Kaşağı - 2

Süzlärneñ gomumi sanı 3896
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2315
28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek kuyruğunu
bacaklarının arasına kıstırmış, ağzı yerde kaçıp gitti. Mıstık
“Bir şeyim yok. Biraz çizildi. Acımıyor” diyordu. Evine
götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza
geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya
kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Bir dua okuyarak
yüzüme üfledi, sarmısak kokusundan hapşırdım.
Ertesi gün Mıstık okula gelmemişti. Ondan sonra da
gelmedi. Anneme Hacı Budaklar’a gidip Mıstık’ı görmemizi
söyledim. “Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine
oynarsınız, şimdi rahatsız etmeyelim, ayıp olur.” Ondan sonra
ben her sabah Mıstık’ı iyileşmiş umuduyla bulurum diye
okula gittim.
Fakat ne yazık ki! O gelmedi. Köpek kuduzmuş. Baktırmak
için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a
göndereceklerdi.
Ne yazık ki bir gün Mıstık’ın öldüğünü duyduk…
Erken kalktığım, açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana
çocukluğumu hatırlatır. Aklımda çok eski, mor bir tan yeri
memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne
getirmek isterim. Daima, farkında olmayarak, sol elimin işaret
parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hala beyaz
çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence çok kutsaldır.
Andı için ölen, hayatını yitiren kahraman kan kardeşimin
sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni
kurtarmak için o kendinden çok büyük, kudurmuş, iri köpekle
boğuşan aslan, yenilmez hayalini görürüm.

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU?

“Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”
Bu serin ve karanlık Eylül gecesinin yıldızsız gökyüzü
altında umutsuz ve rahatsız Selanik, sanki gündüz
gösterişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi,
baygın ve sakin uyuyordu.
Rıhtım tenhaydı… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit
Palas’ın diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü.
Katolik kilisesinin her yanı kaplayan çanı saat üçü vuruyor,
hiddetli bir ahenkle bazen yavaşlayarak, bazen coşarak devam
eden açgözlü çınlamasını karanlıklara yayıyor, altınlı para ve
çıkar rüyaları gören rahat Yahudi mahallerinin üzerinde
dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk
mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu.
Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, havagazlarının donuk
ışıklarından uçan ölüm renginde parlamaların içinde, keder ve
elem sesleri çıkararak ağlıyor, sanki bu sonucu görünmeyen,
bu, sabahın açık ve mavi ufkunu, beyaz ve mor sisli Olimpos
dağlarını, o geçmiş ve masal vatanını yutan, yok eden geçici
yokluğun bu siyah ve yırtıcı gecenin gizli kinlerini açığa
çıkarmak istiyordu… Biraz ötede, tramvay yolunu tamir
etmek için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen
küçük merdivenin başında, hareketsiz ve cisimsiz bir gölge
dimdik duruyor, önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde
fennin bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez
düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun’un projektörünü
seyrediyordu. O kadar dalgındı ki bekçinin İkinci Cadde’deki
yaya kaldırımına düzensiz aralıklarla inen sopasını, geç vakit
yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların aceleci
arabalarını duymuyor, lastik tekerlekli arabalar içinde geniş
ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım
gecelik sarhoş aşıklarla dudak dudağa öpüşerek geçen
artistlerin, medeni ve asil Batı’nın vahşi Türkiye’ye bir
hediyesi olan bu kibar ve imtiyazlı kadınların arsız
kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz
halinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu yoğun ve umumi
karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına
yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu belirsiz bir yokluğa
döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem ve hissiz,
kaybolurken Karaburun projektörünün birden baş göstermesi,
uyuşuk aklında yeni ve beklenilmez parıltıları alevlendiriyor,
onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı düşünceli gölge,
gayet saygı değer bir genç, mühendis Kenan Bey’di. Ecnebi
ve Levanten toplantı yerlerinde ‘kendi milletini üstün gören’
ve ‘hayvanlık’ denilen Türklükten nefretle, Türklüğe yani
medeniyetsizliğe karşı olan kinle, Avrupa, halk ile olan hoş
birlikteliğinin usulündeki duruş ve yeteneğiyle, nazikliğiyle,
şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On,
on bir sene önce memleketine dönünce –Paris’ten her gelen
gibi o da– dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada aşık
olduğu güzel bir İtalyan kızla evlenmişti…
...İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin
feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa
Depo’daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi.
