Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4
Süzlärneñ gomumi sanı 4155
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2327
25.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
45.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Otomobil, yolun genişletilmesi işinde çalışanları geçtikten biraz sonra vakur Karadenizli askerlerin nöbet bekledikleri küçük bir karakol binasının önünde durdu.
Birkaç metre ileride, sola döndüğümüzde, kendimizi, Büyük Devlet Reisinin kır köşkünün önünde, basit bir ahşap parmaklığın çevrelediği taraça şeklinde bir bahçede ayakta durmakta olan Büyük Devlet Reisinin huzurunda bulduk.
Kendisi lâcivert bir kostüm giymişti ve pek çok kimseyi sıkıntıya sokan esrarlı tebessümü ile gülüyordu. İlerleyerek, ''Nihayet yeni ikametgâhıma geldiniz, burası güzel, değil mi?'' dedi. Halisane (içtenlikli) el sıkışı, samimî bir memnuniyeti ifade ediyordu.
H. Zade, ''Hakikaten çok güzel ve rahatlatıcı'' dedi.
Paşa ve H. Zade, köşelerine alaturka kanapelerin mahirane bir surette yerleştirilmiş olan sofadan geçerek Mustafa Kemal Paşanın çalışma odası olan sağdaki odaya girdiler. Burası seçkin bir vasıf taşımakta, âdeta Türkiye'nin bir parçasını canlandırmakta. Buradaki her şey bir hususiyet arz etmekte, her şey nadir. Burada teneffüs edilen hava da ceyyit (hoş) ve kuvvet verici.
Üstü evrak ile dolu koyu renkli akaju bir yazı masası, gayet güzel bir şekilde tanzim olunmuş kırmızı deri kaplı mobilya, üstlerinde ay-yıldızların parıldadığı kornişlerin altından sarkan aynı renkte kadife perdeler. Pencerelerden ilkbaharın bayıltıcı kokusu girmekte.
Çankaya'da, sadece bahçedeki cesur ağaçların sakinleri olan kuşların ihlâl ettiği harikulâde bir sükûnet hâkim.
Burada sükûnet o kadar tatlı ve Bağ'ın füsunu o kadar nüfuz edici ki, güzel rüyalar görmemek imkânsız. Kanapenin karşısında bulunan bir koltukta oturan Büyük Devlet Reisi konuşuyordu:
''Bu kadar çabuk ayrılmakta ısrar ediyor musunuz?''
H. Zade, ''İşlerim dolayısıyla buna mecburum, fakat, tekrar gelmekliğim icap ederse, telgrafla çağırılır çağırılmaz derhal dönerim'' dedi.
Sonra görüşme konusu bütün meseleler ele alındı. Şarktan garptan bahsedildi. Büyük Devlet Reisinin malûmatının genişliği, her defasında, muhatabı için hayret vesilesi oluyordu. O, her şeyi ve herkesi biliyor, en ufak bir meseleyi bile asla derinleştirmeden geçmiyor, herkesi hakikî kıymeti ile takdir ediyor, çalışanlar ile çalışır gibi görünenlerin isimlerini biliyordu.
Sırasında büyük sevku'lceyşçi (strateji uzmanı) harikulâde idareci, şayan-ı hayret vüsatte (genişlikte) siyasetçi olanbu zatın zekâsı bir harika, İslâm âleminin hizmetini, yardımını (?) derin bir takdirle karşılıyor. Kendisi, Asya ve Afrika meselelerinde müstesna (seçkin) bir mütehassıs (uzman).
''Biz tahrikçi değiliz. Kimseyi nüfuzumuz altına almak istemiyoruz, fütuhat peşinde de koşmuyoruz. Avrupa'dan bize davet gelir gelmez cevap olarak murahhaslarımızı (delegelerimizi) yola çıkardık, fakat... Onlar henüz buraya dönmeden neler olduğunu gördünüz. Biz şüphesiz, sulh istiyoruz, şerefli bir sulh... Fakat onlar bizi mahvetmek istiyorlar. Ben bunun sebebini biliyorum...''
Verilen izahattan her biri, meselenin aslına vakıf olmayanların henüz bilmedikleri bir hakikatin müspet (olumlu) ve müşahhas (somut) birer delili idi...
Paşa, ''Çıkıp biraz hava alalım, konuşmaya sonra devam ederiz'' dedi.
Yeşilliklerle çevrili ve nefis bir surette sakin olan taraçada, Büyük Devlet Reisi, çok sevdiği bahçesinden, bazen bülbüllerin şakımasını dinleyerek gölgesinde gezindiği cesim (büyük) ağaçlardan bahsetti.
Zihnen evvelden tasarlamış olduğu istikbale muzaf (geleceğe yönelik) müthiş plânı, rahatça, acaba bu münzevî (yalnız) gezintiler sırasında mı çiziyordu?
Kim bilir? Yüzünde hiçbir endişe eseri yok. Sadece Bağ'da geçirilen anların verdiği büyük hazzın içten gelen aksi görülüyordu.
''Buradan seyredilen güneşin tuluu (doğuşu) bilseniz ne kadar muhteşemdir'' dedi. Farkına varmaksızın şair olmuş ve tabiatın ahengini methetmeye başlamıştı.
Kaç defa ölümle karşılaşmış olan bu zat için hayat, şu anda ne kadar güzeldi!
Sonsuz letafeti (güzelliği) olan bu anı uzatmak lahutî (ilâhi) bir zevk olurdu, fakat evvelce başlamış olan görüşmeye devam etmek lâzımdı.
Mütarekeden sonra bir avuç yiğitle, halkın bozulan maneviyatına, askerlerin terhisine, pek çok fakirleşmiş ve pek zalimane parçalanmış bir memleketteki umumî müzayakaya (sıkıntıya), her türlü entrikalara vesaireye karşı nasıl mücadele etmek mecburiyetinde kaldığını anlatıyordu:
''Bununla beraber ümidimi asla kaybetmedim'' dedi. ''Şimdi her taraftan koşup gelen büyük asker akımına bakınız. Bunları, kendi imkânlarımız dahilinde burada, bu temerküz (toplanma) şehrinde teslih (silâhlanıyor) ve techiz ediyor (donanıyor), bir müddet talim ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra cepheye sevk ediyoruz!
Hakka şükürler olsun, zabitanımız eksik değil. Harb-i Umumi'de iktisap ettikleri (kazandıkları) tecrübeden şimdi yararlanıyoruz. Yarın buraya gelecek olan Rafet Paşayı göreceksiniz. Cepheden geçerken de İsmet Paşa ile tanışacaksınız.''
Sonra, köşkünü gezdirmek ve önce Avrupalı iken Türk olan eski bir mühendisin uzun müddetten beri tertip ve tanzim ettiği arabesk tarzındaki selâmlığını H. Zade'ye göstermek üzere ayağa kalktı.
Kendi imal ettiği (yaptığı) aletlerle bu yeni küçük köşkü tezyin eden bu adamı çalışırken seyretmek, hoşuna gidiyor gibi idi.
Mühendis, ''Yapmak mecburiyetinde olduğumuz şeylere bakınız, ekselans" dedi, "biz burada ibda (yoktan var) ediyoruz." Bu ''ibda'' kelimesi Büyük Devlet Reisini güldürmüştü. Her hâlde hayat ve eserini hulâsa eden bu kelimeyi düşünüyordu. Bu küçük selâmlık bile yoktan var edilmiş bir bedia (güzellik) idi:
Kendisini yoran uzun görüşmeden sonra şimdi ferahlamış ve köşkünün arabesklerini seyrederek dinlenmekten memnun görünüyordu.
Saat üçte, Millet Meclisi'nde bulunması icap ettiğinden otomobilin biraz önceden hazırlanmasını emretti ve kendisine pek yakışan gri pelerinine bürünerek H. Zade ile otomobile bindi.
Yol üzerinde, vadiye kadar, süvari veya piyade, Karadenizli askerler nöbet bekliyorlardı. Bunların kusursuz tavr-u hareketlerinden dolayı, H. Zade, kendisini tebrik etti. ''Bu yiğitler pek gösterişli değil mi? Düşününüz bir kere, bunlar da düşmanlarımız gibi teçhiz edilmiş (donatılmış) olsalardı, neler yapmazlardı! Sulhten başka bir emeli olmayan bu zavallı memlekette yapılacak ne çok şey var! Hemen Cenab-ı Hak bizi muvaffak kılsın, vatanın hayrı ve selâmeti için neler yapmaya muktedir olduğumuz görülecektir.''
Büyük Millet Meclisi binasına gelindiği zaman otomobilden indi ve ilâve etti: ''Otomobil sizi ikametgâhınıza götürecek, ümit ederim ki öbür gün buluşuruz, çünkü, Meclis'te tarihî bir celse (oturum) olacak.''
Büyük Millet Meclisi'ndeki celse, hakikaten tarihe mutlaka geçecek kadar mühim olmuştu.
Büyük Meclis'te cereyan eden çok alâka-bahş celseden sonra Ruşen Eşref Bey, H. Zade'yi, Büyük Devlet Reisinin çalışma odasının yanındaki bir odaya aldı. Burada, Mustafa Kemal Paşanın, kendisine hediye ettiği kıymetli eşya ihtimamla tanzim edilmiş olarak toplanmıştı: Ordunun yadigârı olan paha biçilmez, eşsiz altın kakmalı tabanca; üzerine nefis harflerle bir kitabe hakkedilmiş (işlenmiş) gül ağacından küçük bir sehpa; hepsi mamulât-ı dahiliyeden (yerli üretimden) beyzî bir şekil teşkil edecek surette üzerinde isminin hüsn-ü hatla yazılı bulunduğu sigara kutusu, aynı şekilde tezyin edilmiş (süslenmiş) kibritlik ve kül tablası.
Asırlar boyunca imparatorluk ordularını himaye etmiş olan Bektaşîlerce yek (tek) makbul tutulan yeşim rengi mermerden mürekkep hokkası; sert taştan mamul (yapılmış) iki renkli bir ağızlık; ince bir dantela gibi işlenmiş büyük bir kutu; görülmedik resimler, harp albümleri, kitaplar vesaire.
Bütün bunlar paha biçilmez bir hazine idi. Bundan müteheyyiç ve mütehassis olan H. Zade, bu nadir eşyayı bir müddet temaşa ettikten sonra kendisine teşekkür etmek üzere Büyük Devlet Reisinin çalışma odasına gitti. Paşa, kendisine, ''Bunlar, Avrupa'da yaşamanıza rağmen, evinizde Ankara'nın hava ve kokusunu taşıyacak ve size benden bahsedecek bir köşe tanzim etmeniz (düzenlemeniz) içindir'' dedi.
