Türkiye'nin Yeni Dünyası - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 3658
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2002
18.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
28.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
34.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DEĞİŞEN DİNAMİKLERİ
Editörler
Alan O. Makovsky, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nün kıdemli üyesi ve müdürüdür. Birleşik Devletler’in bölgesel politika sorunlarının yanı sıra Türkiye ve Ortadoğu’yla ilişkileri üzerine çok sayıda eser vermiştir. İstihbarat ve Araştırma Dairesi’nin Doğu Avrupa bölüm şefliği, Türkiye’de üslenen Çekiç Güç’ün siyasi danışmanlığı ve Ortadoğu Özel Koordinatörü’nün danışmanlığı gibi görevlerde ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesinde onbir yıl çalıştıktan sonra 1994 yılında Washington Enstitüsü’ne katılmıştır.
Sabri Sayarı, Amerikan üniversitelerindeki Türkiye üzerine bilimsel araştırmaları destekleyen Georgetown Üniversitesi’nde faaliyet gösteren, kar amacı gütmeyen özel bir eğitim kuruluşu olan Türk Araştırmaları Enstitüsü’nde yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaktadır. Sayarı, Georgetown Üniversitesi’nin Dış Politika Okulu’nda ders vermekte ve şu anda ABD Dışişleri Bakanlığına bağlı Dış Politika Enstitüsü’nün Türk Dünyası Araştırmaları’nın başkanı olarak görev yapmaktadır. Kendisinin, demokratikleşme, siyasi partiler, ekonomik reform politikası ve dış politika dahil olmak üzere Türk Politikasına ilişkin birçok eseri yayımlanmıştır.
Teşekkür
Bu kitaptaki hemen hemen tüm bölümler, 1997-98 yılları arasında Washington Yakın Doğu Enstitüsü tarafından düzenlenen Türk Dış Politikasına ilişkin beş seminerdeki sunumlardan doğmuştur. (Garreth Winrow’un makalesi seminerlerin sonrasında eklenmiştir.) Bu seminerler sadece, Smith-Richardson Vakfı’nın cömert desteğiyle gerçekleştirilebildi. Gösterişten uzak yaklaşımıyla bilinen Smith-Richardson yıllardır dış politikayla ilgili birçok birinci sınıf projeyle ilgilenmiştır. Vakfın bize duyduğu güvenden ve personeliyle, özellikle Nadia Schadlow’la çalışma fırsatı yakalamaktan gurur duyduk.
Türkiye’nin Batıyla ilişkilerine yönelik beşinci seminer için önemli miktarda katkı, Birleşik Devletlerin Türkiye, Yunanistan ve Almanya Büyükelçiliklerinin Bilgi Servisi Ofislerince sağlandı. Hem projemize kıt bütçelerinde önemli bir yer ayırdıkları hem de seminer gündemiyle ilgili önemli öneriler getirdikleri için halkla ilişkiler danışmanları Helena Finn, T.J Dowling, Arlene Jacquette ve David Arnett’a minnettarız.
Yazarları ve editörlerin yanı sıra bazıları da seminerlerdeki tartışmalara katılarak değerli öneriler ve önemli görüşler öne sürdüler. Bu kişiler arasında Oya Akgönenç, Bülent Alirıza, Bülent Aras, Ekave Athanassopoulou, Sencer Ayata, Bahmut Bali Aykan, Hüseyin Bağcı, Menri Barkey, Fuat Çalışır, Oğuz Çelikkol, Van Coufoudaki, Theodore Couloumbis, Metehan Demiry, Nadir Devlet, Cem Duna Semil Egeli, Şükrü Elekdağ, Asım Erdilek, Sedat Ergin, Andrew Finkel, Graham fuller, Paul Goble, Thomas Goltz, Jean-Marie Guehenno, Şükrü Gürel, Talat Halman, Famil Ismailov, Charles Jenkins, Paul Jureidini, Bahadır Kaleağası, Ali Karaosmanoğlu, İbrahim Karavan, Dimitris Keridis, Hakan Kırımlı, Sami Kohen, Fehmi Koru, Martin Kramer, Ömer Kürkçüoğlu, Gün Kut, Barry Lowenkron, Heath Lowry, Carol Migdalovitz, Malik Mufti, Vitaly Naumkin, Selim Oktar, Ümit Özdağ, Soli Özel, Erdal Öztürk, Necdet Pamir, Daniel Pipes, Hugh Poulton, Harold Rhode, Philip Robins, John Roper, Özedem Sanberk, Mahmood Sarioghlam, Robert Satloff, Martin Sletzinger, Udo Steinbach, Seyfi Taşhan, Maria Todorova, Alexandre Toumarkine, Dimitrios Triantaphyllou, Baran Tuncer, Hasan Ünal, Ross Wilson, James Wolfe ve Paul Wolfowitz bulunmaktadır. Seminer sonrası bu kitabın üretim aşamasında Keith Weissman ve Birol Yeşilada’dan gelen öneriler de çok yararlı olmuştur.
Çalışkan baskı editörümüz Bob Greiner, bizim bitmek tükenmek bilmeyen isteklerimizle de başa çıkarak bu kitapta müthiş bir iş çıkardı. Washington Enstitüsü'nün yayın müdürü Monica Neal Hertzman baskıya hazırlanmasında önemli katkılarda bulundu. Yayın sorumlumuz Alicia Gansz'ın titiz ve özverili çalışmasını da unutmamak gerek. Her üçüne de yardımlarından ötürü teşekkürü borç biliriz.
Projeye yönelik desteklerinden ötürü Washington Enstitüsü'nun genel müdürü Robert Satloff'a, yorulmak bilmeksizin yaptıkları çalışmalarla seminerlerin ve kitabın oluşmasını kolaylaştırdıkları için Enstitü çalışanlarına da minnettarız. Edward Finn, James Green, Niyazi Günay, Yola Habif, Laura Hannah, Rebecca Medina, Michael Moskowitz, Levent Onar, Benjamin Orbach, Yoav Schlesinger, Sulay Öztürk ve Liat Radcliffe'in çok değerli katkıları oldu. Seminer organizatörü olarak seminerin planlanmasında ve katılımcılarla temas kurulmasında büyük işler çıkaran Yonca Poyraz-Doğan'a çok şey borçluyuz.
Önsöz
Gerek Ortadoğu'da gerekse de civar bölgelerde geçen on yılın en önemli gelişmelerinden biri Türkiye'nin bölgesel bir güç olarak doğuşudur. Alan Makovsky ve Sabri Sayarı'nın Giriş bölümlerinde işaret ettikleri gibi, bazı etkenler Türkiye'nin durağan siyasi bir aktörden daha iddialı bir ülkeye dönüşmesini mümkün kıldı. Bu etkenler, daha güçlü bir ordu, daha zayıf komşular, eski Sovyetler Birliği'nden ayrılan Türki Cumhuriyetlerle ve İsraille yakın ilişkiler kurmak biçiminde kendini gösteren dış politika önceliklerinin genişlemesidir.
Türk dış politikasının yeni dinamikleri başka hiçbir yerde Ortadoğu'da olduğu kadar belirgin değildir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Türkiye'yi, 1991 yılında Saddam Hüseyin'e karşı ABD önderliğinde yürütülen savaşa dahil etme kararı, bölgede Türkiye için bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. O zamanden beri Türkiye –bazen fırsat yakalamaktan çok tehditi savuşturma güdüsüyle de olsa- Ortadoğu'daki sayısız girişim içinde yer almıştır. Bölücü Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'yle olan mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye, PKK'nın üs bölgesi olarak kullandığı kuzey Irak'a birçok kez harekat düzenlemiştir. 1998'in sonbaharında Türkiye, Suriye'yi, bölücülere destek vermeyi kesmesi ve PKK lideri Abdullah Öcalan'ı sınırdışı etmesi husunda uyardı. Türkiye'nin gücünden çekinen Şam, bu isteğe derhal uydu.
Önemli bir Ortadoğu aktörü olarak Türkiye'nin oynadığı rol, doğal olarak kendisini Washington Yakın Doğu Enstitüsü'nin ilgi odağı haline getirmiştir. Türkiye, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın "teröre destek olan ülkeler" listesindeki üç ülkeyle (İran, Irak ve Suriye) sınırdaş olan tek ülkedir. Ayrıca, İsrail'le olan ilişkileri de Türkiye'nin bölgedeki kredibilitesini güçlendirmiştir. Gerçekten de 1998 yılında Suriye Devlet Başkanı merhum Hafız Esad'ın Türkiye'nin tehditleri karşısında teslim bayrağını çekmeye hazır olması muhtemelen bu savı açıklamaktadır. Türkiye ile İsrail arasındaki şu anki ilişkiler, güvenlik, ticaret, turizm ve üniversiteler aracılığıyla yapılan entelektüel etkileşimi de içeren birçok boyuttan oluşmaktadır. 1999 yılında İsrail, Türkiye'nin Ortadoğu'daki önde gelen pazarı haline gelmiştir.
Aşağıdaki makalelerin de gösterdiği gibi, Türkiye, bölgede, tek başına, üstün özelliklere sahip pivot bir devlettir. Kasım 1999'da, Başkan Clinton " Türkiye'de Avrupa ve Müslüman dünyasının barış ve uyum içersinde buluşabildiğini" belirtmiştir. Türkiye Batı ittifakı içinde Müslüman çoğunluğa sahip tek ülkedir, İslam Konferansı Örgütü'ndeki tek Batılı müttefiktir. Birleşik Devletler, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik amacını kuvvetle desteklemekte, ve bu laik, demokratik ve Batı yanlısı ülkeyi İslam dünyasına model olarak görmektedir.
