Michael Kohlhaas - 3

Süzlärneñ gomumi sanı 3468
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1946
32.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Kohlhaas bu sırada Brandenburg'da bulunuyordu. Tam o günlerde, Kohlhaasenbrück de görev alanı içinde olan vali Heinrich von Geusau, kentin payına düşen çok miktarda bir parayla yoksul hastalar yararına Brandenburg'da bazı hayır kurumları kurmakla uğraşıyordu. Vali, özellikle o çevredeki bir köy yakınında bulunup, sonradan da anlaşıldığı üzere şifa verici olduğuna inanılan bir maden suyu kaynağını, yaralıların yararlanması için düzenlemekle uğraşıyordu. Sarayda bulunduğu sırada bazı alışverişler dolayısıyla Kohlhaas'ı da tanımıştı. Kohlhaas, küçük bir çatıyla örtülü bu şifa kaynağının etkisini Tronkenburg'da geçirdiği o kara günden bu yana soluk aldıkça göğsü sızlayan Herse'nin sağlığı üzerinde denemek üzere buraya gelmişti. Bir raslantı sonucu olarak, Kohlhaas'ın Herse'yi bu kaynaktaki havuza girmesi için getirdiği sırada, vali de bu işle ilgili bazı buyruklar vermek üzere havuzun kıyısında bulunuyordu. İşte tam bu ara Kohlhaas Dresden'deki avukatının yazdığı ve karısının, özel bir adamla gönderdiği sarsıcı mektubu aldı. Doktorla konuşmakta olan vali, mektubu açıp okuduktan sonra Kohlhaas'ın gözlerinden bir damla yaş aktığının farkına vardı; ona yaklaşarak dostça ve içten bir edayla üzüntüsünün nedenini sordu. At tüccarı soruya hiçbir yanıt vermedi, aldığı mektubu ona uzattı. Bu mektuptan Tronkenburg'da yapılan iğrenç haksızlığı ve bunun sonucu olarak Herse'nin belki de bütün yaşamı boyunca hasta kalacağını öğrenen bu cömert adam, Kohlhaas'ın omzuna vurarak, cesaretini yitirmemesini ve bu haksızlığın giderilmesi için kendisine yardım edeceğini söyledi. Kohlhaas, aldığı buyruğa başeğerek akşam üzeri valinin şatosuna gittiği zaman, vali ona, Brandenburg Elektör Prensi'ne (7) olayı kısaca anlatan bir dilekçe yazıp, Saksonya ilinde karşılaştığı acımasız davranıştan dolayı yüksek korumasına sığınmasını ve bu dilekçeye avukatının mektubunu da eklemesini söyledi. Elektör Prense sunulmak üzere elinde bulunan kâğıtlar arasında, Kohlhaas'ın dilekçesini de sunacağına söz verdi. Elektör Prens'in de, bir engel çıkmazsa, savsaklamadan bu işi Saksonya Elektör Prensi'ne aktaracağına inandığını sözlerine ekledi; soyluyla akrabalarının bütün marifetlerine karşın, Dresden Mahkemesi huzurunda hak kazanmak için başkaca bir girişimde bulunmaya gerek olmadığını da söyledi. Kohlhaas, çok hoşnut olarak, bu yeni iyiliğinden dolayı valiye coşkuyla teşekkür etti; Dresden'de hiçbir girişimde bulunmadan, olayı hemen Berlin'e aktardığına üzüldüğünü söyledi; mahkeme kaleminde, yakınmasını yordamına göre yazdıktan sonra, valiye götürdü. Artık bu işin iyi sonuçlanacağından her zamankinden daha fazla emin olarak Kohlhaasenbrück'e döndü. Aradan bir iki hafta geçmemişti ki, valinin bazı işlerini görmek üzere Potsdam'a giden bir yargıç ona, Elektör Prens'in sorunu başbakanı Kont Kallheim'a aktardığını, onun da Dresden Sarayı'ndan bu suçun derhal incelenmesini ve suçluların cezalandırılmasını isteyeceği yerde, von Tronka'dan sorun hakkında açıklama istemeyi daha doğru bulduğunu haber verdi: Böylece Kohlhaas, yeniden acıya düştü. Kohlhaas'ın evinin önünde arabayı durduran ve ona durumu anlatmak için buyruk aldığı anlaşılan bu adam, at tüccarının üzüntüyle sorduğu: "Öyleyse neden bu işlemi yürüttüler." sorusuna, doyurucu bir yanıt veremedi; ancak valinin "sabırlı olsun!" dediğini sözlerine ekledi. Yargıç, davranışıyla, yolculuğunu sürdürmek zorunda olduğunu anlatmak istiyordu. Bu kısa konuşmanın sonuna doğru adamın ağzından kaçırdığı birkaç