Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 4023
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2351
23.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
ÖNSÖZ
Millî İstiklâl Mücadelemizin çeşitli yoksulluklar ve zorluklar içinde geçen ilk döneminde Ankara'mıza gelen ve 12 Mayıs 1337 (1921) günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisimiz Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen Mısırlı Muhterem Prenses Kadriye Hüseyin, Nisan - Haziran 1921 aylarındaki görüşleri ile ilgili olarak "Mukaddes Ankara'dan Mektuplar" adı ile Fransızca yazdığı eserini 1921 yılında Roma'da bastırmış ve derin saygılarıyla Ebedî Başkanımıza takdim etmiştir.
Muhterem Prenses, sözünü ettiğimiz eserinden üç yüz kadarını da, Kurtuluş Savaşımızda, Türkiye Büyük Millet Meclisimizin ilk kuruluş yılında ve sonraları "Evrak ve Tahrirat Müdürü" sıfatıyla Ebedî Başkanımızın emrinde ve yanında çalışmak mutluluğuna eriştiğimi, Ankara'yı birlikte ziyareti sırasında, o zamanki deyişle, Roma ataşemiliterimiz Miralay Edip Servet (rahmetli Tör) tarafından takdimimiz sırasında adımı ve görevimi öğrendiği ve not ettiği için, Türkiye Büyük Millet Meclisi azasına dağıtılmak üzere, adıma göndermiştir.
Ben, bu durumu o zamanki deyişimizle "Reis Paşa"mıza arz ve bu konudaki emirlerini telâkki ettiğim sırada kendileri şöyle demiştir:
"Çocuk, Necmeddin Sahir Bey, bu kıymetli eseri hemen milletvekillerine dağıt. Fakat eser Fransızcadır. Bunu derhâl Türkçeye çevirtmeliyiz. Bu işi de Fransızcasının çok kuvvetli olduğunu evvelce Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyden de öğrendiğim ve benim de bildiğim bizim asker kızımız, senin hayat arkadaşın Cemile Hanımefendiye (*) vermeliyiz. Benim bu recamı hemen kendisine buyur. Eseri hemen Türkçeye çevirsin. Sonra Maarif Vekâleti tarafından bastırılsın."
Reis Paşamızın bu teveccühleriyle iltifat ve itimatlarını, eve dönüşümde derhâl duyurduğum hayat arkadaşım, o günlerin Ankara'sındaki zor koşullar içinde, sözü edilen eserin Fransızca aslından Türkçemize çeviri işlerine koyuldu.
Fakat, birbirini izleyen savaşlar ve olaylar arasında tamamlanmış olan çeviri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi kendini feshetmesi suretiyle Birinci Dönem'in sona ermesi ve yeni seçimlerden sonraki İkinci Dönem'de de çeşitli hükûmet işlerinin artması yanında ülkeyi tehlikeye düşürecek mahiyetteki olayların birbirini izlemesi üzerine, bastırılamadı.
Bu kez, rahmetli hayat arkadaşım Cemile Sahir Sılan'ın Türkçemize çevirdiği bu kıymetli eserin, Ebedî Başkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşamızın, Büyük Atatürkümüzün hatırasına ithaf suretiyle, Kültür ve Turizm Bakanlığımızın kadirbilir ilgisi ile aradan geçen uzun yıllardan sonra da olsa, basılmasını, sağlığındaki emirlerinin gerçekleştirilmesi bakımından, ayrı bir mazhariyet sayıyoruz.
Necmeddin Sahir SILAN
ANADOLU'DAKİ YUNANLI EHL-İ SALİP (1)
SEFERİNİ GÖZLERİYLE GÖREN (ŞAHİT)
RESSAM PİSANİ'NİN HARP ALBÜMÜNDEN
BAZI SULU BOYA RESİMLER
Ey kılıç! Sen her ne kadar hayatın muhafızı isen de, onun gibi fanî ve vefasızsın; sen her ne kadar insan hayatının düşmanı isen de, aynı zamanda onun muhafızısın.
Sen, muharebe sahasında bulut ve yıldırıma benzersin; onun için ağladığın zaman bir bulut gibi ağlar ve ey kılıç; güldüğün zaman da bir şimşek gibi gülersin.
BEDRETTİN
BİRKAÇ KELİMELİK İZAHAT
Anadolu'da istiklâl için sürdürülmekte olan mücadelenin elem verici kâbusunun gittikçe çetinleşip vehamet kesp ettiği ve bütün garp (batı) âlemini tesiri altında bırakmak suretiyle zihinlere ağır bastığı bir sırada, geçen ilkbaharda, Küçük Asya'dan almış olduğum mektup ve notları tasnif ettim ve şu küçük kitapta toplamak istedim. Beni en çok ilgilendirici bazı teferruatı bunlar arasından derledim.
Meçhul kalan ve nüfuz edilmesi mümkün olmayan şarktaki (doğudaki) bu harimimizin (kutsal yerimizin) hiç neşredilmemiş bulunan bu klişelerini umumî arz etmekle, bütün bir âleme elem verici heyecanının titreştiği mukaddes bir ilticagâh (sığınma yeri) olan bu uzak ve ebedî şehrin üstündeki esrar perdesini, biraz olsun, kaldırmış olduğumu zannetmekteyim.
Dünya yüzünde tek ve nüfuzlu bir şehir olan Ankara, sarsılmaz kahramanlığı sayesinde, bütün Müslüman milletlerin gayretlerini, onun ümit mihrakının alevinde ısıttıkları asrî bir ziyaretgâh olmuştur.
Onun harikulâde ve hüzünlü güzelliğinin hayalini burada anlatmak, benim için şayet bir zevk ise, ben bu işi onun için titreşen ve çarpan, onu hiç görmedikleri hâlde onun sihirli kudretine inanan ve onun heyecanlı davetine hazır olan kalpler için sağladım.
Ben, onların uzakta kalan, fakat hamiyetli olan muhabbetlerine inanmaktayım; çünkü onların bugünkü hislerinin şiddetinden yarının parlak şafağının doğacağından eminim ve şimdiki sıkıntı ve merarete (acısına) rağmen, bunu sarsılmaz bir itimatla beklemekteyiz.
K.H.
Cortina, Temmuz 1921
BİRİNCİ MEKTUP
Samsun, 16 Nisan 1921
"Audace" torpido muhribi, Türk Heyeti Murahhasası ile birlikte, 10 Nisan öğleden sonra saat dört buçukta Brindisi'den ayrılıyordu.
Hava çok güzeldi! Gemi, bembeyaz büyük bir deniz kuşu gibi, hafif martı kanatlarına benzeyen kanatlarında, birlik ve beraberlik içinde çarpan ve en son fedakârlığa da razı olan bu mağrur pehlivanların kalplerini, uzaklara, imanı uğrunda eza (sıkıntı) çeken topraklara doğru götürüyordu.
Torpido muhribinin daracık güvertesinde sıralanmış olan bu kıymetli zevat, şimdi, ellerini bir defa daha sıkmaya gelen nadir dostlarını selâmlıyorlardı.
Meçhul bir akıbete yol almak üzere olan bu gemi karşısında, uğurlamaya gelenler heyecan duymakla beraber, beyaz mendillerini sallayarak gülümsüyorlardı. Bir resmiyet havası taşıyan bu anı, esrarlı bir sükût kaplıyordu. İstikbal (gelecek) hakkında bu kadar emin olarak yola çıkan bu cesur elçiler, murahhaslar (delegeler) nereye gidiyorlardı? Yolculuklarının sonunda, muvaffakıyete kavuşabilecekler miydi? Rıhtımda kalacak beyaz harp gemisinin limandan çıkışını gözleri ile takip eden hakikî dostlar için bu, nüfuz edilemez bir meseleydi.
Tam yolla giden "Audace" gemisi, kısa bir zaman sonra coşacak olan suları yarıyordu. Gemi sanki durup dinlenmeden dövüşen, yenilmek bilmez kahramanlara teselli verici sözler götüren, bu bir avuç yiğit ruhu taşımak gibi büyük mesuliyetini müdrikmişçesine, dalgalarla cesurane mücadele ediyordu.
Taşıdığı adıyla mukadderatı (yazgısı) sanki önceden tayin edilmiş olan bu martı, durup dinlenmeksizin uçuyor, uçuyordu.
Kısa bir müddet sonra Çanakkale Boğazı'nın girişi ile beşeriyetin (insanlığın) en korkunç ve dev-âsa (dev gibi) muharebelerinden birinin cereyan etmiş olduğu bu ince kara şeridi boyunca uzanan batmış gemilerin acıklı grubu göründü...
İnsan kalbi, mazideki bu mücadelelerin amansız teferruatını dinlerken burkulur ve hafızalarda silinmeden kalacak olan bu sahillerin derinliklerine ebediyen gömülen kahraman kardeşlerin akıl almaz istatistiği önünde durur gibi olur. Çekilen bunca ıstırabın fanî hatırası, milletinin mukadderatını tayin edecek bir saatte büyük bir üstünlük gösterecek mukaddes (kutsal) birlikleri ile savaşa katılan ve böylece vaziyete hâkim olan insanın kudretli simesanı (izi) daha vazıh (açık) bir şekilde meydana çıkarıyordu.
Muharebenin, genç kumandanının zaferi ile neticelenen bu dasitanî (destansı) safhası lâyıkı ile bilinmekte olduğundan burada tekrarına lüzum görülmedi: Mustafa Kemal artık tarihe mal olduğu gibi onun yarattığı eser de millî destanın en şanlı sahifelerinden birini teşkil etmektedir.
Heyet-i Murahhasa (Delegeler) İstanbul'da unutulmaz bir şekilde karşılandı. Bütün şehir bayram ediyor ve halk, İtilâf devletleri donanmasının mevcudiyetine rağmen coşkunluğunu gizleyemeyerek sevincini izhar (göstermek) için her vasıtaya başvuruyordu.
Coşmuş olan halk, inanılmaz derecede cesur ve zeki olan ve Londra Konferansı sırasında Avrupalılarca lâyıkı veçhile takdir edilen Heyet-i Murahhasa Reisi Bekir Sami Beyi hararetle alkışlıyordu.
Ne gariptir ki, bu idam mahkûmu, hayatının en heyecanlı ve en parlak saatlerini şimdi idam hükmünün verildiği aynı şehirde yaşıyordu! İnsan hayatı cilvelerle dolu değil mi?