ON BİRİNCİ MEKTUP
Ankara, 13 Mayıs, Ramazan'ın İlk Cuması, Şühedanın (Şehitlerin) Ruhları İçin Okutulan Mevlit
''Ya Hazret-i Muhammed.''
Türkiye'nin muhakkak en güzel sesi olan bu billûr ve pürüzsüz ses, şimdi Hazret-i Peygamber'e hitap ediyordu.
Edebî Arapça ile okunan hutbeden sonra, İslâm âlemini tenvir edenin doğumunu anlatan mevlit başlamıştı.
Şayan-ı hayret bir şekilde işlenmiş kürsüde mevlidin ateşin nağmeleri devam ediyor, güftenin alevsiz kelimeleri berrak ve mühtezz (etkili) bir hâlde, kâh Türkçe, kâh Arapça söyleyen meşhur mevlit-hanı, diz çökmüş, heyecan ve sükût içinde dinleyen cemaatin önünde okuyordu.
Bunların üzerinden ilâhî bir nefha (güzellik) geçmiş, büyük küçük hepsi bir olmuştu. Murabba şeklindeki bu mukaddes mahallin (yerin) duvarları arasında herkes aynı şevk içindeki kalp ile dua ediyordu.
Sade burada değil, bütün camilerde, Anadolu'da her yerde, bu aynı gün ve aynı saatte milyonlarca insan şeref meydanında şehit düşenlerin hatırasını huşu içinde anmak üzere evlerde, hatta açık havada toplanmıştı.
Bugün, bütün Anadolu mübarek şehitleri için dua etmekte.
Padişahın sarayındaki yüksek mevkiini bırakarak vatan müdafileri askerlere iman ve itimat telkin eden mevizelerde (dinî öğütlerde) bulunmak üzere İstanbul'dan buraya gelen Hünkâr'ın başimamı, mukaddes Ankara'nın bu güzel camiinde şühedanın (şehitlerin) aziz ruhları için Mevlidi Nebevî'nin dinî ve nurlu nağmelerini terennüm ediyordu.
Hanımlara ait maksurede (ayrılan yerde) güçlükle zaptedilen hıçkırıklar, camiin her köşesinden yükselerek eğilmiş başlar üzerine dağılan öd ağacının misk kokulu dumanına karışıyordu.
Bu müheyyiç (heyecan veren) mevlitten sonra irat olunan mevize (dinî öğütler) çok ulvî idi. Bu meşhur hatibin İslâm âlemi hakkında irat etmiş olduğu dinî ve siyasî hitabenin derin ahengini aynen nakletmek ilâhî cümleleri aynen tekrarlamak nasıl kabil olabilir?
Hazret-i Peygamber'imizi şahit tutarak verilen müellim (acı veren) izahat (açıklama) bu ateşin sözleri gittikçe artan bir heyecan içinde râşeye (titreyişe) getiriyor, titretiyordu: ''Bütün bu evlâdına, bu sadık ümmetine bak, ya Hazret-i Muhammed!''
Cesaretlerini imanlarının kuvvetinden alarak, nasıl durmadan çarpıştıklarını gör! Bunların, senin kendilerine emanet eylediğin ve onların da bütün dünyaya karşı asilane müdafaa ettikleri bu imandan başka istinatgâtları (dayanakları) yok.
Bunlara karşıt tecavüz, zulüm, yağma, her şey yapılıyor. Evvelce müreffeh olan diyarlar, şimdi yabancı kamçı altında inliyor. İslâmiyet ateşinin mukaddes kıvılcımını daimî fırtına ve afetlere karşı korumak için istiklâlini idame ettirmek (sürdürmek) üzere, gece ve gündüz mücadele edilen bu mübarek melceden (sığınacak yerden) başka namahrem eli değmedik yer kalmadı!
Ya Rab! İmdadımıza yetiş, ya Hazret-i Muhammed; her yandan hücuma uğradık! Sen ki evvelce ilâhî vahiy ile ümmetini ulvî ve şanlı, metin ve kudretli kılmıştın. Şimdi merhametsiz iktidarlarından istifade edenlerin haksızlık ve tamahının sebep olduğu şu felâkete bak. Yanılanlarla suçluları affet; ıstırap çeken masumlar, mücadele ederek ölenler yüzü suyu hürmetine, ey kadiri mutlak Rabbin nurlu Hazret-i Peygamberi, bize şefaatte bulunmanı candan niyaz ediyoruz.
Tahakkuku (gerçekleşmesi) bize düşen iş pek geniş ve dehşet vericidir. Cenab-ı Hak bizi korusun ve biz yaşamaya yardım eden bu ümit ışığını gönüllerimizde hissedelim! İstilâya uğrayan topraklarını müdafaa eden ve muassır devletlerin gizlenmiş bir Ehl-i Salip seferinden başka bir şey olmayan bu dev-âsa ittifaka karşı yalnız kendi vasıtaları ile çarpışan İslâm ordularına Cenab-ı Halik nihaî zaferi müyesser kılsın.
Beşeriyet tarihi böyle bir tecavüzü asla kaydetmemiştir.
Müdafi askerlere şan olsun ve nihaî zaferin arifesinde vatan uğruna şehit düşen evlatlarımızın ruhları rahat uyusun.''
Müellim (acı) hatıralarla meşbû (dolu) olan dua Rahmet-i İlâhiye'ye hitap ile nihayet buldu.
Ziya, yüksek pencerelerin renkli camlarından süzülerek camii tatlı bir şekilde aydınlatıyordu. Müteaddit (çeşit çeşit) sütunların dibinde diz çöküp oturanlar hâlâ dualar mırıldanıyor, gizlice akan gözyaşlarını usulca siliyorlardı.
Büyük Devlet Reisimiz, ''sana yalvarıyorum'' diye bağırarak zabitler, erkân, büyükler, küçükler, hasılı herkes, insanı tesiri altında bırakan bir sükûnetle kendisini takip etti.
Burada toplanmış bulunan zevatın üstüne sanki muvakkat bir teselli, ferahlatıcı bir sükûn inmişti.
Aynı kesif ve müteheyyiç (coşkun) kalabalık, camiin avlusunda da oradaki fertlerden her birini böylesine derin mütehassis eden (duygulandıran) bir dinî merasimin zihinleri teşviş (karmakarışık) eden tesirini bozmuyordu.
Baştan başa siyahlar giyinmiş olan Mustafa Kemal Paşa, millî kahramanların matemini tutuyordu. Duyduğu heyecan yüzünden belli oluyor ve kendisi ile birlikte yürümesi için elinden tuttuğu H. Zade'ye hitap ederken sesi, duyduğu heyecandan titriyordu; ''Allah büyüktür, bizi kurtaracaktır, rahmetine imanım var'' dedi.
İkisi de izdihamlı (kalabalık) cami sokağı ile Millet Meclisine giden caddeden geçerek yavaş yavaş yol alıyorlardı. Yolların iki tarafına sıralanmış olan halk, vazifenin timsali olarak geçen Büyük Devlet Reisini hürmetle selâmlıyordu. Zabitler ve vekiller kendisine refakat etmekte, muhafızları ise uzaktan takip eylemekte idiler.
Büyük Millet Meclisi binasına pek az kala uzunca boylu, yaşlı bir adam halkı yarıp, ''Merhamet ve adalet sevgili Büyük Devlet Reisimiz, sana yalvarıyorum'' diye bağırarak kendisine doğru atıldı. Ne polis ne de halk bu cesur adamın Mustafa Kemal Paşaya yaklaşmasına mâni oldu.
Geleceğin ümidi olan Büyük Devlet Reisine taarruz edeceği (saldıracağı) veya garezkârlıkta (düşmanlıkta) bulunacağı bir lâhza bile kimsenin zihninden geçmemişti. Kendisini muhafaza eden bütün millet değil mi?
Köylü elbisesi giymiş olan adam, Büyük Devlet Reisinin önünde durdu. ''Ne istiyorsun evladım?'' diye sordu. Bunun üzerine zavallı köylü derdini anlattı.
Mustafa Kemal Paşa, şöyle dedi: ''Kapım herkese açıktır. Yarın bana gel de şikâyetinin icabına bakayım'' dedi ve köylünün yüzünü öptü, sonra H. Zade'ye dönerek ilâve etti: ''Ne yazık değil mi?''
H. Zade şöyle cevap verdi: ''Evet, İslâmiyet, şanının, şaşaasını büyük adaletine medyundur (borçludur). Siz, şimdi gördüğüm mümasil hareketlerle hakikî muvaffakıyetin zirvesine ulaşacaksınız.''
Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının önüne gelmişlerdi. ''Size hayırlı yolculuk temenni ederim. Yolculuğunuz için her şey hazırdır.''
Büyük Devlet Reisi, kalbî ve samimî bir hareketle H. Zade'nin elini sıktı. O da heyecanlanmış olarak kendisine veda ederken, Reis Paşa da, orada bulunanlar ile sükût içinde bekleyen halkı selâmladı.
Sonra, uzun bir nazarla ebedî şehir olan mukaddes Ankara'yı kucaklayan Mustafa Kemal Paşa yüksek sesle ''Cenab-ı Hak, sizi ve hepimizi muhafaza buyursun (korusun)'' diyerek kendisinden ayrıldı.
NOTLAR VE İNTİBALAR
H. Zade'nin Yol Defterinden Alınan
NOTLAR VE İNTİBALAR
Ankara, 13 Mayıs
Akşam Saat 11
Cepheden muvasalat eden (dönen) Refet Paşa, bugün öğleden sonra saat beşte Bekir Sami Beyi ziyaret etmek ve benimle tanışmak üzere geldi. Kendisini, Hariciye Vekili hazır olmaksızın kabul ettim.
Orta boylu, vakur tavırlı ve zarif ve kusursuz üniforması vücuduna sıkıca uymuş olan genç paşa, bende pek iyi bir intiba (izlenim) yarattı. Kısa ve fatih edalı, bıyıkları cengâver ve mert çehresine hususî bir cazibe veriyor; kestane rengi gözleri siyah kalpağının altında ince bir zekâ ile parlıyordu.
Paşa, yapmacıksız ve cesur bir şahsiyet. Kendisine bakar ve kendisi ile konuşurken, plânlarına kimsenin karşı koyamayacağı, karar vermiş olduğu bir şeyin infazını (yerine getirmesini) da kimsenin durduramayacağı hissini veriyor. Kadrü kıymeti yüksek, Cihan Harbi'nin muharebelerine iştirak etmiş olan paşa birinci Gazze muharebesinin muzaffer kumandanıdır.