sözden Kohlhaas, Kont Kallheim'ın von Tronka ailesine kız verdiğini öğrendi. Ne hayvan yetiştirmekten, ne evine barkına bakmaktan, hatta ne de çoluk çocuğu arasında yaşamaktan artık hiçbir zevk duymayan Kohlhaas, gelecek ilgili kötü düşüncelere dalarak bir ay daha bekledi. Bir ay sonra, banyolardan oldukça yarar gören Herse, Brandenburg'dan döndü ve umduğu gibi, valinin bir mektubunu getirdi; buna bir de resmi yazı ilişikti, vali, bu sorunda hiçbir yardımda bulunamadığından dolayı üzgün olduğunu, kendisine başbakanlığın kararını gönderdiğini, Tronkenburg'da bıraktığı atlarını alarak artık sorunu kapatmasının uygun olacağını yazıyordu. Kararda, Dresden'deki mahkemenin ilamına göre, işe yaramaz kavgacı bir adam olduğu, atlarını yanında bıraktığı soylunun onları hiçbir suretle alıkoymak istemediği, şatoya adam gönderip onları aldırması ya da hiç olmazsa, atların nereye gönderilmesini istediğini soyluya bildirmesi yazılıydı; başbakanlığı bu gibi saçma ve gereksiz müracaatlarla rahatsız etmekten sakınması gerektiği de eklenmişti. Atların değerini düşünmeyen -onların yerinde bir çift köpek bile olsa aynı acıyı duyacak olan- Kohlhaas, bu mektubu alınca öfkeden köpürdü. Ne zaman avluda bir ses işitse, yürek atışlarını hızlandıran pek zayıf bir umutla, acaba soylunun adamları açlıktan sıskalaşmış atları, belki de aynı zamanda bir ödence vermek üzere, getiriyorlar mı diye büyük kapıya bakıyordu: Ancak böyle bir durum karşısında, çevresinin iyi etkileri altında yetişen temiz ruhunun eğilimlerine uyarak, hiçbir şey yapmamaya karar vermişti. Fakat az sonra, oradan geçen bir tanıdıktan, Tronkenburg'daki atlarının hâlâ soylunun öteki beygirleriyle birlikte tarlada çalıştırıldığını öğrendi. Dünyanın böyle korkunç bir karışıklık içinde yüzmesinden duyduğu acının yanı başında, artık kendi içinin erince kavuştuğunu görmekten doğan bir sevinç duyumsamaya başlamıştı. Arazisinin çevresindeki toprakları da satın alarak mülkünü büyütmeyi çoktan beri tasarlayan komşularından bir memuru evine çağırdı. Görüşmeye başlar başlamaz, Brandenburg ve Saksonya'daki mülkleri için, ev olsun, arazi olsun, sağlam ya da yıkık durumda bulunsun, toptan, ne kadar para verebileceğini sordu. Bu sözleri işitince karısı Lisbeth'in rengi uçtu; döndü, arkasında yerde oynayan en küçük çocuğunu kucağına aldı: boyun atkısıyla oynayan oğlunun kırmızı yanaklarının yanından, içinde ölüm acısı okunan bakışlarla kocasına ve elinde tuttuğu kâğıda baktı. Memur Kohlhaas'ı şaşkınlıkla süzerek ne gibi bir nedenin onu bu garip düşünceye yönelttiğini sordu. Bunun üzerine, Kohlhaas zoraki bir neşeyle Havel ırmağı kıyısındaki küçük çiftliğini satmak düşüncesinin pek yeni bir şey olmadığını, bu konuda kendisiyle birçok kez pazarlık yaptıklarını, Dresden'in dış mahallesindeki evininse bununla kıyas kabul etmeyecek derecede önemsiz bir mülk olduğunu; sözün kısası, isteğini yerine getirmek ve bu iki mülkü satın almak isterse sözleşmeyi yapmak için hazır olduğunu söyledi. Neşeli görünmeye çalışarak, "dünya Kohlhaasenbrück'ten ibaret değil ya!" dedi ve ekledi: "Öyle amaçlar vardır ki, onların yanında, yalnızca evinin namuslu babası olmanın hiçbir değeri yoktur: kısaca, neden itiraf etmeyeyim, ruhum, sonuçlarını belki de pek yakında işiteceğiniz büyük amaçlar peşinde..." Bu sözlerle rahatlayan memur, çocuğunu durmadan öpmekte olan kadına, şaka olarak, kocasının herhalde paranın derhal ödenmesini istemeyeceğini söyledi. Dizleri arasında duran bastonuyla şapkasını masanın üstüne koydu ve at tüccarının elinde tuttuğu kâğıdı, okumak için aldı. Kohlhaas yaklaşarak, bunun, kendisi tarafından hazırlanmış ve dört hafta vazgeçme süreli bir satış