Uzayda Dehşet Tora - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 3949
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2217
27.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
«Tora»
Ali Rıza Baskan
Güzel Sanatlar Matbaası'nda
dizilmiş ve basılmıştır.
Her hakkı mahfuzdur.
Baskan Yayınları A. Ş.
İstanbul - 1983
KELİMENİN tam anlamıyla tehlikedeyiz şimdi... Ret-rofüzeler çalışmaya başladı. Şu sırada bir detektör yerimizi saptayacak olursa, artık bir daha koy vermezler ardımızı; ve arayıcı torpillerden biri, nereye gidersek gidelim, sonunda bizi yakalar.
Ve her şeyin sonu olur bu.
Pis bir an yaşıyoruz. Gidip Arka zindanlarında çürümeye hiç niyetim yok... Baş döndürücü bir hızla Araman üzerinde uçmayı sürdürüyoruz.
Gelma da aynı duyguları taşıyor. Göz ucuyla bakıyorum. Yüzü renk vermiyor ama, pilot koltuğunun kenarlarını kavramış olan parmakları neredeyse kırılacak gibi sinirden.
Urbiya, Kers gezegenindeki beyaz ırktan bir kız. Uzun boylu, ince yüzlü, kalın kızıl saçlı. Elmacık kemikleri hafifçe çıkık. Olağanüstü berrak bir teni var...
Bana bu görevi verdikleri zaman, yardımcı olarak yanımda bir kadın bulacağımı aklımdan bile geçirmiyordum. Gezegen yaklaşıyor. Yükseklik göstergesine dikkatle bakıyorum, 100-150 metre kala yere paralel şekilde fırlatmam gerekir Silüs'ü.
Tam sırası. Retrofüzeleri durdurup motorları çalıştırıyorum. Hava tabakaları üzerinde sıçramaya başlıyoruz birden: Su üzerinde sıçrayarak giden bir taş gibi.
Şimdi motoru frenleyip, savanın ortasındaki ufak bir tepenin üzerinde gördüğüm küçük koruluğa doğru dalıyo-
rum.
Yere yavaşça konuyor Silüs; motorları stop etmeden önce sık bir çalılığın ortasına kaydırıyor ve derhal, negatif dalga yayan cihazı çalıştırıyorum.
Eğer bizi şu ana kadar saptayamadılarsa, arayıcı dalga-
lar bizim cihazımız tarafından yutulacağı için. yerimizi bulmaları imkânsız... Biraz rahatlıyorum.
Herhangi bir kötü belirti yok gökyüzünde; başardık herhalde... Uzay gömleğimin cebinden bir sigara çekip soruyorum Gelma'ya:
Sigara ister misin?
Hayır sağol!
Pek hoşlanmadı «sen» diye hitap etmemden. Gülümsüyorum.
Katıldığın ilk sefer mi bu?
Hayır!
Benden önce birlikte çalıştıkların «sen» diye hitap
etmediler mi sana hiç?
Hemen hiçbir zaman.
Yani şaşırttım seni?
Aptal değilim.
Bravo!. Yola çıkmadan önce adınızın Gelma olduğu
nu söylemişlerdi. Soyadınız ne?
Arene.
Kersli'siniz galiba?
Evet. Ama soyumuz Dünyalı.
Bunu tahmin etmiştim. Yükledikleri görev. Dün
yalı olmanızı gerektirir. Kaç zamandır servistesiniz?
İki yıldan beri.
Kaçıncı göreviniz bu?
Dördüncü.
Sizi böyle bir göreve vermeleri için, ilk üç görevde
olağanüstü yetenekler ortaya koymuş olmalısınız.
Bilmiyorum. Beni buraya sizinle niçin gönderdikle
rini bile bilmiyorum.
Kural böyle. Ben açıklayacağım size. Zorunlu bul
duğum kadarıyla. Yavaş yavaş. Benim kim olduğumu söy
lediler mi size?
Hayır.
Guy Terrel.
Hafifçe açıyor gözlerini. Benden söz edildiğini işitmiş olsa gerek; ve en tehlikeli görevlerin genellikle bana verildiğini biliyor olmalı.
Nihayet sigaramı yakıp derin bir nefes çekiyorum, sonra da:
- Bu seferki iş, çantada keklik, diyorum. «Farkımıza
varmadılar. Başarırsak, Dünyaya geri dönmek bakımın
dan ciddî bir şans kazanmış oluruz ki bu bile harika.»
Biraz alaycı bir gülümseyişle, üzerine konduğumuz kıtanın bir haritasını çıkarıyor ve bulunduğumuz yeri sefer tablosunun koordinatlarına başvurarak kolayca buluyorum.
Ardından, bölgenin ayrıntılı bir haritasını alıyor ve geniş bir yeşil düzlüğü gösteriyorum Gelma'ya:
Şuradayız. İşte üzerine konmuş olduğumuz tepecik.
Ordet savanının tam ortasında. Ordet kim biliyor musun?
Hayır.
Buraya ilk inen pilot. Yüz yıldan fazla olmuş.
Eski bir aktüalite filminde görmüştüm Ordet'i; ve şimdi onu düşünmekten kendimi alamıyorum işte! Onu ve Komutan Rampell'i. Dişlerim gıcırdıyor kendiliğinden, yumruklarım sıkılıyor... Gelma'ya durumu hemen anlatman belki daha iyi olacak. Her şeyi değil tabii sadece hareket noktası bakımından gerekli olanları.
Rampell de kaybolan gemisiyle, buraya, bu savana
inmişti.
Rampell?
Komutan Rampell. Bugünkü büyük savaş gemileri
mizin ilk örneğine komuta eden adam. Raf I'in komuta
nı. Raflar insanlığın şimdiye kadar gördüğü en büyük, en
korkunç savaş araçlarıdır biliyorsun. Ve biz bütün bilinen
samanyolları arasındaki üstünlüğümüzü, bu araçlar saye
sinde sürdürmekteyiz.
Sigaramdan derin bir nefes çekip ağır ağır burnumdan salıyorum dumanı.
- Bundan 25 yıl önce oldu bu. Geminin uçuş sırasın-
da parçalanıp tuzbuz olduğunu sanmıştı o zaman herkes; ve olay kafalardan silinmiş gitmişti. Ama bundan üç ay önce bir gün bir irtibat füzesinin, Ay'ın etrafında dönen ikmal uydusunun yörüngesine girdiği görüldü. Bu irtibat füzesi Rampell tarafından yollanmış, ama yolundan saptığı için zamanında yetişememişti. 25 yıl önce bu türden aksamalar normal sayılıyordu.
Dikkatle dinliyor Gelma. Hafifçe gülümseyerek devam ediyorum:
- Raf I parçalanmış değildi. Rampell gemisini Ara-
man'a indirmişti. Blokmotorda bir arıza vardı, ve bu arı
zayı kendi imkânlarıyla onaramaz durumdaydı. İrtibat fü
zesinde kayıtlı mesajında, uzay gemisinde üç ay dayana
bileceğini bildiriyor ve bu süre sonunda, şu an üzerinde
bulunduğumuz kıtanın başkenti Tora'dan imdat istemeden
önce Rafı, işaretlediği belli bir yere gizleyeceğini söylü
yordu.
İlgisi birden artıyor Gelma'nın:
Ve komutan Rampell'den bir daha söz edilmedi öy
le mi?
Ne ondan, ne de komutasındaki öteki görevlilerden.
Duman olup uçmuşlardı sanki...
Ve siz...
Yakalanıp tutuklandıklarını ve prototip geminin giz
lenmiş olduğu yerin sırrını kendisinden zorla almak iste
dikleri zaman da, ölmüş olduklarını sanıyorum.
Hepsi mi?
Hepsi evet! Bir prototipin komutanı gibi bütün tay
fası da, asla konuşmamaya şartlandırılmışlardır. Ve artık
direnemeyecek hale geldikleri an, intihar ederler. İntihar
ettiklerini bilmeden.
Allahım!
Belki ikimiz de aynı durumdayız Gelma.
- Öyle olsak, söylerlerdi bize.
Başımı sallıyorum:
- Zalimce bir şey olurdu bunu söylemeleri. Rampell'in
mesajı deşifre edilir edilmez, Dünya Konfederasyonu hükü
meti Tora'ya derhal bir araştırma komisyonu yollayarak
açıklama istedi. Ama Tora makamları hiçbir şeyden haber
leri olmadığını ileri sürdüler ve Dünyalılar'ın kuşkusuz
Araman'daki yerli kabileler tarafından öldürüldüğünü
sandıklarını bildirdiler. Tora'ya yeni temsilciler yolladı
Hükümet, ama bir tedbirsizlik sonucu haber yayıldı ve
Dünya basını, Rampell'in basit bir gemiye komuta etmedi
ğini, Araman'a inmeyi başardığını ve Rafını da orada giz
lemiş bulunduğunu yazdı.
Bir an daldıktan sonra ekliyorum:
Bu haberin yayınlanmasından iki gün sonra da To
ra'daki temsilcilerimiz, Ovada yaşayan muhalif kabileler
tarafından katledildi. Hükümetimiz yeni temsilci gönder
mek isteyince de, Araman yöneticileri, yeni kurulun gü
venliğini sağlayamayacakları bahanesiyle isteği reddetti
ler.
Anlıyorum diye mırıldanıyor Gelma.
Bir filo yollayıp bütün gezegeni işgal edebilirdik;
ama çok büyük bir risk altına girmiş olurduk o zaman.
Hükümet böyle bir tedbire, ancak iyice çaresiz kaldığı tak
dirde başvurabilir! Bizi gizlice göndermelerinin nedeni de,
işte bu.
Yani biz fedai olarak geldik?
- Tastamam.
Ve amacımız da o prototipi bulmak.
Bulup yok etmek. Tabii onarıp beraber götüremedi-
ğimiz takdirde.