Türkiye'nin komşu bölgelere yönelik politika yaklaşımları, Birleşik Devletler'in, sadece Ortadoğu değil başka bölgelere ilişkin politikasını da etkilemektedir. Richard Holbrooke'un veciz bir biçimde ifade ettiği gibi Türkiye, "Avrasya kıtasında Birleşik Devletler açısından önem taşıyan hemen hemen her konunun kesişim noktasında bulunmaktadır." Gerçekten, Türkiye, geçen on yıl boyunca, Birleşik Devletler politikasının sayısız girişiminin merkezinde yer almıştır. Körfez Savaşı ve Kuzeyden Keşif Harekatı'nın yanı sıra Washington ve Ankara, NATO, Ortadoğu barış süreci, Bosna, Kosova, Azerbaycan ve Orta Asya'dan enerji nakli planları ile terörizmle mücadele gibi konularda birlikte hareket etmişlerdir.
Bu nedenlerden ötürü, Amerikalıların stratejik olarak önemli bu ulus hakkında daha fazla bilgilenmeleri önem taşımaktadır. Bölgesel uzmanların makalelerinden oluşan bu kitapta, Türk dış politikasının değişken unsurları ele alınarak, Birleşik Devletler'deki dış politika öğrencileri, bilim adamları, konuyla ilgilenenler ve diplomatlar dünyanın en önemli yeni güçlerinden biri hakkında aydınlatılacaktır.
Giriş
1997 ve 1998 yıllarında, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, Türk dış politikasının değişen dinamiklerini ve trendlerini incelemek üzere Washington, D.C.'de, bir dizi seminer düzenledi. Bu kararın verilmesinde, Soğuk Savaş sonrasındaki Türk dış politikasının, Türkiye Cumhuriyeti 1923'te kurulduğundan beri en önemli ve değişken dönemlerden birine girmesinin büyük rolü olmuştur.
Uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk dış politikası birkaç temel soruna endekslendi: Sovyet tehdidinin nasıl savuşturulacağı, Yunanistan ve Kıbrıs konusunda Türk çıkarlarının nasıl korunacağı ve Birleşik Devletler ve NATO'yla ilişkilerin nasıl sürdürülüp güçlendirileceği gibi. Batı Avrupa'yla bütünleşmenin nasıl daha ileriye götürüleceği ve Soğuk Savaşın ikinci bölümünde de Suriye, Irak ve İran gibi komşular tarafından desteklenen terörle nasıl mücadele edileceği, baskısı daha az hissedilen fakat yine de önemli sorunlardı. Bu konular bir bütün olarak karmaşıklık ve bir problematik teşkil etmekteydi. 1970'lerin ortasında ABD tarafından silah ambargosu uygulandığı için, bir yandan Washington'la ikili ilişkiler tesis ederken diğer yandan da Kıbrıs ve Ege'deki rakip Yunanistan'la olan ilişkileri de yürütmek bağdaştırılması kolay olmayan hedeflerdi.
Soğuk savaş sırasında Türkiye'nin dış politika tehditleri arasında, tüm NATO müttefikleri tarafından paylaşılan nükleer tehditin yanı sıra maruz kalınan yüksek risk ile varlığına yönelik tehlikeler sayılabilir. Türkiye'nin Sovyetler'in istikrarsızlaştırma hedefi haline gelmesiyle birlikte, 1970'lerin sonundaki siyasi şiddet ve terör ortamında binlerce Türk hayatını kaybetti.
Öte yandan, Soğuk Savaş belli ölçüde düzen, istikrar ve öngörülebilirlik de sağladı. Stalin'in II. Dünya Savaşının hemen ertesinde kuzeydoğu Türkiye ve boğazlar üzerindeki talepleri Atatürk ve Lenin tarafından tesis edilen Türk-Sovyet dostluğu dönemine belirgin bir biçimde damgasını vurdu ve Ankara'yı Batıyla ittifak kurmaya itti. Fakat 1950'lerin ortasına kadar, Ankara ile Moskova arasında Soğuk Savaş boyunca sürecek olan bir modus vivendi oluşturulmuştu. ABD'nin Türkiye'ye yönelik desteği ve Türkiye'nin NATO üyeliği saldırgan eğilimler taşıyan Sovyetler Birliği'nin caydırılmasında kullanılan araçlardı. Türkiye'nin Sovyetler Birliği'yle olan uzun sınırı ve Sovyetler'in Varşova Paktı müttefiki Bulgaristan'la olan kısa sınırında herhangi bir olay meydana gelmedi. Soğuk Savaş'ın hiçbir aşamasında, 1962 Küba Füze Krizi'ndeki istisnai savaş olasılığı bir kenara bırakılacak olursa, Sovyetler Birliği ya da Varşova Paktı ile doğrudan düşmanlıklar yaşanmadı.
Soğuk Savaş esnasında, Türkiye’nin bölgesel çevresi bugünkünden çok daha fazla istikrarlı bir görünüm sergiledi. Kafkaslar ve Orta Asya kesin bir biçimde Moskova’nın denetimindeydi. Balkanlar, büyük ölçüde, Yugoslavya’da Tito’nun katı yönetimi ve Soğuk Savaş disiplini sayesinde ehlileşmişti. Ortadoğu’daki komşular ise o zamanlar da, tıpkı bugün olduğu gibi, istikrarsızlık kaynağıydı. Fakat Ankara, –kısmen zayıflığı nedeniyle, kısmen ticareti geliştirmek için, genellikle de büyük Arap davası Filistin sorununa karşılık büyük Türk davası Kıbrıs’ta Arap desteğini elde etmek amacıyla- Ortadoğu’daki komşularının bazı uygunsuz politikalarını genellikle destekledi.
Bugün Türkiye, tıpkı Birleşik Devletler gibi kendi varlığına yönelik hiçbir tehditle karşı karşıya değil. Fakat komşuları, artık nükleer savaş tehdidine maruz kalmasalar da, eskisinden daha karmaşık durumdalar. Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm kariyerlerini uluslarının dış politikasını yönlendirmekle geçiren Türk yetkililer, hiç şüphesiz ardıllarının bugün karşılaştıkları sayısız bölgesel soruna şaşırmıyorlardır. Türkiye en azından yedi değişik bölgede doğrudan rol oynamaktadır: Batı Avrupa, Balkanlar, Ege ve Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar-Hazar bölgesi, Orta Asya ve Kara Deniz. Bu eski Sovyet sonrası dünya hala Türkiye’ye yönelik tehditlerle dolu olmakla birlikte fırsatlar da sunmaktadır –Rusya’yla ekonomik ilişkiler, enerji dağıtım merkezi olma, yeni bölgesel işbirliği oluşumları ve belki Avrupa Birliği üyeliği. Arap dünyasından Sovyet etkisinin ortadan kalkması, Ankara’nın İsrail’le yakın ilişkiler kurmasını, bölücü örgüt PKK’ya karşı kuzey Irak’ta hava ve kara birlikleri konuşlandırmasını ve Suriye’ye, PKK lideri Öcalan’ı sınırdışı etmesi için ültimatom vermesini (1998’de gerçekleşti) mümkün kılarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasında esnekliğe yol açmıştır.
Değişen Dinamikler
Washington Enstitüsü’nün birincil odak noktası, tam isminden de anlaşılacağı gibi, Birleşik Devletler’in, Türkiye’yi de içine alan, Yakın Doğu politikasıdır. Türkiye’nin Birleşik Devletler’in dış politikasında 1990’larda oynadığı rolün önem kazanmasıyla Türk dış politikasının değişen dinamiklerini incelemeye yönelik ilgimiz artmıştır. Türkiye, dünya politikasında gerçek bir bölgesel güç ve pivot devlet olarak gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Özel sektörün büyümesiyle güçlenen Türk ekonomisi 1990’larda dinamik bir büyüme yaşadı. Askeri açıdan Türkiye, ikiyüzden fazla F-16 savaş uçağının ortaklaşa üretimi (Amerikan Lockheed Martin şirketiyle) ve yaklaşık bin adet M-60 tankının alınması sayesinde, etkili ve modern bir konvansiyonel savaş gücünün temellerini attı. Türkiye’nin gücünün artmasıyla eşanlı olarak komşalarının gücünde düşüş meydana geldi. Rusya, İran, Irak ve Suriye gibi Türkiye için potansiyel olarak yakın güvenlik sorunları oluşturan ülkelerin hepsi 1990’larda ekonomik ve askeri açıdan düşüşe geçmişlerdi. Türkiye’nin komşusu ve NATO’daki müttefiki Yunanistan da, Türkiye’nin en yakın güvenlik tehditleri listesine dahil edilmeyi hak etmektedir. Zayıflayan güç tanımlamasına uymasa da Yunanistan, Türkiye ile kıyaslandığında çok düşük bir nüfusa (11 milyona 63 milyon) sahiptir ve bu durum da iki ülke arasında denge kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu yaklaşım, 1999’un sonunda ortaya çıkan Yunanistan-Türkiye yakınlaşmasının Yunanistan açısından güdülerini açıklamaktadır.