sözleşmesi taslağı olduğunu anlattı. Sözleşmede imzalarla kararlaştırılacak fiyattan başka hiçbir şey eksik değildi. Gerek fiyat, gerekse dört hafta içinde satıştan vazgeçerse memura vereceği ödence konusunda kendisiyle kolayca anlaşacağına, fazla para istemeyeceği gibi başka güçlükler de çıkarmayacağına güvence verdi. Kadıncağız odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, göğsü öyle hızla çarpıyordu ki oğlunun çektiği atkı az kalsın omuzlarından düşecekti. Memur Dresden'deki emlakının değerine karar veremeyeceğini söyleyince, Kohlhaas, onları satın aldığı sırada yazılmış olan mektupları gösterdi ve yüz gulden istedi, oysa mektuplardan, bunların kendisine hemen hemen yüz elli gulden'e mal olduğu anlaşılıyordu. Sözleşmeyi yeniden okuyan memur, bunda hiç aklından geçirmediği halde, isterse kendisinin de bu alışverişten vazgeçebileceğinin belirtilmiş olduğunu görünce, yarı karar vermiş bir tavırla ahırdaki damızlık atların kendi işine yaramayacağını söyledi. Bunun üzerine Kohlhaas, atları zaten vermek niyetinde olmadığını, pusat odasındaki birkaç silahı da alacağını söyledi. Memur hâlâ duraksamalıydı; sonunda birkaç gün önce bir gezinti sırasında yarı ciddi, yarı şaka önermiş olduğu, emlakın gerçek değerine göre pek az olan bir bedeli yeniden ileri sürdü. Kohlhaas "peki yaz!" diyerek hokka kalemi uzattı. İşittiklerine inanamayan ve öneriyi şaka sanan memurun bir kere daha bunun ciddi olup olmadığını sorması üzerine, at tüccarı bir parça alınmış bir biçimde "şaka mı ediyorum sanıyorsun?" dedi. Bunun üzerine memur düşünceli bir yüz takınarak kalemi alıp yazdı. Buna karşılık satıştan vazgeçtiği takdirde satıcının ödence vereceğini belirten maddeyi sözleşmeden sildi, mülkiyetini almak istemediği Dresden'deki emlak üzerine yüz altın guldenlik bir ipotek koydu ve Kohlhaas'a bu işten iki ay içinde dönme özgürlüğünü verdi. Bundan pek duygulanan at cambazı, büyük bir içtenlikle onun elini sıktı, satış fiyatının dörtte birinin derhal peşin olarak verilip geri kalan kısmının üç ay içinde Hamburg Bankası'na yatırılması ana koşulu üzerinde de anlaştıktan sonra, böyle iyi sonuçlanan bu işi kutlamak üzere "şarap getirin!" diye bağırdı. Şişelerle içeriye giren hizmetçi kıza, uşak Sternbald'ın kendine al atı hazırlamasını buyurdu; bazı işler görmek üzere başkente gideceğini anlatarak şimdi sır olarak sakladığı birçok şeyi, kısa bir zaman sonra geri dönünce daha özgürce açığa vuracağını söyledi. Kadehleri doldururken tam o sırada birbiriyle savaşan Lehlerle Türkleri sordu, memura bu sorun hakkında bazı siyasi görüşlerini söyletti, sonunda işlerinin iyi gitmesi şerefine içtikten sonra onu uğurladı. Memur odadan çıkar çıkmaz Lisbeth, kocasının önüne diz çökerek haykırdı: "Eğer bana ve çocuklarımıza azıcık olsun yüreğinde yer veriyorsan ve bizi -bilmediğim bir nedenle- gönlünden atmış değilsen, söyle bana bu korkunç davranışlarının anlamı nedir?" Kohlhaas: "Sevgili karıcığım, bu sorun seni asla meraka düşürmesin! Benim soylu Wenzel von Tronka'ya karşı yaptığım şikâyetin hiçbir şeye yaramayan bir boşboğazlıktan ibaret olduğunu bildiren resmi bir yazı aldım. Bunda herhalde bir yanlışlık olacağından, şikâyetimi kendim hükümdarın kendisine yapmaya karar verdim." dedi. Karısı ürkmüş bir çehreyle ayağa kalkarak: "Peki, öyleyse neden evini satmak istiyorsun?" diye bağırdı. At tüccarı onu tatlı tatlı bağrına basıp yanıt verdi: "Çünkü benim sevgili Lisbeth'im ben, haklarımı korumak istemeyen bir ülkede kalamam. Eğer ayaklar altında çiğneneceksem, insan olmaktansa bir köpek olmayı yeğlerim! Eminim ki, karım da bu konuda benim gibi düşünür!" Karısı çılgınca "nereden biliyorsun ki..." diye