Refet Paşa aynı zamanda millî hareketi iltizam (gerekli sanan) ve müdafaa ve bu hareketin inkişafına bizzat iştirak edenlerin başlıcalarından biridir. Merzifon'da İngilizlere karşı göstermiş olduğu şecaat (kahramanlık) ile, mütarekeden sonra, âsileri, kumandası altında bulunan yalnız on beş süvari ile, tenkil etmesi (uzaklaştırması) birer harikadır. Dahası şu ki, bu son gazasından sonra, baştan ayağa kadar techiz (donatılmış) ve teslih edilmiş (silahlandırılmış) yüz atlının başında olarak döndü. Muntazam millî kuvvetlerin nüvesi işte böylece teşkil edilmiş oldu.
Paşa, İnönü'de kazanılan zaferin şanını İsmet Paşa ile paylaşmak şerefine nail olmuştur. Her türlü takdirin fevkinde (üstünde) olan askerî kıymetinden başka şayan-ı dikkat bir kâtip bir ediptir. Pek çok kitap okuyan paşa, şarkın en malûmatlı simalarından biridir.
Haiz olduğu büyük, samimiyet ve halisane muhabbet, düşmanı kıran, tahrip ve helâk eden taarruza inhimaki olan (katılan) bu namağlup kumandanın başlıca vasıflarıdır. Kendisi bende ricati ve sevkulceyşî (stratejik) çekilmeyi sevmediği tesirini uyandırmıştır.
Mütekabil bir muhabbet bizi derhal birbirimize yaklaştırıp birleştirdi!
Paşa, saat altıya doğru, üzerinde yüksek kumandanlık forsunun rüzgârda dalgalandığı mükellef ''Mersedes''e binerek gitti. Otomobili bir asker şoför kullanmakta ve yaverleri paşaya refakat (eşlik) etmekteydi.
14 Mayıs, Eskişehir Yolunda, Trende
Bugün hareket. Mukaddes Ankara'dan esefle (üzüntüyle) ayrılıyorum. Hakikatte mücbir (zorunlu) bir sebeple, sevmeye başladığım ve millî elemleri paylaşarak ıstırap çektiğim bu şehirden ayrılıyorum!
Burada görmüş olduğum hüsnükabul, hafızamdan olduğu kadar kalbimden de silinmeyecek.
Buraya ne zaman döneceğim? Ve döndüğümde bu sevimli müstahkem (sağlam) şehri nasıl bulacağım? Burada pek çok dost, cesaret ve feragattan şan almış, samimî ve asil simalar bırakıyorum. Müdafaa ettiğimiz davanın haklı olması dolayısıyla ve Cenab-ı Hakkın inayetiyle, neticenin, lehimize olacağına derin imanım bulunmakla beraber, onları bu müşkil akibetlerine terk etmek bana acı geliyor.
Heyhat; pek kısa olan, fakat dostluğumuzu perçinleyen bu ikametin bana kazandırdığı dostlarım, arkadaşlarım, hepinize selâm olsun!
İsimlerinizi yalnız yakînen tanıdıklarımın isimlerini acele ile kaydediyorum:
Kafkas Ordusu Sabık Kumandanı ve hâlen Büyük Millet Meclisi'nde mebus, âlim ve tanınmış tarihçi, kıymetli asker, ateşin bir vatanperver ve hamiyetli bir Müslüman olan Yusuf İzzet Paşa.
Aynı evde ikamet ettiğimiz zamanlarda, bana karşı gösterilen iltifatı asla unutmayacağım Sivas Mebusu Emir Paşa.
Sabık İstanbul Mebusu, Âyan Meclisi Reisinin oğlu ve Millî Şair Namık Kemal Beyin torunu, kıymetli Maliyeci Muvaffak Bey.
Sabık İstanbul Mebusu, çok muktedir bir muharrir, derin ve samimî sadakat taşıyan bir sima: Rauf Ahmet Bey.
Cihan Harbi'nde olduğu kadar millî harekât kayıtlarında da mümtaz bir mevki sahibi yüksek rütbeli bir zabit olan Mebus Husrev Bey.
Her türlü takdirin fevkinde gösterdiği dostluğu benim için son derece kıymetli olan Roma ve Ankara'daki dostum Kaymakam Edip Bey.
Kafkasya'nın en meşhur ailelerinden birinin evlâdı, sabık Rus Süvari Zabiti, ateşin bir Müslüman ve kıymetli bir insan olan aziz dostum Ali Han.
Mümtaz bir âlim olan ve birkaç lisana mükemmelen vakıf bulunan Hariciye Vekâleti Müsteşarı Ziya Bey.
Kendisini muhakkak parlak bir istikbalin beklediği mağrur ve vakur Kafkasyalı ve Bekir Sami Bey'in oğlu Şevket Bey.
Şayet aklımdan geçen bütün isimleri yazacak olsam, sonu gelmeyeceğinden bu işi burada bırakıyorum. Çünkü pek çok araba gelmiş; ve kalabalık! Veda ziyaretleri başladı.
Ah! Şu hareket, ayrılış intibaı, ne kötü bir şey.
Daha Sonra
Öğleden sonra saat ikiye kadar ziyaretçileri kabul ettim. Hepimiz heyecanlı idik. Saat üçte, Miralay Edip Bey refakatinde Refet Paşaya iade-i ziyarette bulundum. Paşa, maiyetindeki zabitanla birlikte bir trende ikamet ediyor (kalıyor). Trenin büyük salonu da kendisine çalışma odası vazifesini görüyordu.
İki saat süren bu çok ilgi çekici görüşmeden sonra, bu büyük kumandanın askerî kıymeti ile âlicenaplığını daha iyi takdir etmek imkânını buldum.
İslâmiyetin en büyük saadeti için Cenab-ı Hak kendisini ve kendisine benzerleri muhafaza buyursun.
Paşa, Miralay Edip Bey ile birlikte beni vagonuma kadar teşyi etti (uğurladı). Kalbim burkulmuş ve hakikî bir muhabbetle dolu olarak kendisini öptüm. Böylece birbirimizden ayrıldık.
İstasyonda çok kalabalık vardı. İşte, harikulâde ve pek dâhiyane cazibesinin hatırasını Avrupa'ya götüreceğim Büyük Devlet Reisinin Mümessili. Derin minnettarlık hislerimi teyit ve samimî şükranlarımın ifadesini bütün vekillere ve eşrafa iblağını (ulaştırmasını) Ruşen Eşref Beyden rica ettim.
Bunun üzerine, kendisi, Büyük Devlet Reisinin nezdine gitti ve kulağıma bilhassa alâka-bahş bir şey fısıldadı; ''Pekâlâ'' dedim. Bunun üzerine, Bekir Sami Bey beni öpmek üzere eğildi ve ''Yakında buluşacağız'' dedi...
Tren hareket etti. Öğleden sonra saat beş...
Uzaklaşıyorum... tekrar bulaşacağız, Cenab-ı Hak, seni halâs buyursun, mukaddes Ankara.
Trende
İki tarafımdaki kompartıman da meşgul:
Birinde, İstanbul Meclis-i Mebusanı sabık reisi, sabık Adliye Nazırı, hâlen mebus ve Hariciye Encümeni Reisi Celâlettin Arif Beyi görüyorum. Kendisi Türkiye'de olduğu kadar Mısır'da tanınmış mümtaz bir avukat, meşhur bir hukukçu. Avrupa'ya kadar bana yol arkadaşlığı edecek.
Diğer kompartımanda Münir Bey ile kâtibi bulunuyor. Kendisi, Türk-Fransız Anlaşması ile alâkadar hususî bir vazife ile General Gourand nezdine gitmekte.
Bu yüksek dereceli memur, Ankara Hükûmeti'nin hukuk müşaviridir. Hukuk-u düvel sahasında pek kuvvetli olduğundan bu güç ve nazik vazifeyi ifa etmek için hakikaten yerinde seçilmiş bir kimsedir. Dürüstlüğü ve terbiyesi mükemmel olan bu zat çok sevimli ve çok dindardır.
Kendisi ile birçok meseleler hakkında görüştüm. Kendisini çok alâka çekici buldum.
Fransızcanın Anadolu'da çok münteşir (yaygın) ve Fransa'nın Ankara'da pek muteber olması dikkatimi çekti. Bu güzel lisana hakkıyla vâkıf olmayanlar mümkün olduğu kadar malûmatlarını tekemmül etmeye (bilgilerini geliştirmeye) çalışıyorlar.
Zannedersem -her şeye rağmen- Türkiye'nin cengâver hasletlerini ancak Fransa'nın takdir ettiği, istiklâl zihniyetini takdir ve kahramanca gösterdiği müdafaanın hakkını teslim edenin de bu memleket olduğu Anadolu'da anlaşılmakta.
Çünkü, buradakiler, Fransa'nın hürriyet fikri için ne kadar mücadele ettiği ve bu asil hissi başka memleketler için de nasıl müdafaa ve tasvip ettiği hatırlanmaktadır.
Ben bu iki memleket için sadece bir anlaşma değil, daha fazlasını, taaruzi-tedafü bir ittifak temenni etmekteyim.
Nokta-i nazarıma -aksini temenni edenlerin hoşuna gitmese bile- bu, asır-dîde bir dostluğun birleştirdiği her iki devletin de menfaati icabıdır.
Türkiye İtilâf devletlerine karşı harbe girdi ise, bunu, açıkça, herkesçe malûm bulunan sebepler dolayısı ile gerçekleştirdi. Şimdi kendisine karşı ika edilmekte (yapılmakta) olduğu üzere hasmına asla haince taarruz etmedi.
Artık, İslâm âlemi bütün olanları ve Yunanistan'a gizli bir elin nasıl muavenette (yardımda) bulunarak iltizam olunduğunu bilmekte... Ancak, ''hüküm'' ün debdebeli saatinin çalacağı gün uzak değil.
Fransa'nın dostluğunu ben temenni ettiğim gibi hepimiz de arzu etmekteyiz. Daha fazla vakit kaybetmeksizin muallakta (ortada) bulunan bütün meseleleri halletmek ve istikbale yeni bir ziya altında bakmaya hazırlanmak icap eder. Gerek şarkta, gerek garpta pek müphem ve pek karanlık bir hâl iktisap eden şu yarın için mütekabilen (karşılıklı olarak) yardımlaşmamız lâzımdır.
Üç yüz milyon insan birleşmiş bulunuyor: Burada Fransa için oynanılacak ne büyük bir rol var!
Tren koşuyor, ben de kendimi düşüncelere terk ediyorum... Büyük tasavvurlarımızın tahakkuku (gerçekleşmesi) için Cenab-ı Hak bize muin (yardımcı) olsun.
