Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5

Süzlärneñ gomumi sanı 4060
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2347
24.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
36.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Bunlar, büyük cihan Harbi'ne iştirak etmiş kıdemli askerlerdi. Sabır ve metanetle hiç mırıldanmadan günlerce yürüyerek yol alan bu insanlar hürmetle selâmlanıyor.
Biraz daha ileride, oldukça büyük ve küçük yaştaki delikanlılardan teşekkül eden bir kafileye tesadüf ettik. ''Nereye gidiyorlar?'' yolundaki sualime verilen cevap, ''Cepheye'' oldu. ''Bu yaşlarda mı? Orada ne yapacaklar?'' dedim. Aldığım cevap şu: ''Hizmet etmeye çalışacaklar, müdafi askerlerimize ellerinden geldiği kadar yardım edecekler, araba kullanacaklar, faydalı olacaklar.''
Erkek, kadın hatta ihtiyarlar ve çocuklar, hepsi vazifelerini ifa ediyor.
On saatlik yolculuktan sonra buraya vâsıl olduk (vardık).
İndiğimiz küçük otel oturulacak gibi değil. Fakat bu geceyi uykusuz geçirmekliğimizin sebebi bu değil, bütün gün görmüş olduklarımızı hatırlamaklığımız dolayısıyla kalplerimizin heyecandan hızla çarpması idi.

Burdur, 17 Mayıs
Fındıklı'dan sabah saat yedide ayrıldık. Fevkalâde iyi ekilmiş tarlalar arasından geçtik. Böylece devam eden on dört saat süren yolculuğumuzda cephede düşman ateşi karşısındaki arkadaşlarına mülâki olmak (katılmak) üzere yola çıkan binlerce askerden başka bir şeye tesadüf etmedik.
Milletin davetine icabet eden ihtiyat askerleri arasındaki bir müfrezenin başında bulunan dev cüsseli biri, harp şarkıları söyleyerek ilerliyor, arkasındakiler de bunları bir ağızdan tekrar ediyordu.
Dev cüsseli, birdenbire önümüzde durdu ve telâşla sordu: ''Cepheden mi geliyorsunuz?'' Ona ''Evet'' deyince seslendi: ''Öyleyse düşmanın kaçtığı doğru mu?''
Hemen şöyle cevap verildi: ''İnşallah.''
Bunun üzerine, arkadaşlarına dönerek: ''Haydi, çabuk arkadaşlar, koşalım da kardeşlerimizin kazandıkları şereften payımızı almak için vaktinde yetişelim'' dedi ve arkasındaki müfrezeyi sürükleyerek tarlaların içinde delice koşmaya başladı. Bu şayan-ı hayret koşuşmayı görünce, insan, cephenin burada, hemen iki adım ileride olduğunu zannediyor.
Hepimiz hadisata (olaylara) yüz çevirmeksizin bakmasını bilen, görmüş geçirmiş kimseler olmaklığımıza rağmen, gözlerimizin önünde cereyan eden bu ulvî manzara karşısında nefesimiz kesildi.
Bu gibi azametli sahneler ancak, şarkta görülebilir.
Burdur'a vâsıl olmadan önce iki saat müddetle ihtiva ettiği zehirli tuzlar dolayısıyla şöhret bulan büyük bir gölün kenarından geçtik.
Ancak, güller şehrinin girişi pek nefis; yolumuz, tasavvur harici genişlikteki gül bahçelerinden geçiyordu.
Burada birçok gülyağı imalâthanesi var. Bu iş çok inkişaf etmiş.
Çok zeki ve fevkalâde becerikli olan belediye reisi bizi bekliyordu. Bizi küçük eve götürdü. Burada, istirahatımızın temini için, her şey mevcut olmasına rağmen, yine gözlerimize uyku girmedi.
Dimağî yorgunluk mu? Fartı (aşırı) heyecan mı? Endişe mi? Belki hepsi birden. Fakat, tarih sahifeleri içinde yaşanılınca uykusuz geçen gecelerin ne ehemmiyeti olabilir.
Ertesi sabah gülyağı imalâthaneleri ile halı tezgâhlarını ziyaret ettik. Buralardan halılar aldım. Renkler ne kadar güzel ve nakışlar ne kadar iyi intihap edilmiş (seçilmiş)! Esasen her evde, kadınların, her biri hakikî birer tablo olarak dokudukları meşhur seccadelerin işlendiği iptidaî tezgâhlar bulunuyor.
Akşam, Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Heyeti'nin iftarına davet edildik. Türkiye'nin her köşesinden, derhâl cepheye hareket etmek üzere gelen bütün doktorlar bu güzel evde toplanmış.
Balkan Harbi sırasında Mısır'ın sağlamış olduğu kıymetli hizmetler ile Mısırlı doktorların cesaret ve kabiliyetleri konuşmaların başlıca mevzuunu teşkil etti.
Bunun üzerine, hazır olanlardan biri şöyle dedi: ''Bütün İslâm âleminin yardımının bizim için zarurî olduğu vakit artık gelmiştir. Çünkü bu yardım, olmaksızın temsil ettiği İslâmiyet için mücadele eden bu mağdur memleketin ihtiyaçlarına nasıl cevap verebilir? O kadar yaralı, şehit zevcesi (eşi), yetim var ki!..''
