Kaşağı - 3

Süzlärneñ gomumi sanı 3830
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2089
30.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
resimleriyle karşılaşacaktı. Salona girdi. Bir pencere açtı,
panjuru itti. İçeriye aydınlık doldu. Oh... İstemeyerek
duvarlara göz gezdirdi. Garibaldi’nin, Vistor Emmanuel’in
resimleri içleri rahat ve başarılı iki hakim gibi ona bakıyordu.
Diğer duvarlarda ise Vatikan’ın, Napoli’nin yağlı boya
manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinindi...
Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki gündür farkına vardığı
varlığının aşağılığını, sefaletini, adiliğini, ülküsüzlüğünü
anlıyor; kaybettiği aidiyetliği, unuttuğu milliyeti, kıymetini
takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor:
“Ah ne kadar zavallıymışım!” diyordu. Bu vicdan azapları
içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi göründü. Kapının zili
çalınca vücudu titredi. İşte Grazya geliyordu. Parmaklarının
uçları üşüdü. Boynu hararet içinde kaldı. Başı kaşındı.
Dayanılmaz bir acı duydu. “Keşke fikrimi mektupla
yazsaydım!” diye düşündü. Fakat işte artık vakit yoktu.
Grazya dışarıda şapkasını açacak, içeri girecekti... O ne
yapacaktı? Ne söyleyecekti? Nasıl konuşacak, sabahleyin
verdiği kararı ona nasıl anlatacaktı? Bu tereddüt eziyeti çok
sürmedi. Grazya kapıdan girdi. Solgun bir tebessümle:
“Bonjur dostum, niçin burada oturuyorsun?” dedi. Yüzü
sararmış ve güzel burnu biraz daha büyümüş ve uzamış
gibiydi. Arkasında ince kahve rengi bir manto vardı. Sol
elinin eldivenini çıkarmaya çalışıyordu. Kenan şuursuz bir
cevap verdi:
“Hiç...”
“Dün gece neden gelmedin?”
“İşim vardı.”
“Neredeydin?”
“Otelde!”
“Oh, ne kadar merak ettim.”
Ve yanına oturarak merakının acısını yansıttı. Bir kolunu
aşk ve zevk dakikalarında olduğu gibi Kenan’ın omzuna
atmıştı. Cümlelerin sonunda bu koluyla onun başına
dokunuyor, hafif bir sallantı yapıyor, sanki karşısındakini
böyle etkiliyor ve uyutmaya çalışıyor, varlığını benimsiyordu.
Kenan on senedir içine yuvarlandığı esirlik uçurumunun hala
dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek zor
olduğunu görüyordu. Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü
hoş kadın, gerçekte, aslıyla, esaslarıyla, aidiyetliğiyle
kendisine ne kadar yabancı, ne kadar uzaktı. Ve hatta
düşmandı... İlan olunan savaştan bahsediyordu. Kenan
dinliyor ve sessizliğini bozmuyordu. Grazya bu sabah
tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, gazetelerin
yazmadığı haberleri öğrenmişti. Yabancı siyasi memurları her
şeyi biliyorlardı. Yalnız Türkler’in bir şeyden haberleri yoktu.
Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Doğu
meselesinin en mühim noktaları hallolunacaktı. İngiltere,
Almanya, Fransa kısaca bütün Avrupalılar birbirleriyle
tamamen anlaşmışlardı. Fas Fransa’nın oluyor. Almanya’ya
Afrika’dan başka bir sömürge verilmekle beraber Anadolu’da
serbest bırakılıyor, İngiltere İtalya’ya Trablus’un acilen işgal
edilmesini tavsiye ediyordu. Trablus İtalya’nın olurken
Acemistan da Rusya ve İngiltere tarafından paylaşılacaktı.
Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlamaya
başlayacak, Girit, Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a,
Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a özerklik verilecek,
Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de
“Uluslararası bir idare” oluşturulacaktı... Avrupa’nın
programı buydu!
Grazya, bunları ayrıntılı ve çabuk anlatıyor, tercümanın
korkularını tekrar ediyordu: Şimdi hükümet Genç Türkler’in
elindeydi. Ve bu gençler halkı heyecana getirmek, haşin ve
eşit bir ruh yaratmak yeteneğine sahiptiler. Doğu Meselesinin
halledileceği sırada, hükümet ellerinde bulunursa, büyük
felaketlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü ihtiyar
Türkler’le birleşecek, Rumeli’de ve Anadolu’da savaşmaya
kalkacaklardı. Birçok katliama hazır olmak gerekiyordu. Bu
iki hafta içinde Trablus’un işgal edilmesi heyecanıyla
milletvekilleri hükümeti devirecekti. Bütün konsoloslar, yeni
kabinenin Avrupa fikirli, Avrupa’da eğitim almış, ademi
merkeziyet, yani özerklik taraftarı, gerçek hürriyeti, yani
Avrupa himayesini ister, milliyetçilikten uzak, güçlü muhalif
milletvekillerinden kurulacağına emindiler. Bu kabine
askerleri öldürtmeden Trablus’a İtalya’nın hakkını ve
hakimiyetini tanıyacak, Girit için anlamsız ve tehlikeli
ısrarlarla büyük devletleri ve Yunanistan’ı üzmeyecek,
Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye özerklik verecek,
mali işlerini Avrupalılara teslim ile Doğu Meselesi’nin sebep
olduğu ülkelerin bütünlüğünü son bir kere daha onaylatacak.