kükredi, "nereden biliyorsun ki, haklarını korumuyorlar! Sen sana yakışan bir biçimde, alçakgönüllü bir dilekçeyle efendimize yaklaşırsan, dilekçenin bir yana atılacağını ya da seni dinlemekten kaçınacaklarını, sana yanıt verilmeyeceğini nereden biliyorsun?.." Kohlhaas "âlâ!" diye yanıtladı. "Eğer şimdiye kadar nedensiz yere korkmuşsam, nasıl olsa evim henüz satılmamış olacak, üzülme. Şunu iyi biliyorum ki, efendimiz adildir. Çevresini alanlar arasından yol bulup huzuruna ulaşabilirsem, daha hafta dolmadan hakkımı alıp sana ve eski işime geri döneceğimden hiç kuşku duymuyorum" dedi ve onu öperek "ondan sonra artık yaşamımın sonuna kadar senin yanında kalacağım. Fakat iyisi mi" diye sözünü sürdürdü, "her olasılığa karşı hazırlıklı olmak gerek. Bunun için de senin, çocukları alarak, mümkünse bir süre kalmak üzere, buradan uzaklaşmanı ve zaten uzun zamandan beri ziyaret etmek istediğin Schwerin'deki hala kızının yanına gitmeni istiyorum!" "Nasıl? Schwerin'e mi? Çocuklarla birlikte sınırdan geçerek halamın kızına, Schwerin'e mi gideyim?" diye kadın bağırdı: Şaşkınlık ve öfkesinden sesi kesilmişti. Kohlhaas: "Kuşkusuz! Mümkünse hemen, derhal! Öyle ki, işim için atacağım adımları daha kayıtsız ve serbestçe atayım." diye yanıt verdi. Karısı: "Haa! Seni anlıyorum, sen şimdi at ve silahtan başka bir şey istemiyorsun, geriye kalan ne olursa olsun!" diye bağırdı, hemen döndü, kendini bir koltuğa atıp ağlamaya başladı. Kohlhaas üzüntüyle: "Sevgili Lisbeth, ne yapıyorsun? Tanrı bana ev bark, çoluk çocuk armağan etmiş... ister misin ki bugün ilk kez olarak keşke vermeseydi diyeyim?" dedi, bu sözler üzerine kızararak boynuna sarılan karısının yanına oturdu, alnının üstündeki kakülleri okşayarak: "Söyle bana, ne yapayım? Bu olayı böylece bırakayım mı? Tronkenburg'a gidip atları bana vermesini şövalyeden rica edeyim, üstlerine atlayarak onları buraya sana getireyim mi?" dedi. Lisbeth "Evet evet, evet!" demeye cesaret edemiyordu. Ağlayarak başını sallıyor, onu tüm gücüyle kendine çekerek göğsünü sıcak öpücüklere boğuyordu. Kohlhaas: "Bu başladığım işi sürdürdüğüm takdirde hakkımı elde edeceğime inanıyorsan, bırak beni istediğim gibi özgür çalışayım!" deyip ayağa kalktı ve al atın eğerlendiğini haber veren uşağa, öbür gün karısını Schwerin'e götürmek üzere doruların da hazırlanmasını buyurdu. Lisbeth: "Aklıma bir şey geldi... Acaba dilekçeyi bana versen de, senin yerine onu ben Berlin'e götürüp hükümdara versem olmaz mı?" dedi. Kohlhaas bu öneriden birçok nedenle etkilenerek onu kucakladı ve: "Sevgili karıcığım, bu dediğin asla olamaz! Efendimizin çevresi sıra sıra sarılmıştır, ona yaklaşmak isteyen bir kimse hoşa gitmeyecek birçok şeyle karşılaşabilir." dedi. Lisbeth, Elektör Prense yaklaşmanın bir kadın için bir erkekten bin kez daha kolay olduğunu söyledi. "Dilekçeyi bana ver!" diye yineledi, "onun hükümdarın eline geçmesinden başka bir şey istemiyorsan, emin ol, ben ulaştırırım." Karısının cesareti kadar zekâsını da birçok kez denemiş olan Kohlhaas, "bu işi nasıl başaracaksın?" dedi; bunun üzerine o utanarak önüne bakıp, Elektör Prens'in saray kâhyasının geçmiş zamanlarda Schwerin'de çalışırken kendisini istediğini, şimdi evli ve çoluk çocuk sahibi ise de, kendisini hâlâ unutmadığını söyledi ve anlatılması gayet uzun sürecek birtakım nedenlerden dolayı bu işin kendisine bırakılmasının daha kârlı olacağını yineledi. Kohlhaas, büyük bir sevinçle onu öptü, önerisini kabul ettiğini söyledi ve "sarayda hükümdara yaklaşabilmek için o adamın karısına konuk olman yeter" dedi. Dilekçeyi verdi; doruları arabaya koşturdu ve karısını sadık uşağı Sternbald ile sağ ve esen yola çıkardı.