Komutan Rampell'in gizlemiş olduğu yeri bildiğinize
göre, gemiyi bulmak zor olmayacaktır.
Hiç de öyle değil. Çünkü bilmiyorum. Kendi imkân
ve yeteneklerimizle bulmak zorundayız onu. Tek avanta
jım, gemi için şartlandırılmış olmam. Yani belirli birtakım
durumlarda, bilinçaltını kendiliğinden tepki gösterecektir.
Peki bu gizlilik niye?
Çünkü bizi ele geçirip doğru söyleten uyuşturucular
verebilirler. Bu durumda, biz de bir şey bilmediğimiz için
düşmanlarımıza yardımcı olmak tehlikesinden korunmuş
oluyoruz.
Araman'da düşmanlarımız bulunduğunu hiç sanmı
yordum.
Yalnız Araman'da değil, her yerde. Bütün Galaksi-
ler'de Dünyalı veya Dünyalı olmayan herkes barbarlığa
dönebilmek için bizi yok etmeyi düşlüyor. Egemenliğimizi
silâhlarımızın ezici üstünlüğüne borçluyuz. Ve eğer öteki
federasyonların hükümetleri, Raf gibi bir silâhı ellerine
geçirebilseler; bizim üstünlüğümüz epey sarsılır.
Bir an susuyor Gelma, sonra içini çekerek mırıldanıyor:
- Şimdi bir sigara verebilirsiniz bana.
Paketi uzatıyorum, alıyor. Çakmağımı yakarken soruyorum:
Çok etkilenmiş gibisin?.
Seferin bu kadar tehlikeli olduğunu düşünmemiş
tim.
Ve korkuyorsun?
Tabii. Sefere başlarken daima korkulur. Yalnız, bu
rada, prototipi yok etmeden önce veya sonra ele geçecek
olursak, bir tutsak değişimi çerçevesi içine girmemiz de
söz konusu olmayacaktır.
Tora yöneticileri bizi niye tutukladıklarını hiçbir za
man açıklamak istemeyeceklerine göre, tamamen haklısın.
Yalnız, senin de benim gibi şartlanmış olduğunu bil. Ve
bu, gerekirse, hiç beklenmedik şaşırtıcı imkânlar verebilir
sana.
Bu ihtimal bile pek sevindirmiyor onu. Dostça omuzuna vuruyorum:
- Şunu da iyice belle ki, sen seçildiysen, bu görevi başarabilecek yetenekli kadın sayılıyorsun demektir.
Başarıdan kastınız ne? Prototipi yoketmemiz mi,
yoksa Dünya'ya dönmemiz mi?
îkisi biribirinden ayrılmaz Gelma. Servisin, Rafı
geri getireceğimizi umduğunu da hiçbir zaman çıkarma
aklından.
Her ikimiz de Büyük amiral rütbesiyle Dış Güvenlik Servisi'ne bağlıyız. Rütbenin nedeni basit. Görev sırasında karşımıza çıkacak darkafalı veya saf bir subay, bize asla engel olamasın.
Üniformamız yok. Ama her ay, yüksek rütbeli bir subayın aldığından üç dört kat fazla para geçer elimize. Bu da, A sınıfındakilerin bütün haklarından yararlanmamıza yeter.
Buna karşılık, servis istediği gibi kullanabilir bizi. Amacı o belirler, ve biz başarmak zorundayızdır. Üstün önemli görevlerde iki defa başarısızlığa uğramış hiçbir ajanımız yoktur.
Söz konusu prototipin geri getirilmesi veya ortadan kaldırılması, "üstün önemli bir görev.
Ya başaracak, ya öleceğiz! Üçüncü bir yol yok!... Buna karşılık, amaca varmak için başvuracağımız hiçbir araç, tartışma konusu olamaz. Her aracı deneyebiliriz rahatça. Dokunulmazlığımız, «dünyasal adaletin yürürlükte olduğu her yerde» servis tarafından garantilenmiştir.
Koca bir gezegeni bir atom cehennemi haline sokup yok etsek bile dokunamazlar bize. Bu sınırsız dokunulmazlık, bir bakıma zorunludur çünkü henüz gezip keşfetmediğimiz galaksilerden ve dış gezegenlerden gelebilecek bütün tehlikelerin daha farkında değiliz.
Her durumda, imparatorluğumuzun sınır boylarında silâhlı bir ayaklanmaya kesinlikle izin veremeyiz. Bu. bizim için, bir ölüm kalım sorunudur.
Bel ve omuz kayışlarımızı kuşandık ikimiz de. Sağımız-daki kılıfın içinde bir paralizatör (vurduğu canlıyı hareketsiz kılan bir silah) solumuzdakinde de bir fülgüran (şimşek hızıyle atış yapan öldürücü ağır silâh) asılı. Eli-mizdeyse, dumdum kurşunlu birer tüfek var.
Sırtımızda dört köşe büyük bir çanta duruyor. Aynı zamanda, istediğimiz an yerçekimi dışına çıkmamızı sağlayan bir araç bu. Kamp malzemesiyle bir sürü araç sıralı çantanın içinde; önemli oranda kurşun ve yiyecek içecek var.
Bunların hepsi, en ufak bir ağırlık bile vermiyor. Silüs'ü lerketmeden önce, belimize sallandırmak üzere iki uzun av bıçağıyla boynumuza asmak için iki dürbün ekliyorum.
Hazır mısın?
Evet.
Çıkış kapağını harekete geçiriyorum hemen.
İkinci Bölüm
ZIRH gibi ağır bir sıcaklık çöküyor üstümüze. Alabildiğine yaş, balta girmemiş bir orman sıcağı. İlk ben iniyorum yere. Toprak, sert bir ot tabakası ve uzun iç içe geçmiş sarmaşıklarla örtülü. Çevremizdeki ağaçlar az çok bizim Dün-ya'mızdaki palmiyeleri andırıyor.
Gelma da atlıyor işte; ve Silüs'ün başlarımızın üzerindeki giriş kapağı otomatik olarak kapanıyor. Kapağın açılıp kapanması, yalnız ve yalnız vücutlarımızdan yayılan biyolojik dalgalara göre ayarlı bulunuyor.
Bizim yokluğumuzda kapıyı zorlamayı deneyecek olanlar derhal gizli bir silahın yaylım ateşi altında kalır, sonra da öldürücü bir gaz dalgasının içine düşerler.
Ağır adımlarla ortasına konmuş olduğumuz yerin kıyısına kadar yürüyoruz... Gelma mırıldanıyor:
Pek cesaret verici değil burası...
Yılan doludur. Genellikle küçük boyda yılanlar.
Ayağımızdaki yüksek çizmeler bizi pekâlâ korur.
Biliyorum.
Yeri önceden dikkatle gözden geçirip temizlemeden
ne otur, ne de uzan.
- Peki.
Gülüyor sonra:
- Bu türlü serüvenlerde hepten de acemi sayılmam di
ye ilâve ediyor.
Hakkı var kızın.. Gülünç oluyorum aslında; ama karşımdaki bir kadın nihayet ve içgüdüyle onu korumak ihtiyacını duyuyorum. Sınırsız bir ova uzanıyor önümüzde. Haritada bu ova, altı yüz kilometre kenarlı bîr kare meydana getiriyor.
Gelma dürbünle uzun uzun inceliyor ovayı.
- Hangi taraftan başlayacağız araştırmalarımıza?
Hiçbir önemi yok. İlk köye rastlayıncaya kadar bur
numuzun dikine gideceğiz.
Oturanlar var mıymış bu savanda?
Kabileler var.. Vahşi denemez. İlkel bir hayatla uy
garlık karışımı. Buna karşılık, savanın kuzeyinde, okya
nus kıyısında kurulu olan başkent Tora, çok kozmopolit
bir şehir.
Oraya kadar gidecek miyiz?
Hayır. Ölüm hükmümüzü kendi elimizle imzalamak
olur bu!
Araman yöneticileri bizimle açık savaş halinde mi
yani?
Resmen değil. İşin kötüsü de bu ya!
Anlayamadım.
Bütün bu galaksi, bize karşı gizli ayaklanma halin
de.
Kuşağımdaki yerçekimi dengeleyicisini çalıştırıp on metre kadar havalanıyor ve yakın çevreyi dürbünle tarıyorum. Gelma da aynı şeyi yapıyor.
Beş-altı yüz metre ileride, hemen önümüzde bir pa
tika var galiba.
Daha doğrusu, bir geçit.
Nereye yöneldiğini anlamaya çalışıyorum. Her iki tarafa doğru uzuyor aslında, ama bir şey göremiyorum.
Bu yörede köy varsa, şu gördüğümüz küçük korulardan birinin arkasında gizlidir kuşkusuz.
- O yolu izlemek en iyisi olacak.
- Güneye doğru.
Sezgiyle söylüyorum bunu. Kollarımızı açıp iniyoruz yere ve hemen yola koyuluyoruz. Allahtan giysilerimizde hava tertibatı var. Yoksa yürüyüş gittikçe biraz daha güçleşecek.
Yüksek otların örtüp gizlediği çukurlar var dört yanda, bu da bizi son derece dikkatli ilerlemeye zorluyor. Gel-
ma soluk soluğa kalıyor çok geçmeden, yürümesine yardım ediyoruz.
- Yola ulaşınca rahat edeceğiz.
-- Kolay yol almak için yerçekimi dengeleyicileriyle sırtımızdaki malzeme çantalarına bağlı olan «itici»lerimizi kullanabiliriz; ama gökte durmadan kol gezen ve aşağıdan bakınca görünmeyen Tora gözetleme helikopterleri tarafından görülmekten çekiniyoruz.
* * *
Yola ulaştık işte! Şu ana kadar tatsız bir raslantı olmadı; ikide bir ıslık çalarak önümüzden kaçışan yılanları bir yana koyarsak tabii... Rengârenk hayvanlar bunlar, ama en uzunları bile bir metreyi geçmiyor.