Eskişehir, 15 Mayıs
Buraya, sabahın saat altısında vâsıl olduk. Anadolu'nun bu büyük şehri ne kadar güzel! Tarihî kıymeti ve kıymetli hatıraları dolayısıyla emsalsiz! Burası aynı zamanda mühim bir ticaret merkezi ve Ankara-Bağdat demiryolu üzerinde bir iltisak mahalli (kavuşma yeri).
Şehri iyice gezmek istiyordum, fakat vaktimiz az, görülecek şeyler ise pek çoktu.
Eskişehir, şu sıralarda millî müdafaanın bir kalesi bulunmakta. Her yerde askerler dolaşmakta. Pek çok da zabit görülmekte. Bunların hallerinden meşgul oldukları anlaşılmakta ise de tavırları sakin.
İstikbal neler saklıyor?
Büyük fabrika, top ve kamyonlar tamir etmek üzere gece gündüz çalışıyor.
Şehrin meşhur çarşısı her nevi yerli mallarla dolu. Bilhassa aralarına Kur'an ayetleri karıştırılmış pek güzel tezyinatı havi (süslemeleri içeren) Kütahya çinileri dikkati çekiyor.
Türbeler, camiler... Fakat vaktimiz yok, istasyona gitmek lâzım.
Tren, saat on bir buçukta hareket etti. Öğleden sonra saat üçte Alayund'a vasıl olduk.
Daha Sonra, Trende Afyonkarahisar Yolunda
Alayund'da, Karargâh-ı Umumî Erkân-ı Harbiye Reisi Miralay Arif Beyle birlikte bizi bekleyen İsmet Paşa ile buluştuk.
İsmet Paşa kısaca boylu, sakin tavırlıdır. Ancak, zinde ve nafiz nazarları (etkili bakışları) simasının diğer kısımları ile tezat teşkil ediyor. Paşa, hâkî renkte sade bir üniforma giymiş.
Miralay Arif Bey ise uzunca boylu bir zat. Pek ince işlenmiş Çerkez kemeri hayranlık nazarımı celp ediyor. Bu kemer müzelik bir parça.
İsmet Paşa ile mülakatımız, trenin hareketine takriben iki saat kadar sürdü.
Avrupa'da bile tanınan hakikî kıymeti ile takdir edilen, büyü sevkülceyşçi teferruattan (stratejik ayrıntıdan) bahseder veya vazıh (açık) izahatta bulunurken, fütursuzluğunu (bezginliğini) gösteren bir sükûnetle konuşuyordu.
Ancak, bu kadar geniş bir muhayyileye sahip bir kimsenin yavaş yavaş ve büyük bir ihtimamla tasavvur edip hazırladığı müthiş planının neticesinden, evvelâ Cenab-ı Hakkın inayetine (yardımına) sonra da askerlerinin kahramanlığına güvendiğini söylediği zaman kalplerimiz ümitle doldu.
Zabitlerinin cesaretini de methediyordu. ''Gayem, yabancı orduları tamamıyla imha etmektir. Her şeyi göze aldık. Benim Âlem-i İslâm'dan istediğim tek şey sabırdır. Şehirlerin, tarlaların hiç ehemmiyeti yoktur. Küstah düşmanımızın mütemadiyen, bilâ fasıla tokmaklanmalıdır. Düşman evvelâ bu mükerrer hücumların helâk (yok) edici kuvvetini anlamalıdır. Öldürücü darbe de nihayette vurulacaktır.''
Yunanlıların bütün tasavvurlarını bildiği halde birçok şeylerden bu kadar sadelikle bahseden ve bundan tefahür etmeyen (övünmeyen) bu zat hakikaten muhteşemdi.
Yunanlıların herhangi bir baskın hareketinde bulunmaları imkânsızdır. Paşa, bize bütün harp sanatını anlatıyor. Düşman, karşılacağı müşkilâtı hesaba katmaksızın, muharebe edeceği arazinin mahiyeti hakkında hiçbir malûmatı olmaksızın, cephe gerisindeki müthiş hazırlıklar, müdafaa hatları vesaire hakkında hiçbir şey bilmeksizin ilerliyor.
Bu büyük sevkulceyşçi (stratetist), düşmanı getirmek istediği yere çekmesini pek iyi bilen bir kimse.
Görüp işittiklerime nazaran nihaî ve kat'î netice. Cenab-ı Hakkın inayeti ile ancak şu olabilir: Zafer.
''Plânımız geniştir ve korkarım ki tatbiki uzun sürecektir. Sevgili vatanımız olan bu topraklarda herkes kendisine düşen mesuliyeti deruhte etmiştir (sorumluluğu üzerine almıştır).''
İsmet Paşanın, Yunanlıları ezen, ağır çekiçleri işleten muharrik (yıkıcı) kuvvet olduğunu Büyük Devlet Reisinin, ateşli Refet Paşanın da yardımı ile nihaî darbeyi hazırladıklarını bugün anladım.
Bu harekât Ankara'dan evvel mi, ebedî şehir içinde mi, yoksa gerilerinde mi olacak? Bu bir sırdır ki, ancak Cenab-ı Hak ile büyük kumandanlar bilebilir.
Paşa ''Afyonkarahisar'da 'Yıldırım'ı, yani Miralay Halid'i göreceksiniz'' dedi. Birçok mevzu üzerinde halisane bir samimiyetle konuştuk. Hepimiz silâh arkadaşı değil miydik?
Fakat trenin hareket vakti geldiğinden bu askerî dehadan ayrılmak icap ediyor.
İsmet Paşaya şan ve şeref olsun, Cenab-ı Hak bu kıymetli insanları sıyenet buyursun (korusun).
Aynı Gün, Afyonkarahisar
Safa Oteli
Buraya akşam saat sekizde vâsıl olduk. Bekleyen araba bizi oldukça büyük bir binaya götürdü. Burası Miralay Halid Beyin ikametgâhı idi. Birçok yerinden yaralanmış olan bu kıymetli asker şimdi de İnönü'de yaralanan sağ kolunu iyileştirmekle meşguldü. Kendisine elektrikle masaj yapılıyordu.
Gençlik, cesaret ve faaliyet ziyasının parladığı bu güzel simayı hiç unutmayacağım. Akşam yemeğini beraberce yedik. Maceraların anlatılması ile dolu olan bir gece sohbetinden sonra bizi otomobili ile bizler için hususî olarak ihzar ettirdiği (hazırlattığı) Safa Oteli'ne götürdü.
Ne çok hatıratı var! İnsanları arkasında sürüklemesini, askerlerini istediği gibi sevk ve idare etmesini bilen bu zata nihayetsiz derecede itimadı olan buradakiler de prestiş ediyorlar.
''Safa'' Oteli'ndeki odamda düşünüyorum. Ne kadar çok büyüklük ve cesaret eseri duydum ve gördüm. Bütün gece zihnim hummalı bir faaliyet içindeydi. Miralay Halid'i, İslâm tarihinin ilk senelerindeki meşhur kumandan Halid İbn-i Velid ile İslâmiyet'in inkişafı ve şaşaasına bunca yardımı dokunan ve ''Seyfu'llâh el-kati'' yani ''Allah'ın Keskin Kılıcı'' denilen zat ile mukayese ediyordum.
Miralay Halid emirlerini, şimdi sol eli ile yazıyor. Kendisini yaralandığı bir muharebeden sonra yarasını iyileştirmeye çalışan bir dostuna ''İyice bak, vücudumda yara almamış bir yer olup olmadığını söyle'' diyen eski zamanlardaki müsabihi (arkadaşı) ile mukayese ediyorum.
Avn-i İlâhî her cihetle rakipsiz olan bu milletin üzerinden eksik olmasın. Başka bir devirden kalma zannını uyandıran, tasavvuru imkânsız fedakârlıkların yüküne tarifi nakabil (olanaksız) bir tahammül gösteren ve kırılmaz bir cesaretle mücadele eden bu milletin yüksek cevherini anlayabilmek için, insaniyetkâr Avrupa sayesinde içinde yaşadığı muhteşem inzivayı benim gibi görmüş olmak lâzımdır.
Ben artık hiçbir büyük devlete hitap etmiyorum. Çünkü görmüş olduğum şeylerden sonra bunda faide yok, tamamıyla abes.
Avrupa'nın, Türkiye'nin ölmesini istediği aşikâr. Böyle olmasa Anadolu'da cereyan eden hadisat karşısında, bilhassa milletlerin ''selâmet ve hürriyet''i için dört yıl harp ettikten sonra sükût edebilir miydi?
Ben bir davayı müdafaa etmiyor, yirminci asrın ortasında cereyan eden hâdiseleri müşahade ile iktifa eyliyorum (yetiniyorum).
Yaşayan görür. Adalet-i İlâhiye seyrine devam edecektir.
Fındıklı, 16 Mayıs
Sabah saat sekizde Afyonkarahisar'dan müfarakat ettik (ayrıldık). Beş arabalık bir kol teşkil ediyorduk. Celâlettin Arif Beyle ben, rahat bir faytonda idik. Antalya'nın bize refakat eden yeni mutasarrıfı Fahrettin Bey ikinci arabayı işgal ediyordu. Sonra Kaymakam Aziz Bey ile Antalya eşrafından biri ve nihayet eşyalarımızı taşıyan iki yük arabası.
Müfarakatımızdan (ayrılışımızdan) bir saat sonra yolda, Afyonkarahisar'a doğru ilerleyen seyyar müfrezelere tesadüf ettik. Daha sonra büyük bir piyade birliğine rastladık. Bu birliği teşkil eden askerler, muhtelif patikalardan, muhtelif istikametlerden gelerek ovaya yayılıyor, orada tabur haline girerek aynı şehre gidiyorlardı.
Bunlardan sonra topçu geliyor, bunları da öküzlerin çektiği birkaç top takip ediyordu. Bunları da, sonu gelmeyen süvarilerin refakat ettiği cephane arabaları takip etmekteydi.
Bu yakında başlayacak olan taarruzu önlemek üzere, öteye beriye dağılmış olan askerlerin tecemmuu (toplamı). Ben, böyle bir plânı pek çok takdir ederim. Zira İzmit'ten başlayıp, Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar'dan geçerek Burdur civarına kadar uzanan beş yüz kilometreden fazla bir cephede, kuvvetlerin kesif (yoğun) olması icap eder.
Öğleden sonra saat ikide, öğle yemeğini silâh altına çağrılan her yaşta binlerce insana rastladığımız bir handa yedik. Bunlar, techiz edilmek (donatılmak) ve sonra cepheye sevk olunmak üzere Ankara'ya gidiyor.