Fakat bu yolculuk şimdiye kadarki girişimlerinin en kötü sonuçlusu oldu: Aradan birkaç gün geçmişti ki, Sternbald önünde yavaş yavaş yürüyerek arabayı avluya soktu. Göğsünde büyük ve tehlikeli bir yara bulunan kadın, arabanın içinde yatıyordu. Yüzü sapsarı kesilmiş olarak arabaya yanaşan Kohlhaas bu acıklı olayla ilgili kesin bir bilgi edinemedi. Uşağın dediğine göre kâhyayı evinde bulamadıklarından saray yakınında bir hana inmek zorunda kalmışlar, ertesi gün Lisbeth uşağa hayvanların yanında kalmasını söyleyerek handan çıkmış, ancak akşamüstü bu durumda geri gelmişti. Hükümdara fazla yaklaşıp sokulmak cüreti göstermesi üzerine, onun haberi ve buyruğu olmadan çevresindeki korumanlarından birinin fazla gayret göstererek kadıncağızı haşince bir mızrak darbesiyle göğsünden yaraladığı, zavallıyı akşam üzeri baygın bir durumda hana getirenlerin sözlerinden anlaşılmaktaydı. Biçarenin ağzından kan geldiğinden az konuşabiliyordu. Bundan sonra dilekçe bir şövalye tarafından Lisbeth'ten alınmıştı. Sternbald, bir ata atlayıp ona bu yıkımı acele haber vermeyi istediğini, fakat çağrılan cerrahın diretmesine karşın kocasına hiç haber verilmeden kendisinin Kohlhaasenbrück'e götürülmesinde Lisbeth'in ayak dirediğini söyledi. Kohlhaas, yolculuktan bitkin düşen karısını bir yatağa götürdü; zavallı kadın burada güçlükle soluk alarak ancak birkaç gün daha yaşayabildi. Başına gelenleri öğrenebilmek için onu kendine getirmeye boşuna uğraştılar; o artık sönmek üzere olan kımıltısız gözlerle yatağında yatıyor, yanıt vermiyordu. Yalnızca ölümünden biraz önce belleği yerine geldi. Çünkü bu sırada Luther mezhebinden bir papaz (o zaman yeni yayılmaya başlayan bu mezhebi kocasına uyarak o da kabul etmişti) yatağının yanında duruyor, yüksek ve dokunaklı bir sesle İncil'den bir parça okuyordu. Birdenbire ışıksız gözlerle ona baktı, sanki yeniden dinleyip öğreneceği bir şey yokmuş gibi onun elinden İncil'i aldı, bir şey arar gibi yapraklarını karıştırdı, karıştırdı ve yatağında oturan Kohlhaas'a işaret parmağıyla: "Düşmanlarını bağışla, senden nefret edenlere de iyilik et" ayetini gösterdi. Bu sırada tüm sevgisiyle kocasına bakarak elini tuttu ve öldü. Kohlhaas düşündü: "Eğer ben şu soyluyu bağışlarsam, Tanrı beni asla bağışlamasın!" Gözlerinden yaşlar boşanırken onu öptü, gözlerini kapadı ve odadan çıktı. Memurun Dresden'deki ahırlar için getirdiği yüz altın guldeni aldı, prenseslere layık bir cenaze alayı hazırlattı, birçok maden kakmayla süslenmiş, meşe ağacından bir tabut, altın ve gümüş saçaklı ipek yastıklar ve sekiz kulaç derinliğinde taş ve kireçle örülmüş bir mezar. Küçük oğlu kucağında olduğu halde mezarın başında durmuş, kazılmasına bakıyordu. Gömme günü kar gibi beyazlara sarılı cenaze, onun siyah kumaşlarla kaplattığı bir salona konmuştu. Papaz tabutun yanında söylediği dokunaklı söylevi henüz bitirmişti ki, mutsuz kadının götürdüğü dilekçeye hükümdarın yolladığı yanıtı Kohlhaas'a verdiler. Bunda Tronkenburg'a gidip atlarını alması ve işin peşini bırakması, yoksa hapse atılacağı bildiriliyordu. Kohlhaas mektubu cebine koydu ve tabutu arabaya yerleştirtti. Cenaze gömülüp mezarın üzerine haç dikildikten ve