Yürümek kolaylaştı. Ayaklarımızın altında toprağı duyuyoruz.. Çukurlardan kaçınmak için kıvrılıyor yol durmadan. İnsanlardan çok vahşi hayvanlar tarafından çizilmiş bir patika bu; öyle anlaşılıyor.
Başımızın üzerinde güneş var. Bizim güneşimizden biraz daha büyük, ama bir o kadar da uzak. Yine de bunaltıcı ışınlar saçıyor. Uzay elbiselerimizdeki hava tertibatı yüzlerimizi etkilemediğinden, ikimiz de çok terliyoruz.
Bu gezegendeki sıcaklık, en soğuk bölgelerde bile hiçbir zaman on beş derecenin altına düşmüyor; burada, ekvatorda, ise, tam bir cehennem sıcağı var.
Sağımızda küçük bir koruluk uzanıyor. Zikzaklar çizerek koşan bir adam fırlıyor birden korudan. Öküz büyüklüğünde canavar bir kirpi beliriyor adamın ardında, vücuduna oranla kısa ama son derece keskin ve sivri dikenleri var. Kısacık kaslı ayakları üzerinde dörtnala gidiyor.
İçgüdüsüyle tüfeğini omuzluyor Gelma, ateş ediyor. Yıldırım çarpmış gibi bir an durup kalıyor canavar, sonra da uzun ve boğuk bir çığlık atıp devriliyor. Adam da duruyor
aynı anda ve bize pek de dostça sayılmayacak bir bakışla bakıyor.
- Hiç de minnet duymuşa benzemiyor diyorum.
Uzun boylu ve sırım gibi ince bir adam. Derisi bakır
renginde. Omuzlarına dökülen dalgalı uzun saçları var. Elbise olarak, üzerinde kısa bir sarı külot var. Belindeki kayışta bir büyük revolverin kılıfıyle uzunca bir hançerin kını asılı.
Adaleli muntazam bir yapısı küçücük, pırıl pırıl, kıvılcım saçan gözleri var. Ayaklarını ve bacaklarını yeşile boyamış.
Duraksar gibi oluyor bir an, sonra ansızın karar verip bize doğru yöneliyor:
- Tora'dan mı geliyorsunuz?
Ana dilinde sordu adam. Anladım. Gelma da anlayıp benim gibi şaşkınlığa düşmüş olmalı ki, kolumu kavrayan elinin kasıldığını hissediyorum.
- Tora'dan geldiğimiz söylenemez.. Avlanmak için bu
radayız.
Bu sözler kendiliğinden dökülüverdi ağzımızdan. Servis, her şeyi düşünmüş demek.. Araman lehçesini de eklemişler şartlanmamıza.. Araman lehçelerini, demek daha doğru olacak.
Gülümseyerek ekliyorum:
- Dev yaratıklardan birini sürmek isterdik.
Yarı kaplan, yarı plan hayvanlar bunlar. Üç metre uzunluğunda kuyruğu olan canavarlar. Kuyruklarının içinde kurbanlarını hapsedebildikleri gibi, boğup öldürebiliyorlar da..
Kurbanlarını pençeleriyle yırtıp dişleriyle parçalayan veya boa yılanları gibi sıkıp boğan, filden daha büyük bir kaplan-yılan cinsi bu..
Başını sallıyor adam:
- Uzun zamandır bu bölgede rastlanmıyor onlara.
Ama bir efsane değil bu herhalde sanırım? Bu hay
van aslında var, veya bir zamanlar vardı değil mi?
Ben çocukken görmüştüm uzaktan... Savaşçılarımız
sürüp avlamayı denediler ama kurtulmayı başardı elle
rinden...
Bunlardan birine rastlamamız için hangi yöne doğru
gitmemiz gerek peki?
Hiç bilmem. Belki köyde bilenler vardır.
Köye götürür müsünüz bizi?
Neden götürmeyecekmişim!
Yerde devrilmiş yalan canavara yaklaşıyor ağır ağır, ve ayağının ucuyle dikenlerine dokunuyor. Sonra kısa bir gülüşle :
- Hiçbir zaman yakalayamazdı beni. diyor. Köye ka
dar ardımdan koşturmayı tasarlıyordum. Şimdi hiçbir işe
yaramaz artık. Bakın.
Bizim farelerimiz iriliğinde kırmızı karıncalar çoktan hayvanı parçalamağa girişmişti: Etyiyen karıncalar. Gelişlerinin farkında bile olmadık ama yüzlercesi üşümüş şimdiden; ve avlarını ellerinden almaya kalkacak olanın da vay haline!
Hayatınızı tehlikede sanıp öldürdük diyorum. Adım
Terrel, arkadaşım da Gelma.
Benim adım da Hanik. Buyurun gidelim.
Bize sırtını dönüp patika boyunca kuzeye doğru yürümeye başlıyor.
Minnettar değil ama iyi niyetli diye fısıldıyor Gelma.
Güvenme kesinlikle.
Bizi bir tuzağa çekebileceğini mi söylemek istiyor
sunuz?
Her şey olabilir.
* * *
Köy bir ormanın kıyısında kurulu. Yüz kadar taştan ev var. Hepsi de tek katlı. Daire şeklinde büyük bir alanın
çevresine sıralanmış. Alanın ortasında, ovayı gözetlemeye yarayan yüksek bir kule görülüyor.
Sokak diye bir şey yok. Büyük bir düzensizlik içinde kurulmuş evler. Dosdoğru kuleye götürüyor bizi Hanik. Köy ıssız görünüyor. Görünüyor diyorum ama bu ıssızlık daha çok, köylülerin bizi görür görmez koşup evlerine kapanmalarından ileri geliyor.
Vebalıymışız gibi...
- Hiç de güven verici bir karşılama değil gerçekten, diye fısıldıyor Gelma.
Kulenin kapısında iki adam nöbet tutuyor. Ellerinde uzun tüfekler var. Kılavuzumuz kendilerine tek kelime söylemediği halde açılıp yol veriyorlar bize. Onlar da çıplak. Hanik'inki gibi kısacık bir külot var üzerlerinde o kadar.
Bir vahşilik belirtisi değil bu aslında, çevrede hüküm süren dayanılmaz sıcağın bir sonucu. Giriyoruz.
Önce dört köşe bir hol. Duvarlarda sıra sıra av anıları ve silâh takımları asılı. İki pencere ve giriş kapısından başka sarı kadifeyle örtülü bir aralık daha..
Derhal sıyrılıyor örtü; ve şorttan başka beyaz bir gömlek giyinmiş iriyarı bir adam beliriyor. Gururla konuşuyor adam:
- Ben bu köyün reisiyim. Bütün yabancılar önce bana
getirilir; ben kendilerini dinledikten sonra, köyde ağırlayıp
ağırlayamıyacağımıza karar veririm. Buyurun girin içeri.
Hanik kayboldu ortadan. Eğilip Reisi selamladıktan sonra, arkamda Gelma, içeri giriyorum. Odanın ortasında bir daire şeklinde yerleştirilmiş altı koltuk var.
- Oturun, diyor adam. Adım Klar. Solyo'lu Klar.
- Benimki Terrel. Yaylalardan geliyorum. Bu da eşim
Gelma. İkimiz de aynı kıtada doğmuşuz.
Otururken, tepeden tırnağa süzüyor bizi. Israrla süzüyor. Yüzü ifadesiz ama gözleri Hanik'in gözleri gibi pırıl pırıl parlıyor:
Niçin geldiniz ovaya?
Avlanmak için. Mümkün olursa dev canavarı avla
mak isliyoruz.
Çok azaldı o hayvanlar, üstelik epey tehlikelidirler.
Babam bir tanesini öldürmüştü en son.
Bir gülümseyiş beliriyor dudaklarında:
- Çok dolaşan ve çabuk hareket eden hayvanlardır
bunlar. Koca ovayı, bir haftadan az bir zamanda boydan
boya aştıkları söylenir.
Ağır bir alay gizli sözlerinin altında. Aptal olmadığını, bizim aslında nereden geldiğimizi çok iyi bildiğini sezer gibi oluyorum ama renk vermiyorum.
- 3Ne tarafa doğru yol almamız gerekecek bulabilme
miz için?
Her yön aynıdır. Geceleyin asıl. Şafakta ırmak
kıyılarında bulunurlar daha çok. Kükrediklerini işitiriz
bazan ve öyle gecelerde evden çıkmayız. Emrinize bir avcı
veya bir kılavuz verebilirim isterseniz.
Solyo arazisinde kalmamıza izin veriyorsunuz de
mek?
-- Evet. Köyde bir veya birkaç gece geçirmenize de izin veriyorum.. Hangisini istersiniz? Bir savaşçı mı, yoksa kılavuz mu?
- Kılavuz.
Konuşmaya son vermek istediğini belirten bir hareketle ayağa kalkıyor. Kendisini selamladıktan sonra odayı ter-kediyoruz. Kuleden çıktığımızda muhafızlar dikkat bile etmiyor bize ve alanda buluyoruz birden kendimizi.
Alan yine ıssız, ama evlerin kapısında kadınlı erkekli bir topluluk göze çarpıyor. Kadınlar erkeklerden daha uzun boylu, ve daha açık tenli. Onlar da bellerine kadar çıplak.
Aralarında gömlek giyinmiş olanlar var: Yaşlıları.
İyi geçti, diye mırıldanıyor Gelma.
Gereğinden fazla iyi. Reisin de tuhaf bir havası var
dı üstelik. Bizimle alay eder gibi bir hava.
Ben de kapıldım o duyguya...
Sonra, bu kabileler, gördüğümüzden çok daha vahşi
olmakla ün salmışlardır.
Ne sonuç çıkarıyorsunuz bütün bunlardan?