Ben her şeyi görmüş olduğumdan, bu sıkıntının vüs'atini (küçüklüğünü) biliyordum! Fakat, ayrı bir zümre teşkil eden yeryüzünün büyüklerine anlamak istemedikleri şeyleri nasıl izah etmeli? Şurası da aşikârdır ki insan tanımadığı kimselerin sefaleti üzerinde durmaz. Anadolu'da bu büyükler için dört tarafından sıkıştırılmış olan bu milletin feryat ve hıçkırıklarının aksisedasını, bunların kibar âlemler içinde sürdükleri veya spora müteallik (ilişkin) zevklerinin cazibesini bozamayan, yabancı ve uzak bir memleket.
Neyse!.. Geçelim.
Yarın sabah otomobil ile Antalya'ya hareket edeceğiz.

Antalya 19 Mayıs
Güzel tarlalarla muhat (çevrilmiş) şirin bir yol; bir yeşillik ve tazelik cenneti. Yirmi kilometre imtidadınca (uzunluğunca) evvelce Sultan Abdülhamid'e ait olan bir malikâneden geçiyoruz. Burasını ve Hafız Paşanın malikânesini ziyaret ediyoruz: Mısır'daki ''Kubbe bahçesi'' şirin köşklerine ve numune çiftliklerine hayran kaldığımız nefis surette tanzim edilmiş (düzenlenmiş) geniş bahçenin âdeta bir minyatürü. Burada toprak, başka yerlerdeki ile mukayese edilemeyecek kadar münbit (verimli).
Saat dörtte, korkuluğu olmayan ve beş yüz metreden ziyade uzunluğu olan tehlikeli bir köprüden geçiyoruz. Otomobilimiz mümkün olduğu nispette iyi bir şekilde, yani gayet yavaşça ilerlemeye çalıştığı sırada, ırmağın içindeki su nebatlarının kuytuluğu veya sazların içinde yuvalanmış her cinsten sayısız kuşun harikulâde cıvıltıları dikkatimizi çekmişti. Bu muhataralı (tehlikeli) anda dinlenilen unutulmaz müşterek bir ahenk!
Meşhur dağın çok dik ve sarp yamacına tırmanmak her hâlde bir buçuk saatimizi aldı. Ovaya inişi hafızamdan nasıl silebileceğim? Ben, pek çok seyahat etmiş olmaklığıma rağmen, bu kadar tehlikeli bir inişe rastlamadım. Fakat hemen sonra, gözlerimizin önüne serilen bizi mükâfatlandırdı... Ne muhteşem bir görünüş! Aşağıdaki Antalya şehri akşamın kızıllığı içinde parıldıyordu.
Firuze mavisi sâkin bir deniz üzerine mürtesem (resmi) düşen nefis minareler göz alıyor, biraz ilerideki zümrüt tepecik bu efsanevî manzarayı çerçeveliyordu.
Antalya'ya vâsıl olmadan bir az önce, mevki kumandanı, yüksek dereceli memurlar ve erkân bizi istikbal ettiler (karşıladır). Mevki Kumandanı'nın bizi fevkalâde temiz bir otele götürdüğü, polis komiserini de emrimize verdiği zaman saat altı buçuktu.
Ankara'dan beri uyumadığımızdan kendimi son derece yorgun hissediyordum. Fakat, istirahat etmeden evvel, Mustafa Kemal Paşaya bir teşekkür telgrafı çekerek meyve bahçeleri şehri olan Antalya'ya muvassalatımızdan (varışımızdan) kendilerini haberdar ettim.

Antalya, 20 Mayıs
Bütün gün, nazik yol arkadaşım Celâlettin Arif Beyin refakatinde şehri gezdim.
Antalya şehri, eski cengâver manzarasından hemen hiçbir şey kaybetmemiş olan surlar içinde bina edilmiştir. İner-kalkar köprü, hendek, şurasında burasında bir tarih veya Kur'an ayetleri taşıyan kitabeler bulunan, tasavvur edilemeyecek kadar kalın duvarlar, hepsi yerli yerinde.
Bu kitabelerdeki yazaların sadece hangi cins hat ile yazılmış olduğunu görmek, cereyan eden muharebenin veya vukua gelen hadisenin hangi devre ait olduğunu anlatmaya kâfi gelmekte.
Girift, dar sokaklar, birbirine girmiş küçücük evler garip bir manzara arz ediyor.
Kurun-i vustaî (Ortaçağ'a özgü) bir görünüşü olan asıl şehir, eski şehirden bir cadde ile ayrılmış. Anadolu'da bulunan her cins malın satıldığı pazar da burada.
Hükümet Konağı ile işgal zamanında İtalyan makamlarının meskenleri ve telsiz telefon istasyonu, sur haricinde. Bütün bunlar iyi görünüşlü.
Sahil boyunca süslü küçük köşkler, zarif bir zevkle dizilmiş sıralar var. Yine deniz kenarında herkesin buluşma yeri olan çok güzel bir kahve-gazino bulunuyor.
Millî hareketin başlangıcından beri Ankara'da ehemmiyetli bir rol oynayan kadın muharrir Halide Edip Hanımın babası ile bir tesadüf eseri olarak burada buluştum.
Antalya, mükemmel bir kışlık yeri ise de yazın hararet tahammül edilir gibi değil. Şehir fevkalâde bakımlı ve temiz.