Türkiye’nin güçlenip komşularının zayıflamasıyla, Türk yetkililerin yıllardır izlenen geleneksel olarak edilgin dış politikayı (istisnası 1974 Kıbrıs Harekatıdır) terk etme hususunda kendilerine olan güvenleri arttı. Türkiye, eski Sovyet devletlerinin tümünün bağımsızlığını, daha Sovyetler Birliği resmen dağılmadan önce tanıyan ilk devletti. Başlangıçta öngörülenin aksine, Türkiye, eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki devletler bölgesinde bir “nüfuz alanı” oluşturamadı ama önemli ticari ilişkiler, enerji projeleri, halklar arası yakınlaşmalar ve hemen hemen her yıl düzenlenen Türk zirveleri aracılığıyla bölgede daha etkili bir konumun temellerini attı. İsrail’le yakın ilişkiler kurmaya başlaması, geleneksel olarak Arap duyarlılıklarına hak veren bir devletin dış politikasında yol ayrımı anlamına gelmekteydi. 1990’larda Ankara, Ortadoğu çok-taraflı barış süreci kapsamındaki Silahların Denetimi ve Bölgesel Güvenlik grubunun üyesi, Balkan barış koruma gücü ve Karadeniz Ekomomik İşbirliği Alanı gibi projelerin yaratıcısı ve uygulayıcısı olarak, çok-taraflı bölgesel girişimlerin içinde etkin bir biçimde yer almıştır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, onyılın büyük bölümünde sallantılı geçse de, 1995’te gümrük birliğine geçilmesi ve 1999’da AB’nin, Türkiye’nin adaylığını resmen tanımasıyla önemli adımlar atılmıştır.
Soğuk Savaş bitince, çoğu Türk, ülkelerinin artık ABD ve Batı için eskisi kadar değer taşımayacağından endişelendi. Zira, Sovyet ve Varşova Paktı sınırları artık çatışmanın sınırları değildi. Washington’daki karar alma çevrelerinde bulunan bazı kişiler başlangıçta bu değerlendirmeye katıldılar. Fakat bu uzun sürmedi. 1991 Körfez Savaşı ve savaş sonrasında ABD’nin Saddam Hüseyin’i çevreleme çabaları bir kez daha Türkiye’yi, ABD’nin yüksek öncelikli dış politikasında önemli bir jeostratejik öğe haline getirdi. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan diğer gelişmeler bu bağları güçlendirmiştir. Washington, Türkiye’nin Bosnalı Müslümanların durumuna ve Rusya’nın uzun dönemdeki istikrarsızlığı ile bölgesel isteklerine ilişkin görüşlerine daha da yaklaştı. ABD’nin benimsediği görüşe göre Türkiye, Hazar Denizi’ndeki enerji kaynaklarını, Rusya ve İran’ı dışlayan bir güzergah aracılığıyla taşıyan “doğu-batı enerji koridurunun” merkezi olmalıdır. Zira böylelikle Azerbaycan ve Türkmenistan gibi devletlerin bağımsızlıkları güçlenecek ve bu devletler batıyla daha da yakınlaşacaklardır.
ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren global bir güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya'nın gelecekteki yönelimi, İran köktendinciliği, Irak'ın saldırgan dış politikası ve Ortadoğu Barış Süreci'ndeki kitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD'deki siyaset yapıcıların Türkiye'ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir. Washington Enstitisü'nün seminerleri, Türkiye'nin bölgesindeki diğer ülkelerle ilişkilerinin, daha da iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır.
Dış Politika'da Karar Alma Süreci:
Seminerler, resmi belgelere ek olarak, Türk dış politikasında karar alma süreci ile önemli dış politika konuları karşısında Türkiye'nin tutumuna ilişkin sunumlar ve tartışmalardan doğdu. Katılımcılar Türk dış politikasında karar alma sürecinin büyük ölçüde elit kesimin ilgi alanına girdiği konusunda hemfikir oldular.
Emekli bir Türk diplomatı, Türk dış politikasını geleneksel olarak şekillendiren klasik sac ayağının dışişleri bakanlığı, başbakan ve ordudan oluştuğunu söyledi. Dışişleri Bakanlığı, günlük dış politikayı yürütmekte ve Türkiye'nin uluslararası ilişkileriyle ilgili konularda en önemli uzmanlık kaynağı olarak hizmet vermektedir. Başbakan, dış politikanın oluşturulması sürecinde en önemli siyasi aktördür ama Türk başbakanının ülkesinin dünyayla ilişkilerini şekillendirmeye yönelik katkısı ve etkisi onun dış politikaya olan ilgisine bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Örneğin Süleyman Demirel, 1960'lı ve 70'li yıllardaki başbakanlığı döneminde daha çok iç politikayla ilgiliyken, Bülent Ecevit uluslararası politikayla ilgilenmiştir.
Elbette ordu da Türk dış politikasında başat bir aktördür. Ordu kurumsal olarak etkisini, üyelerinin yarısı komutanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu'nda hissettirir. Ordunun gücü büyük ölçüde, askeri ve güvenlikle ilgili konular (iç güvenlik dahil) tehdit altındayken oynadığı lider rolden ve Türk siyasetine yaptığı müdahalelerden kaynaklanmaktadır. Orneğin, PKK'yla mücadele ve Kuzey Irak'la ilgili kararların alınmasında büyük ölçüde ordunun rol oynadığı düşünülmektedir.
Katılımcıların çoğu, dış politikadaki klasik "sacayağı" modelinin, cumhurbaşkanlığı makamının karar alma sürecinde dördüncü güç olarak ortaya çıkmasıyla, 1980'lerin başından itibaren değişmeye başladığını belirtmiştir. Bu durum kısmen, cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran 1982 anayasasının sonucudur. 1983'te çıkarılan bir kanunla, MGK ve MGK'nın başkanı olarak cumhurbaşkanın yetkileri de arttırılmıştır. Bu değişikliklerin önemi hemen anlaşılmamışsa, bunun nedeni, büyük ölçüde, 1982 anayasası döneminde ilk cumhurbaşkanlığı görevini yürüten (1982-1989) eski genel kurmay başkanı Kenan Evren'in düşük profilli tutumu olabilir.
Cumhurbaşkanının dış politikanın oluşturulması sürecinde etkin bir rol oynama kapasitesi, Turgut Özal'ın (1989-1993) ve Süleyman Demirel'in (1993-2000) cumhurbaşkanlıkları döneminde belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Partilerinin parlamentodaki oy gücü sayesinde başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına çıkan politikacılar olarak Özal ve Demirel, 1961 anayasası döneminde büyük ölçüde simgesel bir makam olarak görülen ve emekli askerler tarafından "partilerüstü" olarak yürütülen cumhurbaşkanlığı görevinin yürütülme biçimini değiştirmişlerdir. Özal cumhurbaşkanı olarak dış politikanın başı olduğunu iddia etmekten çekinmemiştir. Ordunun ve savaş karşıtı kamuoyunun direncini büyük ölçüde kırarak, ABD liderliğinde Saddam Hüseyin'e karşı yürütülen Körfez Savaşı'na Türkiye'nin destek vermesini sağlamıştır.
Cumhurbaşkanı olarak Demirel daha geleneksel bir yaklaşım benimsedi. Özal'ın aksine, cesur dış politika atılımlarında bulunmadı. Yine de çoğu kez, dış politikanın oluşturulmasında önemli bir odak noktasıydı. Zamanla, Demirel, Türkiye'nin Karadeniz'deki komşuları Bulgaristan ve Romanya'nın yanı sıra, Kafkas ve Orta Asya devletleriyle ilişkilerin yürütülmesinde baş rolü üstlenerek daha belirgin roller benimsedi. Türkiye'nin Hazar Denizi enerji boru hatlarına ilişkin politikalarına bürokratik uyum getirmeye özen gösterdi.
Parlamento'nun dış politikada rol oynaması nadiren rastlanılan bir durumdur. Hala emekleme dönemindeki meclis dışişleri komisyonunun, günlük politika üzerinde anlamlı bir etkisi olmamaktadır. Savaş ilanı, silahlı kuvvetlerin yurtdışına gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'deki üsleri kullanmasına izin verilmesi anayasal olarak meclisin onayına tabidir. Fakat, parlamentoya tanınan bu ayrıcalık sadece kaçınılmaz sonuçlara gebe istisnai ve önemli durumlarda uygulanmaktadır. Ayrıca, bu tür acil durumlarda, parlamento, hükümetin liderliğinde hareket etmektedir. Nitekim Ocak 1991'de, Parlamento, hükümete, Irak'a karşı yürütülen savaşta ABD savaş uçaklarının Türk topraklarını kullanmasına izin verme yetkisi tanıyan "savaş yetkileri kanunu" kabul etmiştir.
Parlamento Körfez Savaşı'nın bitiminden bu yana Kuzey Irak'ta oluşturulan "uçuşa kapalı" bölgenin savunulması için Türkiye'de üslenen Çekiç Güç'ün görev süresinin uzatılması konusunda görünüşte merkezi bir rol oynamıştır (Çekiç Güç 1997'de Kuzeyden Keşif Harekatı adını almıştır). Bu konu yıllardır sıcak tartışmalara yol açsa da, parlamento, görev süresini altı ayda bir uzatmaktadır. Parlamontonun bu tutumu, devlet yetkililerinin tavsiyelerine uymak biçiminde açıklanmaktadır. Her parti iktidardayken, Çekiç Güç/Kuzeyden Keşif Harekatı'nın görev süresinin uzatılması yönünde oy kullanmasına karşın, muhalefetteyken olumsuz oy vermektedir.
Resmi olarak kimi sorumluluklar tanınmakla birlikte parlamento, Kuzey Irak'ta yürütülen sınır ötesi operasyonların kararları da dahil olmak üzere PKK'ya karşı girişilen mücadelenin nasıl yürütüleceğinin belirlenmesinde hiçbir biçimde taraf olmamıştır. Suriye, PKK'ya verdiği destekten ötürü 1998 sonbaharında, askeri eylemle tehdit edilirken de parlamento kenara itilmişti. Eğer Türk yetkililer kuvvet kullanmaya karar verselerdi bu karar muhtemelen, ordu tarafından yürütülecekti. Ordunun, savaş ilanına karar verilmesi yönünde talepte bulunma veya parlamentoya danışma olasılığı çok zayıftır.