Her türlü sevgi tezahüratı (gösterisi) içinde geçen parlak bir geceden sonra, ertesi gün "Audace" Boğaziçi'nin harikalı iki sahili boyunca kendini takip eden sayısız kayık, sandal, motorbot ve küçük vapurların refakatinde, öğleden sonra saat dört buçukta yoluna devam ediyordu.
Boğazın Rumeli sahilinde olduğu kadar Anadolu sahilinde de halkın coşkunluğu son haddini bulmuştu. Edilen duaların ve sevinç haykırışlarının sesi göklere yükseliyor, mendiller sallanıyor, her taraftan alkışlar çınlıyordu. Ancak, biraz sonra, bu bayram havası sona erdi ve karanlığın basması ile de bu sihirli hava tamamıyla nihayet buldu. Çünkü, Karadeniz'in girişinde feci tahrip sahneleri başlıyordu. Rumlar, birçok köy topluluklarını yakmış oldukları gibi bütün sahil de alevler içinde idi.
Kesif dumanların üstünden iri alev sütunları yükseliyor ve bütün sahil boyunca, on seneden beri mücadele edenlerin zavallı kulübecikleri, beşerî adalet hakkındaki hayalleri ile birlikte yıkılıp gidiyordu. Bu unutulmaz derecede korkunç temaşa (görüntü) bütün gece devam etti.
Kar, kalın bir halı gibi yerleri kapladığından ve nakil vasıtası temini de güç olduğundan şirin ve küçük İnebolu limanında karaya çıkamadık; "Audace" da daha ilerideki Samsun'da demirledi.
Yine burada da her sınıftan halk, Heyet-i Murahhasa'yı istikbal (karşılamak) için bekleşiyordu. Bu Anadolu halkı daha heyecanlı, huşu içinde ve dindar görünüyordu. Bunlar, haklarında Avrupa'nın verdiği kararı öğrenmek için gelmişlerdi. Bu topluluk "Kelime-i Tevhit"i okuyarak murahhaslara yaklaşıyor, muazzam bir insan okyanusunun dalgalanması gibi, ilerledikçe etrafta "Lâ ilâhe illallâh, Muhammeden Resûlullah" mukaddes cümlesinden başka bir ses duyulmuyordu. Binlerce ağızdan çıkan bu iman kelimeleri, ateşin bir istirham name gibi etrafa yayılıyordu.
Murahhaslar, mukaddes topraklara ayak basar basmaz, Uşak ve Dumlupınar mıntıkalarındaki son Türk muvaffakıyetlerini ve aynı zamanda, Yunan ordularının, İnönü-Eskişehir muharebesinden sonra kaçarken ika ettikleri (yaptıkları) katliam ve cinayetleri öğrendiler.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşanın Yunanlılarca işlenen vahşetlere dikkatlerini çekmek üzere, bütün Avrupa devletlerine nevmidane (umutsuzca) bir müracaatta bulunduğu öğrenildi:
"Muharebe sahasında esir edilen askerlerimiz, gözleri süngü ile oyulduktan sonra şehit ediliyor. Gayr-ı muharip (savaşa girmeyen) ahali, cinsiyet ve yaş gözetilmeksizin, katlediliyor (öldürülüyor); bütün eşyaları, hezimet halindeki Yunanlılar tarafından yağma olunuyor; kadınlar ve genç kızlar tartaklanıyor; müteaddit (birçok) şehir ve köylerle çiftlikler, bilhassa camiler baştan aşağı yakılıyor. Bu meyanda Osmanlı hanedanının kurucusu olan Ertuğrul Gazinin Söğüt'teki mübarek türbesi dinamitle tahrip edilmiştir. Yunanlıların, umumiyetle vicdansızca ika ettikleri hareketlerin icrasında hiçbir insanî düşünce veya hiçbir harp kaidesi kendilerine mâni olamamıştır vs., vs."
Ne yazık ki, Müslüman bir milletin itlâfı (yok edilmesi) mevzuubahis olduğundan, Avrupa mutat sağırlığına sadık kaldı. Yüzyıllardan beri tasmim (tasarlanan) ve tatbik olunan ifna (yok etme) hareketi işte böylece devam edegeliyordu.
Verdikleri beyanata göre Yunan ordularının şu barbar Türklere medeniyet götürdüklerini iddia ettikleri sırada bütün İslâm milletleri kan ve ateşin üzerinden ellerini birbirlerine uzatarak mukaddes ittihatlarını (birlikleşmelerini) daha da sıkılaştırıyorlardı.
Çünkü, garip bir tesadüf eseri olarak "Haydut yatağı" diye tavsif olunan (tanımlanan) bu topraklar şimdi İslâmiyet'in merkezi oluvermişti.
İşte sadece bu sebepledir ki, bundan birkaç gün önce, Afganistan'ın fevkalâde murahhası, Anadolu'da "İstikbal" gazetesinin bir muharririne, "Afganlıların bu gibi millî hareketleri, İslâm dünyasının selâmetini ve kurtuluşunu temin edecek mahiyette telâkki eylediği, Afganistan'ın Türkiye'yi büyük rehber olarak kabul ettiği ve İslâmiyet uğrunda kendisini feda edebileceğini bütün Müslüman milletlerin müttehiden (birlik içinde) Ankara Hûkümeti için çalışmaları icap ettiği vs., vs." yolunda beyanatta bulunmuştu.
İşte; istiklâlini muhafaza etmek için çarpışan bütün bir milletin acı hakikate uyanışı! İnsan, Samsun'dan itibaren, kendisini ıstırap çeken, çarpışan ve buna rağmen ümidini kesmeyen bir âlemde buluyor.
İKİNCİ MEKTUP
Çorum, 20 Nisan
Anadolu Oteli
Samsun'daki Mıntıka Palas Oteli'nden mektup yazmak güç oluyordu. Çünkü, bu müreffeh şehre gelişimizin hemen akabinde resmî kabuller, mecburî ziyaretler ve muhtelif meşgaleler her türlü muhaberata (haberleşmeye) mâni oluyordu. Oradaki hayatımız, on beş gün evvel terk edilmiş şehirlerdeki mutat hayattan farksızdı. Ancak, oradaki hususiyet, Anadolu'nun bu pek zengin ticaret merkezi, cengâver bir manzara arz etmekte ve tabir caizse, çok miktardaki askerî otomobil dolayısıyla, âdeta asker elbisesi giymiş gibi idi.
Birçok zabit ve askerin gidiş gelişleri sakin caddelerin çehresini değiştirmiş olduğu gibi şehrin bütün mahallelerinde mutat (alışılmış) olmayan bir hareket göze çarpıyordu. Sakin olan tek yer, civardaki bütün binalarının, evvelce Rus donanması tarafından bombardıman edilmesi yüzünden cepheleri yıkılmış olması dolayısıyla derin yaralar taşıyan meşhur limandı. Ancak, Samsun bir askerî liman değildir.
Bekir Sami Bey, bütün gün, eşrafı, yüksek rütbeli zabitleri, nüfuzlu tüccarları ve Türkiye hakkında duydukları muhabbet ve sadakati arz etmek ve nihaî zafer için temenniyatta (dileklerde) bulunmak üzere gelen ve asılları Türk ırkından "Osmanlı Rumları"nın oluşturduğu bir heyeti kabul etti.
Heyet-i Murahhasa Reisi kendilerine, "Rum meselesi"ni bilenler için manidar bir iltifat gösterdi. Çünkü, yabancı entrikalar sayesinde ortada bir "Rum meselesi" yok muydu? Hatta bir ara, Rumlar ayaklanarak Samsun'a hâkim olmuşlardı.
İşte, o zaman, Ankara hükûmeti, Samsun'a, önce ayaklanmayı bastırması, sonra da, kendileri Türk ırkından oldukları hâlde öz kardeşlerine karşı isyan ettiklerini ispat eden, hayret verici bir hakikate dayanan delillerle kendilerini teskin etmeyi başaran çelik iradeli bir zat göndermek akıllılığını göstermişti.
Bunun üzerine sakinleşen Rumlar düşündüler ve menşelerini itiraz kabul etmez bir şekilde ortaya koyan delilleri tamamen ve kat'î olarak teslim ile Ankara hükûmetine tamamen hak verdiler.
İnsan, "Müslüman Türkler"in konuştuğu aynı lisanı konuşan bu Türk asıllı Rumların simalarını görüp konuşmalarını dinleyince derin bir hayrete düşer. Bunları hakikî kardeşlerinden ayıran dinlerinden başka bir fark yoktur.
Bunlar İstanbul'daki Ortodoks Kilisesine bağlı olmakla beraber bütün dualarını halis Türkçe olarak tekrarlamaktadırlar. Türklerle aynı tipte, aynı lisanı konuştuklarında Fener Patrikhanesi'nden ayrılarak kendilerine Anadolu'da müstakil bir kilise kurmak için müracaatta bulunmuşlardı.
Bu Rumlar, Türkiye'nin Karadeniz sahilinin hemen tamamını işgal etmekte olduğundan mühimce bir zümre teşkil ederler. Bunlar, ayaklanmaları bastırıldıktan sonra, yüksek mevki ve makamlarda vazife aldılar ve hükûmete karşı büyük bir nüsnüniyet gösterdiler.
Mutasarrıflıkta verilen büyük ziyafette heyecanlı nutuklar söylendi. Heyet-i Murahhasa Reisi de, bunlara yorulmak bilmez gayreti ve mutadı olan sükûneti ile cevaplar vererek Avrupa'daki vazifesinin gayesini ve gerek Paris'te, gerek Roma'da kendilerine gösterilen iyi karşılamayı kısaca izah etti. Böylece herkese ümit ve teselli sözleri söyleyerek kaçınılmaz bir muvaffakıyet intibaı yarattı.
Ziyafet müddetince bir askeri bando millî havalar çaldı. Bu, bizleri bekleyen vatanın sanki ilk karşılayışı idi.
Ertesi sabah saat 9'da bütün eşrafın ve ahaliden bir kısmının refakat ettiği (katıldığı) otuz iki arabadan müteşekkil heybetli mevkibimiz (kafilemiz) yola koyuldu. Bu refakat bir saatten fazla sürdü ve bu müddetin sonunda mola verildi. İşte o zaman, gerek eşraf ve gerek ahali hep beraber, Heyet-i Murahhasa Reisine müteaddit teminat (çeşitli güvenceler) vererek, bütün vasıtalara müracaatla sonuna kadar mücadeleye yemin ettiler.