Civardaki dağlardan gelen ve şehrin her tarafından geçerek sığ olan denize müteaddit şelâleler halinde dökülen ve her yönden mütemadiyen su sesi işitilmesini temin eden pek çok dere ve kanalı olmak gibi yegâne bir hususiyete sahip.
Bu akşam, iftar için, Ahmet Beyin evine davet edildik. Ordunun eski zabitlerinden olan bu zat halen Antalya'nın en gözde tüccarlardan biri. İstanbul'un büyük ailelerine mensup. Son derece vatanperver ve son derece kibar olan bu zat, memleketin bütün güzellik ve zenginliklerini küçük ve güzel evinin hariminde toplamış, ince bir zevk ile tanzim etmiş. Evinin balkon şeklindeki sevimli salonu bir şark şaheseri!
Burada yeni ve eski mutasarrıfları beklerken hayale daldım ve kendimi İstanbul'un ortasında zannettim. Ahmet Bey ile kardeşinin bana karşı göstermiş oldukları tarife sığmaz nezaketi asla unutamayacak, muhabbet dolu arkadaşlıklarını hafızamda daima muhafaza edeceğim.
Çok zengin ve müstesna ince bir zevkle hazırlanmış olan yemeğin sonlarına doğru, Ahmet Beyin biri erkek, diğeri kız olan iki sevimli çocuğu, İsviçreli mürebbiyelerinin refakatinde gelerek bize arz-ı hürmet ettiler. Her ikisi de Fransızca ve Almanca konuşuyordu.
Yemekten sonra daha uzun müddet konuşuldu. Mutasarrıf Bey çok malûmatlı (bilgili) bir zat, zeki bir diplomat ve ateşin (ateşli) bir vatanperver. Ne lâtif (güzel) bir gece! Fevkalâde hâdiselerden basit işlenmiş gibi bahsettiklerini dinlerken insan bu zevata karşı iki kat hayranlık duymakta. Cenab-ı Hak, hakikî birer kahraman olan bu insanların cümlesini sıyanet buyursun (korusun).
Antalya, 21 Mayıs
Arkadaşımla birlikte, sakin deniz boyunca uzayan iki tarafı asır-dîde çınar ağaçları ile çevrili yoldan geçerek şehir haricindeki büyük meyve bahçelerinde dolaşmaya çıktık. Antalya'yı görmeyenler, dünyanın cennet-âsa bu köşesini tasavvur edemez.
Uzun ve güzel bir gezinti sonunda Osman Efendiye ait olan meşhur bir bahçenin büyük kapısı önünde durduk.
Pek güzel meyveler taşıyan azametli ağaçları seyrederek yürüyorduk. Yerde tek bir yabanî ot, itina ile tırmıklanmış yollarda tek bir düşmüş yaprak yoktu.
Öğle sonrasının sükûneti içinde yürüdüğümüz sırada bir küçük çocuk bizi gördü. Geniş şalvarı ve iri kırmızı kuşağı ile tam bir Anadolu kıyafetinde olan bu çocuk bize tebessüm ediyordu. Hemen önümüze düşerek bir tek kelime söylemeksizin bizi etrafı ağaçlarla çevrili güzel bir köşke götürdü ve yine sükût içinde çekilip gitti. Biraz sonra babası Osman Efendi göründü ve bize, ''Hoş geldiniz'' dedi.
Bizim Ankara'dan gelen yolcular olduğumuzu öğrenince ellerini semaya kaldırarak, ''Cenab-ı Hak İslâm'a nusret (yardım) ihsan buyursun'' dedikten sonra bize vaziyet hakkında sualler sormaya başladı. Bütün söylediklerimizi can kulağı ile dinliyordu.
''Maalesef çok yaşlıyım ve kalabalık bir ailenin reisiyim. Çocuklarım henüz pek küçük olduklarından harbe iştirak edemiyorlar. Fakat ne de olsa elimden geldiği kadar memleketime hizmet ediyorum'' dedi.
Ayrılacağımız sırada bize bir sepet dolusu iri portakal takdim etti. Borcumuzun ne olduğunu sorduğumuz zaman dostane bir serzenişle, ''Dostlarım henüz şarkta bulunuyorsunuz ve bunu pekâlâ biliyorsunuz. Asıl ben size müteşekkirim. Bugün bana, Ankara'mızın ruhundan biraz olsun getirdiğimiz için minnettarım'' dedi.


Antalya, 22 Mayıs
Civardaki fevkalâde güzel ovalarda uzun bir gezintimiz oldu. Şehirden pek de uzak olmayan bir yerde, Mısır'ın en meşhur ve en münbit (verimli) topraklarının hepsine başlı başına bedel olan takriben iki yüz dönümlük bir arazi parçası var.
Antalya'daki şelâlelerin muharrik kuvvetli takriben on beş bin beygir, olarak tahmin olunuyor.
Müslüman hanımları, İstanbul'da olduğu gibi, zarif çarşaflar giyiyorlar. Rum kadınları ise eski modaya göre kısa bir cepken ve geniş bir kuşak taşıyorlar. Başlarında, etrafına yemeni sarılmış bir fes var. Saçları ise, uzun iki örgü halinde arkalarına bırakılmış.