Mutlu bir siyasetle kan dökülmeden bitirecekti... Bütün
limanlar açılacaktı. Mezopotamya işletilecek, Avrupa’nın
büyük sermayeleri hep koşacak, her tarafa demiryolları
yapılacak, buraları Mısır gibi ticaret ve zenginlik memleketi
olacak, Türkiye de artık bütün mallarını vahşi ordusu ve
donanmasına harcamaktan vazgeçerek yükselme yolunu
tutacaktı. O vakit ne başka dinlere düşmanlık ne de cehalet
kalacaktı. Avrupa medeniyeti bozuk çalacak, sert ve savaşmış
milyonlarca yarım vahşiler, itaatkar ve yumuşak ameleler
haline gelecekti. Ama tercüman korkuyordu... Hükümetin
yine Genç Türkler’in elinde kalmasından korkuyordu! Bunlar
mağrur cahil ve aşırı milliyetçiydiler. Avrupalıları hiç
sevmiyorlardı. İhtilalden, kan dökmekten, boş yere müdafaa
ve inattan çekinmezlerdi. Barbarca cesur idiler. Hatta on iki
saat içinde İtalyanları Türkiye’den kovmaya kalkışmışlar,
boykotaj ilan ederek İtalyan ticaretini zarara uğratmak
serseriliğini göstermişlerdi...
Grazya şuh ve heyecanlı kadınlara has, ayrıntılı açık dille
uzatarak anlatıyor, Kenan kesmeden dinliyor, ölmüş gibi
hareketsiz duruyordu. Tercüman herhalde iki üç ay Selanik’i
terk etmenin pek yerinde olacağını da söylemişti. İstanbul
güvenliydi. İtalya’ya, yahut yabancı bir memlekete
gitmeliydi... Grazya pasaportlarını bile hazırlamıştı. Sordu:
“Ne zaman hareket edeceğiz, Kenan? Yarın mı?...”
“Nereye?”
“Mısır’a, İstanbul’a, yahut İtalya’ya...”
Kenan cevap vermedi. Bize daima büyük ve sarsıcı
heyecanlardan, büyük kederlerden, büyük umutsuzluklardan
sonra gelen o derin ve ergin sessizlik, o cesur soğukkanlılık,
yapısını birden değiştirmiş, ağırlaşmıştı. Şimdiye kadar
neslinin düşmanı olan bu yabancı kadınla, vatanını zaptı ve
iflasını hoş ve uygun gören bir Batılı ile nasıl yaşamıştı
şaşıyordu. Grazya ilave etti:
“Yüzüme ne tuhaf bakıyorsun... Hem söylemeyi
unutmuştum, dün babamdan bir telgraf aldım. Mutlaka
Selanik’ten çıkmamızı yazıyor.”
Kenan başını çevirip pencereden dışarıya bakarak:
“Ben buradan bir yere gitmem.” dedi.
Grazya inanamadı:
“Nasıl, Selanik’te mi kalacaksın?”
“Evet...”
“Ya ben?”
“Sen de...”
Bu esnada Primo içeri girdi. Yavaş yavaş yürüyordu.
Düşünceli ve solgundu. Gözleri uzaklara bakıyor gibi
küçülmüş ve derinleşmişti. Annesi onun yanında tartışmayı
uygun bulmadı. Hiddetli ve sert bir tavırla:
“Haydi dışarı, bakayım, Primo,” dedi, “gizli bir şey
konuşuyoruz...”
Çocuk itiraz etmedi. Sararmış babasıyla, dudakları titreyen,
parmaklarıyla eldivenlerini çıkaran annesine bir şey
söylemeden çıktı. Evet böyle olacaktı. Primo sanki bilmiyor
muydu?.. Dünü düşünmeye başladı. Okula gitmemişti.
Sabahleyin İttihat Bahçesi’nde buluştuğu Rum çocuklarıyla
rıhtımdan balık tutmaya çalışıyordu. Okul arkadaşlarından
Orhan’ı yazlık tiyatronun önünde gördü. Gazete okuyordu,
yanında büyücek bir Türk çocuğu daha vardı. Kendisini
çağırmıştı. Bu bir Türk paşasının oğlu idi. Okulda bütün
arkadaşlarına hükmeder, hiçbirinden korkmazdı. Acaba niçin
çağırıyordu? Yanına gitti. Orhan onun elinden tuttu, sordu:
“Senin baban Türk değil mi?”
Primo kızardı:
“Niçin soruyorsun?”
“Soruyorum, niçin inkar ediyorsun? Senin baban Türk
mühendisi değil mi?”
“Evet...”
“O halde sen de Türksün...”
Primo Türkçe bilmiyordu. Orhan Fransızca söylüyordu.
Ona elindeki Genç Türkler’in beyannamesini tercüme etti.