Sonra, bayraklar ve üzerinde nefis hatla yazılmış levhalarla zengin bir surette donatılmış olan Samsun'u geride bırakarak, derin bir heyecan içinde bize refakat edenlerden ayrıldık. Şehri süsleyen levhalardan birinde şu yazılar okunuyordu:
"Barıştan başka bir emeli olmayan bir milletin katlandığı ıstırapları ve kendisine reva görülen haksızlıkları bütün Avrupa'ya izah eden Heyet-i Murahhasa'yı selâmlarız."
Mevkibimiz (kafilemiz) şimdi askerî muhafızların refakatinde yol alıyordu. Çok güzel olan yolun iki tarafını zümrüt tepecikler çevreliyordu. İlkbahar kendini tam manasıyla göstermekteydi. Her renkten sayısız çiçek, nazarları zevkle çekiyordu. Birden, ortalığa bambaşka ve baygın bir koku yayıldı. Uçsuz bucaksız yabanî menekşe tarlalarından geçiyorduk.
İşte, o sırada mevkibimizde rikkati mucip (acıklı) bir hâdise vukua geldi. Mütevazı Anadolu menekşesini gören murahhaslar, bu remzî çiçeğin derinliklerinden yaralı vatanın cevherini toplayıp koklamak üzere arabalarından indiler. Bundan sonra yine arabaları ile tekrar yola koyuldular.
Öğle yemeği, her zaman olduğu gibi, etrafı mükemmel surette techiz edilmiş (donatılmış) yiğit askerlerle çevrili, asır-dîde bir handa yenildi. Genç zabitlerin kumanda ettiği bu askerler unutulmaz güzellikteki bu yolu muhafaza etmekteydiler.
Akşama doğru, dereler ve ekili ovalarla çevrili şirin bir köy olan Çakallı'ya varıldı. Bu köy şimdi mıntıkanın askerî merkezi imiş.
Mıntıka kumandanının daveti üzerine akşam yemeği kışlada yenildi. Yemekler nefisti ve askerlerce görülen hizmet şayan-ı hayret derecede düzgündü. Yemekten sonra murahhaslar, kışla önünde toplanan yüzlerce askerin, teşkil ettiği geniş dairenin ortasında askeri bandonun çaldığı havalara uyarak, alev alev yanan meşalelerin ışığında, oynadıkları oynak tempolu oyunları seyrettiler.
Bu arada, küçük bir asker seyirciler içinden sıyrılarak meydana çıktı ve millî destandan hamasî parçaları coşkunlukla okudu.
O esnada iki yanında yer almış olan diğer iki asker de, ellerindeki bayrakları, Türkiye'nin tarihine, fütuhatına, oynadığı role, müdafaasına ve nihayet istiklâli için vermekte olduğu mücadeleye ait mısralar okuyan askerin başı hizasında tutuyorlardı.
Hazret-i Peygamberin mukaddes sancağını muhafaza uğrunda milletinin takriben yedi asırdan beri katlandığı ıstırapları anlatırken, küçük askerin sesi, heyecandan titriyordu. Vatanî nutkunu, ''şerefle yaşamayı temin edinceye kadar mücadele edeceğiz'' diyerek bitirdi.
Orada hazır olanların hepsinin gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu, insanı derin bir heyecana düşüren öyle azametli bir sahne idi ki, Heyet-i Murahhasa Reisi, hakikî takdirlerini ifade eden ümit dolu sözlerle, cevap vermek mecburiyetinde kaldı.
Bundan sonra, eserleri daha şimdiden Türkiye'de beğenilen genç ve kibar bir muharrir olan ve Anadolu matbuatının ''Heyet-i Temsiliye'' nezdindeki siyasî mümessili olarak orada bulunan Ruşen Eşref Bey söz aldı ve küçük askere şunları söyledi:
''Millî şairlerimizin müntehap (seçkin) şiirlerini çoktan beri bilir ve müstesna büyüklükleri için severim. Amma bunları okur veya dinlerken asla bu akşamki kadar heyecanlanmadım. Bu heyecanı kalbimin derinliklerinde duymaklığım için bu şan ve şeref şiirlerini senin gibi kahramanın okuması lâzımdı.
Ben de senin gibiyim; ben de sahip olduğum tek silâhı milletimin hizmetinde kullanıyorum. Mukaddes vatan topraklarını muhafaza için senin kılıcın var; benim silâhım ise kalemim."
Daha sonra Anadolu matbuatının kıdemlisi ve İslâm dünyasında çok yaygın olan ''Hâkimiyet-i Milliye'' (*) gazetesinin sahibi ve başmuharriri Yunus Nadi Bey; birkaç söz söyleyerek nutkunu şu güzel sözlerle bitirdi: ''Silâhlar ve matbuat, başka tabirle cesaret ve zekâ, yani meşru emellerinin muvaffakiyeti için lüzumlu olan bu iki güce kahraman milletimiz sahiptir. Bütün halk da, ona, sonuna kadar ümit ve servetini verdiğinden, sabır ve tahammül dolu bu ulvî seneler zarfında katlanılan bunca fedakârlık ve tarife sığmaz feragati Cenab-ı Hak elbet parlak bir zaferle tetviç edecektir (taçlandıracaktır).''
Bunun üzerine bütün askerler, hep bir ağızdan, ''Sevgili vatanımız için ölmeye hazırız'' diye bağırdılar.
Böylece, derin heyecanlar içinde geçen bir geceden sonra ertesi sabah Çakallı'dan hareket ettik. Fakat mevkibimiz (kafilemiz) henüz hareket etmişti ki, yiğit bir atlının topluluğumuzu taşıyan arabalarımıza doğru ilerlediği görüldü. Bu yiğit atlı murahhasları saat onda Kavak'ta çay içmeye davet ediyordu.
Kavak, şirin bir tepe üzerinde kurulmuş sevimli bir kasabadır. Burada, sıralanmış kız ve erkek küçük mektepliler, ellerinde bayraklar, sulh elçilerini bekliyorlardı. Bizleri vatanî bir şarkı ile karşılayan öğrenciler Heyet-i Murahhasa Reisi'ne hitap ile hepimizi mütehassis eden (duygulandıran) nutuklar söylediler. Zaferle neticelenecek olan mücadelenin sonunda çıkabilecek müşkülâttan (güçlükten) ümitsizliğe düşülmemesini Bekir Sami Beyden rica ettiler.
Uzun boyluluğu herkesin malûmu olan Bekir Sami Beyin sözlerini daha iyi işitebilmek için bu yavrucakların başlarını kaldırmaları rikkati mucip (acıklı) oluyordu. Bekir Sami Beyin konuşmasından sonra da şöyle sesleniyorlardı: ''Biz her ne kadar görünüşte nahif ve küçük isek de kalplerimiz kuvvetli ve büyüktür. Çünkü, biz ulvî bir mücadelenin çocuklarıyız.''
Kavaklı kadınlar, bize, kasabalarına mahsus tatlılar gönderip istikbal için ümitli olduklarını duyuruyor ve iyi temennilerini (dileklerini) bildiriyorlardı.
Çaylar içildikten sonra yola çıkıldı ve ''Üç Hanlar''a varıldı. Öğle yemeği orada yenildikten sonra akşama doğru ''Havza''ya muvasalat olundu (varıldı). Kasabaya bir saatlik mesafeden gelen kadınlar Heyet-i Murahhasa'yı karşıladılar. Hepsi, çarşaf yerine beyaz ve havaî mavi çizgili, evde dokunmuş bezden yapılmış entariler giymişlerdi. Yolun sağında ve solunda, murahhasların iki yanına dizilen bu kadınlar, sade ve aynı zamanda zarif olan bu kıyafetlerle millî teşebbüsün mükemmel bir örneğini veriyorlardı.
Bu şirin kasaba, birinci sınıf sayfiye yeridir. Burada, şu zengin ve esrarlı Anadolu'nun sayılmaz sırlarını bilenlerce çok beğenilen maden suları vardır. Bu sular Eruan ve Fiuggi maden sularının haiz oldukları hassalara (özelliklere) sahiptir ve böbrek hastalıkları için tavsiye edilmektedir.
Burası, istikbalde çalışmaktan zihinleri yorulanların, hiç kuşkusuz gelip dinlenecekleri ve böyle tedavi görebilecekleri bir istirahat (dinlenme) yeri olacaktır. Bu serinlik ve yeşillik yuvasının huzur verici sükûneti ve aynı zamanda havasının letafeti (güzelliği) sayesinde, asap bozukluğundan şikâyet edenler, önceki kuvvetlerine, canlılıklarına bu yerde mutlaka, yeniden kavuşacaklardır.
Havza'dan sabahın erken saatlerinde ayrılarak çay vaktinde Merzifon'a vâsıl olduk. Asker ve sivil suvariler, yine delegeleri istikbale (karşılamaya) gelmişlerdi. Bu güzel yolda ilerledikçe karşılayanların sayısı gözle görülür derecede artıyordu.
Bu büyük kasabada bize gösterilen iyi kabul, gördüklerimizin en parlaklarından biri oldu. Bir ''Keşşaf (Kaşif) Birliği'' geniş meydandaki belediye binası önünde yer almıştı. Burada karşılıklı nutuklar söylendi. Delikanlılar ile genç kızlar vatanî şarkılar söylüyorlardı. Hatta bunların içlerinden biri, bir küçük öğrenci şu sözleriyle orada bulunanları heyecanlandırdı:
''Biz, ecnebi bir memlekette kahramanca dövüşen ve vatanın şan ve şerefi için ailesinden uzaklarda şehit düşen, millî ve dahî Kara Mustafa Paşanın hemşehrileriyiz. Milletlerin, beşeriyet tarihinin temevvücleri (dalgaları) ile, muhataralı anında katlanılması icap eden ulvî fedakârlığı biliyor ve takdir ediyoruz. Ancak asil cihangirlerin ahfadı (çocukları) olan bizler asla baş eğmeyeceğiz.''
Bu kasaba, Türkiye'nin en anlamlı camilerinden birine sahip olmakla iftihar edebilir. Merzifonlu olan veziri Kara Mustafa Paşanın zaferini tebcil etmek (yüceltmek) üzere Halife Sultan tarafından inşa olunan bu cami, saf bir Türk mimarisi tarzındadır.