Ahali, işgalden beri, görülmemiş bir dirayet ve nezaketle, hareket eden İtalyan makamlarına karşı müteşekkir. Askerî bir kuvvet vesaire bulunmasına rağmen vaziyette bir değişiklik görülmüyor. İtalyan zabitlerinin kibarlığı ile nezaketinin senasını (övgüsünü) herkesten duydum. Hiçbir İtalyan tazyiki (baskısı) hissedilmiyor. Türkler, bu silâhşor millete nasıl muamele edileceğini derhal kavrayan İtalyanlar ile, çok iyi geçiniyorlar.
Bir müddet önce, İngiliz bandrası taşıyan bir gemi dolayısıyla bir hâdise çıkmıştı. Kurnaz Türk polisleri, bu gemide, imansız ve şerefsiz Konyalı asilerin bulunduklarını anlamaları üzerine vukua gelen müessif hâdise (üzücü olay), arzu edilen şekilde istismar olundu.
Yeni mutasarrıf gayet ciddî olduğundan ihtilâf tamamıyla izale edildi (giderildi.) Esasen, Ankara Hükûmeti de, İtalyan dostluğuna ehemmiyet vermekte. Türkiye ile İtalya'nın anlaşmaları için hiçbir makbul sebep de mevcut değil.
Bu iki memleketi, aksine birbirine bağlayan pek çok müşterek menfaat var. Şimdi, hiçbir ciddî muhasamanın ayırmadığı bu iki memleketin, şarktaki sulhün istikrar bulması için birbirlerini samimî birer dost addetmeleri lâzım.
Celâlettin Arif Bey Avrupa'ya mahza (yalnız) istirahat için gitmekte olmasına rağmen hükûmeti ile İtalya arasında irtibat (bağlantı) kurmak için elinden geleni ifa etmekte (yapmakta); vatanperverlik vazifesini asla ihmal etmiş değil.
Bu akşam, iftardan sonra sahile indik. Kahve, gazino, binbir ziya içinde parıldıyordu. İçinde alâka-bahş şahsiyetlerin de bulunduğu topluluklar dahil, meydandaki masaların etrafında çok kalabalık vardı. Şu cazip Kürt Beyinin asil tavrını hiç unutmayacağım...
Adı M... bey olan ve siyahlar giyinmiş bulunan zat heyecanla konuşuyordu. İnce, uzun ve zarif vücudu ile vakur bir ırkın zeki gençliğini temsil ediyordu. Müstehzî (alaycı) tebessümü, gözlerinde yanan kıvılcımlar şahsiyetini kâfi derecede belirtiyordu.
''- Kürt meselesi mi? Bu ne kadar abes bir şey! Böyle bir mesele nasıl mevcut olabilir? Biz daima Osmanlı ve vatana sadık olduk! Biz, aramızda ihtilâf yaratan entrikacıları tanıyor ve böyle hareket etmelerinin sebebini biliyoruz. Bana itimat ediniz ki bu hareketleri onlar için hayırlı olmayacak ve işlemek istedikleri fenalığa kendileri uğrayacaklar.
Esasen İslâmiyet bir büyük ailedir. Evvelce milliyet meselesi asla mevzuubahis olmamıştı. 'Bütün Müslümanlar kardeştir' sözü dinimizin asıl umdesini (ilkesini) hulâsa etmiyor mu?"
Ben, bütün bunları dikkatle kaydediyorum. Bütün Müslüman eşrafını asalet ve şecaatte (kahramanlıkta) size benzemesini temenni ederim.
M... Bey, size ve bütün size benzeyenlere hürmetkâr hayranlıklar.


23 Mayıs, Rodos Yolunda, Denizde
Mutasarrıfı ziyaret. Bu pek misafirperver şehre veda.
Bu akşam bütün dostlarımız bizi teşyi ediyor (uğurluyorlar). Limanda, sevimli yüzlü, iri yarı, itina ile giyinmiş ve başında kalpak bulunan hamallar kâhyası, dev-âsa cüssesi ile bütün nazarları üstüne çekiyor. Bu adam bir vatanperver, hem de büyük bir vatanperverdir. Yunan gemilerinin tahmil veya tahliyesine (yükleme ve boşaltmasına) asla müsaade etmiyor.
Nihayet, gece bastırmadan limanı terk ettik.
Deniz sakin. Lloyd Triestino'nun küçük vapuru rahat yol alıyor.
Rodos, 24 Mayıs
Bu güzel ve tarihî adaya sabahın saat onu raddelerinde vâsıl olduk. Hava güneşli idi.
Bella - Vista Oteli sahibi tarafından, bizi almaya tahsis olunan (ayrılan) üç arabanın bulunduğu rıhtıma götürmek üzere gönderilen kayık beklemekte idi.
Rodos'taki salâhiyetli makamlar bize hoş görünmek için her türlü sühuleti (sıcaklığı) gösterdiklerinden, muvasalatımızdan (varışımızdan) hemen sonra, bir tepede bulunan Bella-Vista Oteli'ne doğru hareket ettik.
29 Mayıs, Denizde
Bekir Sami Beyin yakında geleceğini haber almaklığımıza rağmen bugün Rodos'tan ayrıldık. Çünkü yolda fazlasıyla zaman kaybettiğimiz için daha ziyade (çok) gecikmek istemiyorduk.