törende bulunanlar dağıldıktan sonra Kohlhaas, karısının şimdi boş kalan yatağı üstüne bir kez daha kapandı ve öç almaya kesin olarak karar verdi; oturdu, doğuştan gelen güç ve gözüpekliğine dayanarak toprak sahibi genç soylu Wenzel von Tronka'ya bir uyarı mektubu yazdı. Bunda ona ileniyor ve tarlada çalıştırarak çürüttüğü yağızlarını bu mektubu aldıktan en geç üç gün sonra akşam karanlığında Kohlhaasenbrück'e getirerek ahırda bizzat besleyip semirtmesini kesin olarak buyuruyordu. Bu mektubu bir atlıya verip gönderdi ve ona, kâğıdı verir vermez hemen Kohlhaasenbrück'e dönmesini tembih etti. Üç gün geçtiği halde atlar getirilmediğinden, Herse'yi çağırıp soyluya yazdıklarının hepsini anlattı; kendisiyle birlikte Tronkenburg'a gidip bu genç soyluyu yakalayarak buraya getirmeyi ve ahırda atlara iyi bakmazsa onu kırbaçlamayı isteyip istemediğini sordu. Bu söylenenleri duyar duymaz Herse, "bugünden tezi yok" diyerek külâhını havaya fırlattı ve ona tımar etmeyi öğretmek için sırımların en düğümlüsünü ördüreceğini söyledi. Bundan sonra Kohlhaas evini sattı, çocuklarını bir arabaya bindirip sınırın ötesine gönderdi; akşam karanlığı basarken eski, sadık uşaklarından yedi kişi daha topladı, hepsini silahlandırdı: Atlara bindiler ve Tronkenburg'a yollandılar.
Kohlhaas, üçüncü günün akşamı bu küçük kafileyle birlikte büyük kapının altında konuşan gümrükçü ve kapıcıyı çiğneyip geçerek şatoya girdi. Şatonun avlusunda tutuşturdukları barakalar çatır çatır yanarken, Herse dolambaçlı merdivenden kâhyanın kulesine çıkmış ve yarı soyunmuş bir halde oyun başında bulunan kâhya ile vekilharcı dövüp yaralamaya koyulmuştu. Kohlhaas da tam bu sırada Wenzel'i yakalamak için şatoya daldı... Adalet meleği böylece gökten iniyordu... Soylu, at tüccarının gönderdiği kâğıdı yanındaki genç arkadaşlarına okuyarak kahkahalarıyla ortalığı çınlatırken, birdenbire avludan Kohlhaas'ın sesini duydu, beti benzi attı: "Kardeşler, herkes başının çaresine baksın" diye bağırarak ortadan kayboldu. Kohlhaas salona girerken karşısına çıkan Hans von Tronka adlı şövalyeyi göğsünden yakalayıp salonun köşesine öyle bir fırlattı ki, beyni taşlar üzerine aktı. Uşakları silaha sarılıp öteki şövalyelerin haklarından gelirken, onları dağıtan Kohlhaas "Wenzel von Tronka nerede?" diye bağırdı; neye uğradıklarını bilmeyen bu adamların olumlu yanıt vermemeleri üzerine şatonun kanatlarına giden iki hücrenin kapılarını birer tekmeyle açıp her yanını dolaştığı yapının, hiçbir köşesinde kimseyi bulamadığından, bütün kapılar tutulsun diye söve söve avluya indi. Bu sırada barakaların ateşi şatoya ve çevresindeki yapılara atlamış, duman sütunları göklere yükselmeye başlamıştı. Sternbald üç güçlü uşakla, sökülüp taşınabilecek bütün eşyayı sürükleyip atların arasına yığarken, Herse'nin sevinç çığlıkları arasında kâhya dairesinin penceresinden kâhyanın, vekilharcının ve çocuklarıyla karılarının cesetleri fırlatılıyordu. Şatonun merdivenlerinden inerken ayaklarına kapanan yaşlı, nikrisli kalfaya Kohlhaas basamakta durarak: "Soylu Wenzel von Tronka nerede?" diye sordu. Kadın alçak ve titrek bir sesle "sanırım kiliseye kaçmıştır" deyince Kohlhaas ellerinde meşale