Cami avlusunun ortasında bulunan şadırvanın her tarafı hususî tarzda yapılmış bir çatı ile kapatılmıştır ve iç tarafında, Viyana ve Budin seferlerinin başlıca muharebelerini tasvir eden o zamana ait silâhların resimleri ile çevrili tablolar vardır.
Bu tablolardan birinde görülen kanatlarını açmış koruyucu melek resimleri ile sanki bu kahramanlık günlerinin hatırası muhafaza edilmek istenilmektedir. Camiin inşaası sırasında dikilmiş olan asır-dîde üç çınar hâlâ ayaktadır. Bunlar, muhteşem ve kudretli dallarında, o şaşalı günlerin sırlarını saklamaktadır.
O gün hava fırtınalı idi. Semayı kaplayarak havayı ağırlaştıran bulutlar ruha sıkıntı veriyordu. Ufuk, korkunç bir şekilde kararıyordu. Bu, acaba gelecekle birikecek olan gailelerin habercisi miydi? İlkbaharın büyüleyici güneşinden sonra, Ankara'ya çok yaklaştığımız bir sırada gelen bu tufan-âsa yağmur bütün kalpleri hüzünle dolduruyordu.
Eski bir topçu binbaşısı olan ve pehlivanca kuvvetiyle olduğu kadar nişancılığı ile de şöhret kazanmış olması, Merzifon Kaymakamına ''Topla tavşan avlayan'' gibi acayip bir lâkap takılmasına sebep olmuştur. Havanın hüzünlü olmasına rağmen Kaymakam Bey bizi fevkalâde iyi karşıladı.
İngilizler, Mondros Mütareke-namesinden sonra Merzifon'a kadar ilerlemişlerse de, bu işgal İtilâf devletlerince cebren (zorla) kabul ettirilen şartların hiçbirinde derpiş edilmemiş (göz önünde bulundurulmamış) olduğundan, o zamanlar buraların kumandanı olan cesur Refet Paşanın ısrarı üzerine, kasabayı boşaltmak mecburiyetinde kalmıştır.
Bu tarihî kasabadan, gidilecek yolun uzunluğu nazara alınarak, ertesi sabah erkenden terk etmek icap etti. Altmış kilometrelik bir yolculuktan sonra, Çorum'a varıldı ve Anadolu Oteli'ne yerleşildi.
Buraya varışımızda henüz gelmiş olan resmî tebliği okuduk. Bu tebliğde, alev alev yanan bir Türk köyünde esir edildikten sonra, Türkiye'yi sonuna kadar fakirleştirip yozlaştırmak, bir daha kalkınamayacağı ümitsiz bir sefalete duçar etmek (düşürmek) üzere önüne gelen herkesi katletmek, her şeyi yağma etmek için hususî talimat aldığını itiraf eden bir Yunan zabitinden bahsediliyordu.
Bu da barbarları medenîleştirmenin garip bir yolu değil mi? Asrî Ehl-i Salip seferleri, altı buçuk asır önce IX. Saint Louis'nin idare ettiklerinden ne kadar da hunhar (kan dökücü)!
Bizler bu elemli düşüncelere dalmışken, birden sazlar çalmaya hünerli sanatkârlar, böylesine mürettep bir şekilde işkence edilen şarkın tarif edilmez halâvet (şirin) ve izah edilmez rehavetinin (ağırlığının) teganni ettiği şarkılar çalınıp söylenmeye başladı. Bu heyecanlı havaların mücadele, ıstırap, meraret (tatsızlık) ve hıçkırıkları, ahalinin anlatılmaz perişanlığı ve milleti temsil eden delegelerin derin kederiyle hem-ahenk düşüyordu.
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Yahşihan İstasyonu
24 Nisan
Çorum'a kadar takip edilen yol fevkalâde güzel ve arabaların geçişine tamamıyla müsaitti. Fakat bu mevkiden pek çok meşakkatle (zorlukla) akşamın saat altısında muvasalat ettiğimiz (vardığımız) Sungurlu'ya kadar olan kısım, tasavvur edilemeyecek kadar bozuktu.
Sungurlu'ya vaktinde varabilmek için Kızılırmak'ın kollarından on beş defa geçmek icap etti. Otuz iki arabalık bir mevkibin (kafilenin), muhafızları ile birlikte, su içinden geçerek bu küçük ırmakları katetmesi dünyada emsali olmayan, görülecek bir manzara idi.
Çorum'dan ayrıldığımız sırada Heyet-i Murahhasa azası arasında heyetin muhafazasını teminen ihtiyat tedbirleri alınmasını gerektiren garip bir şayia dolaşmaya başlamıştı.
Bu şayiaya (söylentiye) göre ekseriyeti Alevî veya Şiî olan Sungurlu halkı, bazı yabancı entrikalara inanmak gafletine düşerek, Ankara'daki hükûmete karşı hasmane (düşmanca) bir tavır takınmıştı. Bunun sebebi de güya sulh olur olmaz Sünnî olmayanların imha edileceği imiş!
Bu ise, garbın, şarklı kütlelerin kendilerince mefruz (ayrılmış) bulunan cahilliğine güvenerek, bütün Müslüman mezhepleri arasında mevcut rabıtaların (bağlantıların) infisah (bozulma) kabul etmez olduğunu hiçbir veçhile kaale (dikkate) almayan hayalperestliğinin mahsulü idi.
O gece konaklayacağımız mahalle varışımızdan iki saat önce, Sungurlu'nun âyan ve eşrafı ile birçok zabitten müteşekkil olan ve bizleri karşılayan heyet, belediye reisinin hemen o akşam vereceği ziyafete hepimizi davet etmeye gelmişti. Belediyedeki ziyafet bilhassa alâka çekici oldu.
Yunanlılara karşı milletçe duyulan nefreti anlatan eşraf, bu düşmanın sistemli olarak tatbik ettiği zulümleri teferruatı (ayrıntıları) ile anlattılar.
Bu arada, millî haysiyeti kurtarmak için halk ile birlikte düşmana karşı cesurane mücadele eden Türk hükûmetine hudutsuz sadakatlerini (bağlılıklarını) Bekir Sami Beye teyit ettiler (doğrulattılar).
Aynı zamanda muntazam ordu birliklerine mensup olarak cephede harp eden askerlerin yanında ehemmiyetli miktarda genç gönüllünün, mübarek vatan topraklarının kurtarılması için, bunlara yardıma gittiklerini ilâve eylediler.
Heyet-i Murahhasa Reisi o akşam fevkalâde bir hitabet kabiliyeti gösterdi ve bütün bulutlar ve sui tefehhümler (yanlış anlamalar) böylece kesin olarak dağıldı.
Son derece mutekit (inanmış) bir kimse olan ve ne soğuk kanlılığı, ne de daha iyi bir istikbale olan imanını kaybetmeksizin kanlı Gazze Muharebesine iştirak etmiş (katılmış) bulunan mevki kumandanı, Mısır'daki esaretlerinden avdet eden (dönen) harp esirleri ile birlikte hemen faal (etkin) hizmete girmişti.
Yunan taarruzundan biraz önce vecit içinde duaya dalan kumandana mes'ut bir ilham vaki olmuş. Plânını mevki-i icraya koymak üzere mıntıkasındaki bütün binek ve yük arabalarına vaz'ı yet ederek (el koyarak, ma-fevklerinin (üstlerinin) müsaadesini almaksızın, işin mesuliyetini tek başına üzerine almak suretiyle elindeki bütün mühimmat ve cephaneyi cepheye sevk etmiş.
İnönü-Eskişehir muharebesinin kızıştığı bir sırada tam vaktinde yetişen bu mühimmat ve cephane, artık tarihe mal olan Türk mukabil (karşı) taarruzunun muvaffakıyetle neticelenmesini temin etmek gibi umulmadık bir talihe nail olmuş. Bu muvaffakıyetli teşebbüsünden sonra Büyük Devlet Reisi tarafından kendisine takdirname gönderilmiş.
İnsanları ancak hadiseler yetiştirir ve onların da kadr ü kıymeti ancak ef'al (işleri) ve harekâtıyla ölçülür. Yukarıda nakledilen vak'a, bu hakikatı bir defa daha teyit (doğrulamakta) ve ispat etmektedir. Fakat şu zamanda vazifesini bilfiil ifa etmiş (yerine getirmiş) olmakla iftihar edebilen ve kısa ömürlerinin sonunda bu dünyada kâfi derecede ziyadar (parlak) bir isim bıraktıkları iddiasında bulunabilecek kaç kişi vardır?
Ertesi sabah erkenden Sungurlu'dan ayrıldık. Yol yeniden güzelleşmişti. Arabalarımız, altı saat müddetle, kâh haşmetli Kızılırmak'ın i'vicâclı mecrasını (kıvrımlı yatağını), kâh harikulâde yeşil ve baştan başa ekili geniş ovayı takip ediyordu.
Kısa bir müddet sonra Karabekir köyünün yanından geçtik. Sihirli manzara işte o zaman başladı. Çünkü, memlehaların (tuzlaların) üstünden yükselen ateş kızılı kayalar silsilesi, başka hiçbir yerde görülemeyen bir güzellik arz ediyordu.
Kamaşan nazarlar bu beklenmedik parıltılı tablodan güçlükle ayrılır. Bu toprak parçasının korkunç ihtişamı ve müstesna rengi, oradan ayrıldıktan sonra uzun müddet insanın zihninden silinmez. Bundan sonra yarı harap bir köprüden geçtik. Bizimki gibi ehemmiyetli bir mevkip (kafile) için oldukça tehlikeli bir geçişti. Akşama doğru bir Türkmen merkezi olan Yağlı Köyü'ne muvasalat ettik (ulaştık).
Altayların içinden gelen Asyalı muharip ırkının ahfadının (çocuklarının) bütün evsafını muhafaza eden bu köy, en iptidaî (ilkel) istirahat imkânlarından bile mahrumdu. Hiçbir şeye ihtiyaçları olmayan bu yavuz pehlivanlar hemen hemen iptidaî bir halde yaşamaktadırlar. Fakat tabiatı ne kadar çok seviyorlar!