Şimdi Türklerle İtalyanların savaştığını anlattı. Anlatırken
coşuyordu; Türkler dünyanın en cesur, en asil, en güçlü
milletlerinden biriydi. Asırlarca bütün Asya’ya hakim
olmuşlar, Atilla Avrupa’yı köpek gibi inletmişti. Türkler
medeniyet yollarını açmış, her yere kahramanlık, temiz kan,
saf ahlak, yenilik ve seçkinlik götürmüşlerdir. Dünyanın en
büyük hükümetini Cengiz kurmuş, bu büyük Cengiz
neslinden ayrılan küçük bir kısım, Doğu Roma’yı, Bizans
İmparatorluğu’nu yıkmış, Anadolu’yu zaptetmiş, oradaki
dağılmış Türkler’i birleştirerek ta Viyana’ya kadar gitmişti.
Birkaç asır önce Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı
Türkler’ine şimdi hepsi birden, bütün Avrupalılar
saldırıyorlar, mahvetmek için uğraşıyorlar, fakat başarılı
olamıyorlardı. Şimdi hepsi onları Afrika’daki sömürgelerden
çıkarmak istiyorlardı. Ama çıkaramayacaklardı. Türkler’in ne
kadar kuvvetli olduklarını, ne kadar yenilmez bir kuvvet
olduklarını
tekrar
anlayacaklar
ve
düşünmeye
başlayacaklardı. Bütün Avrupa’nın teşvikiyle İtalya ortaya
atılmıştı. Onun zırhlıları çoktu!... Orhan:
“Ah, bizim de olsaydı...” diyor, fakat karada bir şey
yapamayacaklarını, denizden içerilerinin İtalyanlar için mezar
olacağını söylüyor, Türkler’in eski deniz savaşlarını, vaktiyle
Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, bütün paşa babasından
ve teğmen ağabeyinden duyduğu şeyleri çocukça büyüterek,
abartarak, uzun uzadıya anlatıyordu... Rıhtımdaki Rum
çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını
kıskandılar. Çağırdılar. Aldırmadı. Yine çağırdılar. Tekrar
çağırıyorlardı. Orhan:
“Oh bu sinekler!” dedi, bir şey yapamazlar, yalnız taciz
etmesini bilirler.
Ve ilave etti:,
“Bunlar bizi rahat bırakmayacaklar; haydi dışarı çıkalım,
sonra yine geliriz.”
Primo hiç itiraz etmedi. Orhan’la beraber bulunmaktan o
kadar haz alıyordu ki... İşte Türk olmayan arkadaşları içinde
onun kadar güzeli ve sevimlisi ve özellikle kuvvetlisi yoktu.
Kırmızı fesinin altındaki siyah saçları, esmer çehresi, al
yanakları daima ileri ve yüksekten bakan parlak gözleri,
hemen bir şeyin üzerine saldıracakmış gibi dik ve çevik duran
cesur tavrı ona küçük ve karşı konulamaz bir kahraman hali
veriyordu.
Bahçeden çıktılar. İleride, İttihat ve Terakki Kulübü önünde
dehşetli bir kalabalık gördüler, Primo bu kalabalığı dört yüz
kişi olarak tahmin etti. Orhan durdu. Baktı.
“Bir şey var galiba, hadi oraya gidelim!” dedi. Primo
tereddüt ediyordu. Orhan ona cesaret verdi:
“Korkma, sen Türksün! Türkler hiçbir zaman, hiçbir yerde,
hiçbir yerden korkmazlar...”
“Fakat başımda şapka var!”
“Zarar yok!”
“Kenarında İtalyan renklerinden kurdele var, bak...”
Orhan, yine buna da bir çare buldu. Primo’nun şapkasını
yarım saat için bahçenin tütüncüsüne bıraktılar. Tam kulübe
giderlerken kalabalık dalgalandı, karıştı, ortalarında uzun bir
sırıkla sallanan kırmızı bayrak, beyaz ay ve yıldız göründü.
Bahçeye doğru geliyorlar. Bu korkunç gelişi nefes almadan
seyrettiler. Önlerinden geçerken onlar da takıldılar. Primo
dikkat etti. Birçok çocuk vardı. Ellerinde yırtılmış bayrak
parçaları tutuyorlardı. Ama kendisinden başka, sessiz ve başı
açık yoktu. İttihat Bulvarı’nda yürümeye başladılar. Sol
tarafta bir binanın önünde durdular. Primo hemen tanıdı.
Annesiyle
birkaç
defa
gelmişti.
Burası
İtalya
Konsolosluğu’ydu. Kapının üzerine bir adam çıktı. İtalyan
armasını indirdi. Aşağıda bekleyenler hücum ederek
ayaklarıyla parçaladılar. Bir balta ile bandıra direğini
kırıyorlardı. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah
kıyafetli, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıktı.
Yumruklarını sıkarak bir şeyler söylüyor, bütün kalabalık
alkışlarla ona cevap veriyordu. En sonunda avazı çıktığı kadar
bir şeyler haykırdı. Dinleyenler bağırarak tekrar ediyor,
anlayamadığı birtakım kelimelerle bağrışıyorlardı. Merak etti.
Ne söyleniyordu? Yavaşça sordu:
“Ne diyor?”