Türk dış politikası büyük ölçüde gizlilik içinde oluşturulur. Yirminci yüzyılın son yirmi yılında daha güçlü bir cumhurbaşkanı ile Milli Güvenlik Kurulu'nun ortaya çıkmasının, Türkiye'nin "çok-kutuplu" karar alma sistemindeki kutupların sayısını arttırdığı söylenebilir. Fakat hala, dışişleri bakanlığı ile birlikte, cumhurbaşkanı, başbakan ve ordunun birincil referans noktaları olarak önemli oyuncular olduğu görülmektedir. Bir kriz esnasında hangisinin liderliği üstleneceği, kişiliğe, siyasi koşullara ve mevcut sorunun niteliğine bağlıdır.
Kamuoyu
Halkın dış politikayla ilgili tutumuna yönelik çok az bilgi bulunmaktadır. Araştırmalardan elde edilen mevcut veriler, Türklerin genelde dış politikanın oluşturulmasıyla ve uluslararası ilişkilerle pek ilgilenmediklerini ortaya koymaktadır. İstanbul'da faaliyet gösteren Strateji/MORI şirketinin 1997'nin ortalarında yürüttüğü bir araştırmaya göre Türklerin % 57'si dış politikayla "ilgilinmediğini" sadece % 23'ü "ilgilendiğini" belirtmiş.( Üniversite mezunları arasında bu oran tersine dönüyor: "ilgilenenler" % 62, "ilgilenmeyenler" % 16)
Fakat, Dış politikaya yönelik genel ilgi hususundaki bu sonuçlar Kıbrıs ve Yunanistan gibi ulusal gururla ilgili dış politika konularında gerçeği yansıtmayabilir. Kıbıs'taki Türklerin lideri Rauf Denktaş'ın Türkiye'deki popülaritesi, Ankara'nın Kıbrıs sorunundaki diplomatik hareket yeteneğini uzun zamandır kısıtlamaktadır. Cami kapatma ve zorla Slav isimleri benimsetmeyi de içeren bir “Bulgarlaştırma” kampanyasına tabi tutulan Bulgaristanlı Türklerle ilgili olarak hükümetin 1984’ün sonunda verdiği kararda kamuoyu duyarlılığı önemli bir etken olmuştu. Ankara’daki ihtiyatlı Soğuk Savaş dönemi hükümetinin ilk tepkisi, Bulgaristan’da uygulanan politikalar Türk soydaşların geleceğini yakından etkilese de komşu bir ülkenin içişlerine müdahale etmemek için, olaylara karışmaktan kaçınmak oldu. Medyanın sürüklediği kamuoyunun etkisiyle başlangıçtaki Türk politikası değişti. Muhtemelen başlangıçtaki sessiz tutumundan utanan Ankara, uluslararası kamuoyunun dikkatini Bulgaristan’daki Türklerin durumuna çekmek için bir kampanya başlatarak, tutum değiştirdi.
Kamuoyu duyarlılığı, Ocak 1996’da Yunanistan’la Ege’deki küçük bir adacık olan Kardak (Imia) yüzündan yaşanan gerginlikte de belirleyici etken oldu. Bir Türk balıkçı gemisinin egemenliği tartışmalı bir adacık olan Kardak’ta karaya oturması krizi tırmandırmış ve bu durum tam bir ay boyunca sessizce ele alınmıştır. Aslında olay, medyaya sızana kadar “kriz” niteliği taşımıyordu. Kriz büyürken, adaya doğru ilerleyen Türk savaş gemilerinin görüntüleri canlı olarak veriliyordu. Kardak krizi, medyanın kamuoyunu harekete geçirme ve önemli dış politika sorunlarında Türk Hükümetlerinin tutumlarını etkileme konusunda artan önemini vurgulamıştır –muhtemelen sofistike televizyon teknolojisi çağında önem kazanan bir trend.
Yine de, Türk dış politikası elitlerinin kamuoyunu yönetme gücü mükemmeldir. Kamuoyunun Çekiç Güç’e yönelik muhalefetine rağmen, Türk hükümetleri herhangi bir siyasi bedel ödemeksizin görev süresini uzatabilmişlerdir. Aynı şekilde, PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasından sonra, Yunanistan’ın Öcalan’ı Nairobi (Kenya) büyükelçiliğinde sakladığının açıklanmasına karşın, Türk hükümeti kamuoyundaki Yunanistan karşıtı duyguları, körükleme değil, bastırma yolunu seçti. Bu tutum tansiyonun düşmesine ve yakınlaşma sürecinin başlamasına yol açtı.
Bu kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk dış politikasının değişen dinamiklerini gözden geçirmeyi ve analiz etmeyi amaçlamaktadır. Andrew Mango, dış politikanın Atatürkçü kökenlerini ve Cumhuriyet kurulduğundan bu yana etnisitenin rolünü incelediği makalesinde tarihsel bir çerçeve çizmektedir. Willim Hale’nin bölümü ise, Türkiye’nin 1990’lardaki uluslararası ekonomik ilişkilerinin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerindeki yeni trendler Duygu Bazoğlu Sezer (Rusya), Gareth Winrow (Orta Asya), Şule Kut (Balkanlar), Tüzün Bahçeli (Yunanistan), Clement C. Dodd (Kıbrıs), Kemal Kirişçi (Arap dünyası ve İran) ve Meliha Benli Altunışık (israil) tarafından analiz edilmektedir. Kitabın son üç bölümü Ankara’nın en tepedeki dış politika önceliği olmaya devam eden Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini incelemektedir: George Harris Türkiye-ABD ilişkilerini, Ian Lesser Batının Güvenlik konularında Türkiye’nin rolüyle ilgili yaklaşımları ve Atilla Eralp Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin evrimini ele almaktadır. Yazarların, Türk dış politikasında seminerlerin düzenlendiği 1997-98 yıllarından bu yana meydana gelen gelişmelerin yanı sıra seminerlerdeki önerileri ve görüş teatilerini de dikkate almak için makalelerini büyük ölçüde gözden geçirdikleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrasında cesur, çok yönlü ve daha az tahmin edilebilir-çünkü komşuları zayıflarken Türkiye daha müreffeh ve askeri açıdan daha tehlikeli bir güç haline gelmektedir- nitelikte bir Türk dış politikası tasvir etmektedir. Editörlerin umudu, müteakip sayfalarda ortaya konan görüşlerin bu dinamiklerin anlaşılmasına yardımcı olmasıdır.
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı
Washington, D.C.
Haziran 2000
Andrew Mango
Türk Dış Politikasının Atatürkçü Kökenlerinin ve İç İlişkilerin Yansımaları
Türkiye’nin dünyadaki konumu yeniden değerlendiriliyor. Eski kesin yargılar sorgulanırken, sapkınlığı veya saçmalığı sonradan ortaya çıkacak olan fikirler ifade edilmekte. Financial Times tarafından yayımlanan Türkiye üzerine 1997 tarihli bir araştırmada, Ankara'daki Avrupalı bir diplomatın "Avrupa Birliği'ne bir İslam devleti kabul edebiliriz, ama Kemalist bir devlet kabul edemeyiz" dediği belirtilmektedir. Gazetenin Ankara muhabiri, "Kemalizm, modern bir devlet olma yolunda, geri kalmış köylü bir ulus yarattı. Fakat, Türkiye geliştikçe, Atatürk'ün mirasının sınırlılıkları daha belirgin olmaya başladı"1 diyor. Yine aynı makalede muhabir, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright'ın "Günümüz Türkiye Cumhuriyeti'nde vücut bulan laiklik, Atatürk'ün mirasının temelidir"2 dediğini belirtmektedir.
Türkiye'nin dünyadaki konumunu yeniden değerlendirme ihtiyacı ve bu yeniden değerlendirmenin doğurduğu karışıklığın nedeni Türkiye'nin şu anda içinde bulunduğu kriz ortamıdır. Bu, sadece bir hükümet krizi değil aynı zamanda bir yönetebilme sorunu anlamına gelen siyasi bir krizdir. Türkiye'de II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan siyasi sistem, Türk toplumunun gelişmesi için geren kamu yönetimini sağlayamadı. Kararlar bu hatanın düzeltilmesine yönelik olarak alınmalıdır.
Kemalist İlkeler
Siyasi krizin, 1996 Temmuzunda İslamcı Refah Partisiyle (RP), merkez sağdan Doğru Yol Partisinin (DYP) koalisyon hükümeti olarak iktidara gelişine kadar dış politika üzerinde çok az etkisi oldu. Türk dış politikası, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı'nın (1919-1923) ortalarında, Mustafa Kemal tarafından oluşturulmasından bu yana tutarlı bir biçimde yürütüldü. Türk dış politikası dünyada meydana gelen değişimlerin doğrultusunda gelişti fakat Atatürk tarafından belirlenen hedeften sapmadı: tam bağımsızlığın ve ülkesel bütünlüğün korunması için dünyadaki güç dengesinden yararlanmak.3 1923 yılında Lozan Barış Konferansı kilitlendiğinde Mustafa Kemal'in gazetecilere verdiği uzun brifingde söylediği gibi, "dış politikanın temeli, güçlü bir iç politika, güçlü bir kamu yönetimi ve güçlü bir örgütlenmedir. İç ve dış politika daima birbiriyle bağlantılı olmalıdır."4 Artık Türk dış politikasının geleneksel tutarlılığını tehdit eden iç politik düzenlemeler bulunmakta ve bu da yabancı gözlemcileri şaşırtmaktadır.