Millî İstiklâl Mücadelemizin çeşitli yoksulluklar ve zorluklar içinde geçen ilk döneminde Ankara'mıza gelen ve 12 Mayıs 1337 (1921) günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisimiz Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen Mısırlı Muhterem Prenses Kadriye Hüseyin, Nisan - Haziran 1921 aylarındaki görüşleri ile ilgili olarak "Mukaddes Ankara'dan Mektuplar" adı ile Fransızca yazdığı eserini 1921 yılında Roma'da bastırmış ve derin saygılarıyla Ebedî Başkanımıza takdim etmiştir.
Muhterem Prenses, sözünü ettiğimiz eserinden üç yüz kadarını da, Kurtuluş Savaşımızda, Türkiye Büyük Millet Meclisimizin ilk kuruluş yılında ve sonraları "Evrak ve Tahrirat Müdürü" sıfatıyla Ebedî Başkanımızın emrinde ve yanında çalışmak mutluluğuna eriştiğimi, Ankara'yı birlikte ziyareti sırasında, o zamanki deyişle, Roma ataşemiliterimiz Miralay Edip Servet (rahmetli Tör) tarafından takdimimiz sırasında adımı ve görevimi öğrendiği ve not ettiği için, Türkiye Büyük Millet Meclisi azasına dağıtılmak üzere, adıma göndermiştir.
Ben, bu durumu o zamanki deyişimizle "Reis Paşa"mıza arz ve bu konudaki emirlerini telâkki ettiğim sırada kendileri şöyle demiştir:
"Çocuk, Necmeddin Sahir Bey, bu kıymetli eseri hemen milletvekillerine dağıt. Fakat eser Fransızcadır. Bunu derhâl Türkçeye çevirtmeliyiz. Bu işi de Fransızcasının çok kuvvetli olduğunu evvelce Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyden de öğrendiğim ve benim de bildiğim bizim asker kızımız, senin hayat arkadaşın Cemile Hanımefendiye (*) vermeliyiz. Benim bu recamı hemen kendisine buyur. Eseri hemen Türkçeye çevirsin. Sonra Maarif Vekâleti tarafından bastırılsın."
Reis Paşamızın bu teveccühleriyle iltifat ve itimatlarını, eve dönüşümde derhâl duyurduğum hayat arkadaşım, o günlerin Ankara'sındaki zor koşullar içinde, sözü edilen eserin Fransızca aslından Türkçemize çeviri işlerine koyuldu.
Fakat, birbirini izleyen savaşlar ve olaylar arasında tamamlanmış olan çeviri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi kendini feshetmesi suretiyle Birinci Dönem'in sona ermesi ve yeni seçimlerden sonraki İkinci Dönem'de de çeşitli hükûmet işlerinin artması yanında ülkeyi tehlikeye düşürecek mahiyetteki olayların birbirini izlemesi üzerine, bastırılamadı.
Bu kez, rahmetli hayat arkadaşım Cemile Sahir Sılan'ın Türkçemize çevirdiği bu kıymetli eserin, Ebedî Başkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşamızın, Büyük Atatürkümüzün hatırasına ithaf suretiyle, Kültür ve Turizm Bakanlığımızın kadirbilir ilgisi ile aradan geçen uzun yıllardan sonra da olsa, basılmasını, sağlığındaki emirlerinin gerçekleştirilmesi bakımından, ayrı bir mazhariyet sayıyoruz.
Necmeddin Sahir SILAN
ANADOLU'DAKİ YUNANLI EHL-İ SALİP (1)
SEFERİNİ GÖZLERİYLE GÖREN (ŞAHİT)
RESSAM PİSANİ'NİN HARP ALBÜMÜNDEN
BAZI SULU BOYA RESİMLER
Ey kılıç! Sen her ne kadar hayatın muhafızı isen de, onun gibi fanî ve vefasızsın; sen her ne kadar insan hayatının düşmanı isen de, aynı zamanda onun muhafızısın.
Sen, muharebe sahasında bulut ve yıldırıma benzersin; onun için ağladığın zaman bir bulut gibi ağlar ve ey kılıç; güldüğün zaman da bir şimşek gibi gülersin.
BEDRETTİN
BİRKAÇ KELİMELİK İZAHAT
Anadolu'da istiklâl için sürdürülmekte olan mücadelenin elem verici kâbusunun gittikçe çetinleşip vehamet kesp ettiği ve bütün garp (batı) âlemini tesiri altında bırakmak suretiyle zihinlere ağır bastığı bir sırada, geçen ilkbaharda, Küçük Asya'dan almış olduğum mektup ve notları tasnif ettim ve şu küçük kitapta toplamak istedim. Beni en çok ilgilendirici bazı teferruatı bunlar arasından derledim.
Meçhul kalan ve nüfuz edilmesi mümkün olmayan şarktaki (doğudaki) bu harimimizin (kutsal yerimizin) hiç neşredilmemiş bulunan bu klişelerini umumî arz etmekle, bütün bir âleme elem verici heyecanının titreştiği mukaddes bir ilticagâh (sığınma yeri) olan bu uzak ve ebedî şehrin üstündeki esrar perdesini, biraz olsun, kaldırmış olduğumu zannetmekteyim.
Dünya yüzünde tek ve nüfuzlu bir şehir olan Ankara, sarsılmaz kahramanlığı sayesinde, bütün Müslüman milletlerin gayretlerini, onun ümit mihrakının alevinde ısıttıkları asrî bir ziyaretgâh olmuştur.
Onun harikulâde ve hüzünlü güzelliğinin hayalini burada anlatmak, benim için şayet bir zevk ise, ben bu işi onun için titreşen ve çarpan, onu hiç görmedikleri hâlde onun sihirli kudretine inanan ve onun heyecanlı davetine hazır olan kalpler için sağladım.
Ben, onların uzakta kalan, fakat hamiyetli olan muhabbetlerine inanmaktayım; çünkü onların bugünkü hislerinin şiddetinden yarının parlak şafağının doğacağından eminim ve şimdiki sıkıntı ve merarete (acısına) rağmen, bunu sarsılmaz bir itimatla beklemekteyiz.
K.H.
Cortina, Temmuz 1921
BİRİNCİ MEKTUP
Samsun, 16 Nisan 1921
"Audace" torpido muhribi, Türk Heyeti Murahhasası ile birlikte, 10 Nisan öğleden sonra saat dört buçukta Brindisi'den ayrılıyordu.
Hava çok güzeldi! Gemi, bembeyaz büyük bir deniz kuşu gibi, hafif martı kanatlarına benzeyen kanatlarında, birlik ve beraberlik içinde çarpan ve en son fedakârlığa da razı olan bu mağrur pehlivanların kalplerini, uzaklara, imanı uğrunda eza (sıkıntı) çeken topraklara doğru götürüyordu.
Torpido muhribinin daracık güvertesinde sıralanmış olan bu kıymetli zevat, şimdi, ellerini bir defa daha sıkmaya gelen nadir dostlarını selâmlıyorlardı.
Meçhul bir akıbete yol almak üzere olan bu gemi karşısında, uğurlamaya gelenler heyecan duymakla beraber, beyaz mendillerini sallayarak gülümsüyorlardı. Bir resmiyet havası taşıyan bu anı, esrarlı bir sükût kaplıyordu. İstikbal (gelecek) hakkında bu kadar emin olarak yola çıkan bu cesur elçiler, murahhaslar (delegeler) nereye gidiyorlardı? Yolculuklarının sonunda, muvaffakıyete kavuşabilecekler miydi? Rıhtımda kalacak beyaz harp gemisinin limandan çıkışını gözleri ile takip eden hakikî dostlar için bu, nüfuz edilemez bir meseleydi.
Tam yolla giden "Audace" gemisi, kısa bir zaman sonra coşacak olan suları yarıyordu. Gemi sanki durup dinlenmeden dövüşen, yenilmek bilmez kahramanlara teselli verici sözler götüren, bu bir avuç yiğit ruhu taşımak gibi büyük mesuliyetini müdrikmişçesine, dalgalarla cesurane mücadele ediyordu.
Taşıdığı adıyla mukadderatı (yazgısı) sanki önceden tayin edilmiş olan bu martı, durup dinlenmeksizin uçuyor, uçuyordu.
Kısa bir müddet sonra Çanakkale Boğazı'nın girişi ile beşeriyetin (insanlığın) en korkunç ve dev-âsa (dev gibi) muharebelerinden birinin cereyan etmiş olduğu bu ince kara şeridi boyunca uzanan batmış gemilerin acıklı grubu göründü...
İnsan kalbi, mazideki bu mücadelelerin amansız teferruatını dinlerken burkulur ve hafızalarda silinmeden kalacak olan bu sahillerin derinliklerine ebediyen gömülen kahraman kardeşlerin akıl almaz istatistiği önünde durur gibi olur. Çekilen bunca ıstırabın fanî hatırası, milletinin mukadderatını tayin edecek bir saatte büyük bir üstünlük gösterecek mukaddes (kutsal) birlikleri ile savaşa katılan ve böylece vaziyete hâkim olan insanın kudretli simesanı (izi) daha vazıh (açık) bir şekilde meydana çıkarıyordu.
Muharebenin, genç kumandanının zaferi ile neticelenen bu dasitanî (destansı) safhası lâyıkı ile bilinmekte olduğundan burada tekrarına lüzum görülmedi: Mustafa Kemal artık tarihe mal olduğu gibi onun yarattığı eser de millî destanın en şanlı sahifelerinden birini teşkil etmektedir.
Heyet-i Murahhasa (Delegeler) İstanbul'da unutulmaz bir şekilde karşılandı. Bütün şehir bayram ediyor ve halk, İtilâf devletleri donanmasının mevcudiyetine rağmen coşkunluğunu gizleyemeyerek sevincini izhar (göstermek) için her vasıtaya başvuruyordu.
Coşmuş olan halk, inanılmaz derecede cesur ve zeki olan ve Londra Konferansı sırasında Avrupalılarca lâyıkı veçhile takdir edilen Heyet-i Murahhasa Reisi Bekir Sami Beyi hararetle alkışlıyordu.
Ne gariptir ki, bu idam mahkûmu, hayatının en heyecanlı ve en parlak saatlerini şimdi idam hükmünün verildiği aynı şehirde yaşıyordu! İnsan hayatı cilvelerle dolu değil mi?
Her türlü sevgi tezahüratı (gösterisi) içinde geçen parlak bir geceden sonra, ertesi gün "Audace" Boğaziçi'nin harikalı iki sahili boyunca kendini takip eden sayısız kayık, sandal, motorbot ve küçük vapurların refakatinde, öğleden sonra saat dört buçukta yoluna devam ediyordu.