- Hiç Gelma.. Güvensizlik duyuyorum, o kadar.
Alanı konuşarak aşıyoruz. İlk topluluğa yaklaşıyoruz
şimdi. Bir erkekle üç kadın. Kadınların ikisi genç, üçüncüsü ise kupkuru pörsük bir ihtiyar.
Geceyi geçirecek bir yer arıyoruz, diyorum ona. Ya
rın Solyo reisi bize av için bir kılavuz verecek.
Benim size göre yerim yok, diyor, yan tarafta, Lam-
ya'ya başvur.
Birkaç adım ilerideki evi gösteriyor. Sadece kadınlar var o evin önünde. Çok yaşlı görünmedikleri halde ikisi gömlek giyinmiş. Arkalarında üç genç kız duruyor.
Gömleklilerden biri bize doğru yöneliyor. Lamya bu olsa gerek. Nitekim soruyor:
Ev mi arıyorsun yabancı?
Öyle.
Sana kendi evimi sunuyorum. Sen de, eşin de, de
ğerli bir konuk muamelesi göreceksiniz burada.
Sağol!
Genç kızlar kapının önünden çekiliyor hemen; Lamya önümüzden yürüyor... Önce, mobilyasız, ama olağanüstü temiz bir odaya giriyoruz. Yerde hasırlar serili, ufak deri minderler var. Duvarlarda geniş oyuklar açılmış ve mutfak eşyası yerleştirilmiş oyuklara.
Lamya'nın arkasından bu odayı geçiyor ve uzun bir koridoru aşıp başka bir odaya giriyoruz. Yerdeki kalın hasırlara bakılacak olursa, burası yatak odası olsa gerek.
Burada da mobilya yok. Duvarlardaki oyuklarda ise içleri türlü krem ve kokularla dolu çanaklar ve şişeler duruyor. Eğilip bizi selamlıyor Lamya:
- Dışarıya çıkmak isterseniz, evi baştan başa geçmeye gerek yoktur diyor.
Gerçekten de öyle. Geniş bir pencereden rahatça dışarıya çıkılabiliyor. Gülümseyerek teşekkür ediyorum. Lamya ekliyor:
Kızım sizlere hoşgeldin şarabı getirecek.
Sağol!
İhtiyar kadın çıkar çıkmaz, Gelma soran bakışlarını dikiyor gözlerime. Açıklıyorum:
Bir kabile bizi kabul ettiği andan itibaren, alabildi
ğine konuksever kesilir. Beni asıl şaşırtan, bizi bu derece
kolaylıkla kabul etmeleri. Sanki bekliyorlardı duygusuna
kapıldım.
İmkânsız.
Yaptığım açıklamayı en ufak bir taşkınlık belirtisi
göstermeksizin dinleyip yuttu reis. Halbuki burada, dev
canavar diye bir şey yok artık.
Gidip pencereyi açıyorum. Evlerin çevresinde belli bir canlılık var. Köyde hayat, normal akışına kavuşmuş yine. Gelma şaşkın bir sesle soruyor:
Bize bir kılavuz vermelerini niçin kabul ettiniz?
Benimle «sen» diye konuşsan daha iyi edersin. Eşim
olarak tanıttım seni; ve unutmayalım ki bazı yerliler, sa-
manyolu dilini kendi ana dilleri gibi konuşur.
Hafifçe somurtuyor:
Peki.
Kılavuz konusuna gelince, reddemezdim. Üstelik de,
yanıbaşımda yürüyecek bir casusu beni arkamdan vurabile
cek bir casusa yeğ tutarım. Hiç olmazsa daha tehlikesizdir.
Güneş batmak üzere. Sıcak biraz hafifledi sonunda. Gelma kemerini çıkarıp hasırlardan birinin üzerine uzanıyor. Serviste gelenekleşmiş rahatlığı niye hoşgörüyle karşılamıyor, anlamıyorum bir türlü.
Hoşuna gitmedim herhalde. Tatsız. Hele genellikle kadınlara karşı başarılı olduğumu düşünüyorum da...
- Girebilir miyim?
Genç bîr ses bu. Odamıza kapı yerini tutan örtünün ar-
dından biraz da şarkı söyler gibi geliyor. Evin önünde gördüğümüz genç kızlardan biri. Hoşgeldin şarabını getirmiş olmalı.
- Buyurun.
Örtü aralanıyor. Yanılmamışım: Sokak kapısındaki kızların en büyüğü. Elinde bir tepsiyle giriyor.
Yirmi yaşlarında. Kocaman göğüsleri, kalın dudaklı kaba bir yüzü var.
Tepsinin üzerinde iki kadeh ve bir sürahi.
- Solyo şarabı diyor.
Tepsi önünde, hareketsiz bekliyor. Bu geleneği biliyorum: Sürahiyi alıp dolduruyorum, kadehlerin birini Gel-ma'ya uzatıyorum.
Tokuşturacakmış gibi kaldırıyor ve bir dikişte boşaltıyoruz. Yüksek alkollü, keskin ve acımtırak bir şarap bu. Biz içkiyi bitirir bitirmez, yaygın bir gülümseyiş beliriyor genç kızın yüzünde:
- Adım, Tillü diyor. Daima emrinizde olacağım. Ar
zu ettiğiniz ne varsa, bana çekinmeden söyleyebilirsiniz.
Bundan böyle bu ev, kendi eviniz demektir.
Kadehleri aldıktan sonra, son bir defa eğilip selam vererek çıkıyor. Sıkıntılı bir sesle soruyor Gelma:
- Bu vahşilerle olan ilişkilerimiz hep böyle bir tören-
ıleymişiz gibi mi geçecek?
- Hayır! Bu sondu. Artık kabul edildik.
Esnememeye çabalayarak hasırlardan birinin üzerine
çöküyorum.. Gelma kendi hasırının üzerine çoktan uzanmış, derin uykuda. Tuh! Bu şarap. Çok etkili bir uyuşturucu vardı bu şarabın içinde.
- Gelma! diyebiliyorum ancak.
Güçlükle doğrulmayı deniyorum. Ama elimde değil. Ve her şey siliniyor.
Üçüncü Bölüm
SICAK dalgaları... Art arda geliyor ve her biri biraz daha boşaltıyor beynimi... içimde .yavaş yavaş yükseldiğini hissediyorum bu dalgaların sonunda bütün hafızasını silip süpürüyorlar.
Pek de tatsız sayılmaz bu aslında.
Sadece oturmaya zorladıkları zaman tatsız oluyor ve oturmaya zorluyorlar beni hep. Eminim bundan, çevrem-dekilerin bilincinde olmadığım halde eminim. Raf I nerede peki? Bir bilsem onu. Ben de bilmek isterdim.
Gülüyorum. Çok tuhaf bir durum. Tuhafsa tuhaf, bana ne? Tasası bana mı düşüyor yani? Biliyorum ki en elverişli anda, bilinç altımda bir tetik çekilir gibi olacak; ve prototipin yerini bildirecek bana bu tetik. Kesinlikle bildirecek hem de .
Prototipin durumu ne peki? Eksiksiz, kusursuz olması gerek. Güvenlik Servisi şefi, başkanım, bundan emin. Ayrıca da, gemiyi kendisine geri getireceğimi umuyor çünkü onarmak için gerekli olan her şey an elimin altında.
Nerede mi?
Onu bilmiyorum işte. Ama korulukta bıraktığımız Si-lüs'ün içinde en basit bir malzeme bile yok. Kaçınılmaz şekilde aradım tabii. Gelma da aradı benimle birlikte. Peki ama niye bütün bunları görmeye başladım rüyamda durup dururken? Bilincinde olduğuma göre düş görmüyorum. Uyanıklığım ürkütüyor beni. Kaldı ki biraz gerçekdışı bir uyanıklık bu.
Çiftleşmis gibiyim. Bir yerlerde ikinci bir ben var sanki.. Uzak bir yerde. Çok uzakta. Peki ya Gelma? O nerede? Dayanılmaz bir acı saplanıyor karnıma. Ama hayır, yok yere telaşlanmışım. Burada Gelma, yanıbaşımda hemen. Uyuyor.
Niye göremiyorum peki onu? Biraz sonra! Tamam, demek biraz sonra göreceğim? Kaybolmadı demek, hiç ayrılmadı yanımdan? Beni rahatlatan kim peki? Çünkü bu konuda bana garanti veren biri var ve emin olmak da hoşuma gidiyor.. Gelma? Yardımcı diye yanıma bir kadın almak kadar saçma bir şey olamaz.
Serviste, kadınlarla iş görmekten nefret etmişimdir hep işe yaramazlar demek istemiyorum hayır! Kendilerine göre birçok özellikleri vardır kuşkusuz, hele bizim alanımızda çoğu zaman iyi iş çıkarırlar; ama sinirleri çok zayıftır, çabucak kapıp koyuverirler kendilerini.
Daima çekinirim kadınlardan. Hele yılan dolu bir gezegende. Anlayamazsınız. Dünyalı olmak gerekir bunu anlamak için. Dünyalılar'a diş bileyen bir gezegenin üzerinde bulunduğumu biliyorum. Dilerim Solyo reisi Klar, Araman'in öbür kıtasından geldiğimize inanmış olsun!
Sanırım inandı da. Yoksa bize yardım etmeye pek yanaşmazdı. Ve bize inanmamış olsa, Gelma da ben de şimdiye kadar çoktan ölmüş olurduk!
Bundan emin olabilirim evet. Haklısınız bana güvenmekte, biliyorum.
Peki ya şimdi ölmüş bulunuyorsam?
Ali Rıza Baskan
Güzel Sanatlar Matbaası'nda
dizilmiş ve basılmıştır.
Her hakkı mahfuzdur.
Baskan Yayınları A. Ş.