Editörler
Alan O. Makovsky, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nün kıdemli üyesi ve müdürüdür. Birleşik Devletler’in bölgesel politika sorunlarının yanı sıra Türkiye ve Ortadoğu’yla ilişkileri üzerine çok sayıda eser vermiştir. İstihbarat ve Araştırma Dairesi’nin Doğu Avrupa bölüm şefliği, Türkiye’de üslenen Çekiç Güç’ün siyasi danışmanlığı ve Ortadoğu Özel Koordinatörü’nün danışmanlığı gibi görevlerde ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesinde onbir yıl çalıştıktan sonra 1994 yılında Washington Enstitüsü’ne katılmıştır.
Sabri Sayarı, Amerikan üniversitelerindeki Türkiye üzerine bilimsel araştırmaları destekleyen Georgetown Üniversitesi’nde faaliyet gösteren, kar amacı gütmeyen özel bir eğitim kuruluşu olan Türk Araştırmaları Enstitüsü’nde yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaktadır. Sayarı, Georgetown Üniversitesi’nin Dış Politika Okulu’nda ders vermekte ve şu anda ABD Dışişleri Bakanlığına bağlı Dış Politika Enstitüsü’nün Türk Dünyası Araştırmaları’nın başkanı olarak görev yapmaktadır. Kendisinin, demokratikleşme, siyasi partiler, ekonomik reform politikası ve dış politika dahil olmak üzere Türk Politikasına ilişkin birçok eseri yayımlanmıştır.
Teşekkür
Bu kitaptaki hemen hemen tüm bölümler, 1997-98 yılları arasında Washington Yakın Doğu Enstitüsü tarafından düzenlenen Türk Dış Politikasına ilişkin beş seminerdeki sunumlardan doğmuştur. (Garreth Winrow’un makalesi seminerlerin sonrasında eklenmiştir.) Bu seminerler sadece, Smith-Richardson Vakfı’nın cömert desteğiyle gerçekleştirilebildi. Gösterişten uzak yaklaşımıyla bilinen Smith-Richardson yıllardır dış politikayla ilgili birçok birinci sınıf projeyle ilgilenmiştır. Vakfın bize duyduğu güvenden ve personeliyle, özellikle Nadia Schadlow’la çalışma fırsatı yakalamaktan gurur duyduk.
Türkiye’nin Batıyla ilişkilerine yönelik beşinci seminer için önemli miktarda katkı, Birleşik Devletlerin Türkiye, Yunanistan ve Almanya Büyükelçiliklerinin Bilgi Servisi Ofislerince sağlandı. Hem projemize kıt bütçelerinde önemli bir yer ayırdıkları hem de seminer gündemiyle ilgili önemli öneriler getirdikleri için halkla ilişkiler danışmanları Helena Finn, T.J Dowling, Arlene Jacquette ve David Arnett’a minnettarız.
Yazarları ve editörlerin yanı sıra bazıları da seminerlerdeki tartışmalara katılarak değerli öneriler ve önemli görüşler öne sürdüler. Bu kişiler arasında Oya Akgönenç, Bülent Alirıza, Bülent Aras, Ekave Athanassopoulou, Sencer Ayata, Bahmut Bali Aykan, Hüseyin Bağcı, Menri Barkey, Fuat Çalışır, Oğuz Çelikkol, Van Coufoudaki, Theodore Couloumbis, Metehan Demiry, Nadir Devlet, Cem Duna Semil Egeli, Şükrü Elekdağ, Asım Erdilek, Sedat Ergin, Andrew Finkel, Graham fuller, Paul Goble, Thomas Goltz, Jean-Marie Guehenno, Şükrü Gürel, Talat Halman, Famil Ismailov, Charles Jenkins, Paul Jureidini, Bahadır Kaleağası, Ali Karaosmanoğlu, İbrahim Karavan, Dimitris Keridis, Hakan Kırımlı, Sami Kohen, Fehmi Koru, Martin Kramer, Ömer Kürkçüoğlu, Gün Kut, Barry Lowenkron, Heath Lowry, Carol Migdalovitz, Malik Mufti, Vitaly Naumkin, Selim Oktar, Ümit Özdağ, Soli Özel, Erdal Öztürk, Necdet Pamir, Daniel Pipes, Hugh Poulton, Harold Rhode, Philip Robins, John Roper, Özedem Sanberk, Mahmood Sarioghlam, Robert Satloff, Martin Sletzinger, Udo Steinbach, Seyfi Taşhan, Maria Todorova, Alexandre Toumarkine, Dimitrios Triantaphyllou, Baran Tuncer, Hasan Ünal, Ross Wilson, James Wolfe ve Paul Wolfowitz bulunmaktadır. Seminer sonrası bu kitabın üretim aşamasında Keith Weissman ve Birol Yeşilada’dan gelen öneriler de çok yararlı olmuştur.
Çalışkan baskı editörümüz Bob Greiner, bizim bitmek tükenmek bilmeyen isteklerimizle de başa çıkarak bu kitapta müthiş bir iş çıkardı. Washington Enstitüsü'nün yayın müdürü Monica Neal Hertzman baskıya hazırlanmasında önemli katkılarda bulundu. Yayın sorumlumuz Alicia Gansz'ın titiz ve özverili çalışmasını da unutmamak gerek. Her üçüne de yardımlarından ötürü teşekkürü borç biliriz.
Projeye yönelik desteklerinden ötürü Washington Enstitüsü'nun genel müdürü Robert Satloff'a, yorulmak bilmeksizin yaptıkları çalışmalarla seminerlerin ve kitabın oluşmasını kolaylaştırdıkları için Enstitü çalışanlarına da minnettarız. Edward Finn, James Green, Niyazi Günay, Yola Habif, Laura Hannah, Rebecca Medina, Michael Moskowitz, Levent Onar, Benjamin Orbach, Yoav Schlesinger, Sulay Öztürk ve Liat Radcliffe'in çok değerli katkıları oldu. Seminer organizatörü olarak seminerin planlanmasında ve katılımcılarla temas kurulmasında büyük işler çıkaran Yonca Poyraz-Doğan'a çok şey borçluyuz.
Önsöz
Gerek Ortadoğu'da gerekse de civar bölgelerde geçen on yılın en önemli gelişmelerinden biri Türkiye'nin bölgesel bir güç olarak doğuşudur. Alan Makovsky ve Sabri Sayarı'nın Giriş bölümlerinde işaret ettikleri gibi, bazı etkenler Türkiye'nin durağan siyasi bir aktörden daha iddialı bir ülkeye dönüşmesini mümkün kıldı. Bu etkenler, daha güçlü bir ordu, daha zayıf komşular, eski Sovyetler Birliği'nden ayrılan Türki Cumhuriyetlerle ve İsraille yakın ilişkiler kurmak biçiminde kendini gösteren dış politika önceliklerinin genişlemesidir.
Türk dış politikasının yeni dinamikleri başka hiçbir yerde Ortadoğu'da olduğu kadar belirgin değildir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Türkiye'yi, 1991 yılında Saddam Hüseyin'e karşı ABD önderliğinde yürütülen savaşa dahil etme kararı, bölgede Türkiye için bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. O zamanden beri Türkiye –bazen fırsat yakalamaktan çok tehditi savuşturma güdüsüyle de olsa- Ortadoğu'daki sayısız girişim içinde yer almıştır. Bölücü Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'yle olan mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye, PKK'nın üs bölgesi olarak kullandığı kuzey Irak'a birçok kez harekat düzenlemiştir. 1998'in sonbaharında Türkiye, Suriye'yi, bölücülere destek vermeyi kesmesi ve PKK lideri Abdullah Öcalan'ı sınırdışı etmesi husunda uyardı. Türkiye'nin gücünden çekinen Şam, bu isteğe derhal uydu.
Önemli bir Ortadoğu aktörü olarak Türkiye'nin oynadığı rol, doğal olarak kendisini Washington Yakın Doğu Enstitüsü'nin ilgi odağı haline getirmiştir. Türkiye, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın "teröre destek olan ülkeler" listesindeki üç ülkeyle (İran, Irak ve Suriye) sınırdaş olan tek ülkedir. Ayrıca, İsrail'le olan ilişkileri de Türkiye'nin bölgedeki kredibilitesini güçlendirmiştir. Gerçekten de 1998 yılında Suriye Devlet Başkanı merhum Hafız Esad'ın Türkiye'nin tehditleri karşısında teslim bayrağını çekmeye hazır olması muhtemelen bu savı açıklamaktadır. Türkiye ile İsrail arasındaki şu anki ilişkiler, güvenlik, ticaret, turizm ve üniversiteler aracılığıyla yapılan entelektüel etkileşimi de içeren birçok boyuttan oluşmaktadır. 1999 yılında İsrail, Türkiye'nin Ortadoğu'daki önde gelen pazarı haline gelmiştir.
Aşağıdaki makalelerin de gösterdiği gibi, Türkiye, bölgede, tek başına, üstün özelliklere sahip pivot bir devlettir. Kasım 1999'da, Başkan Clinton " Türkiye'de Avrupa ve Müslüman dünyasının barış ve uyum içersinde buluşabildiğini" belirtmiştir. Türkiye Batı ittifakı içinde Müslüman çoğunluğa sahip tek ülkedir, İslam Konferansı Örgütü'ndeki tek Batılı müttefiktir. Birleşik Devletler, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik amacını kuvvetle desteklemekte, ve bu laik, demokratik ve Batı yanlısı ülkeyi İslam dünyasına model olarak görmektedir.