Tekrar arabaya atladı. Döndü. Lanetlerden kaçan bir hain,
arkasından koşulan bir suçlu gibi karanlık sokaklarda
kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı. Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız
adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam
tavrıyla:
“Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?” diye sayıklıyor, işittiklerinin,
gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının gerçek
olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kabus
muydu? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi
göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet, şakaklarını yakıyor,
ateşli bir sıtma ve görünmez sihirli kelepçeler gibi bileklerini
sıkıyordu. Yirminci yüz yılın orta yerinde, fertlerin,
cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin haklarının tamamıyla
ortaya çıktığı ümit edilirken bu korsan hücumu beklenir
miydi? Bu ne kadar utanılacak bir cinayetti. Düşüncelerini
daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor,
görmek için bir şey arıyormuş gibi, karanlıklara bakıyordu.
O savaşı hiç sevmezdi. “Savaş, hayattır!” diyen filozofun
kırmızı bir canavardan başka bir yaratık olamayacağını iddia
eder, hayata sahip olanın “mücadele” filminin sosyolojide,
insanlıkta da gerekli ve zorunlu bulunduğunu fenle, tecrübe
ile
gösteren
Darven’den
nefret
ederdi.
Gerçeğe
dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan tembel, korkak ve
hasta düşüncelerin ortak şiiri, “insaniyet” hayali onun
mezhebiydi. Asıllarını, köklerini, ikinci sebeplerini bilmediği
bir sürü “değer”, hayalindeki seraptan mabette, dumandan
yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi, yükselir; bu ismi
var cismi yok Allahların karşısında o daima, ruhuyla secde
ederdi. Dokuz senedir masondu. Kıyaslama kabul etmeyen
derecede bağlı olduğu Fran-Masonluktan başka dünyada bir
hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla inanırdı. Ne gelenek,
ne geçmiş, ne vatan, ne ırk tanırdı. Irk ve muhit teorisini, ruhu
ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkara kalkardı. Ne
olduğunu açıkça bilmediği bir amaç; “değer ve insani iyilik”
fikri, belli ve sabit anlamı olmayan bu genel ve belirsiz iki
kelime bütün mantıklara, bütün akıl yürütmelere, bütün
bilime, bütün gerçeklere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din
gibi, aklını çelişkiye düşürmüş, ruhunu katletmiş, onu
oynayan ve yaşayan bir ceset haline getirmişti. Evet, o, dörtte
üç büyüğü Yahudi ve Levanten olan sadık kardeşleri ve
kamaradları arasında önemli bir nüfuz ve itibara sahip, gayet
tutucu bir masondu! Yakında “Granmetr” bile olacaktı!
Birden:
“Oh…” dedi.
Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el, kalbine
ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason
Locasına mensuptu… Bunu hatırlamak vücudunun her
noktasını sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini
zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu,
göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hal ve tarih
birbirine karışarak heyecan halinde beynine hücum ediyor,
meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldıyormuş gibi yerli
yersiz birçok vaka aklından geçiyor, birden ruhu, hissi, fikri,
vicdanı, anlayışı değişiyor, tutuşturucu bir ateş nöbeti
varlığını eritiyordu:
“Ah, iyiliğe hizmet eden Avrupalılar!.” diye söyleniyordu.
Avrupalıların önceden önem vermediği, hatta bazı normal
bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa
Fransa’yı hatırladı. Daima değere, insanlığa hizmet ettiğini
haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, çölün
silahsız, saf, masum, insan canlısı, ahlaklı ve asil evlatlarını
mitralyözlerle öldürüyor, huzurlu şehirleri, sakin yuvaları seri
ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir suçu olmayan koca bir milleti
esir yapıyor; vatanlarını, mallarını, çalıyor; ırzlarını,
hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus,
Sahrayıkebir, Senegal, Madagaskar ve İlah… Son fethettikleri
yerle, zavallı Fas’la Avrupa’daki kendi vatanlarının yirmi
katından daha fazla bir araziyi sahiplenmiş oluyorlardı. Bu
gaddar Avrupa’nın alanı ancak on milyon kilometrekareydi.