İstanbul - 1983
KELİMENİN tam anlamıyla tehlikedeyiz şimdi... Ret-rofüzeler çalışmaya başladı. Şu sırada bir detektör yerimizi saptayacak olursa, artık bir daha koy vermezler ardımızı; ve arayıcı torpillerden biri, nereye gidersek gidelim, sonunda bizi yakalar.
Ve her şeyin sonu olur bu.
Pis bir an yaşıyoruz. Gidip Arka zindanlarında çürümeye hiç niyetim yok... Baş döndürücü bir hızla Araman üzerinde uçmayı sürdürüyoruz.
Gelma da aynı duyguları taşıyor. Göz ucuyla bakıyorum. Yüzü renk vermiyor ama, pilot koltuğunun kenarlarını kavramış olan parmakları neredeyse kırılacak gibi sinirden.
Urbiya, Kers gezegenindeki beyaz ırktan bir kız. Uzun boylu, ince yüzlü, kalın kızıl saçlı. Elmacık kemikleri hafifçe çıkık. Olağanüstü berrak bir teni var...
Bana bu görevi verdikleri zaman, yardımcı olarak yanımda bir kadın bulacağımı aklımdan bile geçirmiyordum. Gezegen yaklaşıyor. Yükseklik göstergesine dikkatle bakıyorum, 100-150 metre kala yere paralel şekilde fırlatmam gerekir Silüs'ü.
Tam sırası. Retrofüzeleri durdurup motorları çalıştırıyorum. Hava tabakaları üzerinde sıçramaya başlıyoruz birden: Su üzerinde sıçrayarak giden bir taş gibi.
Şimdi motoru frenleyip, savanın ortasındaki ufak bir tepenin üzerinde gördüğüm küçük koruluğa doğru dalıyo-
rum.
Yere yavaşça konuyor Silüs; motorları stop etmeden önce sık bir çalılığın ortasına kaydırıyor ve derhal, negatif dalga yayan cihazı çalıştırıyorum.
Eğer bizi şu ana kadar saptayamadılarsa, arayıcı dalga-
lar bizim cihazımız tarafından yutulacağı için. yerimizi bulmaları imkânsız... Biraz rahatlıyorum.
Herhangi bir kötü belirti yok gökyüzünde; başardık herhalde... Uzay gömleğimin cebinden bir sigara çekip soruyorum Gelma'ya:
Sigara ister misin?
Hayır sağol!
Pek hoşlanmadı «sen» diye hitap etmemden. Gülümsüyorum.
Katıldığın ilk sefer mi bu?
Hayır!
Benden önce birlikte çalıştıkların «sen» diye hitap
etmediler mi sana hiç?
Hemen hiçbir zaman.
Yani şaşırttım seni?
Aptal değilim.
Bravo!. Yola çıkmadan önce adınızın Gelma olduğu
nu söylemişlerdi. Soyadınız ne?
Arene.
Kersli'siniz galiba?
Evet. Ama soyumuz Dünyalı.
Bunu tahmin etmiştim. Yükledikleri görev. Dün
yalı olmanızı gerektirir. Kaç zamandır servistesiniz?
İki yıldan beri.
Kaçıncı göreviniz bu?
Dördüncü.
Sizi böyle bir göreve vermeleri için, ilk üç görevde
olağanüstü yetenekler ortaya koymuş olmalısınız.
Bilmiyorum. Beni buraya sizinle niçin gönderdikle
rini bile bilmiyorum.
Kural böyle. Ben açıklayacağım size. Zorunlu bul
duğum kadarıyla. Yavaş yavaş. Benim kim olduğumu söy
lediler mi size?
Hayır.
Guy Terrel.
Hafifçe açıyor gözlerini. Benden söz edildiğini işitmiş olsa gerek; ve en tehlikeli görevlerin genellikle bana verildiğini biliyor olmalı.
Nihayet sigaramı yakıp derin bir nefes çekiyorum, sonra da:
- Bu seferki iş, çantada keklik, diyorum. «Farkımıza
varmadılar. Başarırsak, Dünyaya geri dönmek bakımın
dan ciddî bir şans kazanmış oluruz ki bu bile harika.»
Biraz alaycı bir gülümseyişle, üzerine konduğumuz kıtanın bir haritasını çıkarıyor ve bulunduğumuz yeri sefer tablosunun koordinatlarına başvurarak kolayca buluyorum.
Ardından, bölgenin ayrıntılı bir haritasını alıyor ve geniş bir yeşil düzlüğü gösteriyorum Gelma'ya:
Şuradayız. İşte üzerine konmuş olduğumuz tepecik.
Ordet savanının tam ortasında. Ordet kim biliyor musun?
Hayır.
Buraya ilk inen pilot. Yüz yıldan fazla olmuş.
Eski bir aktüalite filminde görmüştüm Ordet'i; ve şimdi onu düşünmekten kendimi alamıyorum işte! Onu ve Komutan Rampell'i. Dişlerim gıcırdıyor kendiliğinden, yumruklarım sıkılıyor... Gelma'ya durumu hemen anlatman belki daha iyi olacak. Her şeyi değil tabii sadece hareket noktası bakımından gerekli olanları.
Rampell de kaybolan gemisiyle, buraya, bu savana
inmişti.
Rampell?
Komutan Rampell. Bugünkü büyük savaş gemileri
mizin ilk örneğine komuta eden adam. Raf I'in komuta
nı. Raflar insanlığın şimdiye kadar gördüğü en büyük, en
korkunç savaş araçlarıdır biliyorsun. Ve biz bütün bilinen
samanyolları arasındaki üstünlüğümüzü, bu araçlar saye
sinde sürdürmekteyiz.
Sigaramdan derin bir nefes çekip ağır ağır burnumdan salıyorum dumanı.
- Bundan 25 yıl önce oldu bu. Geminin uçuş sırasın-
da parçalanıp tuzbuz olduğunu sanmıştı o zaman herkes; ve olay kafalardan silinmiş gitmişti. Ama bundan üç ay önce bir gün bir irtibat füzesinin, Ay'ın etrafında dönen ikmal uydusunun yörüngesine girdiği görüldü. Bu irtibat füzesi Rampell tarafından yollanmış, ama yolundan saptığı için zamanında yetişememişti. 25 yıl önce bu türden aksamalar normal sayılıyordu.
Dikkatle dinliyor Gelma. Hafifçe gülümseyerek devam ediyorum:
- Raf I parçalanmış değildi. Rampell gemisini Ara-
man'a indirmişti. Blokmotorda bir arıza vardı, ve bu arı
zayı kendi imkânlarıyla onaramaz durumdaydı. İrtibat fü
zesinde kayıtlı mesajında, uzay gemisinde üç ay dayana
bileceğini bildiriyor ve bu süre sonunda, şu an üzerinde
bulunduğumuz kıtanın başkenti Tora'dan imdat istemeden
önce Rafı, işaretlediği belli bir yere gizleyeceğini söylü
yordu.
İlgisi birden artıyor Gelma'nın:
Ve komutan Rampell'den bir daha söz edilmedi öy
le mi?
Ne ondan, ne de komutasındaki öteki görevlilerden.
Duman olup uçmuşlardı sanki...
Ve siz...
Yakalanıp tutuklandıklarını ve prototip geminin giz
lenmiş olduğu yerin sırrını kendisinden zorla almak iste
dikleri zaman da, ölmüş olduklarını sanıyorum.
Hepsi mi?
Hepsi evet! Bir prototipin komutanı gibi bütün tay
fası da, asla konuşmamaya şartlandırılmışlardır. Ve artık
direnemeyecek hale geldikleri an, intihar ederler. İntihar
ettiklerini bilmeden.
Allahım!
Belki ikimiz de aynı durumdayız Gelma.
- Öyle olsak, söylerlerdi bize.
Başımı sallıyorum:
- Zalimce bir şey olurdu bunu söylemeleri. Rampell'in
mesajı deşifre edilir edilmez, Dünya Konfederasyonu hükü
meti Tora'ya derhal bir araştırma komisyonu yollayarak
açıklama istedi. Ama Tora makamları hiçbir şeyden haber
leri olmadığını ileri sürdüler ve Dünyalılar'ın kuşkusuz
Araman'daki yerli kabileler tarafından öldürüldüğünü
sandıklarını bildirdiler. Tora'ya yeni temsilciler yolladı
Hükümet, ama bir tedbirsizlik sonucu haber yayıldı ve
Dünya basını, Rampell'in basit bir gemiye komuta etmedi
ğini, Araman'a inmeyi başardığını ve Rafını da orada giz
lemiş bulunduğunu yazdı.
Bir an daldıktan sonra ekliyorum:
Bu haberin yayınlanmasından iki gün sonra da To
ra'daki temsilcilerimiz, Ovada yaşayan muhalif kabileler
tarafından katledildi. Hükümetimiz yeni temsilci gönder
mek isteyince de, Araman yöneticileri, yeni kurulun gü
venliğini sağlayamayacakları bahanesiyle isteği reddetti
ler.
Anlıyorum diye mırıldanıyor Gelma.
Bir filo yollayıp bütün gezegeni işgal edebilirdik;
ama çok büyük bir risk altına girmiş olurduk o zaman.
Hükümet böyle bir tedbire, ancak iyice çaresiz kaldığı tak
dirde başvurabilir! Bizi gizlice göndermelerinin nedeni de,
işte bu.
Yani biz fedai olarak geldik?
- Tastamam.
Ve amacımız da o prototipi bulmak.
Bulup yok etmek. Tabii onarıp beraber götüremedi-
ğimiz takdirde.
Komutan Rampell'in gizlemiş olduğu yeri bildiğinize
göre, gemiyi bulmak zor olmayacaktır.
Hiç de öyle değil. Çünkü bilmiyorum. Kendi imkân
ve yeteneklerimizle bulmak zorundayız onu. Tek avanta
jım, gemi için şartlandırılmış olmam. Yani belirli birtakım
durumlarda, bilinçaltını kendiliğinden tepki gösterecektir.