Türkiye'nin komşu bölgelere yönelik politika yaklaşımları, Birleşik Devletler'in, sadece Ortadoğu değil başka bölgelere ilişkin politikasını da etkilemektedir. Richard Holbrooke'un veciz bir biçimde ifade ettiği gibi Türkiye, "Avrasya kıtasında Birleşik Devletler açısından önem taşıyan hemen hemen her konunun kesişim noktasında bulunmaktadır." Gerçekten, Türkiye, geçen on yıl boyunca, Birleşik Devletler politikasının sayısız girişiminin merkezinde yer almıştır. Körfez Savaşı ve Kuzeyden Keşif Harekatı'nın yanı sıra Washington ve Ankara, NATO, Ortadoğu barış süreci, Bosna, Kosova, Azerbaycan ve Orta Asya'dan enerji nakli planları ile terörizmle mücadele gibi konularda birlikte hareket etmişlerdir.
Bu nedenlerden ötürü, Amerikalıların stratejik olarak önemli bu ulus hakkında daha fazla bilgilenmeleri önem taşımaktadır. Bölgesel uzmanların makalelerinden oluşan bu kitapta, Türk dış politikasının değişken unsurları ele alınarak, Birleşik Devletler'deki dış politika öğrencileri, bilim adamları, konuyla ilgilenenler ve diplomatlar dünyanın en önemli yeni güçlerinden biri hakkında aydınlatılacaktır.
Giriş
1997 ve 1998 yıllarında, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, Türk dış politikasının değişen dinamiklerini ve trendlerini incelemek üzere Washington, D.C.'de, bir dizi seminer düzenledi. Bu kararın verilmesinde, Soğuk Savaş sonrasındaki Türk dış politikasının, Türkiye Cumhuriyeti 1923'te kurulduğundan beri en önemli ve değişken dönemlerden birine girmesinin büyük rolü olmuştur.
Uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk dış politikası birkaç temel soruna endekslendi: Sovyet tehdidinin nasıl savuşturulacağı, Yunanistan ve Kıbrıs konusunda Türk çıkarlarının nasıl korunacağı ve Birleşik Devletler ve NATO'yla ilişkilerin nasıl sürdürülüp güçlendirileceği gibi. Batı Avrupa'yla bütünleşmenin nasıl daha ileriye götürüleceği ve Soğuk Savaşın ikinci bölümünde de Suriye, Irak ve İran gibi komşular tarafından desteklenen terörle nasıl mücadele edileceği, baskısı daha az hissedilen fakat yine de önemli sorunlardı. Bu konular bir bütün olarak karmaşıklık ve bir problematik teşkil etmekteydi. 1970'lerin ortasında ABD tarafından silah ambargosu uygulandığı için, bir yandan Washington'la ikili ilişkiler tesis ederken diğer yandan da Kıbrıs ve Ege'deki rakip Yunanistan'la olan ilişkileri de yürütmek bağdaştırılması kolay olmayan hedeflerdi.
Soğuk savaş sırasında Türkiye'nin dış politika tehditleri arasında, tüm NATO müttefikleri tarafından paylaşılan nükleer tehditin yanı sıra maruz kalınan yüksek risk ile varlığına yönelik tehlikeler sayılabilir. Türkiye'nin Sovyetler'in istikrarsızlaştırma hedefi haline gelmesiyle birlikte, 1970'lerin sonundaki siyasi şiddet ve terör ortamında binlerce Türk hayatını kaybetti.
Öte yandan, Soğuk Savaş belli ölçüde düzen, istikrar ve öngörülebilirlik de sağladı. Stalin'in II. Dünya Savaşının hemen ertesinde kuzeydoğu Türkiye ve boğazlar üzerindeki talepleri Atatürk ve Lenin tarafından tesis edilen Türk-Sovyet dostluğu dönemine belirgin bir biçimde damgasını vurdu ve Ankara'yı Batıyla ittifak kurmaya itti. Fakat 1950'lerin ortasına kadar, Ankara ile Moskova arasında Soğuk Savaş boyunca sürecek olan bir modus vivendi oluşturulmuştu. ABD'nin Türkiye'ye yönelik desteği ve Türkiye'nin NATO üyeliği saldırgan eğilimler taşıyan Sovyetler Birliği'nin caydırılmasında kullanılan araçlardı. Türkiye'nin Sovyetler Birliği'yle olan uzun sınırı ve Sovyetler'in Varşova Paktı müttefiki Bulgaristan'la olan kısa sınırında herhangi bir olay meydana gelmedi. Soğuk Savaş'ın hiçbir aşamasında, 1962 Küba Füze Krizi'ndeki istisnai savaş olasılığı bir kenara bırakılacak olursa, Sovyetler Birliği ya da Varşova Paktı ile doğrudan düşmanlıklar yaşanmadı.
Soğuk Savaş esnasında, Türkiye’nin bölgesel çevresi bugünkünden çok daha fazla istikrarlı bir görünüm sergiledi. Kafkaslar ve Orta Asya kesin bir biçimde Moskova’nın denetimindeydi. Balkanlar, büyük ölçüde, Yugoslavya’da Tito’nun katı yönetimi ve Soğuk Savaş disiplini sayesinde ehlileşmişti. Ortadoğu’daki komşular ise o zamanlar da, tıpkı bugün olduğu gibi, istikrarsızlık kaynağıydı. Fakat Ankara, –kısmen zayıflığı nedeniyle, kısmen ticareti geliştirmek için, genellikle de büyük Arap davası Filistin sorununa karşılık büyük Türk davası Kıbrıs’ta Arap desteğini elde etmek amacıyla- Ortadoğu’daki komşularının bazı uygunsuz politikalarını genellikle destekledi.
Bugün Türkiye, tıpkı Birleşik Devletler gibi kendi varlığına yönelik hiçbir tehditle karşı karşıya değil. Fakat komşuları, artık nükleer savaş tehdidine maruz kalmasalar da, eskisinden daha karmaşık durumdalar. Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm kariyerlerini uluslarının dış politikasını yönlendirmekle geçiren Türk yetkililer, hiç şüphesiz ardıllarının bugün karşılaştıkları sayısız bölgesel soruna şaşırmıyorlardır. Türkiye en azından yedi değişik bölgede doğrudan rol oynamaktadır: Batı Avrupa, Balkanlar, Ege ve Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar-Hazar bölgesi, Orta Asya ve Kara Deniz. Bu eski Sovyet sonrası dünya hala Türkiye’ye yönelik tehditlerle dolu olmakla birlikte fırsatlar da sunmaktadır –Rusya’yla ekonomik ilişkiler, enerji dağıtım merkezi olma, yeni bölgesel işbirliği oluşumları ve belki Avrupa Birliği üyeliği. Arap dünyasından Sovyet etkisinin ortadan kalkması, Ankara’nın İsrail’le yakın ilişkiler kurmasını, bölücü örgüt PKK’ya karşı kuzey Irak’ta hava ve kara birlikleri konuşlandırmasını ve Suriye’ye, PKK lideri Öcalan’ı sınırdışı etmesi için ültimatom vermesini (1998’de gerçekleşti) mümkün kılarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasında esnekliğe yol açmıştır.
Değişen Dinamikler
Washington Enstitüsü’nün birincil odak noktası, tam isminden de anlaşılacağı gibi, Birleşik Devletler’in, Türkiye’yi de içine alan, Yakın Doğu politikasıdır. Türkiye’nin Birleşik Devletler’in dış politikasında 1990’larda oynadığı rolün önem kazanmasıyla Türk dış politikasının değişen dinamiklerini incelemeye yönelik ilgimiz artmıştır. Türkiye, dünya politikasında gerçek bir bölgesel güç ve pivot devlet olarak gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Özel sektörün büyümesiyle güçlenen Türk ekonomisi 1990’larda dinamik bir büyüme yaşadı. Askeri açıdan Türkiye, ikiyüzden fazla F-16 savaş uçağının ortaklaşa üretimi (Amerikan Lockheed Martin şirketiyle) ve yaklaşık bin adet M-60 tankının alınması sayesinde, etkili ve modern bir konvansiyonel savaş gücünün temellerini attı. Türkiye’nin gücünün artmasıyla eşanlı olarak komşalarının gücünde düşüş meydana geldi. Rusya, İran, Irak ve Suriye gibi Türkiye için potansiyel olarak yakın güvenlik sorunları oluşturan ülkelerin hepsi 1990’larda ekonomik ve askeri açıdan düşüşe geçmişlerdi. Türkiye’nin komşusu ve NATO’daki müttefiki Yunanistan da, Türkiye’nin en yakın güvenlik tehditleri listesine dahil edilmeyi hak etmektedir. Zayıflayan güç tanımlamasına uymasa da Yunanistan, Türkiye ile kıyaslandığında çok düşük bir nüfusa (11 milyona 63 milyon) sahiptir ve bu durum da iki ülke arasında denge kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu yaklaşım, 1999’un sonunda ortaya çıkan Yunanistan-Türkiye yakınlaşmasının Yunanistan açısından güdülerini açıklamaktadır.
Türkiye’nin güçlenip komşularının zayıflamasıyla, Türk yetkililerin yıllardır izlenen geleneksel olarak edilgin dış politikayı (istisnası 1974 Kıbrıs Harekatıdır) terk etme hususunda kendilerine olan güvenleri arttı. Türkiye, eski Sovyet devletlerinin tümünün bağımsızlığını, daha Sovyetler Birliği resmen dağılmadan önce tanıyan ilk devletti. Başlangıçta öngörülenin aksine, Türkiye, eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki devletler bölgesinde bir “nüfuz alanı” oluşturamadı ama önemli ticari ilişkiler, enerji projeleri, halklar arası yakınlaşmalar ve hemen hemen her yıl düzenlenen Türk zirveleri aracılığıyla bölgede daha etkili bir konumun temellerini attı. İsrail’le yakın ilişkiler kurmaya başlaması, geleneksel olarak Arap duyarlılıklarına hak veren bir devletin dış politikasında yol ayrımı anlamına gelmekteydi. 1990’larda Ankara, Ortadoğu çok-taraflı barış süreci kapsamındaki Silahların Denetimi ve Bölgesel Güvenlik grubunun üyesi, Balkan barış koruma gücü ve Karadeniz Ekomomik İşbirliği Alanı gibi projelerin yaratıcısı ve uygulayıcısı olarak, çok-taraflı bölgesel girişimlerin içinde etkin bir biçimde yer almıştır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, onyılın büyük bölümünde sallantılı geçse de, 1995’te gümrük birliğine geçilmesi ve 1999’da AB’nin, Türkiye’nin adaylığını resmen tanımasıyla önemli adımlar atılmıştır.