Birkaç metre ileride, sola döndüğümüzde, kendimizi, Büyük Devlet Reisinin kır köşkünün önünde, basit bir ahşap parmaklığın çevrelediği taraça şeklinde bir bahçede ayakta durmakta olan Büyük Devlet Reisinin huzurunda bulduk.
Kendisi lâcivert bir kostüm giymişti ve pek çok kimseyi sıkıntıya sokan esrarlı tebessümü ile gülüyordu. İlerleyerek, ''Nihayet yeni ikametgâhıma geldiniz, burası güzel, değil mi?'' dedi. Halisane (içtenlikli) el sıkışı, samimî bir memnuniyeti ifade ediyordu.
H. Zade, ''Hakikaten çok güzel ve rahatlatıcı'' dedi.
Paşa ve H. Zade, köşelerine alaturka kanapelerin mahirane bir surette yerleştirilmiş olan sofadan geçerek Mustafa Kemal Paşanın çalışma odası olan sağdaki odaya girdiler. Burası seçkin bir vasıf taşımakta, âdeta Türkiye'nin bir parçasını canlandırmakta. Buradaki her şey bir hususiyet arz etmekte, her şey nadir. Burada teneffüs edilen hava da ceyyit (hoş) ve kuvvet verici.
Üstü evrak ile dolu koyu renkli akaju bir yazı masası, gayet güzel bir şekilde tanzim olunmuş kırmızı deri kaplı mobilya, üstlerinde ay-yıldızların parıldadığı kornişlerin altından sarkan aynı renkte kadife perdeler. Pencerelerden ilkbaharın bayıltıcı kokusu girmekte.
Çankaya'da, sadece bahçedeki cesur ağaçların sakinleri olan kuşların ihlâl ettiği harikulâde bir sükûnet hâkim.
Burada sükûnet o kadar tatlı ve Bağ'ın füsunu o kadar nüfuz edici ki, güzel rüyalar görmemek imkânsız. Kanapenin karşısında bulunan bir koltukta oturan Büyük Devlet Reisi konuşuyordu:
''Bu kadar çabuk ayrılmakta ısrar ediyor musunuz?''
H. Zade, ''İşlerim dolayısıyla buna mecburum, fakat, tekrar gelmekliğim icap ederse, telgrafla çağırılır çağırılmaz derhal dönerim'' dedi.
Sonra görüşme konusu bütün meseleler ele alındı. Şarktan garptan bahsedildi. Büyük Devlet Reisinin malûmatının genişliği, her defasında, muhatabı için hayret vesilesi oluyordu. O, her şeyi ve herkesi biliyor, en ufak bir meseleyi bile asla derinleştirmeden geçmiyor, herkesi hakikî kıymeti ile takdir ediyor, çalışanlar ile çalışır gibi görünenlerin isimlerini biliyordu.
Sırasında büyük sevku'lceyşçi (strateji uzmanı) harikulâde idareci, şayan-ı hayret vüsatte (genişlikte) siyasetçi olanbu zatın zekâsı bir harika, İslâm âleminin hizmetini, yardımını (?) derin bir takdirle karşılıyor. Kendisi, Asya ve Afrika meselelerinde müstesna (seçkin) bir mütehassıs (uzman).
''Biz tahrikçi değiliz. Kimseyi nüfuzumuz altına almak istemiyoruz, fütuhat peşinde de koşmuyoruz. Avrupa'dan bize davet gelir gelmez cevap olarak murahhaslarımızı (delegelerimizi) yola çıkardık, fakat... Onlar henüz buraya dönmeden neler olduğunu gördünüz. Biz şüphesiz, sulh istiyoruz, şerefli bir sulh... Fakat onlar bizi mahvetmek istiyorlar. Ben bunun sebebini biliyorum...''
Verilen izahattan her biri, meselenin aslına vakıf olmayanların henüz bilmedikleri bir hakikatin müspet (olumlu) ve müşahhas (somut) birer delili idi...
Paşa, ''Çıkıp biraz hava alalım, konuşmaya sonra devam ederiz'' dedi.
Yeşilliklerle çevrili ve nefis bir surette sakin olan taraçada, Büyük Devlet Reisi, çok sevdiği bahçesinden, bazen bülbüllerin şakımasını dinleyerek gölgesinde gezindiği cesim (büyük) ağaçlardan bahsetti.
Zihnen evvelden tasarlamış olduğu istikbale muzaf (geleceğe yönelik) müthiş plânı, rahatça, acaba bu münzevî (yalnız) gezintiler sırasında mı çiziyordu?
Kim bilir? Yüzünde hiçbir endişe eseri yok. Sadece Bağ'da geçirilen anların verdiği büyük hazzın içten gelen aksi görülüyordu.
''Buradan seyredilen güneşin tuluu (doğuşu) bilseniz ne kadar muhteşemdir'' dedi. Farkına varmaksızın şair olmuş ve tabiatın ahengini methetmeye başlamıştı.
Kaç defa ölümle karşılaşmış olan bu zat için hayat, şu anda ne kadar güzeldi!
Sonsuz letafeti (güzelliği) olan bu anı uzatmak lahutî (ilâhi) bir zevk olurdu, fakat evvelce başlamış olan görüşmeye devam etmek lâzımdı.
Mütarekeden sonra bir avuç yiğitle, halkın bozulan maneviyatına, askerlerin terhisine, pek çok fakirleşmiş ve pek zalimane parçalanmış bir memleketteki umumî müzayakaya (sıkıntıya), her türlü entrikalara vesaireye karşı nasıl mücadele etmek mecburiyetinde kaldığını anlatıyordu:
''Bununla beraber ümidimi asla kaybetmedim'' dedi. ''Şimdi her taraftan koşup gelen büyük asker akımına bakınız. Bunları, kendi imkânlarımız dahilinde burada, bu temerküz (toplanma) şehrinde teslih (silâhlanıyor) ve techiz ediyor (donanıyor), bir müddet talim ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra cepheye sevk ediyoruz!
Hakka şükürler olsun, zabitanımız eksik değil. Harb-i Umumi'de iktisap ettikleri (kazandıkları) tecrübeden şimdi yararlanıyoruz. Yarın buraya gelecek olan Rafet Paşayı göreceksiniz. Cepheden geçerken de İsmet Paşa ile tanışacaksınız.''
Sonra, köşkünü gezdirmek ve önce Avrupalı iken Türk olan eski bir mühendisin uzun müddetten beri tertip ve tanzim ettiği arabesk tarzındaki selâmlığını H. Zade'ye göstermek üzere ayağa kalktı.
Kendi imal ettiği (yaptığı) aletlerle bu yeni küçük köşkü tezyin eden bu adamı çalışırken seyretmek, hoşuna gidiyor gibi idi.
Mühendis, ''Yapmak mecburiyetinde olduğumuz şeylere bakınız, ekselans" dedi, "biz burada ibda (yoktan var) ediyoruz." Bu ''ibda'' kelimesi Büyük Devlet Reisini güldürmüştü. Her hâlde hayat ve eserini hulâsa eden bu kelimeyi düşünüyordu. Bu küçük selâmlık bile yoktan var edilmiş bir bedia (güzellik) idi:
Kendisini yoran uzun görüşmeden sonra şimdi ferahlamış ve köşkünün arabesklerini seyrederek dinlenmekten memnun görünüyordu.
Saat üçte, Millet Meclisi'nde bulunması icap ettiğinden otomobilin biraz önceden hazırlanmasını emretti ve kendisine pek yakışan gri pelerinine bürünerek H. Zade ile otomobile bindi.
Yol üzerinde, vadiye kadar, süvari veya piyade, Karadenizli askerler nöbet bekliyorlardı. Bunların kusursuz tavr-u hareketlerinden dolayı, H. Zade, kendisini tebrik etti. ''Bu yiğitler pek gösterişli değil mi? Düşününüz bir kere, bunlar da düşmanlarımız gibi teçhiz edilmiş (donatılmış) olsalardı, neler yapmazlardı! Sulhten başka bir emeli olmayan bu zavallı memlekette yapılacak ne çok şey var! Hemen Cenab-ı Hak bizi muvaffak kılsın, vatanın hayrı ve selâmeti için neler yapmaya muktedir olduğumuz görülecektir.''
Büyük Millet Meclisi binasına gelindiği zaman otomobilden indi ve ilâve etti: ''Otomobil sizi ikametgâhınıza götürecek, ümit ederim ki öbür gün buluşuruz, çünkü, Meclis'te tarihî bir celse (oturum) olacak.''
Büyük Millet Meclisi'ndeki celse, hakikaten tarihe mutlaka geçecek kadar mühim olmuştu.
Büyük Meclis'te cereyan eden çok alâka-bahş celseden sonra Ruşen Eşref Bey, H. Zade'yi, Büyük Devlet Reisinin çalışma odasının yanındaki bir odaya aldı. Burada, Mustafa Kemal Paşanın, kendisine hediye ettiği kıymetli eşya ihtimamla tanzim edilmiş olarak toplanmıştı: Ordunun yadigârı olan paha biçilmez, eşsiz altın kakmalı tabanca; üzerine nefis harflerle bir kitabe hakkedilmiş (işlenmiş) gül ağacından küçük bir sehpa; hepsi mamulât-ı dahiliyeden (yerli üretimden) beyzî bir şekil teşkil edecek surette üzerinde isminin hüsn-ü hatla yazılı bulunduğu sigara kutusu, aynı şekilde tezyin edilmiş (süslenmiş) kibritlik ve kül tablası.
Asırlar boyunca imparatorluk ordularını himaye etmiş olan Bektaşîlerce yek (tek) makbul tutulan yeşim rengi mermerden mürekkep hokkası; sert taştan mamul (yapılmış) iki renkli bir ağızlık; ince bir dantela gibi işlenmiş büyük bir kutu; görülmedik resimler, harp albümleri, kitaplar vesaire.
Bütün bunlar paha biçilmez bir hazine idi. Bundan müteheyyiç ve mütehassis olan H. Zade, bu nadir eşyayı bir müddet temaşa ettikten sonra kendisine teşekkür etmek üzere Büyük Devlet Reisinin çalışma odasına gitti. Paşa, kendisine, ''Bunlar, Avrupa'da yaşamanıza rağmen, evinizde Ankara'nın hava ve kokusunu taşıyacak ve size benden bahsedecek bir köşe tanzim etmeniz (düzenlemeniz) içindir'' dedi.
ON BİRİNCİ MEKTUP
Ankara, 13 Mayıs, Ramazan'ın İlk Cuması, Şühedanın (Şehitlerin) Ruhları İçin Okutulan Mevlit
''Ya Hazret-i Muhammed.''