Orhan Fransızca tercüme etti:
“diyor ki namussuz, alçak, korsan İtalyanlar, bizim
haberimiz yokken, aramız kendileriyle iyi iken, bizim
dostlarımız iken birdenbire vatanımıza hücum ettiler. Oradaki
silahsız adamları, ihtiyarları, kadınları, kızları, çocukları top
gülleleriyle öldürdüler. Vatandaşlar! Onlar büyük ve sağlam
zırhlarına güveniyorlar. Fakat onların zırhlıları varsa bizim de
kutlu bir hakkımız vardır. Ve bu, onların zırhlarından daha
kuvvetlidir.”
Sonra bir telgraf okundu. Orhan onu da tercüme etti.
Trablus’ta İtalyanların iki savaş gemisi kayalıklara çarparak
batmıştı. Daha sonra bu göstericiler yukarılara doğru
çekilmişlerdi. Arkalarından, kırılmış ve ezilmiş İtalyan
armasına küçük çocuklar bir ip takmışlar, sürüklüyor ve
üzerine tükürüyorlardı.
...Primo kapının dibinde, elleri kısa pantolonun küçük
ceplerinde, büyük ve ela gözlerini yere dikmiş, bunları
düşünüyor, dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden
geçiriyor ve göğsünün kabardığını duyuyordu. Sabahleyin
annesi tercümanla konuşurken de onu dışarı çıkarmıştı.
Şimdi babasıyla konuşurken de kovmuştu... Niçin
kovuyordu? O taciz etmekten başka bir şey bilmeyen
sineklerden miydi? Hayır, o pis bir sinek değil: Avrupa’yı,
Asya’yı zapteden, Orhan’ın anlattığı mert ve cesur
Türkler’den biriydi... Daima hakim olan, bu krallar, beyler...
hakanlar, emirler nesline ait Türk asla kovulamazdı! Annesi
buna nasıl cesaret etmişti? Yoksa kendisinin bir Türk
olduğunu bilmiyor muydu? Yüzüne kan hücum ediyor, elleri
titriyordu. İçeri girmek ve annesine niçin kovulduğunu
sormak istedi. Kapıya döndü. Fakat durdu. İçerde şiddetle ve
heyecanla konuşuluyordu. Adeta bir kavga gibiydi! Anahtar
deliğine baktı. İyice dinlemek, ne konuştuklarını işitmek
ihtiyacını duyuyordu. Fakat bu ahlaksızlık değil miydi? Lakin
böyle önemli dakikalarda ahlaksızlık var mıydı?.. Kulağını
anahtar deliğine koydu. Şimdi odanın içindeymiş gibi
işitiyordu. Annesi ince ve hiddetli zamanlarındaki titrek
sesiyle:
“Burada ben kalamam!” diyordu, “ihtiyar Türkler’in, vahşi
koyu sofular yatağanlarla sokaklara dağıldıkları zaman beni
de öldürmelerini istiyorsun. Parça parça etsinler! Yarın büyük
devletlerin donanması Selanik’i topa tuttuğu zaman güllelerin
altında ezilelim!”
Babasının sesi pek sert çıkıyordu:
“Bunlar hep hayal, hep yanlış inanç! Türkler kadınlara el
kaldırmaz. Avrupa’nın donanması da buraya gelemez. Hem
sen kalırsan artık İtalyan olmayacaksın...”
“Ya ne olacağım?”
“Türk...”
“Ben mi Türk?”
“Evet, sen...”
“Mümkün değil, ölürüm de Türk olmam. Vahşiliği kabul
etmem.”
“Türkler vahşi değildir. Asıl vahşi, hırsız ve korsan
İtalyanlardır.”
“Hayır Türkler’dir!...”
Babasının sesi bir yıldırım gibi gürlemeye başladı:
“Sus! diyorum... İşte sana teklifim; buradan gider ve İtalyan
kalırsan, bil ki artık aramızda hiçbir ilişki yoktur. Benimle
yaşamak, evimizi bozmamak istersen tamamıyla Türk
olacaksın! Babanı, memleketini, adetlerini, dostlarını
unutacaksın! İsmin değişecek! Çarşaf giyecek, Türkçe
öğrenecek, bir harf İtalyanca söylenmeyeceksin... İşine
geliyorsa razı ol. Yok, gelmiyorsa serbestsin! Bugün istediğin
yere gidebilirsin. Seni boşarım. Bir daha birbirimizi
görmemek üzere ayrılırız!”
Annesinin sesi yumuşuyordu:
“Kenan, on senelik hayatımızı birden nasıl unutuyorsun?
Birleşirken şartlarımız ne idi? Sen tamamıyla bir
Avrupalıydın. Niçin böyle birdenbire değiştin? Vahşi oldun?
Ah Madam Rapi Zardi... Şimdi nerdesin? Sen bana hep
bugünleri söylemiştin...”
“Ne söylemişti?”
“Seninle nişanlandığımız zaman o kadar engel olmaya
çalıştı: ‘Bunlar koyun derisine saklanmış kurtlardır. İnanmaya
gelmez, Ne kadar Avrupa’da okusalar, terbiye görseler, yine
bir gün dişlerini çıkarır, insanı parçalarlar.’ derdi. Ben
dinlemedim. Ah ben dinlemedim. Sana inandım. Hiç böyle
vahşileşeceğine; medenileri, Batılıları hor göreceğine, beni
Türk yapmaya, çarşaflara hapsetmeye, hayvanlaştırmaya
kalkacağına ihtimal vermezdim. Ah Kenan, sen ne kadar
nazik ve medeniydin...”