Boğazın Rumeli sahilinde olduğu kadar Anadolu sahilinde de halkın coşkunluğu son haddini bulmuştu. Edilen duaların ve sevinç haykırışlarının sesi göklere yükseliyor, mendiller sallanıyor, her taraftan alkışlar çınlıyordu. Ancak, biraz sonra, bu bayram havası sona erdi ve karanlığın basması ile de bu sihirli hava tamamıyla nihayet buldu. Çünkü, Karadeniz'in girişinde feci tahrip sahneleri başlıyordu. Rumlar, birçok köy topluluklarını yakmış oldukları gibi bütün sahil de alevler içinde idi.
Kesif dumanların üstünden iri alev sütunları yükseliyor ve bütün sahil boyunca, on seneden beri mücadele edenlerin zavallı kulübecikleri, beşerî adalet hakkındaki hayalleri ile birlikte yıkılıp gidiyordu. Bu unutulmaz derecede korkunç temaşa (görüntü) bütün gece devam etti.
Kar, kalın bir halı gibi yerleri kapladığından ve nakil vasıtası temini de güç olduğundan şirin ve küçük İnebolu limanında karaya çıkamadık; "Audace" da daha ilerideki Samsun'da demirledi.
Yine burada da her sınıftan halk, Heyet-i Murahhasa'yı istikbal (karşılamak) için bekleşiyordu. Bu Anadolu halkı daha heyecanlı, huşu içinde ve dindar görünüyordu. Bunlar, haklarında Avrupa'nın verdiği kararı öğrenmek için gelmişlerdi. Bu topluluk "Kelime-i Tevhit"i okuyarak murahhaslara yaklaşıyor, muazzam bir insan okyanusunun dalgalanması gibi, ilerledikçe etrafta "Lâ ilâhe illallâh, Muhammeden Resûlullah" mukaddes cümlesinden başka bir ses duyulmuyordu. Binlerce ağızdan çıkan bu iman kelimeleri, ateşin bir istirham name gibi etrafa yayılıyordu.
Murahhaslar, mukaddes topraklara ayak basar basmaz, Uşak ve Dumlupınar mıntıkalarındaki son Türk muvaffakıyetlerini ve aynı zamanda, Yunan ordularının, İnönü-Eskişehir muharebesinden sonra kaçarken ika ettikleri (yaptıkları) katliam ve cinayetleri öğrendiler.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşanın Yunanlılarca işlenen vahşetlere dikkatlerini çekmek üzere, bütün Avrupa devletlerine nevmidane (umutsuzca) bir müracaatta bulunduğu öğrenildi:
"Muharebe sahasında esir edilen askerlerimiz, gözleri süngü ile oyulduktan sonra şehit ediliyor. Gayr-ı muharip (savaşa girmeyen) ahali, cinsiyet ve yaş gözetilmeksizin, katlediliyor (öldürülüyor); bütün eşyaları, hezimet halindeki Yunanlılar tarafından yağma olunuyor; kadınlar ve genç kızlar tartaklanıyor; müteaddit (birçok) şehir ve köylerle çiftlikler, bilhassa camiler baştan aşağı yakılıyor. Bu meyanda Osmanlı hanedanının kurucusu olan Ertuğrul Gazinin Söğüt'teki mübarek türbesi dinamitle tahrip edilmiştir. Yunanlıların, umumiyetle vicdansızca ika ettikleri hareketlerin icrasında hiçbir insanî düşünce veya hiçbir harp kaidesi kendilerine mâni olamamıştır vs., vs."
Ne yazık ki, Müslüman bir milletin itlâfı (yok edilmesi) mevzuubahis olduğundan, Avrupa mutat sağırlığına sadık kaldı. Yüzyıllardan beri tasmim (tasarlanan) ve tatbik olunan ifna (yok etme) hareketi işte böylece devam edegeliyordu.
Verdikleri beyanata göre Yunan ordularının şu barbar Türklere medeniyet götürdüklerini iddia ettikleri sırada bütün İslâm milletleri kan ve ateşin üzerinden ellerini birbirlerine uzatarak mukaddes ittihatlarını (birlikleşmelerini) daha da sıkılaştırıyorlardı.
Çünkü, garip bir tesadüf eseri olarak "Haydut yatağı" diye tavsif olunan (tanımlanan) bu topraklar şimdi İslâmiyet'in merkezi oluvermişti.
İşte sadece bu sebepledir ki, bundan birkaç gün önce, Afganistan'ın fevkalâde murahhası, Anadolu'da "İstikbal" gazetesinin bir muharririne, "Afganlıların bu gibi millî hareketleri, İslâm dünyasının selâmetini ve kurtuluşunu temin edecek mahiyette telâkki eylediği, Afganistan'ın Türkiye'yi büyük rehber olarak kabul ettiği ve İslâmiyet uğrunda kendisini feda edebileceğini bütün Müslüman milletlerin müttehiden (birlik içinde) Ankara Hûkümeti için çalışmaları icap ettiği vs., vs." yolunda beyanatta bulunmuştu.
İşte; istiklâlini muhafaza etmek için çarpışan bütün bir milletin acı hakikate uyanışı! İnsan, Samsun'dan itibaren, kendisini ıstırap çeken, çarpışan ve buna rağmen ümidini kesmeyen bir âlemde buluyor.
İKİNCİ MEKTUP
Çorum, 20 Nisan
Anadolu Oteli
Samsun'daki Mıntıka Palas Oteli'nden mektup yazmak güç oluyordu. Çünkü, bu müreffeh şehre gelişimizin hemen akabinde resmî kabuller, mecburî ziyaretler ve muhtelif meşgaleler her türlü muhaberata (haberleşmeye) mâni oluyordu. Oradaki hayatımız, on beş gün evvel terk edilmiş şehirlerdeki mutat hayattan farksızdı. Ancak, oradaki hususiyet, Anadolu'nun bu pek zengin ticaret merkezi, cengâver bir manzara arz etmekte ve tabir caizse, çok miktardaki askerî otomobil dolayısıyla, âdeta asker elbisesi giymiş gibi idi.
Birçok zabit ve askerin gidiş gelişleri sakin caddelerin çehresini değiştirmiş olduğu gibi şehrin bütün mahallelerinde mutat (alışılmış) olmayan bir hareket göze çarpıyordu. Sakin olan tek yer, civardaki bütün binalarının, evvelce Rus donanması tarafından bombardıman edilmesi yüzünden cepheleri yıkılmış olması dolayısıyla derin yaralar taşıyan meşhur limandı. Ancak, Samsun bir askerî liman değildir.
Bekir Sami Bey, bütün gün, eşrafı, yüksek rütbeli zabitleri, nüfuzlu tüccarları ve Türkiye hakkında duydukları muhabbet ve sadakati arz etmek ve nihaî zafer için temenniyatta (dileklerde) bulunmak üzere gelen ve asılları Türk ırkından "Osmanlı Rumları"nın oluşturduğu bir heyeti kabul etti.
Heyet-i Murahhasa Reisi kendilerine, "Rum meselesi"ni bilenler için manidar bir iltifat gösterdi. Çünkü, yabancı entrikalar sayesinde ortada bir "Rum meselesi" yok muydu? Hatta bir ara, Rumlar ayaklanarak Samsun'a hâkim olmuşlardı.
İşte, o zaman, Ankara hükûmeti, Samsun'a, önce ayaklanmayı bastırması, sonra da, kendileri Türk ırkından oldukları hâlde öz kardeşlerine karşı isyan ettiklerini ispat eden, hayret verici bir hakikate dayanan delillerle kendilerini teskin etmeyi başaran çelik iradeli bir zat göndermek akıllılığını göstermişti.
Bunun üzerine sakinleşen Rumlar düşündüler ve menşelerini itiraz kabul etmez bir şekilde ortaya koyan delilleri tamamen ve kat'î olarak teslim ile Ankara hükûmetine tamamen hak verdiler.
İnsan, "Müslüman Türkler"in konuştuğu aynı lisanı konuşan bu Türk asıllı Rumların simalarını görüp konuşmalarını dinleyince derin bir hayrete düşer. Bunları hakikî kardeşlerinden ayıran dinlerinden başka bir fark yoktur.
Bunlar İstanbul'daki Ortodoks Kilisesine bağlı olmakla beraber bütün dualarını halis Türkçe olarak tekrarlamaktadırlar. Türklerle aynı tipte, aynı lisanı konuştuklarında Fener Patrikhanesi'nden ayrılarak kendilerine Anadolu'da müstakil bir kilise kurmak için müracaatta bulunmuşlardı.
Bu Rumlar, Türkiye'nin Karadeniz sahilinin hemen tamamını işgal etmekte olduğundan mühimce bir zümre teşkil ederler. Bunlar, ayaklanmaları bastırıldıktan sonra, yüksek mevki ve makamlarda vazife aldılar ve hükûmete karşı büyük bir nüsnüniyet gösterdiler.
Mutasarrıflıkta verilen büyük ziyafette heyecanlı nutuklar söylendi. Heyet-i Murahhasa Reisi de, bunlara yorulmak bilmez gayreti ve mutadı olan sükûneti ile cevaplar vererek Avrupa'daki vazifesinin gayesini ve gerek Paris'te, gerek Roma'da kendilerine gösterilen iyi karşılamayı kısaca izah etti. Böylece herkese ümit ve teselli sözleri söyleyerek kaçınılmaz bir muvaffakıyet intibaı yarattı.
Ziyafet müddetince bir askeri bando millî havalar çaldı. Bu, bizleri bekleyen vatanın sanki ilk karşılayışı idi.
Ertesi sabah saat 9'da bütün eşrafın ve ahaliden bir kısmının refakat ettiği (katıldığı) otuz iki arabadan müteşekkil heybetli mevkibimiz (kafilemiz) yola koyuldu. Bu refakat bir saatten fazla sürdü ve bu müddetin sonunda mola verildi. İşte o zaman, gerek eşraf ve gerek ahali hep beraber, Heyet-i Murahhasa Reisine müteaddit teminat (çeşitli güvenceler) vererek, bütün vasıtalara müracaatla sonuna kadar mücadeleye yemin ettiler.