Oysa Afrika’daki Fransız sömürgesi on milyon üç yüz bin
kilometre! İnsanlığa Fransızlardan daha çok hizmet etme
fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki sömürgesi on
milyon kilometrekareden azdı. Bir vakitler, genel barıştan en
çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete sahip
ve mükemmel idareli, küçük, fakat namuslu bir
hükümetceğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi
atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı
Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın
madenlerinin bol bulunması! Almanya, İspanya, hatta
Portekiz ve Belçika’nın da büyük, önemli sömürgeleri vardı.
İşte Afrika da bölünmüştü. Bu, o kadar ortadaydı ki. Koca
kıtada ancak Habeş ve Liberya gibi bir iki yerli ve bağımsız
hükümetceğiz kalmıştı. İtalya’ya da sömürgesi dar gelmişti…
Şimdi beklenilmeyen, ümit ve hayal edimeyen bir dakikada
Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı
Latinleştirmek” faciasının son perdesini açıyor veya
kapatıyordu. Bu nasıl bir insanlıktı? Bu iyiliğin, vahşilikten,
barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı? Silahsız Afrika’yı
tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar
Asya’yı da paylaşıyor, bu tecavüzlerine soğukkanlılıkla:
“Doğu Meselesi! “diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine
saymıyor, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele
ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalandan iyilikler
gösteren, şefkat pazarları, şefkat kuruşları tesis eden; hatta
hayvanları koruma cemiyetleri oluşturan bu dolandırıcı, alçak
Avrupalılar; zavallı Çin halkının sağlık ve afiyetini, neslinin
geleceğini korumak için afyonu yasaklayınca, birden
kuduruyor, bütün yüzlerini ortaya çıkarıyor; “Ticaretimize
zarar gelir!!! ”diye bu talihsiz hükümeti sıkıştırıyor,
korkutuyor, tekrar afyona izin verdiriyordu… Ticaretlerini üç
yüz milyon insanın sağlık ve afiyetinden, geleceğinden daha
kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki
köpekler kadar değer vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan’ın
kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz
doksan beş milyon insanı hizmet hayvanı, yani at ve eşek
gibi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya,
Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor,
İngiltere’yle, üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran
olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzünden kaldırmak için
birleşiyorlardı… Türkiye’nin bölünmesi de kaçınılmazdı!
Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Öncelikle
onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır önce
Avrupalılar aleyhimize kalkmıştır. Navarin’de donanmamızı
yakarak Yunanistan’ı icat etmişler bunu Romanya, Sırbistan,
Karadağ, Bulgaristan, Şarki Rumeli, Cezayir, Tunus, Kıbrıs,
Mısır, Sudan yağmaları takip etmiş, sonunda son idam
kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan
edilince sözde bu karar geciktirildi. Halbuki bu geciktirme
tamamıyla yalandı... Bizi dünya yüzünden kaldırmak için
çizilen plan duruyordu. Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler
yine kalıcıydı; Makedonya Meselesi, Arnavut Meselesi, Girit
Meselesi, Boğazlar Meselesi, Şarki Anadolu Meselesi,
Mezopotamya Meselesi, Irak Meselesi, Suriye’nin İstiklal
Meselesi ve ilah… Bu meseleler Avrupalıları birer birer
halledecekti. Yalnız uygun vakitlerini bekliyorlardı… Bunları
hızla düşünmek beynini döndürüyor, onu, asılmak için ipe
doğru yürüyen, celladın satırı altına başını uzatan masumun
duyduğu o kadere razı, ümitsiz, fakat asil korku ile
titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor,
sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş yokluk
gecesine mahvolmak istiyordu. İşte Trablus meselesinin
uygun zamanı gelmişti. O da herkes gibi, his ve
muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena halde ağrıyor,
şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor,
karşısındaki kuzgun ve sonuçsuz karanlığa bakıyordu.
Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve aydınlık
bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu
ufkun ışığına dalıyor, bu ışığın içinde mavi denizle, açık
gökyüzüyle, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, nazik ve
sade evleriyle, yüksek hükümet sarayıyla, Menşiye
mahallesinin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un
hayalini görüyordu.
Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapt etmeye
kalkmıştı ve bunun için ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derece
kaba ve alçak bir tecavüze kimler cesaret ediyordu? Bu
milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan
aşağıya kadar korsan mıydı? Hükümetleri bir ahlaka, bir
vicdana
sahip
insanlardan
ibaret
değil
miydi?.
Düşünüyordu… Projektörün ışığı tekrar söndü. Ufuk ve beyaz
Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklara daldı…
İtalya Başbakanı Gioletti, Dışişleri Bakanı San Julianos da.
Avrupa’da hükümet adamlarının çoğu gibi mason değil
miydi?. Şöhretli gran-metrleri, mason hükümdarları, mason
prensleri, mason lordları, mason milyonerleri “Yalnız
insanlık, başka bir şey yok!” diyen fran-masonluk şimdi
neredeydi?.. Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri
çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen
devriyenin polisi “Kimdir bu?” gibi yüzüne bakıyordu. Bütün
hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını;
milliyetsizliğin, “Milletlerarası ve Masonluk” hülyasının biraz
düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç
bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden:
“Ben neyim?” diye kendi kendine soruyor, fakat:
“Türküm!” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu
zapt olunmuş değersiz bir cesetten başka bir şey olmadığını
anlayarak, bunun hiddetinden ve utanmasından ağlamak
istiyordu. O da Türkler’i dünya yüzünden kaldırmak için
birbirleriyle tamamıyla birleşmiş olan Avrupalıların önemsiz
bir kulu, itaat eden bir hizmetçisi, sahibi olduğu bir kölesi
değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların adetlerine,
geleneklerine,
terbiyelerine,
görgülerine,
muhitlerine,
cemiyetlerine tapmıyor muydu? Yabancılardan aldığı önemsiz
bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır
ve iftihar ettirirdi?
Türkler’i, Türkler’in vatanını bölüp, taksit ile maddi olarak
parçalamaya çalışan bu yağmacı doymaz Avrupalılar manevi
saldırılarını da ihtimal etmiyorlardı. Dillerini, milli
kültürlerini, ahlaklarını, terbiyelerini, adetlerini yayarak yüz
yıldan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Doğulu” kalmış
müthiş bir “renksiz ordusu” oluşturuyorlar, bu “renksiz”lerle
gemlerimize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve
Türklük fikrini fran-masonluk efsanesiyle boğuyorlardı. Düne
gelinceye kadar kendisi bile:
“Türküm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette
kendisi gibi büyüklüğünü, geçmişinin şerefini, dedelerinin
şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden utanan ne kadar
Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı
gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına
gelmişti.
“Nereye gidiyorum?” dedi. Sabaha ancak birkaç saat vardı.
Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini,
yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl
gidecekti? Artık o eve girerse nefretinden ve hiddetinden, acı
ve pişmanlığından ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni
sulanmış da kafasını duvarlarına çarpıyormuş gibi, her
adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü ve
bilinçsiz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı
kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun sonunda, bir
sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı.
Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı.
Bu, kır bıyıklı, tahminen kırk yaşlarında bir Rum’du.
“Oda var mı?” diye sordu.
Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe
bilmiyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra:
“Malista (Evet)…” dedi. Fakat karşısındakinin Rumca
bilmediğine kanaat getirince tekrar iğrenç bir Yahudi
Fransızcasıyla ilave etti.
“İl ya, il ya, veuilles entrer? (Var, var, buyrun girin)”
Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride
kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış
Yahudi Fransızcasıyla, “Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız
gösterilecek…”dedi. Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin
çalındığı duyulur gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor,
başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini ortadaki
salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı,
beyaz kıyafetli Avrupalı bir kadınla, başı açık ve esmer bir
delikanlı konuşup gülüşüyordu. Gözlerini ovuşturarak gelen
kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ tarafta tek yataklı
odalardan birine götürdü. Çiy ve beyaz aydınlığı söndürüp
yalnız kalınca arkası üstü karyolaya uzandı. Soyunmaya, hatta
potinlerini çıkarmaya gücü yoktu. Gözlerini kapadı. Kollarını
başının üzerine çaprazvari koydu.