“Kısa cevap isterim! Ya evet, ya hayır... Ben seni
zorlamıyorum. Serbestsin! diyorum. Lakin İtalyan ve Batılı
kalırsan şimdiden sonra seninle yaşamayacağımı açıkça
söylüyorum...”
Annesi cevap vermedi. Yüz sene uzunluğunda bir dakika
geçti. Primo başını çevirdi. Anahtar deliğinden baktı.
Ortadaki masa ile üstündeki çiçek vazosunun bir kısmını
görüyordu. Annesi lafa başlayınca yine kulağını deliğe koydu:
“Madem öyle. İşte cevabım: hayır... Beraber geçirdiğimiz
on seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen, ben hiç düşünmem.
Babamın yanına gider, orada rahibe olur, kalırım. Fakat...”
“Ee, fakat...”
Primo’nun şiddetle kalbi çarpmaya başladı:
“Çocuğumu da beraber götürürüm, burada bırakmam.”
“Primo yalnız senin çocuğun değil! Senin onda ne hakkın
varsa, benim de o kadar, belki daha fazla hakkım var. Fakat
ben sana haksızlık etmek istemem. Çocuğumuzu çağırır,
sorarız. Hangimizi arzu ederse onun olur. Ya benimle kalır,
Türk olur. Yahut seninle İtalya’ya gider. Orada ya papaz olur,
ya korsan...”
Ya papaz olmak, ya korsan... Primo asla İtalyan
olmayacaktı. Mademki babası Türk’tü! o da Türk’tü... Geri
çekildi. Eliyle alnını tuttu. Annesi Türk olmaya tenezzül
etmez de o İtalyan olmaya sanki eder miydi? Jimnastikhanede
idman yapıyormuş gibi göğsünü ileri geri fırlattı. Ellerini
kalçalarına koydu. Kafasını salladı. Kaşlarını çattı.
Dudaklarını uzattı. Kollarında meçhul ve karşı koyulmaz bir
kuvvetin taşımak istediğini, kalbinin içine sığmadığını
duyuyordu. Sert adımlarla salonun kapısının önünde
gezinmeye başladı. O söyleyeceği ve yapacağı şeyi biliyordu!
Kendisi bir Türk, yani bir kahraman değil miydi? Bunu
gösterecekti...
Birden annesinin bağırdığını işitti:
“Primo, buraya gel...”
Kapıya doğru yürüdü. Kuvvetlerinden iyice emin olmak
için yumruklarını sıktı. Ve idman yapar gibi kollarını ileri
uzattı. Evet, gayet kuvvetliydi. Kapıyı açtı. Annesi ayakta,
masanın yanında duruyordu. Babası oturduğu koltuktan hiç
kımıldamamıştı. İkisinin de yüzleri sapsarı idi. Annesi onu
kucaklamak istedi. Primo dehşetli bir ciddilikle reddetti:
“Yavaş...”
Küçük bir facia oyuncusu gibi ellerini kaldırmıştı. Grazya
birdenbire değişen yavrusunun bu emreden hareketi
karşısında buz gibi dondu. Sanki nefesi kesildi. Primo büyük
bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturdu. Başını
eline dayadı. Ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak:
“Ne var? Beni neden çağırdınız?” dedi.
İtalyanca konuşmuyordu. Grazya’nın çenesi tutulmuştu. Bu
bir kabus muydu? Primo yoksa önceden ders mi almıştı?
Kocasına baktı. O da şaşkındı. Primo’nun bu tuhaf hali onu
bile şaşırtmıştı.
Uzadıkça ağırlaşan sessizliği, yine Kenan bozmaya cesaret
etti. Önüne bakarak:
“Yavrum, biliyorsun ya, şimdi savaş var. Annenle biz artık
tamamen ayrılıyoruz. Sen benimle beraber burada kalmak,
Türk olmak mı istersin? Yoksa annenle İtalya’ya gidip İtalyan
olmak mı?”
Primo oturduğu yerden şiddetle fırladı. Grazya ve Kenan ne
yapıyor diye birbirlerine bakıştılar. Ellerini kalçalarına
dayamış, acınacak ve heyecanlı tavrıyla bir annesini, bir
babasını süzdü ve gayet bozuk bir Türkçeyle:
“Ben... Turko çocuk... Ben, yok İtalyano... Ben burada...
Ben çocuk Türk...” diye haykırdı.
Grazya şaşkınlıktan masanın yanındaki sandalyeye
yığılmıştı. Kenan gözlerine, kulaklarına inanamıyordu. Primo
sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaptı.
Kanepeye fırladı. İnce kollarından asla beklenmeyecek kadar
asabi kuvvetle bu sandalyeyi kaldırdı ve şiddetle Victor
Emmanuel’in resmine vurdu.
Levha parçalanmış ve camlar şangır şangır etrafa saçılmıştı.