Sonra, bayraklar ve üzerinde nefis hatla yazılmış levhalarla zengin bir surette donatılmış olan Samsun'u geride bırakarak, derin bir heyecan içinde bize refakat edenlerden ayrıldık. Şehri süsleyen levhalardan birinde şu yazılar okunuyordu:
"Barıştan başka bir emeli olmayan bir milletin katlandığı ıstırapları ve kendisine reva görülen haksızlıkları bütün Avrupa'ya izah eden Heyet-i Murahhasa'yı selâmlarız."
Mevkibimiz (kafilemiz) şimdi askerî muhafızların refakatinde yol alıyordu. Çok güzel olan yolun iki tarafını zümrüt tepecikler çevreliyordu. İlkbahar kendini tam manasıyla göstermekteydi. Her renkten sayısız çiçek, nazarları zevkle çekiyordu. Birden, ortalığa bambaşka ve baygın bir koku yayıldı. Uçsuz bucaksız yabanî menekşe tarlalarından geçiyorduk.
İşte, o sırada mevkibimizde rikkati mucip (acıklı) bir hâdise vukua geldi. Mütevazı Anadolu menekşesini gören murahhaslar, bu remzî çiçeğin derinliklerinden yaralı vatanın cevherini toplayıp koklamak üzere arabalarından indiler. Bundan sonra yine arabaları ile tekrar yola koyuldular.
Öğle yemeği, her zaman olduğu gibi, etrafı mükemmel surette techiz edilmiş (donatılmış) yiğit askerlerle çevrili, asır-dîde bir handa yenildi. Genç zabitlerin kumanda ettiği bu askerler unutulmaz güzellikteki bu yolu muhafaza etmekteydiler.
Akşama doğru, dereler ve ekili ovalarla çevrili şirin bir köy olan Çakallı'ya varıldı. Bu köy şimdi mıntıkanın askerî merkezi imiş.
Mıntıka kumandanının daveti üzerine akşam yemeği kışlada yenildi. Yemekler nefisti ve askerlerce görülen hizmet şayan-ı hayret derecede düzgündü. Yemekten sonra murahhaslar, kışla önünde toplanan yüzlerce askerin, teşkil ettiği geniş dairenin ortasında askeri bandonun çaldığı havalara uyarak, alev alev yanan meşalelerin ışığında, oynadıkları oynak tempolu oyunları seyrettiler.
Bu arada, küçük bir asker seyirciler içinden sıyrılarak meydana çıktı ve millî destandan hamasî parçaları coşkunlukla okudu.
O esnada iki yanında yer almış olan diğer iki asker de, ellerindeki bayrakları, Türkiye'nin tarihine, fütuhatına, oynadığı role, müdafaasına ve nihayet istiklâli için vermekte olduğu mücadeleye ait mısralar okuyan askerin başı hizasında tutuyorlardı.
Hazret-i Peygamberin mukaddes sancağını muhafaza uğrunda milletinin takriben yedi asırdan beri katlandığı ıstırapları anlatırken, küçük askerin sesi, heyecandan titriyordu. Vatanî nutkunu, ''şerefle yaşamayı temin edinceye kadar mücadele edeceğiz'' diyerek bitirdi.
Orada hazır olanların hepsinin gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu, insanı derin bir heyecana düşüren öyle azametli bir sahne idi ki, Heyet-i Murahhasa Reisi, hakikî takdirlerini ifade eden ümit dolu sözlerle, cevap vermek mecburiyetinde kaldı.
Bundan sonra, eserleri daha şimdiden Türkiye'de beğenilen genç ve kibar bir muharrir olan ve Anadolu matbuatının ''Heyet-i Temsiliye'' nezdindeki siyasî mümessili olarak orada bulunan Ruşen Eşref Bey söz aldı ve küçük askere şunları söyledi:
''Millî şairlerimizin müntehap (seçkin) şiirlerini çoktan beri bilir ve müstesna büyüklükleri için severim. Amma bunları okur veya dinlerken asla bu akşamki kadar heyecanlanmadım. Bu heyecanı kalbimin derinliklerinde duymaklığım için bu şan ve şeref şiirlerini senin gibi kahramanın okuması lâzımdı.
Ben de senin gibiyim; ben de sahip olduğum tek silâhı milletimin hizmetinde kullanıyorum. Mukaddes vatan topraklarını muhafaza için senin kılıcın var; benim silâhım ise kalemim."
Daha sonra Anadolu matbuatının kıdemlisi ve İslâm dünyasında çok yaygın olan ''Hâkimiyet-i Milliye'' (*) gazetesinin sahibi ve başmuharriri Yunus Nadi Bey; birkaç söz söyleyerek nutkunu şu güzel sözlerle bitirdi: ''Silâhlar ve matbuat, başka tabirle cesaret ve zekâ, yani meşru emellerinin muvaffakiyeti için lüzumlu olan bu iki güce kahraman milletimiz sahiptir. Bütün halk da, ona, sonuna kadar ümit ve servetini verdiğinden, sabır ve tahammül dolu bu ulvî seneler zarfında katlanılan bunca fedakârlık ve tarife sığmaz feragati Cenab-ı Hak elbet parlak bir zaferle tetviç edecektir (taçlandıracaktır).''
Bunun üzerine bütün askerler, hep bir ağızdan, ''Sevgili vatanımız için ölmeye hazırız'' diye bağırdılar.
Böylece, derin heyecanlar içinde geçen bir geceden sonra ertesi sabah Çakallı'dan hareket ettik. Fakat mevkibimiz (kafilemiz) henüz hareket etmişti ki, yiğit bir atlının topluluğumuzu taşıyan arabalarımıza doğru ilerlediği görüldü. Bu yiğit atlı murahhasları saat onda Kavak'ta çay içmeye davet ediyordu.
Kavak, şirin bir tepe üzerinde kurulmuş sevimli bir kasabadır. Burada, sıralanmış kız ve erkek küçük mektepliler, ellerinde bayraklar, sulh elçilerini bekliyorlardı. Bizleri vatanî bir şarkı ile karşılayan öğrenciler Heyet-i Murahhasa Reisi'ne hitap ile hepimizi mütehassis eden (duygulandıran) nutuklar söylediler. Zaferle neticelenecek olan mücadelenin sonunda çıkabilecek müşkülâttan (güçlükten) ümitsizliğe düşülmemesini Bekir Sami Beyden rica ettiler.
Uzun boyluluğu herkesin malûmu olan Bekir Sami Beyin sözlerini daha iyi işitebilmek için bu yavrucakların başlarını kaldırmaları rikkati mucip (acıklı) oluyordu. Bekir Sami Beyin konuşmasından sonra da şöyle sesleniyorlardı: ''Biz her ne kadar görünüşte nahif ve küçük isek de kalplerimiz kuvvetli ve büyüktür. Çünkü, biz ulvî bir mücadelenin çocuklarıyız.''
Kavaklı kadınlar, bize, kasabalarına mahsus tatlılar gönderip istikbal için ümitli olduklarını duyuruyor ve iyi temennilerini (dileklerini) bildiriyorlardı.
Çaylar içildikten sonra yola çıkıldı ve ''Üç Hanlar''a varıldı. Öğle yemeği orada yenildikten sonra akşama doğru ''Havza''ya muvasalat olundu (varıldı). Kasabaya bir saatlik mesafeden gelen kadınlar Heyet-i Murahhasa'yı karşıladılar. Hepsi, çarşaf yerine beyaz ve havaî mavi çizgili, evde dokunmuş bezden yapılmış entariler giymişlerdi. Yolun sağında ve solunda, murahhasların iki yanına dizilen bu kadınlar, sade ve aynı zamanda zarif olan bu kıyafetlerle millî teşebbüsün mükemmel bir örneğini veriyorlardı.
Bu şirin kasaba, birinci sınıf sayfiye yeridir. Burada, şu zengin ve esrarlı Anadolu'nun sayılmaz sırlarını bilenlerce çok beğenilen maden suları vardır. Bu sular Eruan ve Fiuggi maden sularının haiz oldukları hassalara (özelliklere) sahiptir ve böbrek hastalıkları için tavsiye edilmektedir.
Burası, istikbalde çalışmaktan zihinleri yorulanların, hiç kuşkusuz gelip dinlenecekleri ve böyle tedavi görebilecekleri bir istirahat (dinlenme) yeri olacaktır. Bu serinlik ve yeşillik yuvasının huzur verici sükûneti ve aynı zamanda havasının letafeti (güzelliği) sayesinde, asap bozukluğundan şikâyet edenler, önceki kuvvetlerine, canlılıklarına bu yerde mutlaka, yeniden kavuşacaklardır.
Havza'dan sabahın erken saatlerinde ayrılarak çay vaktinde Merzifon'a vâsıl olduk. Asker ve sivil suvariler, yine delegeleri istikbale (karşılamaya) gelmişlerdi. Bu güzel yolda ilerledikçe karşılayanların sayısı gözle görülür derecede artıyordu.
Bu büyük kasabada bize gösterilen iyi kabul, gördüklerimizin en parlaklarından biri oldu. Bir ''Keşşaf (Kaşif) Birliği'' geniş meydandaki belediye binası önünde yer almıştı. Burada karşılıklı nutuklar söylendi. Delikanlılar ile genç kızlar vatanî şarkılar söylüyorlardı. Hatta bunların içlerinden biri, bir küçük öğrenci şu sözleriyle orada bulunanları heyecanlandırdı:
''Biz, ecnebi bir memlekette kahramanca dövüşen ve vatanın şan ve şerefi için ailesinden uzaklarda şehit düşen, millî ve dahî Kara Mustafa Paşanın hemşehrileriyiz. Milletlerin, beşeriyet tarihinin temevvücleri (dalgaları) ile, muhataralı anında katlanılması icap eden ulvî fedakârlığı biliyor ve takdir ediyoruz. Ancak asil cihangirlerin ahfadı (çocukları) olan bizler asla baş eğmeyeceğiz.''
Bu kasaba, Türkiye'nin en anlamlı camilerinden birine sahip olmakla iftihar edebilir. Merzifonlu olan veziri Kara Mustafa Paşanın zaferini tebcil etmek (yüceltmek) üzere Halife Sultan tarafından inşa olunan bu cami, saf bir Türk mimarisi tarzındadır.
Cami avlusunun ortasında bulunan şadırvanın her tarafı hususî tarzda yapılmış bir çatı ile kapatılmıştır ve iç tarafında, Viyana ve Budin seferlerinin başlıca muharebelerini tasvir eden o zamana ait silâhların resimleri ile çevrili tablolar vardır.
