdüğü ana sorun budur. Bu sözleşmenin yargıları, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en ufak bir değişiklik onları anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemişse de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. "Fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaşmaya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur".
İşte Kohlhaas için de bu toplum sözleşmesi bozulmuştur; onu artık topluluğun yasaları korumamaktadır, Kohlhaas kendisini topluluğun dışına atılmış saymaktadır. Bunu Luther ile konuşmasından öğreniyoruz. At tüccarı; "Yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım" sözleriyle kendini Luther'e karşı savunur. Fakat o, ilk ve doğal haklarını hemen ele almaz; araştırıp soruşturur, vicdanının tartısında olayları tartar: Tanrı'dan korktuğu için, en küçük bir haksızlık yapmaktan aşırı ürkerek uşağı Herse'yi inceden inceye sorguya çeker; dilekçelerle Dresden hükümetine başvurur; dilekçelerine olumsuz yanıt aldığı zaman Saksonya Elektör Prensi'ne gönderdiği sevgili karısını korkunç bir biçimde yitirince, artık kendisini her bakımdan özgür sayar. Ancak sürekli haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığı zaman, ancak o zaman silaha sarılır, bir haydut kesilir. Çünkü o vakit at cambazı, bir mahkeme kürsüsü önünde değil, kendi vicdanının kürsüsü önünde artık yargısını vermiştir. İşte şimdi Kohlhaas, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde belirttiği doğal özgürlüğe kavuşmuştur. Bu duruma düşen, ilk özgürlüğünü yeniden kazanan Kohlhaasenbrücklü at tüccarı kendisine verilmeyen adaleti, kendi eliyle alabilir; bunun için kendinde hak bulmaktadır. Ancak bu anlamda "toplum sözleşmesi bir kezbozuldu mu, her üye yine ilk haklarını elde eder" düşüncesi bütün öykünün ruhunu oluşturur.
At tüccarı için kendisine haksızlık eden Saksonya Elektör Prensi'ne ceza vermek, özgürlük ve yaşama kavuşmaktan daha çok yeğlenmeye değer; bu yüzden de soylu von Stein'ın bir sınır kasabasında sunduğu özgürlük fırsatını geri çevirir. Von Stein bunu nasıl kavrayamazsa, insanın iki cılız yağız at uğruna yaşamını tehlikeye atıp böyle korkunç şeyleri nasıl yapabileceğini de Luther bir türlü anlayamaz.
Kleist, Michael Kohlhaas'ın serüvenini barok dönemin bir gerçek yaşam öyküsünden, Peter Haufftiz adında birinin 1731 yılında bir dergide basılmış olan bir öyküsünden öğrenmişti. Sanıldığına göre, yazarın dostu Pfuel, ona Haufftiz'in Hans Kohlhaas adlı gerçek yaşam öyküsünü göstermiş, bu konudan bir tragedya yaratmasını istemiştir. Kleist'a kaynaklık eden bu öyküde, aslında akıllı uslu bir adam olan Hans Kohlhaas, soyluların büyüklenmelerinden dolayı onlardan öç almaya kendinde hak gördüğü için, korkunç suçlar işler ve bu yolda ölçüsüz davrandığından ötürü en sonunda yok olup gider.
Bu konu, öyküde, kayıtsız ve tutkusuz, yalnızca ahlak kurallarını öğreten bir biçimde anlatılmış yalın, acıklı bir konuydu. Bu konudan iyi bir yapıt çıkacağı Kleist'ın aklına yattı; hemen yazmaya başladı. Kleist, kaynaktaki dağınık olayları bir araya getirmiştir. Yapıtta talihsiz at cambazının gördüğü işler, çektiği acılar bir zincirin halkaları gibi birbirine girmiş olarak görülür. Öyküdeki bütün kişilerin (soyluların, yargıçların, memurların, Elektör Prenslerin, hatta Luther'in) özyapılarının çözümlenmesine Kohlhaas'ın talihiyle ilgili oldukları oranda önem verilmiş ya da verilmemiştir. Haufftiz'in öyküsünde birinci planda gelen bu kişiler, romanda ancak Kolhhaas'la ilgileri oranında ele alınmışlardır.
Kaynakta yalnızca adlarla olaylar vardı; kişiliklere yer verilmemişti. Falan zamanda falan adama falan kimseler tarafından haksızlıklar edildiği ve onun buna karşı nasıl bir tavır takındığı yazılıydı. Kleist, bu kişilerin her birine kendisine uyan birer kişilik ve bir çevre verdi; böylece insansal bir çevre yarattı. Gerçek öykünün yazarı, yalnızca olayları öykülemek istiyordu; oysa Kleist, onların nasıl ve hangi nedenden dolayı olduklarını göstermeye çalıştı.