Rodos'ta herkes bize karşı pek nazik davrandı. İtalyan makamlarına, Fransız Konsolosu'nun biraderine ve ikametimizi hoş geçirmekliğimiz için zarifane surette çeşitli yardımda bulunan herkese samimiyetle teşekkür ederim. Doktor Mustafa Beyin hatırasının hafızamda müstesna bir yeri var. Bu kısa ikamet müddetimiz zarfında bu kıymetli dost bize pek çok hizmette bulundu. Kendisini daima hatırlayacağım.
20 Mayıs, Açık Denizde
Sıkıntılı bir gece, azgın bir deniz.
31 Mayıs, Kuşadası
Birkaç gün kalmak üzere bu güzel limana vasıl olduk. Deniz, her gün aynı saatte dalgalanarak, gece yarısına doğru sakinleşmekte. Burası pek tehlikeli bir yer. Yakınımızda, karaya oturan bir İtalyan torpido muhribi görülmekte. Karşımızda, şehir, harbin tesiratı (etkisi) ile yarı harabezar halinde. Gece, yavaş yavaş aydınlandıkça garip bir manzara arz etmekte.
Kaymakam Ferruh Bey, bize, sık sık iltifatta bulunuyor. Ne kadar cesur ve faal (çalışkan) bir şahsiyet. Kendisini herkese saydırıyor.
Gemi süvarisi ile zabitanının nezaketi her türlü sitayişin fevkinde (övgünün üstünde).
6 Haziran, Denizde
Denizde yol alıyoruz. Korent Kanalı'nın önüne vâsıl olduğumuzda kanalın son fırtınadan beri kapandığı ve buradan geçebilmek için on beş gün beklemekliğimiz icap ettiği bildirildi. Bunun üzerine geriye dönüp, adaların etrafından dolaşarak yolumuza devam ettik...
Deniz yine coşuyor, gemi sallanmakta. Kan dökülen şarktan uzaklaştıkça zihnimi, gittikçe artan bir şekilde oralarda bıraktığım dostların hatırası kurcalıyor, işgal ediyor.
7 Haziran, Açık Denizde
Güvertede dolaşıyorum. Hava çok serin, gece karanlık. Rüzgâr çok sert esiyor ve gemi yalpalıyor.
Yarın bayram. Yeryüzündeki bütün Müslümanlarca her yıl te'id edilen (kutlanan) mübarek bir gün. İstirahat, af, şefkat ve umumî ittihat günü. Fakat bu unutulmaz hüzünlü anlarda yarın bir millî matem günü olacak!
Tarih böylesini asla kaydetmemiştir!
Rüzgâr şiddetini gittikçe arttırıyor. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yok... Geride bıraktığım kahramanları düşünüyorum. Onlar için durmak, durak yok.
Bunlar mücadele ediyorlar ve ölünceye kadar mücadele edecekler! Bu şeref onların elinden alınamaz. Hangi milletin böyle bir destanı var?
Mukaddes toprakları böylesine adım adım müdafaa ederek ölmek ne güzel! Benim istikbale imanım var! Her şeyden feragât eden bu muhteşem kahramanların daha pek çok mes'ut günler yaşayacağından eminim. Yaşanılan zalim günlere, yaşanılmış günlerdeki ıstırapların hatırasına rağmen Cenab-ı Hakkın inayeti ile nihaî zaferi göreceğiz!
Ebedî Türkiye'nin şanlı ordularının asil kumandanları, nevmit (umutsuz) olmayınız! Sizler hürriyet ve adaletin müdafileri olduğunuzdan kadiri mutlak imha olunmaklığınıza müsaade etmeyecektir.
Muvaffakıyet temennilerim, dileklerim ve dualarım şu mübarek arife günü sizlere vâsıl olsun! Selâm size yakından, uzaktan tanıdıklarım! Silâh arkadaşlarım, arkadaşlarım, dostlarım.
Büyük Devlet Reisi, İsmet ve Refet paşalar, Yusuf İzzet Paşa ve siz isimleri dudaklarımdan eksik olmayan hepiniz, Kâzım Karabekir Paşa, Selâhattin, Şükrü, Ekrem, Fahrettin, İzzettin, Kemal Bey! Yaşadığınız ve şeref yolunu gösterdiğiniz müddetçe İslâmiyet yaşayacak ve garbın bütün fırtınalarına karşı kendisini müdafaa edebilecektir!
İslâm âleminin en ücra (uzak) köşelerinde, sizler tebcil ediliyorsunuz (kutsanıyorsunuz), sizin nihaî zaferiniz için dualar ediliyor.
Sizleri ıstıraplı günlerinizde gördüm, neşeli günlerinizde de görmeyi ümit ediyorum.
Emin olunuz ki dünyaya sulh getirecek olan şark, peygamberler ve medeniyetler beşiği, dinler ve yeni ümitlerin mabedi, ezilen milletlerin hürriyeti için çarpışan şarktır.
Daha şimdiden sânik olan (ortaya çıkan) bir ziya, yakında semada nümayan olacak (görülecek) ve kâinatı değiştirecektir. Bu ziyaya karşı iyilikten başka hiçbir şey mukavemet edemeyecektir. Bu ziya, hayırlı huzmetleriyle (demetleriyle) evvelâ her devletten önce, bütün milletlerin istiklâlini tanıyan ve Misak-ı Millî'yi takdir ve ona riayet eden Türkiye'yi aydınlatacaktır.