Uyuyamıyor,
başının
zonkladığını
duyuyor,
evini
düşünüyordu! Karısı bu akşam onu beklemiş ve kimbilir ne
kadar merak etmişti ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir
birbirini takip eden olaylar, haberler, onu şaşırtmış, varlığını,
ruhunu değiştirmiş, karar verme yetisini kaybetmişti. Şimdi
ne kadar güç durumda kalmıştı… Hakaretin, tecavüzün,
yolsuzluğun şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan
Okulu’nun, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğun
armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını
yırtmış, heyecanlı gösteriler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa
şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk
şüphesiz lanetler, nefretler içinde hor görülecek ve
memleketten dışarı çıkarılacaktı…
Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi
oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözünün önüne karısı, çocuğu,
evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana
kadar huzurlu yaşamıştı. Bir İtalyan’la evlenmek, hayatını
birleştirmek ona pek doğal görünmüş, hatta iftihar
edilebilecek bir seçkinlik gibi gelmişti. Avrupa’dan geldiği
yılı, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlıyor, geçmişi sesli bir
sinematograf hızıyla hayalinden geçiyordu. Grazza’yı ilk defa
İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski
Roma tarzında fantezi kıyafetler giyiyor ve tıpkı İmparator
Adriyan’ın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da eğitimi
sırasında sanat tarihini incelerken hep Luvr Müzesi’ne gider,
saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir’de bu
heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazya’ya
hemen aşık olmuştu. Önce babasına kendisini tanıtmıştı. Bu
Mösyö Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin
bir olması ilişkilerinin çabuk ilerlemesine sebep oldu. Mösyö
Vitalis’in hükümette görülecek işleri; memlekette çevrilecek
birçok dalaveresi vardı. Bu genç Türk’e mal bulmuş mağribi
gibi sarıldı. Evine kabul etti. Onu adeta kendisine gönüllü bir
tercüman ve bir komisyoncu yaptı. Gönüllü ve bedava
olmasının yanında gayet terbiyeli olan bu hizmetçi, ona
istediği kadar iş buluyor, hilelerine, madrabazlıklarına,
vurgunlarına yardım ediyor, hükümetteki işlerini bir dakikada
hallediveriyordu. Hem bu Türk zengindi. Kızına gayet değerli
hediyeler veriyordu... Fakat bedava ve sadık tercümanının
kızına aşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini duyduğu
anda çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek... Bu mümkün
müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına,
hasılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan
birkaç ay geçti. Ancak tuhaftı; kızı da bu Türk’ü istiyordu.
Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya’da kurduğu
şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir çıkar
onu bekliyordu... Biraz filozoflaştı, biraz alimleşti. İtalya’da,
aç, sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm
kuramları davasına geri döndü. Bir gün kızına dedi ki:
“Bu Kenan’ın bir Türk olduğunu düşünsene!”
Grazya tehalükle:
“Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk
olamaz...” diye cevap vermişti.
Sonra uzun uzadıya muhabbet ettiler. Mösyö Vitalis, kızına
tarihten, soybilim ilminden bahsetti; Bizans İmparatorluğu’nu
zapteden Türkler ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli
ve Anadolu halkı hep Rum’du. Fakat zorla dinleri
değiştirilmişti. Evet Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye,
Avrupalılar tarafından paylaşıldıktan sonra, hiç şüphesiz,
Rumeli ve Anadolu’da Türk adı altında yaşayan on yedi
milyon Rum, eski dinlerine geri dönecek, Hıristiyan
olacaktı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyordu, bütün Türkiye’de
sultanın ailesinden başka Türk bir aile olmadığını ve hatta
bunu, aklı eren malumatlı Türkler’in de itiraf ettiklerini ilave
ediyor, Grazya şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet
edildi. Bu konular yanında açıldı. Tarihlerle, eserlerle,
geleneklerle, kahramanlıklarıyla şöhret ile kazanan, daha
Abbasiler zamanında Batı’ya üşüşmeye başlayan milyonlarca
Türk’ü,
Karamanlılar’ı,
Selçukiler’i,
Akkoyunlular’ı,
Karakeçililer’i unutarak, Osman hanedanının kurulmasından
birkaç sene önce Rumeli’ye, Vardar Vadisi’ne geçen yiğit
Türkler’in vücudunu inkar ederek, o da, Türkiye’de hiç Türk
bulunmadığını onayladı.
Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten
sonra, evliliğin o kadar da imkansız olmadığına karar verdiler.
Mösyö Vistalis iki sene önce ölen babasından Kenan’a on beş
bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu para özellikle
Türkiye’de önemli bir miktardı... Sonra Doğu Meselesi
halledilince, yani Türkiye, Avrupalılar tarafından parça parça
bölüşülünce, en büyük mevkileri böyle Kenan gibi bilgin,
Avrupa’da eğitim görmüş, yerlilerin ruhuna vakıf, muktedir
adamlar işgal edecekti. Evet Grazya’nın talihi iyiydi... Mösyö
Vitalis evliliğe razı oldu ama birkaç şartı vardı: Kenan,
evlilikten önce mallarını satacak, kızına beş bin lira verecek,
Türk adetlerine bağlı kalmış sofu akrabalarıyla asla muhatap
olmayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve
İtalyan olacaktı... Grazya her konuda serbest bırakılacak ve
kendisine de bazı girişimlerde kullanabilmesi için, borç gibi,
beş bin lira verilecek! Kenan, hemen İstanbul’a gitmiş,
satılacak şeyleri satmıştı, bütün şartları kabul ederek Grazya
ile evlenmişti. İki sene içinde art arda iki erkek çocuğu
olmuştu. Oldukça mutlu ve huzurluydu. İtalyan adetine
uyarak çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo!
Sekundo!” diyorlardı. Sekundo iki sene önce hastalanmış ve
ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı... Mösyö Vitalis,
Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’de işlerinin iyi
gitmeyeceğini düşünüp binlerce lira ile on parasız geldiği
İtalya’ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış, işten el çekmişti.
Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir
mektup gönderiyordu...
Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazılacak, İtalyan
arbedesinin yenmesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını
nasıl methedecekti! Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış
gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu...
Şimdi babası Grazya’yı ve kendisini İtalya’ya çağırmayacak
mıydı? Ne yapacaktı?.. Gidecek miydi?.. Hayır... O halde?..
Acaba Grazya uyruğunu değiştirmeye razı olacak mıydı?
Çocukları vardı. Hem on seneye yakın birbirlerini o kadar
seviyorlardı... Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden
mendilini çıkardı, yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla
karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden, dışarısının
aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu. Ömründe ilk
defa bütün bir geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı.
Gerindi. Sokağa baktı. Karşıdaki binanın ikinci kat balkonuna
yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu
lacivert bir deniz, koyu lacivert bir gökyüzü altında uzanıp
gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi
konuşuyor, yirmi otuz kişilik bir gürültü yapıyorlardı. Döndü.
Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyor, içinden:
“Ne yapacağım? Ne yapacağım?” diyor, hiçbir karar
veremiyor ve azaptan kıvranıyordu...
...Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir
güneş sona erme noktasına yaklaşmış, ortalığı çiy, sert ve
beyaz bir ışık içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve maviydi.
Arabalar, tramvaylar, yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki
eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.
Tramvaya binmedi. Beyazkuleye kadar yayan gitmek
istedi... Önce deniz kenarında yürüdü. Bu taraf çok tenhaydı.
Tek tük birkaç kişi geçiyordu.
Sonra yine binaların yönüne saptı. Mutsuz bir yüze
rastlamıyordu. Aksine şapkalılar daha şen, daha mutlu
görünüyordu. Tüccar katipleri, mağaza memurları, kendi
kendilerine hayali bir önem veren tatlı su frenklerinin tamamı
bütün renksiz ve Türklüğe düşman taraf, seviniyordu. İyice
dikkat etti. Beklenmeyen biri gelse mutlaka bugün bir bayram
var zannedecekti. Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor, dudaklarını
ısırıyor:
“Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için
mutluluktur!” diyordu.
Beyazkule’ye geldi. Duvarları yıkmak işi yarıda kalmıştı.
İttihat bahçesinin önünde durdu. Asker kulübünün karşısında
boş bir araba duruyordu. “Binsem mi?“diye düşündü.
Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı çocuklar, Fransızca
ekleri birbirlerine okuyor, katılacak derecede gülüyor ve
itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Havagazı direğinin
dibinde birkaç yabancı kadınla birkaç şapkalı duruyor ve
tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan savaşı,
düşman filosunun zaferini anlatıyor ve kadınlar mutlu bir
merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen
tramvay geldi. Ağzına kadar doluydu. Yalılarda oturanlar öğle
yemeğinden dönüyorlardı. Yer yoktu. Arkadaki arabaya
atladı. Kondüktörün bölümünde ayakta durdu. Herkes
birbiriyle konuşuyordu. Türkçe bir kelime geçmiyordu.
Dikkat etti. Tramvayın içine baktı:
Kadın erkek hepsi şapka takmıştı. İğne atılsa yere
düşmeyecek olan bu koca oynayan ve umumi alanın içinde
kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de
tramvayı idare eden adamla biletçiydi.
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık
manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu.
Yalısına yaklaşmıştı. Neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi
gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı...
Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün karamsarlığa ve
ümitsizliğe bırakmamak istedi:
“Garip tesadüf?” dedi, “bu kadar yolda bir feslinin
geçmemesi pek garip...”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurlar
kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı.
Hizmetçi kız geldi, kapıyı açtı. Asabi bir acele ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı.”
“Primo?”
“O da madamla beraber gitti.”
“Madam bir şey söylemedi mi?”
“Hayır.”
İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazya
yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi
duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret
ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait
bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa’daki
çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve
beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı
doluydu. Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda asılı
yaldızlı kafesin içinde bir kanarya daima öter, merdiven
başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saatle alaturka saat
her saat başını haykırarak onun gürültüsünü keserdi.
Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık
da derlerdi. Alçak sedirli ve kalın halılarla döşeli olan bu
geniş oda ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıktı.
Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, pişvotlar
asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş,
kınından çıkararak ona birtakım lekeler göstermiş:
“Bunlar ne? Biliyor musun?” diye sormuştu. O ne olduğunu
anlamayarak:
“Çok kirlenmiş, temizletelim...” cevabını vermişti.
Hala duruyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve
büyük eliyle minimini sırtını okşayarak:
“Hayır oğlum,” demişti, “bunlar kir değil... Bunlar düşman
kanı... Bu kılıç bize dedemizden kaldı. Babam da, ben de
savaşa onunla gittik. Bu kılıç yedi çarpışma gördü.
Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez...”
Sonra bir gün yalnızken, hizmetçiye diğer kamaları ve irili
ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Yine
bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sarmalı
çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı. İki sütun üzerine,
kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima
okur, hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz altın ve çelikten
yapılmış bir kasideydi. Mertlik nasihatleri veriyor -mert bir
Türk ruhundan saçılıyor, iffet, namus, metanet, tok gözlülük
tavsiye ediyordu. Bazı mısraları aklına geliyordu:
“Geçme namerd köprüsünden, ko apartsın su seni!
Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!”
Son mısra bir nakarat gibi tekrar ederdi. Babası ne kadar
genç dururdu. Gelen misafirler, ağalar da ona benzerdi. Bu
levha güya kalplerinin, ahlaklarının tercümesiydi... Harem
tarafı da hayalinde dalgalanıyor, başı yeşil örtülü annesiyle,
daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan
mukaddes hemşiresini görüyordu. Şimdi bu saygıdeğer
vücutlardan, kendi aslından, esaslarından ne kadar uzaktı...
Eğitim görüyorken babası ve annesi ölmüştü. Amcasının
yanına giden hemşiresi, orada yerlilerden bir beyle
evlenmişti. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne
akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan
gönderdiği bir aracı yoluyla sattırmıştı.
Hayalinden uyanıyor, etrafına bakıyordu. Duvarlarda
mitolojiye ait resimler, eski Roma ve Yunan manzaraları
vardı. Askıda Primo’nun okula giderken giydiği geniş hasır
şapkası, ortadaki yuvarlak masanın üzerinde Progrés ve
Journal de Salomique gazetelerinin nüshaları duruyordu.
Buradan kaçmak istedi. Ama hangi odaya gidecekti?.. Yukarı
çıksa Mösyö Vitalis ile Madam Vitalis’in büyük kıtadaki
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kaşağı - 3
  • Büleklär
  • Kaşağı - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3972
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2179
    30.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3896
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2315
    28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 3830
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2089
    30.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 3806
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2020
    31.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Kaşağı - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 839
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 573
    43.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    57.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    65.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.