Kleist, kaynağı düzenleyip kişilikleri belirtince, öyküyü keskinleştirme gereksinimini duydu. O, üzüntüleri, kişilikleri, çevreyi, hatta adı bile keskinleştirdi; Öykücünün herhangi bir Hans'ı yerine yazar -savaşımcı başmeleğe benzeterek- Kohlhaas'a "Michael" adını verdi. Kleist'ın Kohlhaas'ı iyi işlerde olduğu gibi kötülerinde de, öyküdeki Kohlhaas'tan çok daha güçlü, öfkeli bir kimse, tepeden tırnağa kadar tam bir insandır. Öykünün Kohlhaas'ı öfkelenen ve öç almak isteyen, böylece yarı isteyerek, yarı istemeyerek ama zorunlu kalarak cinayetlere sürüklenen ve haydutbaşı olan, ancak herhangi bir ilkeye bağlı bulunmayan bir adamdı. Kleist'ta ise at tüccarı, her şeyden önce keskin bir istem gücüyle hakseverliği en yüksek noktaya vardıran bir kahraman (bkz. Herse ile konuşması), adalet duygusu bağnazlık düzeyine varan bir insandır; yazarın kaynak olarak aldığı yapıtta soyluların kabalıkları, her türlü hile ve kötü davranışları hep raslantısal olarak gerçekleşmekteydi; Michael Kohlhaas'ta ise suçsuz at tüccarının çevresini hile ve utandırıcı kötülüklerden bir zincir almış, iblisliklerden örülmüş bir ağ sarmıştır.
Kleist bütün yollara başvurarak bu öykünün gerçek olduğunu anlatmak istiyordu. Bu yolların başında yapıtın adı altındaki "Eski bir gerçek öyküden" yazısı gelir. "Adına Kohlhaas bildirisi denen bildiri"den söz etmesi, "karşılaştırıp bilgi verdiğimiz gerçek öykülerin bir noktada birbirinden ayrıldıkları"ndan söz açması ve yapıtın sonunda "ayrıntıları tarih kitaplarında okunabilir" demesi, yazarın bu öyküyü elinden geldiği kadar, gerçekten olmuş gibi göstermek için çaba harcadığının birer kanıtıdır. Kleist, bazı noktalarda kaynağın fazla açıklama vermediğini, eksik bilgi sahibi olduğunu, ne yapmak gerektiğini bilmediğini anlatmak ister gibidir. Fakat öte yandan en gizli şeylerden, örneğin Kohlhaas'ın kafasında kurduğu planlardan söz etmektedir. O, yapıtında zamanın havasını verir; hele Luther ile konuşma sahnesinde bu konuda çok başarılıdır. Bununla birlikte öteki yapıtlarında olduğu gibi, fazla düşünmeden yazdığı için olacak, Kohlhaas'ta da birçok tarih yanlışına (anachronisme) raslanır: "... geriye kalan küçük serveti kâğıt olarak yanında olduğu halde...", "niyeti Hamburg'a, oradan gemiye binip doğuya, Doğu Hindistan'a... gitmekti", "Hamburg Bankası"... Bütün bunlar on altıncı yüzyılda yoktu.
Yazar, çağdaşlarının sağlam kişilikli Johann Friedrich diye adlandırdıkları Saksonya Elektör Prensi'ni nedim ve nedimelerle çevrilmiş göstermektedir; böylece Kleist, Saksonya Elektör Prensi'ne haksızlık etmiş olmaktadır. Fakat yazarın düşüncesine göre, Elektör Prens bunu görünür duruma getirmektedir; çünkü hükümdarlık görevini iyi kullanamaz, hatır gönül tanır. Tarihi karıştırdığımız zaman, bu olayların oluşu sırasında Saksonya Elektör Prensi'nin yüksek kişilikli Johann Friedrich olduğunu görürüz. Öyleyse Kleist'ın Saksonya hükümdarını bu biçimde alçaltmasındaki neden nedir? Bunu anlamak için yazarın Napoléon hayranlığı üzerine düşündüklerine bir göz atalım.