Peki bu gizlilik niye?
Çünkü bizi ele geçirip doğru söyleten uyuşturucular
verebilirler. Bu durumda, biz de bir şey bilmediğimiz için
düşmanlarımıza yardımcı olmak tehlikesinden korunmuş
oluyoruz.
Araman'da düşmanlarımız bulunduğunu hiç sanmı
yordum.
Yalnız Araman'da değil, her yerde. Bütün Galaksi-
ler'de Dünyalı veya Dünyalı olmayan herkes barbarlığa
dönebilmek için bizi yok etmeyi düşlüyor. Egemenliğimizi
silâhlarımızın ezici üstünlüğüne borçluyuz. Ve eğer öteki
federasyonların hükümetleri, Raf gibi bir silâhı ellerine
geçirebilseler; bizim üstünlüğümüz epey sarsılır.
Bir an susuyor Gelma, sonra içini çekerek mırıldanıyor:
- Şimdi bir sigara verebilirsiniz bana.
Paketi uzatıyorum, alıyor. Çakmağımı yakarken soruyorum:
Çok etkilenmiş gibisin?.
Seferin bu kadar tehlikeli olduğunu düşünmemiş
tim.
Ve korkuyorsun?
Tabii. Sefere başlarken daima korkulur. Yalnız, bu
rada, prototipi yok etmeden önce veya sonra ele geçecek
olursak, bir tutsak değişimi çerçevesi içine girmemiz de
söz konusu olmayacaktır.
Tora yöneticileri bizi niye tutukladıklarını hiçbir za
man açıklamak istemeyeceklerine göre, tamamen haklısın.
Yalnız, senin de benim gibi şartlanmış olduğunu bil. Ve
bu, gerekirse, hiç beklenmedik şaşırtıcı imkânlar verebilir
sana.
Bu ihtimal bile pek sevindirmiyor onu. Dostça omuzuna vuruyorum:
- Şunu da iyice belle ki, sen seçildiysen, bu görevi başarabilecek yetenekli kadın sayılıyorsun demektir.
Başarıdan kastınız ne? Prototipi yoketmemiz mi,
yoksa Dünya'ya dönmemiz mi?
îkisi biribirinden ayrılmaz Gelma. Servisin, Rafı
geri getireceğimizi umduğunu da hiçbir zaman çıkarma
aklından.
Her ikimiz de Büyük amiral rütbesiyle Dış Güvenlik Servisi'ne bağlıyız. Rütbenin nedeni basit. Görev sırasında karşımıza çıkacak darkafalı veya saf bir subay, bize asla engel olamasın.
Üniformamız yok. Ama her ay, yüksek rütbeli bir subayın aldığından üç dört kat fazla para geçer elimize. Bu da, A sınıfındakilerin bütün haklarından yararlanmamıza yeter.
Buna karşılık, servis istediği gibi kullanabilir bizi. Amacı o belirler, ve biz başarmak zorundayızdır. Üstün önemli görevlerde iki defa başarısızlığa uğramış hiçbir ajanımız yoktur.
Söz konusu prototipin geri getirilmesi veya ortadan kaldırılması, "üstün önemli bir görev.
Ya başaracak, ya öleceğiz! Üçüncü bir yol yok!... Buna karşılık, amaca varmak için başvuracağımız hiçbir araç, tartışma konusu olamaz. Her aracı deneyebiliriz rahatça. Dokunulmazlığımız, «dünyasal adaletin yürürlükte olduğu her yerde» servis tarafından garantilenmiştir.
Koca bir gezegeni bir atom cehennemi haline sokup yok etsek bile dokunamazlar bize. Bu sınırsız dokunulmazlık, bir bakıma zorunludur çünkü henüz gezip keşfetmediğimiz galaksilerden ve dış gezegenlerden gelebilecek bütün tehlikelerin daha farkında değiliz.
Her durumda, imparatorluğumuzun sınır boylarında silâhlı bir ayaklanmaya kesinlikle izin veremeyiz. Bu. bizim için, bir ölüm kalım sorunudur.
Bel ve omuz kayışlarımızı kuşandık ikimiz de. Sağımız-daki kılıfın içinde bir paralizatör (vurduğu canlıyı hareketsiz kılan bir silah) solumuzdakinde de bir fülgüran (şimşek hızıyle atış yapan öldürücü ağır silâh) asılı. Eli-mizdeyse, dumdum kurşunlu birer tüfek var.
Sırtımızda dört köşe büyük bir çanta duruyor. Aynı zamanda, istediğimiz an yerçekimi dışına çıkmamızı sağlayan bir araç bu. Kamp malzemesiyle bir sürü araç sıralı çantanın içinde; önemli oranda kurşun ve yiyecek içecek var.
Bunların hepsi, en ufak bir ağırlık bile vermiyor. Silüs'ü lerketmeden önce, belimize sallandırmak üzere iki uzun av bıçağıyla boynumuza asmak için iki dürbün ekliyorum.
Hazır mısın?
Evet.
Çıkış kapağını harekete geçiriyorum hemen.
İkinci Bölüm
ZIRH gibi ağır bir sıcaklık çöküyor üstümüze. Alabildiğine yaş, balta girmemiş bir orman sıcağı. İlk ben iniyorum yere. Toprak, sert bir ot tabakası ve uzun iç içe geçmiş sarmaşıklarla örtülü. Çevremizdeki ağaçlar az çok bizim Dün-ya'mızdaki palmiyeleri andırıyor.
Gelma da atlıyor işte; ve Silüs'ün başlarımızın üzerindeki giriş kapağı otomatik olarak kapanıyor. Kapağın açılıp kapanması, yalnız ve yalnız vücutlarımızdan yayılan biyolojik dalgalara göre ayarlı bulunuyor.
Bizim yokluğumuzda kapıyı zorlamayı deneyecek olanlar derhal gizli bir silahın yaylım ateşi altında kalır, sonra da öldürücü bir gaz dalgasının içine düşerler.
Ağır adımlarla ortasına konmuş olduğumuz yerin kıyısına kadar yürüyoruz... Gelma mırıldanıyor:
Pek cesaret verici değil burası...
Yılan doludur. Genellikle küçük boyda yılanlar.
Ayağımızdaki yüksek çizmeler bizi pekâlâ korur.
Biliyorum.
Yeri önceden dikkatle gözden geçirip temizlemeden
ne otur, ne de uzan.
- Peki.
Gülüyor sonra:
- Bu türlü serüvenlerde hepten de acemi sayılmam di
ye ilâve ediyor.
Hakkı var kızın.. Gülünç oluyorum aslında; ama karşımdaki bir kadın nihayet ve içgüdüyle onu korumak ihtiyacını duyuyorum. Sınırsız bir ova uzanıyor önümüzde. Haritada bu ova, altı yüz kilometre kenarlı bîr kare meydana getiriyor.
Gelma dürbünle uzun uzun inceliyor ovayı.
- Hangi taraftan başlayacağız araştırmalarımıza?
Hiçbir önemi yok. İlk köye rastlayıncaya kadar bur
numuzun dikine gideceğiz.
Oturanlar var mıymış bu savanda?
Kabileler var.. Vahşi denemez. İlkel bir hayatla uy
garlık karışımı. Buna karşılık, savanın kuzeyinde, okya
nus kıyısında kurulu olan başkent Tora, çok kozmopolit
bir şehir.
Oraya kadar gidecek miyiz?
Hayır. Ölüm hükmümüzü kendi elimizle imzalamak
olur bu!
Araman yöneticileri bizimle açık savaş halinde mi
yani?
Resmen değil. İşin kötüsü de bu ya!
Anlayamadım.
Bütün bu galaksi, bize karşı gizli ayaklanma halin
de.
Kuşağımdaki yerçekimi dengeleyicisini çalıştırıp on metre kadar havalanıyor ve yakın çevreyi dürbünle tarıyorum. Gelma da aynı şeyi yapıyor.
Beş-altı yüz metre ileride, hemen önümüzde bir pa
tika var galiba.
Daha doğrusu, bir geçit.
Nereye yöneldiğini anlamaya çalışıyorum. Her iki tarafa doğru uzuyor aslında, ama bir şey göremiyorum.
Bu yörede köy varsa, şu gördüğümüz küçük korulardan birinin arkasında gizlidir kuşkusuz.
- O yolu izlemek en iyisi olacak.
- Güneye doğru.
Sezgiyle söylüyorum bunu. Kollarımızı açıp iniyoruz yere ve hemen yola koyuluyoruz. Allahtan giysilerimizde hava tertibatı var. Yoksa yürüyüş gittikçe biraz daha güçleşecek.
Yüksek otların örtüp gizlediği çukurlar var dört yanda, bu da bizi son derece dikkatli ilerlemeye zorluyor. Gel-
ma soluk soluğa kalıyor çok geçmeden, yürümesine yardım ediyoruz.
- Yola ulaşınca rahat edeceğiz.
-- Kolay yol almak için yerçekimi dengeleyicileriyle sırtımızdaki malzeme çantalarına bağlı olan «itici»lerimizi kullanabiliriz; ama gökte durmadan kol gezen ve aşağıdan bakınca görünmeyen Tora gözetleme helikopterleri tarafından görülmekten çekiniyoruz.
* * *
Yola ulaştık işte! Şu ana kadar tatsız bir raslantı olmadı; ikide bir ıslık çalarak önümüzden kaçışan yılanları bir yana koyarsak tabii... Rengârenk hayvanlar bunlar, ama en uzunları bile bir metreyi geçmiyor.
Yürümek kolaylaştı. Ayaklarımızın altında toprağı duyuyoruz.. Çukurlardan kaçınmak için kıvrılıyor yol durmadan. İnsanlardan çok vahşi hayvanlar tarafından çizilmiş bir patika bu; öyle anlaşılıyor.