Soğuk Savaş bitince, çoğu Türk, ülkelerinin artık ABD ve Batı için eskisi kadar değer taşımayacağından endişelendi. Zira, Sovyet ve Varşova Paktı sınırları artık çatışmanın sınırları değildi. Washington’daki karar alma çevrelerinde bulunan bazı kişiler başlangıçta bu değerlendirmeye katıldılar. Fakat bu uzun sürmedi. 1991 Körfez Savaşı ve savaş sonrasında ABD’nin Saddam Hüseyin’i çevreleme çabaları bir kez daha Türkiye’yi, ABD’nin yüksek öncelikli dış politikasında önemli bir jeostratejik öğe haline getirdi. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan diğer gelişmeler bu bağları güçlendirmiştir. Washington, Türkiye’nin Bosnalı Müslümanların durumuna ve Rusya’nın uzun dönemdeki istikrarsızlığı ile bölgesel isteklerine ilişkin görüşlerine daha da yaklaştı. ABD’nin benimsediği görüşe göre Türkiye, Hazar Denizi’ndeki enerji kaynaklarını, Rusya ve İran’ı dışlayan bir güzergah aracılığıyla taşıyan “doğu-batı enerji koridurunun” merkezi olmalıdır. Zira böylelikle Azerbaycan ve Türkmenistan gibi devletlerin bağımsızlıkları güçlenecek ve bu devletler batıyla daha da yakınlaşacaklardır.
ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren global bir güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya'nın gelecekteki yönelimi, İran köktendinciliği, Irak'ın saldırgan dış politikası ve Ortadoğu Barış Süreci'ndeki kitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD'deki siyaset yapıcıların Türkiye'ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir. Washington Enstitisü'nün seminerleri, Türkiye'nin bölgesindeki diğer ülkelerle ilişkilerinin, daha da iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır.
Dış Politika'da Karar Alma Süreci:
Seminerler, resmi belgelere ek olarak, Türk dış politikasında karar alma süreci ile önemli dış politika konuları karşısında Türkiye'nin tutumuna ilişkin sunumlar ve tartışmalardan doğdu. Katılımcılar Türk dış politikasında karar alma sürecinin büyük ölçüde elit kesimin ilgi alanına girdiği konusunda hemfikir oldular.
Emekli bir Türk diplomatı, Türk dış politikasını geleneksel olarak şekillendiren klasik sac ayağının dışişleri bakanlığı, başbakan ve ordudan oluştuğunu söyledi. Dışişleri Bakanlığı, günlük dış politikayı yürütmekte ve Türkiye'nin uluslararası ilişkileriyle ilgili konularda en önemli uzmanlık kaynağı olarak hizmet vermektedir. Başbakan, dış politikanın oluşturulması sürecinde en önemli siyasi aktördür ama Türk başbakanının ülkesinin dünyayla ilişkilerini şekillendirmeye yönelik katkısı ve etkisi onun dış politikaya olan ilgisine bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Örneğin Süleyman Demirel, 1960'lı ve 70'li yıllardaki başbakanlığı döneminde daha çok iç politikayla ilgiliyken, Bülent Ecevit uluslararası politikayla ilgilenmiştir.
Elbette ordu da Türk dış politikasında başat bir aktördür. Ordu kurumsal olarak etkisini, üyelerinin yarısı komutanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu'nda hissettirir. Ordunun gücü büyük ölçüde, askeri ve güvenlikle ilgili konular (iç güvenlik dahil) tehdit altındayken oynadığı lider rolden ve Türk siyasetine yaptığı müdahalelerden kaynaklanmaktadır. Orneğin, PKK'yla mücadele ve Kuzey Irak'la ilgili kararların alınmasında büyük ölçüde ordunun rol oynadığı düşünülmektedir.
Katılımcıların çoğu, dış politikadaki klasik "sacayağı" modelinin, cumhurbaşkanlığı makamının karar alma sürecinde dördüncü güç olarak ortaya çıkmasıyla, 1980'lerin başından itibaren değişmeye başladığını belirtmiştir. Bu durum kısmen, cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran 1982 anayasasının sonucudur. 1983'te çıkarılan bir kanunla, MGK ve MGK'nın başkanı olarak cumhurbaşkanın yetkileri de arttırılmıştır. Bu değişikliklerin önemi hemen anlaşılmamışsa, bunun nedeni, büyük ölçüde, 1982 anayasası döneminde ilk cumhurbaşkanlığı görevini yürüten (1982-1989) eski genel kurmay başkanı Kenan Evren'in düşük profilli tutumu olabilir.
Cumhurbaşkanının dış politikanın oluşturulması sürecinde etkin bir rol oynama kapasitesi, Turgut Özal'ın (1989-1993) ve Süleyman Demirel'in (1993-2000) cumhurbaşkanlıkları döneminde belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Partilerinin parlamentodaki oy gücü sayesinde başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına çıkan politikacılar olarak Özal ve Demirel, 1961 anayasası döneminde büyük ölçüde simgesel bir makam olarak görülen ve emekli askerler tarafından "partilerüstü" olarak yürütülen cumhurbaşkanlığı görevinin yürütülme biçimini değiştirmişlerdir. Özal cumhurbaşkanı olarak dış politikanın başı olduğunu iddia etmekten çekinmemiştir. Ordunun ve savaş karşıtı kamuoyunun direncini büyük ölçüde kırarak, ABD liderliğinde Saddam Hüseyin'e karşı yürütülen Körfez Savaşı'na Türkiye'nin destek vermesini sağlamıştır.
Cumhurbaşkanı olarak Demirel daha geleneksel bir yaklaşım benimsedi. Özal'ın aksine, cesur dış politika atılımlarında bulunmadı. Yine de çoğu kez, dış politikanın oluşturulmasında önemli bir odak noktasıydı. Zamanla, Demirel, Türkiye'nin Karadeniz'deki komşuları Bulgaristan ve Romanya'nın yanı sıra, Kafkas ve Orta Asya devletleriyle ilişkilerin yürütülmesinde baş rolü üstlenerek daha belirgin roller benimsedi. Türkiye'nin Hazar Denizi enerji boru hatlarına ilişkin politikalarına bürokratik uyum getirmeye özen gösterdi.
Parlamento'nun dış politikada rol oynaması nadiren rastlanılan bir durumdur. Hala emekleme dönemindeki meclis dışişleri komisyonunun, günlük politika üzerinde anlamlı bir etkisi olmamaktadır. Savaş ilanı, silahlı kuvvetlerin yurtdışına gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'deki üsleri kullanmasına izin verilmesi anayasal olarak meclisin onayına tabidir. Fakat, parlamentoya tanınan bu ayrıcalık sadece kaçınılmaz sonuçlara gebe istisnai ve önemli durumlarda uygulanmaktadır. Ayrıca, bu tür acil durumlarda, parlamento, hükümetin liderliğinde hareket etmektedir. Nitekim Ocak 1991'de, Parlamento, hükümete, Irak'a karşı yürütülen savaşta ABD savaş uçaklarının Türk topraklarını kullanmasına izin verme yetkisi tanıyan "savaş yetkileri kanunu" kabul etmiştir.
Parlamento Körfez Savaşı'nın bitiminden bu yana Kuzey Irak'ta oluşturulan "uçuşa kapalı" bölgenin savunulması için Türkiye'de üslenen Çekiç Güç'ün görev süresinin uzatılması konusunda görünüşte merkezi bir rol oynamıştır (Çekiç Güç 1997'de Kuzeyden Keşif Harekatı adını almıştır). Bu konu yıllardır sıcak tartışmalara yol açsa da, parlamento, görev süresini altı ayda bir uzatmaktadır. Parlamontonun bu tutumu, devlet yetkililerinin tavsiyelerine uymak biçiminde açıklanmaktadır. Her parti iktidardayken, Çekiç Güç/Kuzeyden Keşif Harekatı'nın görev süresinin uzatılması yönünde oy kullanmasına karşın, muhalefetteyken olumsuz oy vermektedir.
Resmi olarak kimi sorumluluklar tanınmakla birlikte parlamento, Kuzey Irak'ta yürütülen sınır ötesi operasyonların kararları da dahil olmak üzere PKK'ya karşı girişilen mücadelenin nasıl yürütüleceğinin belirlenmesinde hiçbir biçimde taraf olmamıştır. Suriye, PKK'ya verdiği destekten ötürü 1998 sonbaharında, askeri eylemle tehdit edilirken de parlamento kenara itilmişti. Eğer Türk yetkililer kuvvet kullanmaya karar verselerdi bu karar muhtemelen, ordu tarafından yürütülecekti. Ordunun, savaş ilanına karar verilmesi yönünde talepte bulunma veya parlamentoya danışma olasılığı çok zayıftır.
Türk dış politikası büyük ölçüde gizlilik içinde oluşturulur. Yirminci yüzyılın son yirmi yılında daha güçlü bir cumhurbaşkanı ile Milli Güvenlik Kurulu'nun ortaya çıkmasının, Türkiye'nin "çok-kutuplu" karar alma sistemindeki kutupların sayısını arttırdığı söylenebilir. Fakat hala, dışişleri bakanlığı ile birlikte, cumhurbaşkanı, başbakan ve ordunun birincil referans noktaları olarak önemli oyuncular olduğu görülmektedir. Bir kriz esnasında hangisinin liderliği üstleneceği, kişiliğe, siyasi koşullara ve mevcut sorunun niteliğine bağlıdır.