Kleist'in gözünde Napoléon hayranlığı "savaşta beni alt edip çamur ve pislik içine atan; yüzüme ayağını basan adamın ustalığına hayran olmam" kadar alçaklıktır. İşte bu nedenle o, Napoléon ile anlaşma yapan Saksonya hanedanına karşı büyük bir nefret duymakta ve gerçekten olmuş gibi göstermek istediği öyküsünde, Saksonya hükümdarının kişiliğini değiştirerek onu düşkün birisi gibi göstermeye çalışmaktadır. Berlin'de, vicdanlı bir mahkeme önünde Kohlhaas ölüm yargısı giydiği zaman, Kleist şöyle yazar: "Halk, Elektör Prens, Kohlhaas'a sevgi duyduğu ve acıdığı için, bunu hemen kesinlikle uzun ve güçlüklerle dolu bir hapis cezasına dönüştürecek diye umuyordu." Buna karşın ölüm yargısı yerine getirilir. Yazar bu sözlerle hakkı ve adaleti istediği gibi kullanan, kâh arkadaşlarını gözeterek at tüccarının yok olmasına neden olan, kâh kişisel çıkarı uğrunda onun kaçmasına yardım etmek isteyen Saksonya Elektör Prensi ile her zaman adaletin gerçek temsilcisi olan Brandenburg Elektör Prensi arasındaki derin ayrımı belirtmek istemiştir.
Kohlhaas; Brandenburg mahkemesinde yargılanır. Hak ve adaleti kurtarmak ve düzeni yeniden kurmak için birçok cinayet işleyen bu adam, cinayetlerinin karşılığını canıyla öder. Ölüme giderken at tüccarı hoşnut ve kaygısızdır; çünkü dünyada en büyük isteğine kavuşmuş, uğrunda kendini gözden çıkardığı hak ve adalet düzeni yeniden kurulmuştur. O artık dünyayla, kendi vicdanıyla, yani Tanrı ile barışmıştır. Böylece soylunun cezalandırılmasıyla ondan yalnızca hukuksal olarak özür dilenmiş olmaz, aynı zamanda Luther'in bir papazı elçi gönderip bir zamanlar ondan esirgediği kutsamayı saygılı bir biçimde vermesi ve bu yolla onu bütün dünya günahlarından arınmış saymasıyla, yüksek ahlaksal özür de dilenmiş olur. Çünkü Luther, bir rahip, ünlü reformcu olarak değil, cisimleşmiş vicdan, Tanrı'nın armağan ettiği akıl, insansal ölçü olarak Kohlhaas'ın karşısına çıkar; onun sesi, at tüccarına geri dönmeyi buyuran Tanrı'nın sesidir. Fakat o, Luther ile konuştuğu andan başlayarak inançlı olduğu halde fazla ileri gittiği için, geri dönemez. Böylece hak ve adalet duygusu çok güçlü olan bir adam, kendi hakseverlik duygularının kurbanı olur, satır altında can verir.
MICHAEL KOHLHAAS
On altıncı yüzyılın ortalarında Havel (1) ırmağı kıyılarında, zamanının en haksever, aynı zamanda en korkunç adamı, Michael Kohlhaas adında bir at tüccarı yaşıyordu. Bir köy öğretmeninin oğlu olan bu garip adam, otuz yaşına kadar, yaşamını örnek bir yurttaş olarak geçirmişti. Hâlâ kendi adını taşımakta olan köydeki çiftliğinde, sanatıyla geçinerek dingin bir ömür sürüyordu; sevgili karısının doğurduğu çocuklarını da, Tanrı korkusuyla çalışkanlık ve bağlılık aşılayarak yetiştirmişti. Komşuları arasında onun hakseverliğini görmeyen kimse yoktu; kısaca, günün birinde, erdem yolunda aşırı derecede ileri gitmiş olmasaydı, dünya onun anısını saygı ile anacaktı. Fakat adalet duygusu onu bir haydut, bir katil yaptı.