Grazya bir gülle patlamış da sakınmak için başını saklıyormuş
gibi büzülmüş ve sinmişti. Camlar odanın her köşesine
düşüyordu. Kenan mutlu olmuştu. Sevinçli ve şuursuz bir
istekle kalktı. Kanepenin üzerinde, yükseklerden, pek çok
yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucakladı.
Minimini bir tantı onu göğsüne bastı. Alnından öptü, öptü,
sonra yüzüne baktı. Bu ela gözlerin sonsuz derinliklerinde
şimdiye kadar ham bir hayal, asılsız bir düş sandığı şeyin
büyük ve yüce bir gerçek olduğunu görüyor; Doğu’nun
uğursuz manevi afyon ile zehirlenen bu muhteşem ve mekan
gerçeğinin, büyük Türk ruhunun yeni nesilde, yeni hayatta
tekrar doğduğunu anlıyordu. İşte iki günde kendisi bile ne
kadar değişmişti. Ve büyük tecavüzler, büyük felaketler daima
büyük yeniliklere başlangıç olmaz mıydı? Bunu düşünüyor ;
kolları arasında tuttuğu ve hala:
“Ben Turko, ben Turko. Ben yok İtalyano...” diyerek
varlığını anlayıp, ilan eden küçük tanrısını, tekrar tekrar
öpüyor, öpüyor; Grazya, başarılı, genç, güçlü ve uyanık
Turan’ın kesin galibiyeti altında ezilecek olan zayıf, hasta ve
miskin Batı’nın korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu...

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL ÖLDÜ?

Annesi Türk ve İslam dininden olmayı istemeyerek
babasından boşandı. İtalya’ya gitti. Primo, evde yalnız
kalmıştı. Bu yalnızlık hoşuna gidiyordu. Zaten o yabancı
kadının, o düşmanın aralarında ne gereği vardı? Şimdi Fransız
okulundan da çıkmış, bulvarın sonundaki büyük okula, bu
Türk ocağına girmişti. Bir ay içinde Türkçeyi öğrendi. Bu ne
güzel dildi. Bir gün babası:
“Primo, sana bir Türk ismi koyalım!” demişti.
Hemen sevinerek razı oldu:
“Koyalım, Enver, mesela...”
“Bu Türkçe değil.”
“Öyleyse Niyazi...”
“O da değil.”
“Tuhaf, şaka yapıyorsun baba... Türkler’in kullandıkları bu
adlar nasıl Türkçe olmaz?” diye güldü.
Ve babası kendisi ile eğleniyor sanıp, ciddileşti. Kaşlarını
çattı. Kollarını göğsünün üzerinde çaprazladı. Dik dik baktı.
Babası onun sertliğini bozmak istiyor gibi kucağına çekti:
“Şaka yapmıyorum, yavrum, bu adlar Türkçe değil.”
“Ya nece?”
“Arapça.”
“Türkçeler başka mıdır?”
“Başkadır.”
“Ne gibi?”
“Mesela Oğuz, Turhan, Orhan, Cengiz, Turgut, Alp...”
“Oh Oğuz, Oğuz... Oğuz koyalım.” diye ellerini çırptı ve
babasını boynuna sarılarak sordu:
“Bu, büyük bir adamın adı mıdır?”
“En büyük Türk’ün adı.”
“Bu bir paşa mı?”
“Hayır, Türkler’in ilk hakanı... İlk Türk hakanı... Her
milletin olduğu gibi Türkler’in de mitolojisi vardır. Oğuz Han
gökten inmiş ve sülalesi Türkler’e hükmetmiş.”
“Oğuz... Oğuz... Beni bir kere çağırınız bakayım.”
“Oğuz...”
“Buradayım...”
Mini mini vücudu dimdik oldu. Göğsünü ileri çıkardı ve bir
kahraman vaziyeti aldı. Babası tekrar onu kucakladı. Öptü:
“Sen bir aslansın yavrum, aslan bir Türk. Adın tarihe
geçecek.” dedi.
Primo bir dakika düşündü. Adını tarihe geçirmek, bu nasıl
olurdu?
“Bir adamın adı tarihe nasıl geçer?”
Babası onun kumral ve kıvırcık saçlarını okşayarak cevap
verdi:
“Gayet büyük ve yüce bir şey yapmakla. Herkesi hayretten
şaşırtacak bir kahramanlık göstermekle...”
“Pek güzel, pek güzel.” dedi.
Ve o andan itibaren büyük şeyler düşünmeye, takındığı
Oğuz adına layık hayallerle uğraşmaya başladı. Fransızcayı
anadil olarak biliyordu. Babası, ona sarı kaplı ve “Mavi
Bayrak” adlı kitap getirdi. Küçük Oğuz, hep onu okuyor,
rüyaları Cebe’nin orduları ve Cengiz’in sarayları ile
doluyordu. Derslerini bitirdikten sonra “Mavi Bayrak”a dalar,
saatlerce okurdu. Sabahleyin ilk işi gazeteleri gözden
geçirmekti. Trablus’ta alçak İtalyanlara öyle darbe
vuruluyordu ki!..
Bir gün babasına sordu:
“Biz Türk müyüz?”