taşıyan iki uşağı çağırdı, anahtarlar bulunamadığından kapıyı küskü ve baltalarla açtırdı, mihrapları, sıraları altüst etti; fakat bütün hıncına karşın Wenzel'i bulamadı. Kohlhaas kiliseden çıkarken Tronkenburg'da çalışan genç bir uşak, şövalyenin cenk atlarını ateşin yaklaştığı geniş ve kâgir bir ahırdan çıkarmaya koşuyordu. İşte tam bu sırada samanla örtülü bir kulübede kendi yağızlarını gören at tüccarı uşağa, niçin onları kurtarmadığını sordu. Ahırın kapısını açmaya çalışan uşağın "kulübeyi ateş sarmış" demesi üzerine Kohlhaas onu zorla kapıdan çekerek anahtarı duvarın ötesine fırlattı, kılıcının tersiyle durmadan vurarak onu yanmakta olan kulübeye soktu ve çevredekilerin yabanıl kahkahaları arasında zorla yağızları kurtarmaya gönderdi. Korkudan yüzü sapsarı kesilmiş olan uşak, çıkar çıkmaz arkasından yıkılan kulübeyi atlarla birlikte terk ettiği zaman Kohlhaas'ı orada bulamadı. Avluya uşaklarının yanına gidip at tüccarına birkaç kez hayvanları ne yapacağını sordu. Kohlhaas, her seferinde ses çıkarmaksızın ona arkasını dönmüştü. Birdenbire adamcağıza öyle müthiş bir tekme savurdu ki, bu tekme raslamış olsaydı onu kesin öldürürdü. Uşağın sorusunu yanıtsız bırakarak dorusuna atladı: Adamları yağmayı sürdürürken, gidip kale kapısının altında sessizce sabahı bekledi. Şafak sökerken bütün şato da duvarlarına kadar yanmıştı; oralarda Kohlhaas'la yedi uşağından başka kimse yoktu. Attan indi; gündüz gözüyle, güneşin aydınlattığı bütün köşe bucağı bir kez daha aradı. Kendisine çok ağır gelmekle birlikte şatoya yaptığı baskından istediği sonucu elde edemediği kanısına vararak, kalbi acı ve üzüntüyle dolu olduğu halde birkaç uşağıyla Herse'yi, soylunun ne yana kaçtığını anlamak üzere gönderdi. En çok düşündüğü yer, Mulda ırmağı kıyısındaki Erlabrunn adlı zengin rahibeler manastırıydı: Buranın başrahibesi Antonia von Tronka, bu yörede dindar ve yardımı seven aziz bir kadın olarak tanınmaktaydı. Soylunun düştüğü bu korkunç durumda, çocukluğunda kendisini eğitmiş olan öz halasının başrahibe bulunduğu bu manastıra sığınmış olması aklına yakın geliyordu. Bu konuda bilgi topladıktan sonra Kohlhaas, hâlâ bir odası oturulabilecek bir durumda olan kâhyalık kulesine çıktı; orada "Kohlhaas Buyrukları" adını taşıyan bir bildiri yazdı. Bunda, halktan, kendisiyle savaş halinde bulunduğu Wenzel von Tronka'yı korumamalarını istiyor, akraba ve dostları da içinde olmak üzere herkesin onu kendisine teslim etmek zorunda olduğunu, böyle yapılmazsa bütün mal ve mülklerinin yakılacağını ve kendilerinin işkence ve ölüm cezasına çarpılacaklarını kesin olarak bildiriyordu. Bu bildiriyi, yabancılar ve gezginlerle bütün çevreye dağıtıyordu; hatta bunun bir nüshasını da Erlabrunn'da rahibe Antonia'ya götürmek üzere, Waldmann'a vermişti. Sonra soyludan hoşnut olmayan ve yağmadan pay almak düşüncesiyle hizmetine girmek isteyen birkaç uşakla da uyuştu. Onları piyadeler gibi oklar ve hançerlerle silahlandırdı ve kendilerine atlı uşakların terkilerine binmeyi öğretti. Yardımcılarının taşıyıp getirdiği bütün eşyayı paraya çevirip bunlara dağıttıktan sonra, bu korkunç işlerini bırakarak birkaç saat kale kapısının altında dinlendi.