Günün birinde, hepsi de iyi beslenmiş parlak tüylü bir tay sürüsüyle yabancı bir yöreye doğru yola çıktı; pazarda elde edeceği kazançla neler yapacağını hesaplıyordu; bir yandan, iyi iş adamları gibi daha fazla kazanç sağlamak için parasını başka bir işe yatırmayı düşünüyor, bir yandan da günün zevkini çıkarmayı kuruyordu. Elbe ırmağı kıyısına vardığı zaman, Saksonya toprağında (2) görkemli bir şövalye konağının yanında, şimdiye kadar bu yol üzerinde hiç görmediği bir sınır direğiyle karşılaştı. Şiddetli bir yağmur çevreyi kamçılıyordu. Atlarını durdurdu, nöbetçiyi çağırdı ve biraz sonra asık bir suratla pencereden bakan nöbetçiye yolu açmasını söyledi. Bir hayli zaman sonra evden çıkan gümrük kolcusuna sordu: "Ne var burada böyle?" Öteki: "Ülkenin efendisine ait bir ayrıcalık!" diye yanıtladı ve ekledi: "Soylu Wenzel von Tronka'ya bağışlanmış bir ayrıcalık!" Kohlhaas: "Ya! Demek soylu kişinin adı Wenzel?" dedi ve görkemli mazgallarıyla bütün çevreye egemen olan saraya baktı. "Buranın yaşlı efendisi öldü mü? Korucu, direği kaldırırken: "İnmeden öldü" dedi. Kohlhaas "Ya... Yazık!" dedi. "İnsanların birbiriyle alışverişte bulunmasından hoşlanan ve elinden geldiği kadar ticarete yardım eden, saygıya değer yaşlı bir efendiydi. Vaktiyle şuracıkta, köye giden yolda kısrağımın ayağı kırıldığı için, bir kaldırım yaptırmıştı. Eee, şimdi borcum ne?" diye sordu ve gümrük kolcusunun istediği parayı rüzgârda dalgalanan abasının altından güçlükle çıkardı. Öteki: "Çabuk, çabuk!" diye mırıldanıp havanın kötülüğüne ilendiği sırada, Kohlhaas ekledi: "Evet dostum! Bu direk ormandaki yerinde kalsaydı, benim için de, sizin için de çok daha iyi olurdu." Parayı verdi; yola koyulmak istiyordu; fakat henüz sınır direğinin yanına gelmemişti ki, arkasındaki kuleden yeni bir ses: "Dur orada, hey cambaz!" diye çınladı ve şato kâhyasının kapıyı açarak kendisine doğru koştuğunu gördü. Kohlhaas "Eh, duralım bakalım, daha neler göreceğiz?" diye düşündü ve atları durdurdu. Şato kâhyası şişman vücuduna bir ceket daha geçirip gelmişti; yağmura karşı yanlamasına durarak pasaport sordu. Kohlhaas biraz şaşırarak "Pasaport mu?" dedi; yanında herhalde böyle bir şey olmadığını söyledi; fakat efendinin istediği bu belgenin ne biçim şey olduğu kendisine tanımlanırsa, belki raslantıyla bulabileceğini sözlerine ekledi. Şato kâhyası, onu yan gözle süzerek, hükümdarın izin belgesi olmadan sınırdan hiçbir cambazın geçemeyeceğini söyledi. At cambazı, böyle bir kâğıt olmadan şimdiye kadar tam on yedi kez bu sınırdan geçtiğini ve kendi işini ilgilendiren fermanların tümünü bildiğini ileri sürdü; bunun herhalde bir yanlışlık sonucu olacağını söyledi; yolu uzun olduğu için burada gereksiz yere daha fazla alıkonulmamasını rica etti. Fakat kâhya onun on sekizinci kez buradan sıvışamayacağını, salt bunun için yeni bir buyruk yayımlandığını, ya burada bedelini ödeyip pasaportu alması ya da geldiği yere dönmesi gerektiğini söyledi. Bu yasadışı isteklerden canı çok sıkılan cambaz, kısa bir süre düşündükten sonra attan indi, onu bir uşağa verdi ve bu sorun üzerine Tronka Prensi ile bizzat görüşeceğini söyledi. Şatoya doğru yollandı; kâhya, açgözlü vurguncular ve bu gibilerden para sızdırmanın yararları hakkında homurdana homurdana onu izliyordu; her ikisi de birbirini süzerek salona girdiler. Raslantı olarak, soylu o anda birkaç şen arkadaşıyla içki sofrasında oturuyor, aralarında geçen bir şakanın neden olduğu tükenmez bir kahkaha ortalığı çınlatıyordu. Kohlhaas yakınmasını anlatmak için ona yaklaştı.Soylu ne istediğini sordu; yabancı adamı gören şövalyeler seslerini kestiler. Fakat daha atlar hakkındaki yakınmasına henüz başlamıştı ki, bütün kalabalık: "Atlar mı, nerde atlar?" diye bağırdı ve onları görmek için pencereye koştu. Aşağıda parlak tüylü at sürüsünü görünce, soylunun önerisi üzerine, uçar gibi avluya indiler. Yağmur dinmişti. Şato kâhyası, vekilharç ve uşaklar hepsi de hayvanların çevresine toplanmış, seyrediyorlardı. Biri, alnı akıtmalı doruyu övüyor, bir diğeri kestane kırını beğeniyor, üçüncüsü kulayı okşuyordu; hepsi de hayvanların geyik gibi olduklarında, ülkede bunlardan daha iyi at yetiştirilmediğinde birliktiler. Kohlhaas güler yüzle atların, üstlerine binecek şövalyelerden daha iyi olmadıklarını söylüyor, onları