“Şüphesiz yavrum.”
“O halde evdeki uşak, aşçı, hizmetçi niye Rum?”
Babası düşündü. Oğlunun bu milliyetçiliği hoşuna gitti.
Öyle ya, insan Türk olduktan sonra, hiç olmazsa kendi
yurdunu olsun Türkleştiremez miydi?
“Doğru söylüyorsun Oğuz.” dedi.
Ve ertesi gün bir Türk uşak buldurdu. Aşçı ile hizmetçi de
arıyordu. Zorluk çekmedi. Emine Hanım isminde bir dul
bulundu. Güzel yemek yapmasını da biliyordu. Alaturka
yemeklere hasret kalmıştı. Hele Oğuz ömründe yememişti.
Bu kadın bir göçmendi. Bir de oğlu vardı. Askerdi. Komşu bir
subayın evinde emir erliği yapıyordu. Bir hafta içinde artık
evde Türk’ten başka kimse yoktu. Artık Oğuz, bol bol Türkçe
konuşuyordu. Babasının getirdiği Türkoloji’ye dair kitapları
iyice anlamadan okuduklarını herkese anlatırdı. Bonmarşeden
aldığı bir talim tabancası ile hep nişan atmaya çalışırdı. İtalya
kralının resmini hedef yapmıştı. Her gün bu Türk düşmanının
bazen başına, bazen göğsüne bir iki atım yerleştirirdi. İtalya
Savaşı uzadıkça uzuyor, hala Trablus alınamıyordu.
Neredeyse bir sene olacaktı. Ajanslar ve gazeteler iyi
yazıyordu. Fakat babası çok ümitsiz ve üzgün görünüyordu.
Acaba kederi nedendi? Sordu. Babası başını salladı:
“Oğuz’cuğum,” dedi “artık son günlerimizi yaşıyoruz. Biz
de Acemistan gibi olacağız. Hem bu çok sürmeyecek.”
Primo şaşırdı:
“Nasıl, fakat nasıl? Babacığım, Trablus’ta pek güzel
savaşıyoruz. Ordularımız hazır.”
Babası tekrar bir ah çekti:
“Dinle beni yavrum” diye başladı, “sana Türkiye’yi Batı
Türkler’inin halini anlatayım. Bizim hükümetimizi kuran
Ertuğrul ve Osmanoğulları, Turan’dan, Horasan’dan,
Altındağı’ndan kalkarak Anadolu’ya gitmişler. Anadolu’da ne
kadar Türk varsa, Selçuki ve başkaları… Hepsini kılıç
kuvvetiyle birleştirmişler. Sonra Anadolu’ya geçmişler. Orada
Rum, Arnavut, Bulgar, Sırp gibi milletleri esir etmişler.
Memleketlerini almışlar. Daha sonra çok kuvvetlenince
Suriye ve Arabistan’ı alarak oralarda düzensizlik felaketlerine
son
vermişler.
Fakat
aldıkları
yerlerin
halkını
Türkleştiremediklerinden, bu büyüklük onların zayıf
düşmelerine sebep olmuş, hani bir bardak limonatanın içine
fazla su koyup çoğalttıkça, nasıl şekerin kuvveti azalırsa ve
tadı kaçarsa öyle... Eskiden bu milletleri ayrı ayrı, oldukça iyi
idare etmişler. Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat...
Bu işte asıl felaketimizin başlangıcıdır.”
Primo:
“Acayip, bu Tanzimat ne?” diye sordu.
Babası daha uzunca anlatmaya başladı:
“Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih... Bu Tanzimat,
Avrupavari kanunların bizim memleketimize uygulamaya
başlanmasıdır. Bu yabancı ve muzır kanunlar -eski esirlerimiz
olan halkların çok işine yaramış. Çünkü bu kanunlar Avrupa
medeniyetinden, yani Hıristiyanlık ruhundan doğuyordu.
Esirlerimizin çoğu da Hıristiyan olduklarından hayatlarına
biçilmiş kaftan gibi uyuyor, onları daha ileri götürüyordu. Biz
Türkler’e gelince, dinimiz Müslümanlık olduğundan
Hıristiyanlıktan çıkan bir kurum bize göre değildi, ortaya ters
etkiler çıkarıyordu. Yıllar geçti. Esirlerimiz fikirce, ruhça,
medeniyetçe bizi fersah fersah geride bıraktı. Bizim
büyüklerimiz, hâlâ gafil ve budalaca ‘‘Musavat’’ ilan
ediyorlardı. Esirlerimizin elinde yeni ve mükemmel bir silah
vardı. Bizde ise kırık bir ok... Memleketimizde bütün
zenginlik, az zaman içinde esirlerimizin, yani o eski ve
barışmaz düşmanlarımızın eline geçti. Biz adeta bir bekçi, bir
uşak gibi kaldık. Askerlik ve memurluktan başka kaynağımız
yoktu. Ve sırf devlete ait siyasi bir tabirden başka bir şey
olmayan ‘‘Osmanlı’’ adı altında bütün düşmanlarımızı kardeş
sayıyor, en büyük Türkler’i, mesela Cengiz ve Hülagü gibi en
değerli savaş dahilerini çocuklarımıza en kötü adamlar olarak
gösteriyorduk. Ne yeni Müslümanlığa muhalif bir Türk
medeniyeti meydana getirilebiliyor ne de Avrupa’dan gelen
Hıristiyan medeniyetini kabul edebiliyorduk. Felaket
gecikmedi. Rumlar donanmamızı Navarin’e dindaşları olan
Avrupalılara yaktırdıktan sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Romanya, Sırp, Karadağ, Bulgaristan’da rahat durmuyorlardı.