Öğleye doğru Herse geldi; hep en kötü olasılıkları sezen yüreği onu yanıltmamıştı; soylu Erlabrunn Manastırı'nda, halası yaşlı rahibe Antonia von Tronka'nın yanında bulunuyordu. Herhalde şatonun arka duvarındaki boşluğa açılan bir kapıdan Elbe'deki sallara inen, üstü küçük bir damla örtülü taş merdiven yoluyla kaçmış olacaktı. Yine Herse'nin anlattığına göre, ahalisi Tronkenburg'daki yangını seyir için toplanmış olan bir Elbe köyüne, gece yarısı dümensiz küreksiz bir salla gelerek halkın şaşkınlığı arasında karaya çıkmış, oradan da bir köylü arabasıyla Erlabrunn'a gitmişti. Bunları işiten Kohlhaas derin derin içini çekti; sonra atların yem kestirip kestirmediklerini sordu. Evet yanıtı verilince adamlarını atlara bindirtti, üç saat sonra Erlabrunn'a geldi. Köyün önünde yaktıkları meşaleler ellerinde olduğu halde bütün bu kalabalık manastırın avlusuna girerken, ufuktan yakın bir fırtınanın boğuk gürültüleri yankılanmaktaydı. Bu sırada önüne çıkan uşak Waldmann, tam bildirisini yerine verdiğini söylerken başrahibe ile manastır kâhyasının telaşla konuşarak manastır kapısının altına geldiklerini gördü. Kar gibi bembeyaz ufak tefek, yaşlı bir adam olan manastır kâhyası Kohlhaas'a öfke ve nefretle bakarak zırhını giyinir ve çevresindeki uşaklara sert bir sesle tehlike çanı çalmalarını buyururken, başrahibe, yüzü bir keten gibi bembeyaz, elinde İsa'nın gümüş heykelciği, rampadan aşağı indi ve bütün öteki rahibelerle birlikte kendini Kohlhaas'ın atının önüne attı. Herse ile Sternbald elinde kılıcı olmayan kâhyayı alt edip esir olarak atların arasına götürürken, Kohlhaas rahibeye soylu Wenzel von Tronka'nın nerede olduğunu sordu. Rahibe kuşağından anahtarları çıkarıp: "Wittenberg'de! Kohlhaas, saygıdeğer adam!" diye yanıt vererek titrek bir sesle, "Tanrı'dan kork, haksızlık etme!" sözlerini ekleyince, Kohlhaas dinmeyen hıncının cehennemine yeniden düşerek atını çevirdi ve tam "ateşleyin!" diye bağırmak üzereyken dehşetli bir yıldırım hemen yanı başına düştü. Kohlhaas atının başını yeniden kadına çevirerek buyruklarını alıp almadığını sordu. Kadın ancak işitilebilir bir sesle, "Demin, biraz önce!" "Ne zaman?" "Tanrı seni inandırsın, yeğenim şövalyenin yola çıkmasından tam iki saat sonra..." yanıtını verdi. Kohlhaas'ın kendisine bulanık gözlerle baktığı uşak Waldmann, kekeleye kekeleye, yağmurlar yüzünden taşan Mulde sularının daha önce buraya yetişmesine engel olduğunu söyleyerek rahibenin sözlerini doğruladı. Kohlhaas kendini topladı; meşaleleri söndürttü; alanın taşları üzerine savrulan korkunç bir yağmur sağanağı bitmez tükenmez acısını artırdı. Kadının önünde şöylece şapkasını çıkarıp atını çevirdi: "İzleyin kardeşler! Soylu Wittenberg'dedir" diyerek atına mahmuzları indirdi ve manastırdan ayrıldı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Michael Kohlhaas - 4
  • Büleklär
  • Michael Kohlhaas - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3885
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2040
    30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 2355
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1359
    37.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    57.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3468
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1946
    32.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3185
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1808
    32.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3896
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1984
    29.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 2828
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1559
    30.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 4044
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1964
    31.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Michael Kohlhaas - 8
    Süzlärneñ gomumi sanı 2176
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1239
    35.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.