Türkiye'nin muhakkak en güzel sesi olan bu billûr ve pürüzsüz ses, şimdi Hazret-i Peygamber'e hitap ediyordu.
Edebî Arapça ile okunan hutbeden sonra, İslâm âlemini tenvir edenin doğumunu anlatan mevlit başlamıştı.
Şayan-ı hayret bir şekilde işlenmiş kürsüde mevlidin ateşin nağmeleri devam ediyor, güftenin alevsiz kelimeleri berrak ve mühtezz (etkili) bir hâlde, kâh Türkçe, kâh Arapça söyleyen meşhur mevlit-hanı, diz çökmüş, heyecan ve sükût içinde dinleyen cemaatin önünde okuyordu.
Bunların üzerinden ilâhî bir nefha (güzellik) geçmiş, büyük küçük hepsi bir olmuştu. Murabba şeklindeki bu mukaddes mahallin (yerin) duvarları arasında herkes aynı şevk içindeki kalp ile dua ediyordu.
Sade burada değil, bütün camilerde, Anadolu'da her yerde, bu aynı gün ve aynı saatte milyonlarca insan şeref meydanında şehit düşenlerin hatırasını huşu içinde anmak üzere evlerde, hatta açık havada toplanmıştı.
Bugün, bütün Anadolu mübarek şehitleri için dua etmekte.
Padişahın sarayındaki yüksek mevkiini bırakarak vatan müdafileri askerlere iman ve itimat telkin eden mevizelerde (dinî öğütlerde) bulunmak üzere İstanbul'dan buraya gelen Hünkâr'ın başimamı, mukaddes Ankara'nın bu güzel camiinde şühedanın (şehitlerin) aziz ruhları için Mevlidi Nebevî'nin dinî ve nurlu nağmelerini terennüm ediyordu.
Hanımlara ait maksurede (ayrılan yerde) güçlükle zaptedilen hıçkırıklar, camiin her köşesinden yükselerek eğilmiş başlar üzerine dağılan öd ağacının misk kokulu dumanına karışıyordu.
Bu müheyyiç (heyecan veren) mevlitten sonra irat olunan mevize (dinî öğütler) çok ulvî idi. Bu meşhur hatibin İslâm âlemi hakkında irat etmiş olduğu dinî ve siyasî hitabenin derin ahengini aynen nakletmek ilâhî cümleleri aynen tekrarlamak nasıl kabil olabilir?
Hazret-i Peygamber'imizi şahit tutarak verilen müellim (acı veren) izahat (açıklama) bu ateşin sözleri gittikçe artan bir heyecan içinde râşeye (titreyişe) getiriyor, titretiyordu: ''Bütün bu evlâdına, bu sadık ümmetine bak, ya Hazret-i Muhammed!''
Cesaretlerini imanlarının kuvvetinden alarak, nasıl durmadan çarpıştıklarını gör! Bunların, senin kendilerine emanet eylediğin ve onların da bütün dünyaya karşı asilane müdafaa ettikleri bu imandan başka istinatgâtları (dayanakları) yok.
Bunlara karşıt tecavüz, zulüm, yağma, her şey yapılıyor. Evvelce müreffeh olan diyarlar, şimdi yabancı kamçı altında inliyor. İslâmiyet ateşinin mukaddes kıvılcımını daimî fırtına ve afetlere karşı korumak için istiklâlini idame ettirmek (sürdürmek) üzere, gece ve gündüz mücadele edilen bu mübarek melceden (sığınacak yerden) başka namahrem eli değmedik yer kalmadı!
Ya Rab! İmdadımıza yetiş, ya Hazret-i Muhammed; her yandan hücuma uğradık! Sen ki evvelce ilâhî vahiy ile ümmetini ulvî ve şanlı, metin ve kudretli kılmıştın. Şimdi merhametsiz iktidarlarından istifade edenlerin haksızlık ve tamahının sebep olduğu şu felâkete bak. Yanılanlarla suçluları affet; ıstırap çeken masumlar, mücadele ederek ölenler yüzü suyu hürmetine, ey kadiri mutlak Rabbin nurlu Hazret-i Peygamberi, bize şefaatte bulunmanı candan niyaz ediyoruz.
Tahakkuku (gerçekleşmesi) bize düşen iş pek geniş ve dehşet vericidir. Cenab-ı Hak bizi korusun ve biz yaşamaya yardım eden bu ümit ışığını gönüllerimizde hissedelim! İstilâya uğrayan topraklarını müdafaa eden ve muassır devletlerin gizlenmiş bir Ehl-i Salip seferinden başka bir şey olmayan bu dev-âsa ittifaka karşı yalnız kendi vasıtaları ile çarpışan İslâm ordularına Cenab-ı Halik nihaî zaferi müyesser kılsın.
Beşeriyet tarihi böyle bir tecavüzü asla kaydetmemiştir.
Müdafi askerlere şan olsun ve nihaî zaferin arifesinde vatan uğruna şehit düşen evlatlarımızın ruhları rahat uyusun.''
Müellim (acı) hatıralarla meşbû (dolu) olan dua Rahmet-i İlâhiye'ye hitap ile nihayet buldu.
Ziya, yüksek pencerelerin renkli camlarından süzülerek camii tatlı bir şekilde aydınlatıyordu. Müteaddit (çeşit çeşit) sütunların dibinde diz çöküp oturanlar hâlâ dualar mırıldanıyor, gizlice akan gözyaşlarını usulca siliyorlardı.
Büyük Devlet Reisimiz, ''sana yalvarıyorum'' diye bağırarak zabitler, erkân, büyükler, küçükler, hasılı herkes, insanı tesiri altında bırakan bir sükûnetle kendisini takip etti.
Burada toplanmış bulunan zevatın üstüne sanki muvakkat bir teselli, ferahlatıcı bir sükûn inmişti.
Aynı kesif ve müteheyyiç (coşkun) kalabalık, camiin avlusunda da oradaki fertlerden her birini böylesine derin mütehassis eden (duygulandıran) bir dinî merasimin zihinleri teşviş (karmakarışık) eden tesirini bozmuyordu.
Baştan başa siyahlar giyinmiş olan Mustafa Kemal Paşa, millî kahramanların matemini tutuyordu. Duyduğu heyecan yüzünden belli oluyor ve kendisi ile birlikte yürümesi için elinden tuttuğu H. Zade'ye hitap ederken sesi, duyduğu heyecandan titriyordu; ''Allah büyüktür, bizi kurtaracaktır, rahmetine imanım var'' dedi.
İkisi de izdihamlı (kalabalık) cami sokağı ile Millet Meclisine giden caddeden geçerek yavaş yavaş yol alıyorlardı. Yolların iki tarafına sıralanmış olan halk, vazifenin timsali olarak geçen Büyük Devlet Reisini hürmetle selâmlıyordu. Zabitler ve vekiller kendisine refakat etmekte, muhafızları ise uzaktan takip eylemekte idiler.
Büyük Millet Meclisi binasına pek az kala uzunca boylu, yaşlı bir adam halkı yarıp, ''Merhamet ve adalet sevgili Büyük Devlet Reisimiz, sana yalvarıyorum'' diye bağırarak kendisine doğru atıldı. Ne polis ne de halk bu cesur adamın Mustafa Kemal Paşaya yaklaşmasına mâni oldu.
Geleceğin ümidi olan Büyük Devlet Reisine taarruz edeceği (saldıracağı) veya garezkârlıkta (düşmanlıkta) bulunacağı bir lâhza bile kimsenin zihninden geçmemişti. Kendisini muhafaza eden bütün millet değil mi?
Köylü elbisesi giymiş olan adam, Büyük Devlet Reisinin önünde durdu. ''Ne istiyorsun evladım?'' diye sordu. Bunun üzerine zavallı köylü derdini anlattı.
Mustafa Kemal Paşa, şöyle dedi: ''Kapım herkese açıktır. Yarın bana gel de şikâyetinin icabına bakayım'' dedi ve köylünün yüzünü öptü, sonra H. Zade'ye dönerek ilâve etti: ''Ne yazık değil mi?''
H. Zade şöyle cevap verdi: ''Evet, İslâmiyet, şanının, şaşaasını büyük adaletine medyundur (borçludur). Siz, şimdi gördüğüm mümasil hareketlerle hakikî muvaffakıyetin zirvesine ulaşacaksınız.''
Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının önüne gelmişlerdi. ''Size hayırlı yolculuk temenni ederim. Yolculuğunuz için her şey hazırdır.''
Büyük Devlet Reisi, kalbî ve samimî bir hareketle H. Zade'nin elini sıktı. O da heyecanlanmış olarak kendisine veda ederken, Reis Paşa da, orada bulunanlar ile sükût içinde bekleyen halkı selâmladı.
Sonra, uzun bir nazarla ebedî şehir olan mukaddes Ankara'yı kucaklayan Mustafa Kemal Paşa yüksek sesle ''Cenab-ı Hak, sizi ve hepimizi muhafaza buyursun (korusun)'' diyerek kendisinden ayrıldı.
NOTLAR VE İNTİBALAR
H. Zade'nin Yol Defterinden Alınan
NOTLAR VE İNTİBALAR
Ankara, 13 Mayıs
Akşam Saat 11
Cepheden muvasalat eden (dönen) Refet Paşa, bugün öğleden sonra saat beşte Bekir Sami Beyi ziyaret etmek ve benimle tanışmak üzere geldi. Kendisini, Hariciye Vekili hazır olmaksızın kabul ettim.
Orta boylu, vakur tavırlı ve zarif ve kusursuz üniforması vücuduna sıkıca uymuş olan genç paşa, bende pek iyi bir intiba (izlenim) yarattı. Kısa ve fatih edalı, bıyıkları cengâver ve mert çehresine hususî bir cazibe veriyor; kestane rengi gözleri siyah kalpağının altında ince bir zekâ ile parlıyordu.
Paşa, yapmacıksız ve cesur bir şahsiyet. Kendisine bakar ve kendisi ile konuşurken, plânlarına kimsenin karşı koyamayacağı, karar vermiş olduğu bir şeyin infazını (yerine getirmesini) da kimsenin durduramayacağı hissini veriyor. Kadrü kıymeti yüksek, Cihan Harbi'nin muharebelerine iştirak etmiş olan paşa birinci Gazze muharebesinin muzaffer kumandanıdır.
Refet Paşa aynı zamanda millî hareketi iltizam (gerekli sanan) ve müdafaa ve bu hareketin inkişafına bizzat iştirak edenlerin başlıcalarından biridir. Merzifon'da İngilizlere karşı göstermiş olduğu şecaat (kahramanlık) ile, mütarekeden sonra, âsileri, kumandası altında bulunan yalnız on beş süvari ile, tenkil etmesi (uzaklaştırması) birer harikadır. Dahası şu ki, bu son gazasından sonra, baştan ayağa kadar techiz (donatılmış) ve teslih edilmiş (silahlandırılmış) yüz atlının başında olarak döndü. Muntazam millî kuvvetlerin nüvesi işte böylece teşkil edilmiş oldu.