satın almaları için şövalyelere öneride bulunuyordu. Doru aygırı pek çekici bulan soylu bedelini sordu; vekilharç da işletmedeki hayvanların yeterli olmadığını düşünerek, bu işte kullanılmak üzere birkaç yağız alınmasını önerdi. Fakat at cambazı fiyatları bildirince pek pahalı buldular ve soylu, Kohlhaas'a böyle yüksek bir fiyat isterse gidip kral Arthur ve adamlarını (3) bulması gerekeceğini söyledi. Kohlhaas şato kâhyası ile vekilharcın atlara bakarak fısıldaştıklarını görünce, garip bir önduyuyla atları onlara satarak kurtulma kararını vermişti. Soyluya: "Efendim, bu yağızları bundan altı ay önce yirmi beş guldene almıştım; verin bana otuz gulden, sizin olsunlar!" dedi. Soylunun yanında duran iki şövalye atların bu değerde olduğunu kabul etti; fakat soylu doruyu alabileceğini; ancak yağızlar için hiç de para vermek niyetinde olmadığını söyledi ve gitmeye davrandı. Bunun üzerine Kohlhaas gelecek sefer beygirleriyle buradan geçerken belki kendisiyle alışveriş yapabileceğini bildirdi, soyluyla esenleşti ve gitmek için atının gemini yakaladı. Bu sırada şato kâhyası kalabalıktan ayrılıp ona pasaportsuz asla yolculuk yapamayacağını söyledi. Kohlhaas, soyluya dönerek, bütün işini berbat edecek olan bu isteğin doğru olup olmadığını sordu. Soylu, giderken, şaşkın bir çehreyle şöyle yanıt verdi: "Evet Kohlhaas! Pasaport almak zorundasın. Kâhya ile konuş, sonra yoluna git!" Kohlhaas, başka illere at çıkarılması hakkındaki yönetmeliklere asla karşı koyma düşüncesinde olmadığını söyledi; Dresden'den geçerken orada dışişleri dairesinden bir pasaport alacağına söz verdi ve böyle bir istekten hiç haberi olmadığı için bu seferlik geçip gitmesine izin verilmesini rica etti. Fırtına yine başladığı ve rüzgâr kuru, sıska vücuduna işlediği için soylu: "Haydi!" dedi, "bırakın şu miskini gitsin, siz de gelin!" Döndü, şatoya gitmek istiyordu. Kâhya, soyluya dönerek, hiç olmazsa borcunu kesinlikleödemesi için cambazın bir rehin bırakmasını önerdi. Soylu şato kapısının önünde yine durdu. Kohlhaas yağız atların rehini olarak ne kadar para ya da eşya vermesi gerektiğini sordu. Vekilharç, sözcükleri ağzında geveleyerek, yağız hayvanların bırakılmasını istiyordu: "Kesinlikle en uygun olan biçim budur, diyordu, pasaportu sağlar sağlamaz, onları istediği zaman derhal geri alabilir." Böyle hayasızca bir istekten dolayı çok kızmış olan Kohlhaas, soğuktan uzun gömleğinin eteklerini vücuduna saran soyluya, yağızları satmaya götürdüğünü söyledi; fakat o anda güçlü bir rüzgâr büyük bir yağmur ve dolu kütlesini kapıdan içeri püskürttüğünden soylu soruna bir son vermek üzere: "Eğer atları burada bırakmak istemiyorsa, onu, gerisin geriye sınırın ötesine defedin!" diye bağırdı ve gitti. Burada zorbalığa karşı koyamayacağını anlayan at cambazı, yapacak başka bir şey kalmayınca, bu isteği kabul etmeye karar verdi; yağız hayvanların takımlarını çözdü ve onları kâhyanın gösterdiği ahıra götürdü. Hayvanların yanına uşaklarından birini bıraktı, ona para vererek kendi dönüşüne kadar atlara dikkat etmesini öğütledi ve henüz cambazlığın yeni yeni ilgi gördüğü Saksonya'da gerçekten böyle bir kural olup olamayacağını düşüne düşüne, geriye kalan sürüyle Leipzig'e, panayıra doğru yollandı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Michael Kohlhaas - 2
- Büleklär
- Michael Kohlhaas - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3885Unikal süzlärneñ gomumi sanı 204030.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2355Unikal süzlärneñ gomumi sanı 135937.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3468Unikal süzlärneñ gomumi sanı 194632.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3185Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180832.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3896Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198429.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2828Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155930.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4044Unikal süzlärneñ gomumi sanı 196431.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Michael Kohlhaas - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2176Unikal süzlärneñ gomumi sanı 123935.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.