Ayaklandılar. Asırlarca karış karış kan dökerek aldığımız
yerleri bir hamlede kapıştılar. Nihayet elimizde bu günkü
Rumeli ile Anadolu kaldı. Rumeli gitmek üzereydi. Şarkın
uyanılmaz uykusundan Genç Türkler uyanmışlardı.
Meşrutiyet ilan ettiler. İşte dört senedir hükümeti, Osmanlı
hakimiyetini tutuyorlar. Yalnız bu ‘‘Genç Türk’’ öyle bir
kuvvetti ki, en gizli yollardan devletimizin temeline hücum
eden, devletimizi yıkmaya çalışan Rumlara, Bulgarlara,
Sırplara, Arnavutlara karşı geliyor, onlarla uğraşıyorlardı.
Bugün bu kuvvet yıkıldı. Yere serildi. Artık Türklüğün
düşmanları serbest kaldı. Rahat rahat çalışacaklar. Mezarımızı
bir an içinde kazacaklar...”
Primo’nun gözleri bulanmış, düşüncesi kaybolmuştu.
Babasının yavaş yavaş anlattığı şeyleri dinliyor ve küçük
kalbinin rahatsız olduğunu duyuyordu. Demek kendisinin
milleti o kadar talihsizdi. Ama yine ümidini kesmiyordu:
“Ya ordumuz, babacığım, ya ordumuz?” diye haykırdı.
Babası başını salladı:
“Heyhat yavrum, heyhat... Artık o bir efsane... Topla,
tüfekle savaş olmaz. Ruh ister, maneviyat ister. Artık orduda
ortak bir ruh olmadığı, maneviyatın iflas ettiği anlaşıldı. Türk
subayları kendi milliyetlerini inkar ediyor. Devletimizin en
korkunç, en bıktırıcı, en yorulmaz düşmanları olan
Arnavutlarla birleşerek Türk kuvvetini, yani kendi varlıklarını
öldürüyorlar.”
Primo anlamadı:
“Aman babacığım, Arnavutlar, Türkler’in kardeşi değil
mi?”
“Hayır yavrum, eski esirlerimiz içinde bizi asla affetmeyen
Arnavutlardır. Hatta Yunan hükümetinin bağımsızlığına onlar
sebep olmuşlardır. Rumların bir hükümet kurmaları için,
kanlarıyla çalışarak Türkler’le çarpıştılar. Geçmişi bırakalım.
Meşrutiyet’in ilanından bu yana dört sene geçti. Devletin en
sıkıntılı zamanını gözeterek fırsat buldular. Dört defa isyan
ettiler... İşte şimdi birtakım Türk subayları çingene gibi
asıllarını inkar ve reddederek Türk düşmanları ile çalışıyorlar.
Türk düşmalarının yani Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın,
Arnavutlar’ın oluşturduğu kuvvete yardımcı oluyorlar.”
Primo hala anlayamıyordu:
“Tuhaf şey! Babacığım, bu Türk subayları Türk olduklarını
bilmiyorlar ha?”
“Bilmiyorlar. Düşmanları kardeş sanıyorlar. Türk’ten başka
olan düşman milletlerin, Türk’ü mahvetmeye çalıştığını
onların kör gözleri görmüyor.”
“Peki subaylar öyle... Ya askerlerimiz? Anadolulu Türk
askerlerimiz.”
“Onlar bir vücuttur... Kafa olmayınca ne yaparlar?
Subayları Türklüklerine düşman olduktan sonra, kendilerini
mahvetmeye çalıştıktan sonra onlar ne yapacaklar?...”
Primo daldı. Talihsiz milletini, kendi varlığına düşman,
kendi Türk kuvvetini, Türk hükümeti içinde öldürüp düşman
kuvvetine dayalı olan zavallı, anlayışsız subayların ne kadar
budala ve sersem olduklarını düşünmeye başladı. Bahçede
kiraz ağacının içindeki serçeler bile diğer kuşlara karışmıyor,
bir cins, bir millet olarak geçinmiyorlar mıydı? Bir serçe var
mıydı ki kendi sürüsünü bıraksın da, gitsin kargalara,
güvercinlere karışsın? Demek kendi milletinden, kendi
sürülerinden ayrılan, yabancı ve düşman milletlerin
kuvvetlerime karışan Türk subaylarında şu serçecikler kadar
anlayış, gerçeği görme ve asalet yoktu... Ağlamak istiyordu.
Türk kuvvetine, Türkler’in düşman olması onun pek gücüne
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kaşağı - 4
  • Büleklär
  • Kaşağı - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3972
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2179
    30.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3896
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2315
    28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3830
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2089
    30.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3806
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2020
    31.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 839
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 573
    43.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    57.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    65.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.