Mücadele ederken biraz da sabırlı olunuz. Bu ziyadar yıldızın yakında semalarda şaşaalı bir şekilde parladığını göreceksiniz.
Bu sevinçli güne intizarı Cenab-ı Hak cümlemize nasip buyursun.
8 Haziran, Otranto
Avrupa'ya vâsıl olduk. Görülecek mütebaki (geri kalan) işler için kendimi Cenab-ı Hakkın inayetine emanet ediyorum.
''Zafer Allah'tan gelir ve gelmesi yakındır.''
Ve zafer geldi.
Muhasebatın iptidasından (başlangıcından) beri bütün Anadolu için carî (geçerli) mukaddes bir darb-ı mesel olarak kabul edilen bu Ayet-i Kerime, emsalsiz bir inatla cephede çarpışan bütün Müslümanların kalbinde menkuştu.
İlahî sözlerin mukaddes manası askerleri coşturdu: Mucize, yirmi bir gün süren Sakarya Muharebesi ile tahakkuk etti (gerçekleşti).
Bu emsalsiz bir hâdise, harekâtın ulviyeti karşısında başlar eğilmelidir.
''Sakarya Zaferi'nin güneşi, bundan böyle Anafartalar'ın genç, muzaffer kumandanının başı üzerinde ebediyen parlayacaktır'' (1).
***
Bu unutulmaz çarpışmada cansiparane göğüs göğüse dövüşerek İslâm âleminin şerefini kurtaran insanların silâhları azdı, cephaneleri azdı; ne tankları, ne tayyarelerine de zehirli gazları vardı. Hasılı, cesaret ve imanlarından başka bir şeyleri yoktu.
Kafkasya'dan, Güneydoğu'dan, Karadeniz'den gelen kıtalar toplandığı zaman, Mustafa Kemal Paşa kılıcını kaldırarak bunların hepsine şöyle hitap etmişti:
''Düşman bol cephanemiz olmadığına seviniyor! Takdirini Cenab-ı Hakka bırakıyorum! Bence, iyi techiz edilmiş olmalarıyla gururlananlar ölüme mahkûmdurlar. Bunlar mutlaka mahvolacaktır.
Bir mahkûmun cezalandırılacağı silâhı ve cezalandırılma şeklini intihap etmesi (seçmesi) görülmüş şey midir? Onlarla bizim aramızda ne fark var? Korkmadığımız ölümün bizim için ne ehemmiyeti var?
Biz şerefle yaşıyoruz. Biz her şeyi göze aldığımız için öldürücü silâh bizim için müsavidir! Hâlbuki onlar, bütün kâinata yaydıkları hayalî zaferlerle kendilerini aldatıyorlar...
Ey elimde tuttuğum kılıç, tehlike karşısında titreyenlerin ıstırabını teskin edemez misin? Şunların gururlanmalarına, eğlencelerine son verecek olan bir darbede kesemez misin?
Bununla beraber, ölüm yalnız sende tekâsüf etmiş (yoğunlaşmış) değildir. O, aynı zamanda, bizim hudutsuz kinimizden yakıcı alevler halinde fışkırmakta ve bizi mahvetmek için bu kadar adî vasıtalara müracaat edenlere karşı duyduğumuz istihfaftan (küçük görmeden) neşet etmektedir (ileri gelmektedir).
Bize bu kadar haksızca taarruzda bulunanlar artık elimizdedir! Ölümden başka iktisap edecekleri (alacakları) bir şey yoktur. Çünkü mağlupların yegâne iktisap edecekleri şey budur. Onlar zafer neşideleri (şarkıları) söyleyebilirler. Onların istediklerini yapmaya şimdilik müsaade ediyorum. Onların ümitsiz feryatlarının ve yardıma çağırışlarının semaları çınlatacağı saat yakında çalacaktır.''
Kendilerini nehre atarak düşmanı takibe koşan vatan müdafileri, güzel bir öğle sonrası İstanbul'un henüz Bizans olduğu zaman, kumandanlarının bir emri üzerine, bu tasavvuru imkânsız bahadırlık sahnesi karşısında hayrette kalan, geç vakit gezinenlerin gözleri önünde Boğaz'ı yüzerek geçen süvarilerin ırkındandı.
***
Yüksek kumandanlığın ispat etmiş olduğu kabiliyet artık münakaşa kabul etmez. Her gün devam eden manevralar bunun parlak bir delilidir. Sayıca kahır faikıyet (ezici üstünlük), maddi zenginlik, fennî techizat bakımından görülmemiş derecede mebzuliyet (bolluk), hasılı muvaffakıyete vâsıl olmak (başarıya ulaşmak) için bütün kozlar düşmanın elinde mevcuttu.
Buna rağmen, önce muharebeyi reddeden, fakat sonra, sevkulceyşî (strateji) bakımdan takarrür ettiği üzere Yunan ordusunu istediği yere çeken Türk Erkân-ı Harbiyesi'nin üç ay evvelinden hazırlamış olduğu plânın tatbikine hiçbir şey engel olamadı, durduramadı. Yunan ordusu, muvaffakıyetsizliğe uğraması icap eden yerde mağlup oldu.
Büyük Devlet Reisi ile şanlı mesai arkadaşlarının tahminleri, her türlü tasavvurun fevkinde (üstünde) olarak tahakkuk etti (gerçekleşti).