Bu tablolardan birinde görülen kanatlarını açmış koruyucu melek resimleri ile sanki bu kahramanlık günlerinin hatırası muhafaza edilmek istenilmektedir. Camiin inşaası sırasında dikilmiş olan asır-dîde üç çınar hâlâ ayaktadır. Bunlar, muhteşem ve kudretli dallarında, o şaşalı günlerin sırlarını saklamaktadır.
O gün hava fırtınalı idi. Semayı kaplayarak havayı ağırlaştıran bulutlar ruha sıkıntı veriyordu. Ufuk, korkunç bir şekilde kararıyordu. Bu, acaba gelecekle birikecek olan gailelerin habercisi miydi? İlkbaharın büyüleyici güneşinden sonra, Ankara'ya çok yaklaştığımız bir sırada gelen bu tufan-âsa yağmur bütün kalpleri hüzünle dolduruyordu.
Eski bir topçu binbaşısı olan ve pehlivanca kuvvetiyle olduğu kadar nişancılığı ile de şöhret kazanmış olması, Merzifon Kaymakamına ''Topla tavşan avlayan'' gibi acayip bir lâkap takılmasına sebep olmuştur. Havanın hüzünlü olmasına rağmen Kaymakam Bey bizi fevkalâde iyi karşıladı.
İngilizler, Mondros Mütareke-namesinden sonra Merzifon'a kadar ilerlemişlerse de, bu işgal İtilâf devletlerince cebren (zorla) kabul ettirilen şartların hiçbirinde derpiş edilmemiş (göz önünde bulundurulmamış) olduğundan, o zamanlar buraların kumandanı olan cesur Refet Paşanın ısrarı üzerine, kasabayı boşaltmak mecburiyetinde kalmıştır.
Bu tarihî kasabadan, gidilecek yolun uzunluğu nazara alınarak, ertesi sabah erkenden terk etmek icap etti. Altmış kilometrelik bir yolculuktan sonra, Çorum'a varıldı ve Anadolu Oteli'ne yerleşildi.
Buraya varışımızda henüz gelmiş olan resmî tebliği okuduk. Bu tebliğde, alev alev yanan bir Türk köyünde esir edildikten sonra, Türkiye'yi sonuna kadar fakirleştirip yozlaştırmak, bir daha kalkınamayacağı ümitsiz bir sefalete duçar etmek (düşürmek) üzere önüne gelen herkesi katletmek, her şeyi yağma etmek için hususî talimat aldığını itiraf eden bir Yunan zabitinden bahsediliyordu.
Bu da barbarları medenîleştirmenin garip bir yolu değil mi? Asrî Ehl-i Salip seferleri, altı buçuk asır önce IX. Saint Louis'nin idare ettiklerinden ne kadar da hunhar (kan dökücü)!
Bizler bu elemli düşüncelere dalmışken, birden sazlar çalmaya hünerli sanatkârlar, böylesine mürettep bir şekilde işkence edilen şarkın tarif edilmez halâvet (şirin) ve izah edilmez rehavetinin (ağırlığının) teganni ettiği şarkılar çalınıp söylenmeye başladı. Bu heyecanlı havaların mücadele, ıstırap, meraret (tatsızlık) ve hıçkırıkları, ahalinin anlatılmaz perişanlığı ve milleti temsil eden delegelerin derin kederiyle hem-ahenk düşüyordu.
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Yahşihan İstasyonu
24 Nisan
Çorum'a kadar takip edilen yol fevkalâde güzel ve arabaların geçişine tamamıyla müsaitti. Fakat bu mevkiden pek çok meşakkatle (zorlukla) akşamın saat altısında muvasalat ettiğimiz (vardığımız) Sungurlu'ya kadar olan kısım, tasavvur edilemeyecek kadar bozuktu.
Sungurlu'ya vaktinde varabilmek için Kızılırmak'ın kollarından on beş defa geçmek icap etti. Otuz iki arabalık bir mevkibin (kafilenin), muhafızları ile birlikte, su içinden geçerek bu küçük ırmakları katetmesi dünyada emsali olmayan, görülecek bir manzara idi.
Çorum'dan ayrıldığımız sırada Heyet-i Murahhasa azası arasında heyetin muhafazasını teminen ihtiyat tedbirleri alınmasını gerektiren garip bir şayia dolaşmaya başlamıştı.
Bu şayiaya (söylentiye) göre ekseriyeti Alevî veya Şiî olan Sungurlu halkı, bazı yabancı entrikalara inanmak gafletine düşerek, Ankara'daki hükûmete karşı hasmane (düşmanca) bir tavır takınmıştı. Bunun sebebi de güya sulh olur olmaz Sünnî olmayanların imha edileceği imiş!
Bu ise, garbın, şarklı kütlelerin kendilerince mefruz (ayrılmış) bulunan cahilliğine güvenerek, bütün Müslüman mezhepleri arasında mevcut rabıtaların (bağlantıların) infisah (bozulma) kabul etmez olduğunu hiçbir veçhile kaale (dikkate) almayan hayalperestliğinin mahsulü idi.
O gece konaklayacağımız mahalle varışımızdan iki saat önce, Sungurlu'nun âyan ve eşrafı ile birçok zabitten müteşekkil olan ve bizleri karşılayan heyet, belediye reisinin hemen o akşam vereceği ziyafete hepimizi davet etmeye gelmişti. Belediyedeki ziyafet bilhassa alâka çekici oldu.
Yunanlılara karşı milletçe duyulan nefreti anlatan eşraf, bu düşmanın sistemli olarak tatbik ettiği zulümleri teferruatı (ayrıntıları) ile anlattılar.
Bu arada, millî haysiyeti kurtarmak için halk ile birlikte düşmana karşı cesurane mücadele eden Türk hükûmetine hudutsuz sadakatlerini (bağlılıklarını) Bekir Sami Beye teyit ettiler (doğrulattılar).
Aynı zamanda muntazam ordu birliklerine mensup olarak cephede harp eden askerlerin yanında ehemmiyetli miktarda genç gönüllünün, mübarek vatan topraklarının kurtarılması için, bunlara yardıma gittiklerini ilâve eylediler.
Heyet-i Murahhasa Reisi o akşam fevkalâde bir hitabet kabiliyeti gösterdi ve bütün bulutlar ve sui tefehhümler (yanlış anlamalar) böylece kesin olarak dağıldı.
Son derece mutekit (inanmış) bir kimse olan ve ne soğuk kanlılığı, ne de daha iyi bir istikbale olan imanını kaybetmeksizin kanlı Gazze Muharebesine iştirak etmiş (katılmış) bulunan mevki kumandanı, Mısır'daki esaretlerinden avdet eden (dönen) harp esirleri ile birlikte hemen faal (etkin) hizmete girmişti.
Yunan taarruzundan biraz önce vecit içinde duaya dalan kumandana mes'ut bir ilham vaki olmuş. Plânını mevki-i icraya koymak üzere mıntıkasındaki bütün binek ve yük arabalarına vaz'ı yet ederek (el koyarak, ma-fevklerinin (üstlerinin) müsaadesini almaksızın, işin mesuliyetini tek başına üzerine almak suretiyle elindeki bütün mühimmat ve cephaneyi cepheye sevk etmiş.
İnönü-Eskişehir muharebesinin kızıştığı bir sırada tam vaktinde yetişen bu mühimmat ve cephane, artık tarihe mal olan Türk mukabil (karşı) taarruzunun muvaffakıyetle neticelenmesini temin etmek gibi umulmadık bir talihe nail olmuş. Bu muvaffakıyetli teşebbüsünden sonra Büyük Devlet Reisi tarafından kendisine takdirname gönderilmiş.
İnsanları ancak hadiseler yetiştirir ve onların da kadr ü kıymeti ancak ef'al (işleri) ve harekâtıyla ölçülür. Yukarıda nakledilen vak'a, bu hakikatı bir defa daha teyit (doğrulamakta) ve ispat etmektedir. Fakat şu zamanda vazifesini bilfiil ifa etmiş (yerine getirmiş) olmakla iftihar edebilen ve kısa ömürlerinin sonunda bu dünyada kâfi derecede ziyadar (parlak) bir isim bıraktıkları iddiasında bulunabilecek kaç kişi vardır?
Ertesi sabah erkenden Sungurlu'dan ayrıldık. Yol yeniden güzelleşmişti. Arabalarımız, altı saat müddetle, kâh haşmetli Kızılırmak'ın i'vicâclı mecrasını (kıvrımlı yatağını), kâh harikulâde yeşil ve baştan başa ekili geniş ovayı takip ediyordu.
Kısa bir müddet sonra Karabekir köyünün yanından geçtik. Sihirli manzara işte o zaman başladı. Çünkü, memlehaların (tuzlaların) üstünden yükselen ateş kızılı kayalar silsilesi, başka hiçbir yerde görülemeyen bir güzellik arz ediyordu.
Kamaşan nazarlar bu beklenmedik parıltılı tablodan güçlükle ayrılır. Bu toprak parçasının korkunç ihtişamı ve müstesna rengi, oradan ayrıldıktan sonra uzun müddet insanın zihninden silinmez. Bundan sonra yarı harap bir köprüden geçtik. Bizimki gibi ehemmiyetli bir mevkip (kafile) için oldukça tehlikeli bir geçişti. Akşama doğru bir Türkmen merkezi olan Yağlı Köyü'ne muvasalat ettik (ulaştık).
Altayların içinden gelen Asyalı muharip ırkının ahfadının (çocuklarının) bütün evsafını muhafaza eden bu köy, en iptidaî (ilkel) istirahat imkânlarından bile mahrumdu. Hiçbir şeye ihtiyaçları olmayan bu yavuz pehlivanlar hemen hemen iptidaî bir halde yaşamaktadırlar. Fakat tabiatı ne kadar çok seviyorlar!
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 2
- Büleklär
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4023Unikal süzlärneñ gomumi sanı 235123.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4055Unikal süzlärneñ gomumi sanı 237923.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4053Unikal süzlärneñ gomumi sanı 236723.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4155Unikal süzlärneñ gomumi sanı 232725.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4060Unikal süzlärneñ gomumi sanı 234724.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 481Unikal süzlärneñ gomumi sanı 37835.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.