Paşa, İnönü'de kazanılan zaferin şanını İsmet Paşa ile paylaşmak şerefine nail olmuştur. Her türlü takdirin fevkinde (üstünde) olan askerî kıymetinden başka şayan-ı dikkat bir kâtip bir ediptir. Pek çok kitap okuyan paşa, şarkın en malûmatlı simalarından biridir.
Haiz olduğu büyük, samimiyet ve halisane muhabbet, düşmanı kıran, tahrip ve helâk eden taarruza inhimaki olan (katılan) bu namağlup kumandanın başlıca vasıflarıdır. Kendisi bende ricati ve sevkulceyşî (stratejik) çekilmeyi sevmediği tesirini uyandırmıştır.
Mütekabil bir muhabbet bizi derhal birbirimize yaklaştırıp birleştirdi!
Paşa, saat altıya doğru, üzerinde yüksek kumandanlık forsunun rüzgârda dalgalandığı mükellef ''Mersedes''e binerek gitti. Otomobili bir asker şoför kullanmakta ve yaverleri paşaya refakat (eşlik) etmekteydi.
14 Mayıs, Eskişehir Yolunda, Trende
Bugün hareket. Mukaddes Ankara'dan esefle (üzüntüyle) ayrılıyorum. Hakikatte mücbir (zorunlu) bir sebeple, sevmeye başladığım ve millî elemleri paylaşarak ıstırap çektiğim bu şehirden ayrılıyorum!
Burada görmüş olduğum hüsnükabul, hafızamdan olduğu kadar kalbimden de silinmeyecek.
Buraya ne zaman döneceğim? Ve döndüğümde bu sevimli müstahkem (sağlam) şehri nasıl bulacağım? Burada pek çok dost, cesaret ve feragattan şan almış, samimî ve asil simalar bırakıyorum. Müdafaa ettiğimiz davanın haklı olması dolayısıyla ve Cenab-ı Hakkın inayetiyle, neticenin, lehimize olacağına derin imanım bulunmakla beraber, onları bu müşkil akibetlerine terk etmek bana acı geliyor.
Heyhat; pek kısa olan, fakat dostluğumuzu perçinleyen bu ikametin bana kazandırdığı dostlarım, arkadaşlarım, hepinize selâm olsun!
İsimlerinizi yalnız yakînen tanıdıklarımın isimlerini acele ile kaydediyorum:
Kafkas Ordusu Sabık Kumandanı ve hâlen Büyük Millet Meclisi'nde mebus, âlim ve tanınmış tarihçi, kıymetli asker, ateşin bir vatanperver ve hamiyetli bir Müslüman olan Yusuf İzzet Paşa.
Aynı evde ikamet ettiğimiz zamanlarda, bana karşı gösterilen iltifatı asla unutmayacağım Sivas Mebusu Emir Paşa.
Sabık İstanbul Mebusu, Âyan Meclisi Reisinin oğlu ve Millî Şair Namık Kemal Beyin torunu, kıymetli Maliyeci Muvaffak Bey.
Sabık İstanbul Mebusu, çok muktedir bir muharrir, derin ve samimî sadakat taşıyan bir sima: Rauf Ahmet Bey.
Cihan Harbi'nde olduğu kadar millî harekât kayıtlarında da mümtaz bir mevki sahibi yüksek rütbeli bir zabit olan Mebus Husrev Bey.
Her türlü takdirin fevkinde gösterdiği dostluğu benim için son derece kıymetli olan Roma ve Ankara'daki dostum Kaymakam Edip Bey.
Kafkasya'nın en meşhur ailelerinden birinin evlâdı, sabık Rus Süvari Zabiti, ateşin bir Müslüman ve kıymetli bir insan olan aziz dostum Ali Han.
Mümtaz bir âlim olan ve birkaç lisana mükemmelen vakıf bulunan Hariciye Vekâleti Müsteşarı Ziya Bey.
Kendisini muhakkak parlak bir istikbalin beklediği mağrur ve vakur Kafkasyalı ve Bekir Sami Bey'in oğlu Şevket Bey.
Şayet aklımdan geçen bütün isimleri yazacak olsam, sonu gelmeyeceğinden bu işi burada bırakıyorum. Çünkü pek çok araba gelmiş; ve kalabalık! Veda ziyaretleri başladı.
Ah! Şu hareket, ayrılış intibaı, ne kötü bir şey.
Daha Sonra
Öğleden sonra saat ikiye kadar ziyaretçileri kabul ettim. Hepimiz heyecanlı idik. Saat üçte, Miralay Edip Bey refakatinde Refet Paşaya iade-i ziyarette bulundum. Paşa, maiyetindeki zabitanla birlikte bir trende ikamet ediyor (kalıyor). Trenin büyük salonu da kendisine çalışma odası vazifesini görüyordu.
İki saat süren bu çok ilgi çekici görüşmeden sonra, bu büyük kumandanın askerî kıymeti ile âlicenaplığını daha iyi takdir etmek imkânını buldum.
İslâmiyetin en büyük saadeti için Cenab-ı Hak kendisini ve kendisine benzerleri muhafaza buyursun.
Paşa, Miralay Edip Bey ile birlikte beni vagonuma kadar teşyi etti (uğurladı). Kalbim burkulmuş ve hakikî bir muhabbetle dolu olarak kendisini öptüm. Böylece birbirimizden ayrıldık.
İstasyonda çok kalabalık vardı. İşte, harikulâde ve pek dâhiyane cazibesinin hatırasını Avrupa'ya götüreceğim Büyük Devlet Reisinin Mümessili. Derin minnettarlık hislerimi teyit ve samimî şükranlarımın ifadesini bütün vekillere ve eşrafa iblağını (ulaştırmasını) Ruşen Eşref Beyden rica ettim.
Bunun üzerine, kendisi, Büyük Devlet Reisinin nezdine gitti ve kulağıma bilhassa alâka-bahş bir şey fısıldadı; ''Pekâlâ'' dedim. Bunun üzerine, Bekir Sami Bey beni öpmek üzere eğildi ve ''Yakında buluşacağız'' dedi...
Tren hareket etti. Öğleden sonra saat beş...
Uzaklaşıyorum... tekrar bulaşacağız, Cenab-ı Hak, seni halâs buyursun, mukaddes Ankara.
Trende
İki tarafımdaki kompartıman da meşgul:
Birinde, İstanbul Meclis-i Mebusanı sabık reisi, sabık Adliye Nazırı, hâlen mebus ve Hariciye Encümeni Reisi Celâlettin Arif Beyi görüyorum. Kendisi Türkiye'de olduğu kadar Mısır'da tanınmış mümtaz bir avukat, meşhur bir hukukçu. Avrupa'ya kadar bana yol arkadaşlığı edecek.
Diğer kompartımanda Münir Bey ile kâtibi bulunuyor. Kendisi, Türk-Fransız Anlaşması ile alâkadar hususî bir vazife ile General Gourand nezdine gitmekte.
Bu yüksek dereceli memur, Ankara Hükûmeti'nin hukuk müşaviridir. Hukuk-u düvel sahasında pek kuvvetli olduğundan bu güç ve nazik vazifeyi ifa etmek için hakikaten yerinde seçilmiş bir kimsedir. Dürüstlüğü ve terbiyesi mükemmel olan bu zat çok sevimli ve çok dindardır.
Kendisi ile birçok meseleler hakkında görüştüm. Kendisini çok alâka çekici buldum.
Fransızcanın Anadolu'da çok münteşir (yaygın) ve Fransa'nın Ankara'da pek muteber olması dikkatimi çekti. Bu güzel lisana hakkıyla vâkıf olmayanlar mümkün olduğu kadar malûmatlarını tekemmül etmeye (bilgilerini geliştirmeye) çalışıyorlar.
Zannedersem -her şeye rağmen- Türkiye'nin cengâver hasletlerini ancak Fransa'nın takdir ettiği, istiklâl zihniyetini takdir ve kahramanca gösterdiği müdafaanın hakkını teslim edenin de bu memleket olduğu Anadolu'da anlaşılmakta.
Çünkü, buradakiler, Fransa'nın hürriyet fikri için ne kadar mücadele ettiği ve bu asil hissi başka memleketler için de nasıl müdafaa ve tasvip ettiği hatırlanmaktadır.
Ben bu iki memleket için sadece bir anlaşma değil, daha fazlasını, taaruzi-tedafü bir ittifak temenni etmekteyim.
Nokta-i nazarıma -aksini temenni edenlerin hoşuna gitmese bile- bu, asır-dîde bir dostluğun birleştirdiği her iki devletin de menfaati icabıdır.
Türkiye İtilâf devletlerine karşı harbe girdi ise, bunu, açıkça, herkesçe malûm bulunan sebepler dolayısı ile gerçekleştirdi. Şimdi kendisine karşı ika edilmekte (yapılmakta) olduğu üzere hasmına asla haince taarruz etmedi.
Artık, İslâm âlemi bütün olanları ve Yunanistan'a gizli bir elin nasıl muavenette (yardımda) bulunarak iltizam olunduğunu bilmekte... Ancak, ''hüküm'' ün debdebeli saatinin çalacağı gün uzak değil.
Fransa'nın dostluğunu ben temenni ettiğim gibi hepimiz de arzu etmekteyiz. Daha fazla vakit kaybetmeksizin muallakta (ortada) bulunan bütün meseleleri halletmek ve istikbale yeni bir ziya altında bakmaya hazırlanmak icap eder. Gerek şarkta, gerek garpta pek müphem ve pek karanlık bir hâl iktisap eden şu yarın için mütekabilen (karşılıklı olarak) yardımlaşmamız lâzımdır.
Üç yüz milyon insan birleşmiş bulunuyor: Burada Fransa için oynanılacak ne büyük bir rol var!
Tren koşuyor, ben de kendimi düşüncelere terk ediyorum... Büyük tasavvurlarımızın tahakkuku (gerçekleşmesi) için Cenab-ı Hak bize muin (yardımcı) olsun.
Eskişehir, 15 Mayıs
Buraya, sabahın saat altısında vâsıl olduk. Anadolu'nun bu büyük şehri ne kadar güzel! Tarihî kıymeti ve kıymetli hatıraları dolayısıyla emsalsiz! Burası aynı zamanda mühim bir ticaret merkezi ve Ankara-Bağdat demiryolu üzerinde bir iltisak mahalli (kavuşma yeri).