***
Kral Konstantin, 12 Haziran'da İzmir'e gitti. ''İleri! Bizans'a. İleri! Ankara'ya!'' nidaları ile karşılandı.
Bir kraldan ziyade bir Ehl-i Salip (Haçlı) kumandanı gibi kabul gördü (1).
Medeniyet kahramanlarının tayin ettikleri hedef -müteaddit tekziplere (çeşitli yalanlamalara) rağmen- Ankara idi. Hatta, kahraman şehrin barbar Türklere bir ders olması için 5 Eylül'de sukutu derpiş olunmuştu.
Hâlbuki, Ankara zaptedilmedi ve Kral Konstantin askerlerine şöyle bir tebliğde bulunduktan sonra Atina'ya döndü: ''Düşmanı kalbinden vurdunuz. Esaret altında bulunan kardeşlerinizi kurtarmak ve ecdadınızın büyüklük eserleri yarattıkları bir memlekete yeniden medeniyet götürmek üzere kıymetli kanınızı, Elen kanını döktünüz.. vesaire.''
Medeniyet mi? Büyüklük mü? Manadan ârî (uzak) olan bu kelimeler de ne?
''Tarihin altın harflerde yazacağı demir'' (1) hakkında hakikî bir fikre sahip olmak için şirin ve yemyeşil Anadolu'yu, harpten önce çok misafirperver ve çok zengin olan bu toprakları, şimdi çorak bir çöl haline gelen, her tarafı yanmış, her tarafı kanlar içinde bulunan Anadolu ile mukayese etmek lâzımdır.
Elen ordularının askerleri, her geçtikleri yerde ebedî bir yara açtılar: Ancak uzak mazideki vahşi güruha yakışan bir istilâdan sonra ''buralarda ot bile zor biter.''
Benim bu naklettiğim vakıalar, büyük devletlerce de bilinen vakıalardır.
***
Bütün mahrumiyet ve bütün ıstırapları ile bir kış muharebesi daha şimdiden ufuklarda görünmekte. Harbin, Türklerin zaferi ile neticelenen bu safhası, harpte tabiî sayılan met ve cezir devrelerinden biri olarak görülmekte.
Avrupa'daki diplomatik müzakereler (görüşmeler) muhakkak kasten uzatılacak, düşman da bu tahrip muharebesini, zulmün bütün incelikleriyle birlikte idame ettirmek isteyecektir.
Hakikatin gizlenmesi yine devam edecektir. Mümeyyiz (seçkin) vasfı müsamaha (hoşgörü) olan bu millete karşı gösterilen bu kin neden, ya Rab?
Bu zaptedilmez, hudutsuz şiddet nedir?
''Patriğin şahsı masundur'' diyen ve kendisine önceki patriklerin haiz oldukları bütün hak ve imtiyazları bahşeden İstanbul'un kudretli fatihi II. Sultan Mehmed'in halefleri ne kabahat işlemişlerdi?
Ancak, kendilerini müdafaa için harp eden bu halim selim insanların sakin seciyelerini inkâra tasaddi etmek (girişmek), Türk tarihini ve bu asil ırkın ruhiyatını iyi bilmemektir.
Vekar ve sadakatleri dolayısıyla evvelce Türkleri metheden İngilizler, kanlı Çanakkale Muharebesi'nde, Gelibolu Yarımadası'nı tahliye ettikleri sırada, ''Almanlar için değil de'' silâhşor düşmanları için her türlü nefis yemeklerle donatılmış sofralar hazırlayarak Türklere karşı son bir defa ve biraz olsun dostluk göstermemişler miydi?
General Townshend kendisine gösterilen umulmadık misafirperverliği unuttu mu?
Türkler, Çanakkale Boğazı'nın zorlanması sırasında isabet alan ve batmak üzere bulunan bir Fransız zırhlısının karşısında, harp kanunlarının başlattıkları işi bitirmelerine müsaade etmesine rağmen, ateşi kesmek ve sahildeki Türk askerleri, ''Şerefle ölen Fransız denizcilerine şan olsun'' diye bağırırlarken topçular da bu kahraman muharipler şerefine bir salvo ateşi endaht etmek (atmak) suretiyle ulvî vazifelerini asla ihmal etmemişlerdir.
Mütarekeden beri Türkiye müstesna, her millet silâhlarını terk etmiştir. Bu memleket, hakikî bir bozgun neticesi değil, daha ziyade Bulgar felâketinden sonra, Trakya ve İstanbul'un doğrudan doğruya tehdit altına girmesi dolayısıyla 1918 Teşrin-i Evveli'nde (Ekim) teslim olmuştur (1).
Reis Wilson'un vaatlerine itimat eden Türkiye, bilhassa silâhtan tecrit edilmiş (arındırılmış) olduğu için, her taraftan ve hiç umulmadık bir şekilde, taarruza uğrayacağını zannetmemişti... ''En kuvvetlinin delili en makbulüdür.'' Bilhassa Müslümanları alâkadar eden bir meselenin halli mevzuubahis olduğu zaman!
Bu Müslüman memleket harbe başlamamış olmasına rağmen en zalimane bir şekilde parçalanan memleket olmuştur. ''Mağlupların vay haline!'' Türkiye'yi bugüne kadar işkence altına alan bu amansız kaidenin bu memlekete tatbik olunduğunu kim inkâr edebilir?