Başımızın üzerinde güneş var. Bizim güneşimizden biraz daha büyük, ama bir o kadar da uzak. Yine de bunaltıcı ışınlar saçıyor. Uzay elbiselerimizdeki hava tertibatı yüzlerimizi etkilemediğinden, ikimiz de çok terliyoruz.
Bu gezegendeki sıcaklık, en soğuk bölgelerde bile hiçbir zaman on beş derecenin altına düşmüyor; burada, ekvatorda, ise, tam bir cehennem sıcağı var.
Sağımızda küçük bir koruluk uzanıyor. Zikzaklar çizerek koşan bir adam fırlıyor birden korudan. Öküz büyüklüğünde canavar bir kirpi beliriyor adamın ardında, vücuduna oranla kısa ama son derece keskin ve sivri dikenleri var. Kısacık kaslı ayakları üzerinde dörtnala gidiyor.
İçgüdüsüyle tüfeğini omuzluyor Gelma, ateş ediyor. Yıldırım çarpmış gibi bir an durup kalıyor canavar, sonra da uzun ve boğuk bir çığlık atıp devriliyor. Adam da duruyor
aynı anda ve bize pek de dostça sayılmayacak bir bakışla bakıyor.
- Hiç de minnet duymuşa benzemiyor diyorum.
Uzun boylu ve sırım gibi ince bir adam. Derisi bakır
renginde. Omuzlarına dökülen dalgalı uzun saçları var. Elbise olarak, üzerinde kısa bir sarı külot var. Belindeki kayışta bir büyük revolverin kılıfıyle uzunca bir hançerin kını asılı.
Adaleli muntazam bir yapısı küçücük, pırıl pırıl, kıvılcım saçan gözleri var. Ayaklarını ve bacaklarını yeşile boyamış.
Duraksar gibi oluyor bir an, sonra ansızın karar verip bize doğru yöneliyor:
- Tora'dan mı geliyorsunuz?
Ana dilinde sordu adam. Anladım. Gelma da anlayıp benim gibi şaşkınlığa düşmüş olmalı ki, kolumu kavrayan elinin kasıldığını hissediyorum.
- Tora'dan geldiğimiz söylenemez.. Avlanmak için bu
radayız.
Bu sözler kendiliğinden dökülüverdi ağzımızdan. Servis, her şeyi düşünmüş demek.. Araman lehçesini de eklemişler şartlanmamıza.. Araman lehçelerini, demek daha doğru olacak.
Gülümseyerek ekliyorum:
- Dev yaratıklardan birini sürmek isterdik.
Yarı kaplan, yarı plan hayvanlar bunlar. Üç metre uzunluğunda kuyruğu olan canavarlar. Kuyruklarının içinde kurbanlarını hapsedebildikleri gibi, boğup öldürebiliyorlar da..
Kurbanlarını pençeleriyle yırtıp dişleriyle parçalayan veya boa yılanları gibi sıkıp boğan, filden daha büyük bir kaplan-yılan cinsi bu..
Başını sallıyor adam:
- Uzun zamandır bu bölgede rastlanmıyor onlara.
Ama bir efsane değil bu herhalde sanırım? Bu hay
van aslında var, veya bir zamanlar vardı değil mi?
Ben çocukken görmüştüm uzaktan... Savaşçılarımız
sürüp avlamayı denediler ama kurtulmayı başardı elle
rinden...
Bunlardan birine rastlamamız için hangi yöne doğru
gitmemiz gerek peki?
Hiç bilmem. Belki köyde bilenler vardır.
Köye götürür müsünüz bizi?
Neden götürmeyecekmişim!
Yerde devrilmiş yalan canavara yaklaşıyor ağır ağır, ve ayağının ucuyle dikenlerine dokunuyor. Sonra kısa bir gülüşle :
- Hiçbir zaman yakalayamazdı beni. diyor. Köye ka
dar ardımdan koşturmayı tasarlıyordum. Şimdi hiçbir işe
yaramaz artık. Bakın.
Bizim farelerimiz iriliğinde kırmızı karıncalar çoktan hayvanı parçalamağa girişmişti: Etyiyen karıncalar. Gelişlerinin farkında bile olmadık ama yüzlercesi üşümüş şimdiden; ve avlarını ellerinden almaya kalkacak olanın da vay haline!
Hayatınızı tehlikede sanıp öldürdük diyorum. Adım
Terrel, arkadaşım da Gelma.
Benim adım da Hanik. Buyurun gidelim.
Bize sırtını dönüp patika boyunca kuzeye doğru yürümeye başlıyor.
Minnettar değil ama iyi niyetli diye fısıldıyor Gelma.
Güvenme kesinlikle.
Bizi bir tuzağa çekebileceğini mi söylemek istiyor
sunuz?
Her şey olabilir.
* * *
Köy bir ormanın kıyısında kurulu. Yüz kadar taştan ev var. Hepsi de tek katlı. Daire şeklinde büyük bir alanın
çevresine sıralanmış. Alanın ortasında, ovayı gözetlemeye yarayan yüksek bir kule görülüyor.
Sokak diye bir şey yok. Büyük bir düzensizlik içinde kurulmuş evler. Dosdoğru kuleye götürüyor bizi Hanik. Köy ıssız görünüyor. Görünüyor diyorum ama bu ıssızlık daha çok, köylülerin bizi görür görmez koşup evlerine kapanmalarından ileri geliyor.
Vebalıymışız gibi...
- Hiç de güven verici bir karşılama değil gerçekten, diye fısıldıyor Gelma.
Kulenin kapısında iki adam nöbet tutuyor. Ellerinde uzun tüfekler var. Kılavuzumuz kendilerine tek kelime söylemediği halde açılıp yol veriyorlar bize. Onlar da çıplak. Hanik'inki gibi kısacık bir külot var üzerlerinde o kadar.
Bir vahşilik belirtisi değil bu aslında, çevrede hüküm süren dayanılmaz sıcağın bir sonucu. Giriyoruz.
Önce dört köşe bir hol. Duvarlarda sıra sıra av anıları ve silâh takımları asılı. İki pencere ve giriş kapısından başka sarı kadifeyle örtülü bir aralık daha..
Derhal sıyrılıyor örtü; ve şorttan başka beyaz bir gömlek giyinmiş iriyarı bir adam beliriyor. Gururla konuşuyor adam:
- Ben bu köyün reisiyim. Bütün yabancılar önce bana
getirilir; ben kendilerini dinledikten sonra, köyde ağırlayıp
ağırlayamıyacağımıza karar veririm. Buyurun girin içeri.
Hanik kayboldu ortadan. Eğilip Reisi selamladıktan sonra, arkamda Gelma, içeri giriyorum. Odanın ortasında bir daire şeklinde yerleştirilmiş altı koltuk var.
- Oturun, diyor adam. Adım Klar. Solyo'lu Klar.
- Benimki Terrel. Yaylalardan geliyorum. Bu da eşim
Gelma. İkimiz de aynı kıtada doğmuşuz.
Otururken, tepeden tırnağa süzüyor bizi. Israrla süzüyor. Yüzü ifadesiz ama gözleri Hanik'in gözleri gibi pırıl pırıl parlıyor:
Niçin geldiniz ovaya?
Avlanmak için. Mümkün olursa dev canavarı avla
mak isliyoruz.
Çok azaldı o hayvanlar, üstelik epey tehlikelidirler.
Babam bir tanesini öldürmüştü en son.
Bir gülümseyiş beliriyor dudaklarında:
- Çok dolaşan ve çabuk hareket eden hayvanlardır
bunlar. Koca ovayı, bir haftadan az bir zamanda boydan
boya aştıkları söylenir.
Ağır bir alay gizli sözlerinin altında. Aptal olmadığını, bizim aslında nereden geldiğimizi çok iyi bildiğini sezer gibi oluyorum ama renk vermiyorum.
- 3Ne tarafa doğru yol almamız gerekecek bulabilme
miz için?
Her yön aynıdır. Geceleyin asıl. Şafakta ırmak
kıyılarında bulunurlar daha çok. Kükrediklerini işitiriz
bazan ve öyle gecelerde evden çıkmayız. Emrinize bir avcı
veya bir kılavuz verebilirim isterseniz.
Solyo arazisinde kalmamıza izin veriyorsunuz de
mek?
-- Evet. Köyde bir veya birkaç gece geçirmenize de izin veriyorum.. Hangisini istersiniz? Bir savaşçı mı, yoksa kılavuz mu?
- Kılavuz.
Konuşmaya son vermek istediğini belirten bir hareketle ayağa kalkıyor. Kendisini selamladıktan sonra odayı ter-kediyoruz. Kuleden çıktığımızda muhafızlar dikkat bile etmiyor bize ve alanda buluyoruz birden kendimizi.
Alan yine ıssız, ama evlerin kapısında kadınlı erkekli bir topluluk göze çarpıyor. Kadınlar erkeklerden daha uzun boylu, ve daha açık tenli. Onlar da bellerine kadar çıplak.
Aralarında gömlek giyinmiş olanlar var: Yaşlıları.
İyi geçti, diye mırıldanıyor Gelma.
Gereğinden fazla iyi. Reisin de tuhaf bir havası var
dı üstelik. Bizimle alay eder gibi bir hava.
Ben de kapıldım o duyguya...
Sonra, bu kabileler, gördüğümüzden çok daha vahşi
olmakla ün salmışlardır.
Ne sonuç çıkarıyorsunuz bütün bunlardan?
- Hiç Gelma.. Güvensizlik duyuyorum, o kadar.
Alanı konuşarak aşıyoruz. İlk topluluğa yaklaşıyoruz
şimdi. Bir erkekle üç kadın. Kadınların ikisi genç, üçüncüsü ise kupkuru pörsük bir ihtiyar.