Şehri iyice gezmek istiyordum, fakat vaktimiz az, görülecek şeyler ise pek çoktu.
Eskişehir, şu sıralarda millî müdafaanın bir kalesi bulunmakta. Her yerde askerler dolaşmakta. Pek çok da zabit görülmekte. Bunların hallerinden meşgul oldukları anlaşılmakta ise de tavırları sakin.
İstikbal neler saklıyor?
Büyük fabrika, top ve kamyonlar tamir etmek üzere gece gündüz çalışıyor.
Şehrin meşhur çarşısı her nevi yerli mallarla dolu. Bilhassa aralarına Kur'an ayetleri karıştırılmış pek güzel tezyinatı havi (süslemeleri içeren) Kütahya çinileri dikkati çekiyor.
Türbeler, camiler... Fakat vaktimiz yok, istasyona gitmek lâzım.
Tren, saat on bir buçukta hareket etti. Öğleden sonra saat üçte Alayund'a vasıl olduk.
Daha Sonra, Trende Afyonkarahisar Yolunda
Alayund'da, Karargâh-ı Umumî Erkân-ı Harbiye Reisi Miralay Arif Beyle birlikte bizi bekleyen İsmet Paşa ile buluştuk.
İsmet Paşa kısaca boylu, sakin tavırlıdır. Ancak, zinde ve nafiz nazarları (etkili bakışları) simasının diğer kısımları ile tezat teşkil ediyor. Paşa, hâkî renkte sade bir üniforma giymiş.
Miralay Arif Bey ise uzunca boylu bir zat. Pek ince işlenmiş Çerkez kemeri hayranlık nazarımı celp ediyor. Bu kemer müzelik bir parça.
İsmet Paşa ile mülakatımız, trenin hareketine takriben iki saat kadar sürdü.
Avrupa'da bile tanınan hakikî kıymeti ile takdir edilen, büyü sevkülceyşçi teferruattan (stratejik ayrıntıdan) bahseder veya vazıh (açık) izahatta bulunurken, fütursuzluğunu (bezginliğini) gösteren bir sükûnetle konuşuyordu.
Ancak, bu kadar geniş bir muhayyileye sahip bir kimsenin yavaş yavaş ve büyük bir ihtimamla tasavvur edip hazırladığı müthiş planının neticesinden, evvelâ Cenab-ı Hakkın inayetine (yardımına) sonra da askerlerinin kahramanlığına güvendiğini söylediği zaman kalplerimiz ümitle doldu.
Zabitlerinin cesaretini de methediyordu. ''Gayem, yabancı orduları tamamıyla imha etmektir. Her şeyi göze aldık. Benim Âlem-i İslâm'dan istediğim tek şey sabırdır. Şehirlerin, tarlaların hiç ehemmiyeti yoktur. Küstah düşmanımızın mütemadiyen, bilâ fasıla tokmaklanmalıdır. Düşman evvelâ bu mükerrer hücumların helâk (yok) edici kuvvetini anlamalıdır. Öldürücü darbe de nihayette vurulacaktır.''
Yunanlıların bütün tasavvurlarını bildiği halde birçok şeylerden bu kadar sadelikle bahseden ve bundan tefahür etmeyen (övünmeyen) bu zat hakikaten muhteşemdi.
Yunanlıların herhangi bir baskın hareketinde bulunmaları imkânsızdır. Paşa, bize bütün harp sanatını anlatıyor. Düşman, karşılacağı müşkilâtı hesaba katmaksızın, muharebe edeceği arazinin mahiyeti hakkında hiçbir malûmatı olmaksızın, cephe gerisindeki müthiş hazırlıklar, müdafaa hatları vesaire hakkında hiçbir şey bilmeksizin ilerliyor.
Bu büyük sevkulceyşçi (stratetist), düşmanı getirmek istediği yere çekmesini pek iyi bilen bir kimse.
Görüp işittiklerime nazaran nihaî ve kat'î netice. Cenab-ı Hakkın inayeti ile ancak şu olabilir: Zafer.
''Plânımız geniştir ve korkarım ki tatbiki uzun sürecektir. Sevgili vatanımız olan bu topraklarda herkes kendisine düşen mesuliyeti deruhte etmiştir (sorumluluğu üzerine almıştır).''
İsmet Paşanın, Yunanlıları ezen, ağır çekiçleri işleten muharrik (yıkıcı) kuvvet olduğunu Büyük Devlet Reisinin, ateşli Refet Paşanın da yardımı ile nihaî darbeyi hazırladıklarını bugün anladım.
Bu harekât Ankara'dan evvel mi, ebedî şehir içinde mi, yoksa gerilerinde mi olacak? Bu bir sırdır ki, ancak Cenab-ı Hak ile büyük kumandanlar bilebilir.
Paşa ''Afyonkarahisar'da 'Yıldırım'ı, yani Miralay Halid'i göreceksiniz'' dedi. Birçok mevzu üzerinde halisane bir samimiyetle konuştuk. Hepimiz silâh arkadaşı değil miydik?
Fakat trenin hareket vakti geldiğinden bu askerî dehadan ayrılmak icap ediyor.
İsmet Paşaya şan ve şeref olsun, Cenab-ı Hak bu kıymetli insanları sıyenet buyursun (korusun).
Aynı Gün, Afyonkarahisar
Safa Oteli
Buraya akşam saat sekizde vâsıl olduk. Bekleyen araba bizi oldukça büyük bir binaya götürdü. Burası Miralay Halid Beyin ikametgâhı idi. Birçok yerinden yaralanmış olan bu kıymetli asker şimdi de İnönü'de yaralanan sağ kolunu iyileştirmekle meşguldü. Kendisine elektrikle masaj yapılıyordu.
Gençlik, cesaret ve faaliyet ziyasının parladığı bu güzel simayı hiç unutmayacağım. Akşam yemeğini beraberce yedik. Maceraların anlatılması ile dolu olan bir gece sohbetinden sonra bizi otomobili ile bizler için hususî olarak ihzar ettirdiği (hazırlattığı) Safa Oteli'ne götürdü.
Ne çok hatıratı var! İnsanları arkasında sürüklemesini, askerlerini istediği gibi sevk ve idare etmesini bilen bu zata nihayetsiz derecede itimadı olan buradakiler de prestiş ediyorlar.
''Safa'' Oteli'ndeki odamda düşünüyorum. Ne kadar çok büyüklük ve cesaret eseri duydum ve gördüm. Bütün gece zihnim hummalı bir faaliyet içindeydi. Miralay Halid'i, İslâm tarihinin ilk senelerindeki meşhur kumandan Halid İbn-i Velid ile İslâmiyet'in inkişafı ve şaşaasına bunca yardımı dokunan ve ''Seyfu'llâh el-kati'' yani ''Allah'ın Keskin Kılıcı'' denilen zat ile mukayese ediyordum.
Miralay Halid emirlerini, şimdi sol eli ile yazıyor. Kendisini yaralandığı bir muharebeden sonra yarasını iyileştirmeye çalışan bir dostuna ''İyice bak, vücudumda yara almamış bir yer olup olmadığını söyle'' diyen eski zamanlardaki müsabihi (arkadaşı) ile mukayese ediyorum.
Avn-i İlâhî her cihetle rakipsiz olan bu milletin üzerinden eksik olmasın. Başka bir devirden kalma zannını uyandıran, tasavvuru imkânsız fedakârlıkların yüküne tarifi nakabil (olanaksız) bir tahammül gösteren ve kırılmaz bir cesaretle mücadele eden bu milletin yüksek cevherini anlayabilmek için, insaniyetkâr Avrupa sayesinde içinde yaşadığı muhteşem inzivayı benim gibi görmüş olmak lâzımdır.
Ben artık hiçbir büyük devlete hitap etmiyorum. Çünkü görmüş olduğum şeylerden sonra bunda faide yok, tamamıyla abes.
Avrupa'nın, Türkiye'nin ölmesini istediği aşikâr. Böyle olmasa Anadolu'da cereyan eden hadisat karşısında, bilhassa milletlerin ''selâmet ve hürriyet''i için dört yıl harp ettikten sonra sükût edebilir miydi?
Ben bir davayı müdafaa etmiyor, yirminci asrın ortasında cereyan eden hâdiseleri müşahade ile iktifa eyliyorum (yetiniyorum).
Yaşayan görür. Adalet-i İlâhiye seyrine devam edecektir.
Fındıklı, 16 Mayıs
Sabah saat sekizde Afyonkarahisar'dan müfarakat ettik (ayrıldık). Beş arabalık bir kol teşkil ediyorduk. Celâlettin Arif Beyle ben, rahat bir faytonda idik. Antalya'nın bize refakat eden yeni mutasarrıfı Fahrettin Bey ikinci arabayı işgal ediyordu. Sonra Kaymakam Aziz Bey ile Antalya eşrafından biri ve nihayet eşyalarımızı taşıyan iki yük arabası.
Müfarakatımızdan (ayrılışımızdan) bir saat sonra yolda, Afyonkarahisar'a doğru ilerleyen seyyar müfrezelere tesadüf ettik. Daha sonra büyük bir piyade birliğine rastladık. Bu birliği teşkil eden askerler, muhtelif patikalardan, muhtelif istikametlerden gelerek ovaya yayılıyor, orada tabur haline girerek aynı şehre gidiyorlardı.
Bunlardan sonra topçu geliyor, bunları da öküzlerin çektiği birkaç top takip ediyordu. Bunları da, sonu gelmeyen süvarilerin refakat ettiği cephane arabaları takip etmekteydi.
Bu yakında başlayacak olan taarruzu önlemek üzere, öteye beriye dağılmış olan askerlerin tecemmuu (toplamı). Ben, böyle bir plânı pek çok takdir ederim. Zira İzmit'ten başlayıp, Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar'dan geçerek Burdur civarına kadar uzanan beş yüz kilometreden fazla bir cephede, kuvvetlerin kesif (yoğun) olması icap eder.
Öğleden sonra saat ikide, öğle yemeğini silâh altına çağrılan her yaşta binlerce insana rastladığımız bir handa yedik. Bunlar, techiz edilmek (donatılmak) ve sonra cepheye sevk olunmak üzere Ankara'ya gidiyor.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5
- Büleklär
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4023Unikal süzlärneñ gomumi sanı 235123.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4055Unikal süzlärneñ gomumi sanı 237923.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4053Unikal süzlärneñ gomumi sanı 236723.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4155Unikal süzlärneñ gomumi sanı 232725.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4060Unikal süzlärneñ gomumi sanı 234724.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.36.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 481Unikal süzlärneñ gomumi sanı 37835.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.