Şayet şerefle yaşamak mefkûresini (ülküsünü) daima muhafaza etmemiş olsaydı, böyle bir memleket, ölünceye kadar mücadele etmeyi göze alabilir miydi? Türkiye, sonuna kadar, mütearrızı (saldırganı) geri püskürtecek tek bir insan kalıncaya kadar çarpışacaktır. Bu sel baskınını durdurmak mümkün olmayınca, her biri düşmanın daha fazla ilerlemesini önleyecek bir bent olacak olan müdafaa hatları teşkil edecektir.
Her türlü münakaleden (ulaştırmadan), her vasıtadan mahrum olan Türklerin, zamanla ve yıllarca sürecek olan mücadeleden sonra, Asya'nın içine doğru çekilmeleri mümkündür.
İslâmiyetin bu kahramanları, gidecekleri her yerde hüsnükabul görecekler, o zaman bunlar, uzun bir uykudan sonra uyanmaya başlayan ve bakışlarını daha şimdiden, ecnebi (yabancı) boyunduruğuna baş eğmeyen yegâne Müslüman toprağı olan müstakil Türkiye'ye çeviren bütün İslâm devletlerinin faal merkezi ve fikrî nüvesini teşkil edeceklerdir.
Böyle bir millet mağlup edilemeyeceği gibi on asırlık, manevî nüfuzu da tarihten silinemez.
***
Sakarya Muharebesi'nin zaferle neticeleneceğinden asla şüphe etmedim. İngilizlerin Irak Seferi kuvvetinin 900.090 kişi olmasına (1) mukabil Türk kuvvetlerinin pek az olduğunu düşündükçe, bütün cephelerdeki vaziyete harikulâde bir şekilde ve aynı cesaretle intibak etmelerine hayran olmamak elimden gelmiyor.
''Şimdi asıl yapılacak iş sadece mevcudiyetimizi idame ettirmek değil, düşmanı durdurmak ve yakında yeniden taarruza, bütün kuvvetleri tevhit ederek umumî taarruza geçecek vaziyette olmaktır.''
Büyük Devlet Reisinin geniş müstakbel plânının tahakkuku için derpiş ettiği kusursuz nazariyesi işte budur.
Muvaffakıyet şartları? ''Kuvvetlerin tertip ve tanzimindeki maharet ve icradaki sebat.''
Cenab-ı Hak büyük, Türk milleti ise son derecede dindardır ve kumandanlarına karşı sarsılmaz bir imanı vardır.
Anadolu askeri emsalsizdir. İşin iyi tarafı, şimdi harimine saldıran bir düşmana karşı mücadele etmesidir.
O halde, yegâne nihaî zafer olan silâhla zaferi temin etmek için ne lâzım?
''Harekâtı sevk ve idare edenlerde feyizli bir muhayyale veya geniş tasavvurlar.''
Mücadele eden askerin kıymeti büyüktür. ''Her şeye rağmen mevzilerini sıkıca muhafaza etmeleri ve her şeye göğüs germeleri için lüzumlu manevî kuvveti vatanlarından alıyorlar.''
***
Bu satırlara son vermeden önce bütün Müslümanlara bir defa daha hitap etmek istiyorum. Hazret-i Peygamber'in ümmeti olarak, ef'al ve efkârlarının (işlerinin ve düşüncelerinin) mesuliyetini deruhte eylemelerini istirham ediyorum. Mütekabil muavenetin (yardımın) ciddî saati artık çalmıştır.
İslâmiyetin bu kadar müttehit (birleştirici) ve vecibelerin bu kadar müdrik olduğu şimdiye kadar hiç görülmemiştir.
Herkes için çok hayal kırıcı olan Versailles Sulh Muahedesi (1) her yerde yangınlar çıkmasına sebebiyet vermiştir. Afrika'da, Asya'da, her yerde fırtına gürlüyor.
Bu kadar haksız başlatılan ve nefs-i Türkiye düşmanlarından halâs bulmadıkça (kurtarılmadıkça) devam edecek olan bu insafsız harbin bir an önce, arzu edilen şekilde nihayet bulabilmesi için her Müslüman elinden geleni sağlamak mecburiyetindedir.
Zaferin kazanılması için yardımda bulunmak hepimiz için bir vazifedir. Şarkta sulh, ancak Türkiye'nin hakkı teslim edildikten sonra, tesis edilebilecek olduğu gibi İslâm âleminde sükûnun vücut bulması da bu teminata bağlıdır.
Oradaki kardeşlerimizin kendilerine, ısrarla maruz kaldıkları ve muhakkak ki bizim de az veya çok mesuliyetimizin bulunduğu bu ölümlerin bir an evvel hitam (son) bulması için elimizden geleni sağladığımız takdirde biz de kendimizi vaktiyle millî vazifelerini ifa etmeyenler kadar töhmetli (suçlu) hissedeceğiz.
Istırap çekenlerin imdadına koşmak için ulvî bir gayret gösterelim ve hüsnüniyetimizin, kahraman kardeşlerimizi yakın bir muvaffakıyetle tetviç etmesi (taçlandırılması) ve kendilerini, hiç değilse hepimiz için kazanacakları zaferle mükâfatlandırmasına gayret gösterelim.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 6
  • Büleklär
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4023
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2351
    23.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4055
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2379
    23.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4053
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2367
    23.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4155
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2327
    25.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 4060
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2347
    24.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 481
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 378
    35.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.