Geceyi geçirecek bir yer arıyoruz, diyorum ona. Ya
rın Solyo reisi bize av için bir kılavuz verecek.
Benim size göre yerim yok, diyor, yan tarafta, Lam-
ya'ya başvur.
Birkaç adım ilerideki evi gösteriyor. Sadece kadınlar var o evin önünde. Çok yaşlı görünmedikleri halde ikisi gömlek giyinmiş. Arkalarında üç genç kız duruyor.
Gömleklilerden biri bize doğru yöneliyor. Lamya bu olsa gerek. Nitekim soruyor:
Ev mi arıyorsun yabancı?
Öyle.
Sana kendi evimi sunuyorum. Sen de, eşin de, de
ğerli bir konuk muamelesi göreceksiniz burada.
Sağol!
Genç kızlar kapının önünden çekiliyor hemen; Lamya önümüzden yürüyor... Önce, mobilyasız, ama olağanüstü temiz bir odaya giriyoruz. Yerde hasırlar serili, ufak deri minderler var. Duvarlarda geniş oyuklar açılmış ve mutfak eşyası yerleştirilmiş oyuklara.
Lamya'nın arkasından bu odayı geçiyor ve uzun bir koridoru aşıp başka bir odaya giriyoruz. Yerdeki kalın hasırlara bakılacak olursa, burası yatak odası olsa gerek.
Burada da mobilya yok. Duvarlardaki oyuklarda ise içleri türlü krem ve kokularla dolu çanaklar ve şişeler duruyor. Eğilip bizi selamlıyor Lamya:
- Dışarıya çıkmak isterseniz, evi baştan başa geçmeye gerek yoktur diyor.
Gerçekten de öyle. Geniş bir pencereden rahatça dışarıya çıkılabiliyor. Gülümseyerek teşekkür ediyorum. Lamya ekliyor:
Kızım sizlere hoşgeldin şarabı getirecek.
Sağol!
İhtiyar kadın çıkar çıkmaz, Gelma soran bakışlarını dikiyor gözlerime. Açıklıyorum:
Bir kabile bizi kabul ettiği andan itibaren, alabildi
ğine konuksever kesilir. Beni asıl şaşırtan, bizi bu derece
kolaylıkla kabul etmeleri. Sanki bekliyorlardı duygusuna
kapıldım.
İmkânsız.
Yaptığım açıklamayı en ufak bir taşkınlık belirtisi
göstermeksizin dinleyip yuttu reis. Halbuki burada, dev
canavar diye bir şey yok artık.
Gidip pencereyi açıyorum. Evlerin çevresinde belli bir canlılık var. Köyde hayat, normal akışına kavuşmuş yine. Gelma şaşkın bir sesle soruyor:
Bize bir kılavuz vermelerini niçin kabul ettiniz?
Benimle «sen» diye konuşsan daha iyi edersin. Eşim
olarak tanıttım seni; ve unutmayalım ki bazı yerliler, sa-
manyolu dilini kendi ana dilleri gibi konuşur.
Hafifçe somurtuyor:
Peki.
Kılavuz konusuna gelince, reddemezdim. Üstelik de,
yanıbaşımda yürüyecek bir casusu beni arkamdan vurabile
cek bir casusa yeğ tutarım. Hiç olmazsa daha tehlikesizdir.
Güneş batmak üzere. Sıcak biraz hafifledi sonunda. Gelma kemerini çıkarıp hasırlardan birinin üzerine uzanıyor. Serviste gelenekleşmiş rahatlığı niye hoşgörüyle karşılamıyor, anlamıyorum bir türlü.
Hoşuna gitmedim herhalde. Tatsız. Hele genellikle kadınlara karşı başarılı olduğumu düşünüyorum da...
- Girebilir miyim?
Genç bîr ses bu. Odamıza kapı yerini tutan örtünün ar-
dından biraz da şarkı söyler gibi geliyor. Evin önünde gördüğümüz genç kızlardan biri. Hoşgeldin şarabını getirmiş olmalı.
- Buyurun.
Örtü aralanıyor. Yanılmamışım: Sokak kapısındaki kızların en büyüğü. Elinde bir tepsiyle giriyor.
Yirmi yaşlarında. Kocaman göğüsleri, kalın dudaklı kaba bir yüzü var.
Tepsinin üzerinde iki kadeh ve bir sürahi.
- Solyo şarabı diyor.
Tepsi önünde, hareketsiz bekliyor. Bu geleneği biliyorum: Sürahiyi alıp dolduruyorum, kadehlerin birini Gel-ma'ya uzatıyorum.
Tokuşturacakmış gibi kaldırıyor ve bir dikişte boşaltıyoruz. Yüksek alkollü, keskin ve acımtırak bir şarap bu. Biz içkiyi bitirir bitirmez, yaygın bir gülümseyiş beliriyor genç kızın yüzünde:
- Adım, Tillü diyor. Daima emrinizde olacağım. Ar
zu ettiğiniz ne varsa, bana çekinmeden söyleyebilirsiniz.
Bundan böyle bu ev, kendi eviniz demektir.
Kadehleri aldıktan sonra, son bir defa eğilip selam vererek çıkıyor. Sıkıntılı bir sesle soruyor Gelma:
- Bu vahşilerle olan ilişkilerimiz hep böyle bir tören-
ıleymişiz gibi mi geçecek?
- Hayır! Bu sondu. Artık kabul edildik.
Esnememeye çabalayarak hasırlardan birinin üzerine
çöküyorum.. Gelma kendi hasırının üzerine çoktan uzanmış, derin uykuda. Tuh! Bu şarap. Çok etkili bir uyuşturucu vardı bu şarabın içinde.
- Gelma! diyebiliyorum ancak.
Güçlükle doğrulmayı deniyorum. Ama elimde değil. Ve her şey siliniyor.
Üçüncü Bölüm
SICAK dalgaları... Art arda geliyor ve her biri biraz daha boşaltıyor beynimi... içimde .yavaş yavaş yükseldiğini hissediyorum bu dalgaların sonunda bütün hafızasını silip süpürüyorlar.
Pek de tatsız sayılmaz bu aslında.
Sadece oturmaya zorladıkları zaman tatsız oluyor ve oturmaya zorluyorlar beni hep. Eminim bundan, çevrem-dekilerin bilincinde olmadığım halde eminim. Raf I nerede peki? Bir bilsem onu. Ben de bilmek isterdim.
Gülüyorum. Çok tuhaf bir durum. Tuhafsa tuhaf, bana ne? Tasası bana mı düşüyor yani? Biliyorum ki en elverişli anda, bilinç altımda bir tetik çekilir gibi olacak; ve prototipin yerini bildirecek bana bu tetik. Kesinlikle bildirecek hem de .
Prototipin durumu ne peki? Eksiksiz, kusursuz olması gerek. Güvenlik Servisi şefi, başkanım, bundan emin. Ayrıca da, gemiyi kendisine geri getireceğimi umuyor çünkü onarmak için gerekli olan her şey an elimin altında.
Nerede mi?
Onu bilmiyorum işte. Ama korulukta bıraktığımız Si-lüs'ün içinde en basit bir malzeme bile yok. Kaçınılmaz şekilde aradım tabii. Gelma da aradı benimle birlikte. Peki ama niye bütün bunları görmeye başladım rüyamda durup dururken? Bilincinde olduğuma göre düş görmüyorum. Uyanıklığım ürkütüyor beni. Kaldı ki biraz gerçekdışı bir uyanıklık bu.
Çiftleşmis gibiyim. Bir yerlerde ikinci bir ben var sanki.. Uzak bir yerde. Çok uzakta. Peki ya Gelma? O nerede? Dayanılmaz bir acı saplanıyor karnıma. Ama hayır, yok yere telaşlanmışım. Burada Gelma, yanıbaşımda hemen. Uyuyor.
Niye göremiyorum peki onu? Biraz sonra! Tamam, demek biraz sonra göreceğim? Kaybolmadı demek, hiç ayrılmadı yanımdan? Beni rahatlatan kim peki? Çünkü bu konuda bana garanti veren biri var ve emin olmak da hoşuma gidiyor.. Gelma? Yardımcı diye yanıma bir kadın almak kadar saçma bir şey olamaz.
Serviste, kadınlarla iş görmekten nefret etmişimdir hep işe yaramazlar demek istemiyorum hayır! Kendilerine göre birçok özellikleri vardır kuşkusuz, hele bizim alanımızda çoğu zaman iyi iş çıkarırlar; ama sinirleri çok zayıftır, çabucak kapıp koyuverirler kendilerini.
Daima çekinirim kadınlardan. Hele yılan dolu bir gezegende. Anlayamazsınız. Dünyalı olmak gerekir bunu anlamak için. Dünyalılar'a diş bileyen bir gezegenin üzerinde bulunduğumu biliyorum. Dilerim Solyo reisi Klar, Araman'in öbür kıtasından geldiğimize inanmış olsun!
Sanırım inandı da. Yoksa bize yardım etmeye pek yanaşmazdı. Ve bize inanmamış olsa, Gelma da ben de şimdiye kadar çoktan ölmüş olurduk!
Bundan emin olabilirim evet. Haklısınız bana güvenmekte, biliyorum.
Peki ya şimdi ölmüş bulunuyorsam?
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Uzayda Dehşet Tora - 2
- Büleklär
- Uzayda Dehşet Tora - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3949Unikal süzlärneñ gomumi sanı 221727.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3961Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215630.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3829Unikal süzlärneñ gomumi sanı 216427.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3830Unikal süzlärneñ gomumi sanı 218028.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3984Unikal süzlärneñ gomumi sanı 221028.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3867Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215027.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3841Unikal süzlärneñ gomumi sanı 216528.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Uzayda Dehşet Tora - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 448Unikal süzlärneñ gomumi sanı 35536.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.