Kamuoyu
Halkın dış politikayla ilgili tutumuna yönelik çok az bilgi bulunmaktadır. Araştırmalardan elde edilen mevcut veriler, Türklerin genelde dış politikanın oluşturulmasıyla ve uluslararası ilişkilerle pek ilgilenmediklerini ortaya koymaktadır. İstanbul'da faaliyet gösteren Strateji/MORI şirketinin 1997'nin ortalarında yürüttüğü bir araştırmaya göre Türklerin % 57'si dış politikayla "ilgilinmediğini" sadece % 23'ü "ilgilendiğini" belirtmiş.( Üniversite mezunları arasında bu oran tersine dönüyor: "ilgilenenler" % 62, "ilgilenmeyenler" % 16)
Fakat, Dış politikaya yönelik genel ilgi hususundaki bu sonuçlar Kıbrıs ve Yunanistan gibi ulusal gururla ilgili dış politika konularında gerçeği yansıtmayabilir. Kıbıs'taki Türklerin lideri Rauf Denktaş'ın Türkiye'deki popülaritesi, Ankara'nın Kıbrıs sorunundaki diplomatik hareket yeteneğini uzun zamandır kısıtlamaktadır. Cami kapatma ve zorla Slav isimleri benimsetmeyi de içeren bir “Bulgarlaştırma” kampanyasına tabi tutulan Bulgaristanlı Türklerle ilgili olarak hükümetin 1984’ün sonunda verdiği kararda kamuoyu duyarlılığı önemli bir etken olmuştu. Ankara’daki ihtiyatlı Soğuk Savaş dönemi hükümetinin ilk tepkisi, Bulgaristan’da uygulanan politikalar Türk soydaşların geleceğini yakından etkilese de komşu bir ülkenin içişlerine müdahale etmemek için, olaylara karışmaktan kaçınmak oldu. Medyanın sürüklediği kamuoyunun etkisiyle başlangıçtaki Türk politikası değişti. Muhtemelen başlangıçtaki sessiz tutumundan utanan Ankara, uluslararası kamuoyunun dikkatini Bulgaristan’daki Türklerin durumuna çekmek için bir kampanya başlatarak, tutum değiştirdi.
Kamuoyu duyarlılığı, Ocak 1996’da Yunanistan’la Ege’deki küçük bir adacık olan Kardak (Imia) yüzündan yaşanan gerginlikte de belirleyici etken oldu. Bir Türk balıkçı gemisinin egemenliği tartışmalı bir adacık olan Kardak’ta karaya oturması krizi tırmandırmış ve bu durum tam bir ay boyunca sessizce ele alınmıştır. Aslında olay, medyaya sızana kadar “kriz” niteliği taşımıyordu. Kriz büyürken, adaya doğru ilerleyen Türk savaş gemilerinin görüntüleri canlı olarak veriliyordu. Kardak krizi, medyanın kamuoyunu harekete geçirme ve önemli dış politika sorunlarında Türk Hükümetlerinin tutumlarını etkileme konusunda artan önemini vurgulamıştır –muhtemelen sofistike televizyon teknolojisi çağında önem kazanan bir trend.
Yine de, Türk dış politikası elitlerinin kamuoyunu yönetme gücü mükemmeldir. Kamuoyunun Çekiç Güç’e yönelik muhalefetine rağmen, Türk hükümetleri herhangi bir siyasi bedel ödemeksizin görev süresini uzatabilmişlerdir. Aynı şekilde, PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasından sonra, Yunanistan’ın Öcalan’ı Nairobi (Kenya) büyükelçiliğinde sakladığının açıklanmasına karşın, Türk hükümeti kamuoyundaki Yunanistan karşıtı duyguları, körükleme değil, bastırma yolunu seçti. Bu tutum tansiyonun düşmesine ve yakınlaşma sürecinin başlamasına yol açtı.
Bu kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk dış politikasının değişen dinamiklerini gözden geçirmeyi ve analiz etmeyi amaçlamaktadır. Andrew Mango, dış politikanın Atatürkçü kökenlerini ve Cumhuriyet kurulduğundan bu yana etnisitenin rolünü incelediği makalesinde tarihsel bir çerçeve çizmektedir. Willim Hale’nin bölümü ise, Türkiye’nin 1990’lardaki uluslararası ekonomik ilişkilerinin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerindeki yeni trendler Duygu Bazoğlu Sezer (Rusya), Gareth Winrow (Orta Asya), Şule Kut (Balkanlar), Tüzün Bahçeli (Yunanistan), Clement C. Dodd (Kıbrıs), Kemal Kirişçi (Arap dünyası ve İran) ve Meliha Benli Altunışık (israil) tarafından analiz edilmektedir. Kitabın son üç bölümü Ankara’nın en tepedeki dış politika önceliği olmaya devam eden Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini incelemektedir: George Harris Türkiye-ABD ilişkilerini, Ian Lesser Batının Güvenlik konularında Türkiye’nin rolüyle ilgili yaklaşımları ve Atilla Eralp Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin evrimini ele almaktadır. Yazarların, Türk dış politikasında seminerlerin düzenlendiği 1997-98 yıllarından bu yana meydana gelen gelişmelerin yanı sıra seminerlerdeki önerileri ve görüş teatilerini de dikkate almak için makalelerini büyük ölçüde gözden geçirdikleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrasında cesur, çok yönlü ve daha az tahmin edilebilir-çünkü komşuları zayıflarken Türkiye daha müreffeh ve askeri açıdan daha tehlikeli bir güç haline gelmektedir- nitelikte bir Türk dış politikası tasvir etmektedir. Editörlerin umudu, müteakip sayfalarda ortaya konan görüşlerin bu dinamiklerin anlaşılmasına yardımcı olmasıdır.
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı
Washington, D.C.
Haziran 2000
Andrew Mango
Türk Dış Politikasının Atatürkçü Kökenlerinin ve İç İlişkilerin Yansımaları
Türkiye’nin dünyadaki konumu yeniden değerlendiriliyor. Eski kesin yargılar sorgulanırken, sapkınlığı veya saçmalığı sonradan ortaya çıkacak olan fikirler ifade edilmekte. Financial Times tarafından yayımlanan Türkiye üzerine 1997 tarihli bir araştırmada, Ankara'daki Avrupalı bir diplomatın "Avrupa Birliği'ne bir İslam devleti kabul edebiliriz, ama Kemalist bir devlet kabul edemeyiz" dediği belirtilmektedir. Gazetenin Ankara muhabiri, "Kemalizm, modern bir devlet olma yolunda, geri kalmış köylü bir ulus yarattı. Fakat, Türkiye geliştikçe, Atatürk'ün mirasının sınırlılıkları daha belirgin olmaya başladı"1 diyor. Yine aynı makalede muhabir, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright'ın "Günümüz Türkiye Cumhuriyeti'nde vücut bulan laiklik, Atatürk'ün mirasının temelidir"2 dediğini belirtmektedir.
Türkiye'nin dünyadaki konumunu yeniden değerlendirme ihtiyacı ve bu yeniden değerlendirmenin doğurduğu karışıklığın nedeni Türkiye'nin şu anda içinde bulunduğu kriz ortamıdır. Bu, sadece bir hükümet krizi değil aynı zamanda bir yönetebilme sorunu anlamına gelen siyasi bir krizdir. Türkiye'de II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan siyasi sistem, Türk toplumunun gelişmesi için geren kamu yönetimini sağlayamadı. Kararlar bu hatanın düzeltilmesine yönelik olarak alınmalıdır.
Kemalist İlkeler
Siyasi krizin, 1996 Temmuzunda İslamcı Refah Partisiyle (RP), merkez sağdan Doğru Yol Partisinin (DYP) koalisyon hükümeti olarak iktidara gelişine kadar dış politika üzerinde çok az etkisi oldu. Türk dış politikası, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı'nın (1919-1923) ortalarında, Mustafa Kemal tarafından oluşturulmasından bu yana tutarlı bir biçimde yürütüldü. Türk dış politikası dünyada meydana gelen değişimlerin doğrultusunda gelişti fakat Atatürk tarafından belirlenen hedeften sapmadı: tam bağımsızlığın ve ülkesel bütünlüğün korunması için dünyadaki güç dengesinden yararlanmak.3 1923 yılında Lozan Barış Konferansı kilitlendiğinde Mustafa Kemal'in gazetecilere verdiği uzun brifingde söylediği gibi, "dış politikanın temeli, güçlü bir iç politika, güçlü bir kamu yönetimi ve güçlü bir örgütlenmedir. İç ve dış politika daima birbiriyle bağlantılı olmalıdır."4 Artık Türk dış politikasının geleneksel tutarlılığını tehdit eden iç politik düzenlemeler bulunmakta ve bu da yabancı gözlemcileri şaşırtmaktadır.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Türkiye'nin Yeni Dünyası - 2
- Büleklär
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3658Unikal süzlärneñ gomumi sanı 200218.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.28.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.34.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3563Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198921.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.32.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3810Unikal süzlärneñ gomumi sanı 173519.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.29.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.34.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3856Unikal süzlärneñ gomumi sanı 192020.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.30.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3736Unikal süzlärneñ gomumi sanı 184220.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.31.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3788Unikal süzlärneñ gomumi sanı 193818.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.29.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.35.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Türkiye'nin Yeni Dünyası - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 269Unikal süzlärneñ gomumi sanı 21039.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.