Mozart - Prag Yolunda - 2

Süzlärneñ gomumi sanı 4268
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2336
33.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Bundan sonra öykücümüz, oynadığı rol gereği, bu yeni durumu en parlak renkleriyle çizmeye başladı ve anlatışlarıyla: Onun Unter - den - Linden Caddesi'ndeki evinden, bahçesinden ve yazlığından tutarak sanatını kamunun yararına serdiği parlak temsillerine ve piyanoda kraliçeye eşlik ettiği saray toplantılarına kadar her şeyi öyle güzel anlattı ki sanki hepsi düpedüz bugünün birer gerçeği oluvermişti. Bütün bu sözleri ve en güzel öyküleri işte böyle dağarcığından ortaya döküveriyordu. Görünüşe bakılırsa, Volkstett, gerçekten de oranın saray çevresinde, Potsdamm'da ve Sanssouci'de buradaki Schönbrunn sarayından ve imparatorluk şatosundan daha çok tanınıyor gibiydi. Söz arasında kahramanımızın kişiliğini Prusya'daki sağlığa uygun yaşam biçimi üzerinde gelişmiş birtakım yepyeni aile babası nitelikleriyle süslemek şakacılığından da geri kalmadı. Aynı Volkstett, bu koşullar altında şaşılacak bir olay olarak ve birbirine karşıt iki ucun birçok kez nasıl bir araya geldiğini göstermek üzere, şimdi Mozart'ta adamakıllı bir hesaplılığın başladığını ve bunun onu son derece sevimlileştirdiğini de fark etmesin mi? "Evet", diyor Volkstett, "Düşününüz! Bir kez üç bin taler değişmez geliri var, bu da niçin? Haftada bir kez bir oda konserini ve iki defa da büyük operayı yönettiği için! Ah, bayan Albay bir gün ben onu, o bizim sevgili, minicik, değerli insanımızı, kendisinin yetiştirdiği ve onu tapınırcasına seven o yetkin orkestrasının başında gördüm. Biz Frau Mozart'la, büyüklerinkinin biraz yan tarafına düşen locasında yan yana oturuyorduk. Programda da ne vardı, biliyor musunuz? Alın işte, bunu sizin için getirdim - içinde benim ve Mozartların tarafından küçük bir yolculuk armağanı var - Bakın buraya, okuyun şunu, arşın boyunda harflerle basılmış. - AmanTanrım, bu ne? Tarar! - Evet dostum; görün, insanın başından neler geçiyor! İki yıl önce Mozart Don Juan'ı yazdığı vakit, o ilençli, zehirli yılan, irin karası Salieri de yapıtının Paris'te kazandığı başarıyı bu sefer kendi özel çevresinde de ele geçirmek niyetiyle, bizim saf yürekli, çulluk delisi ve her defasında Cosa Rara'dan hoşlanmış olan halkımız bir kez de bir tür çaylak görsün diye el altından hazırlanıyor ve yardakçılarıyla birlikte Don Juan'ı da güzelce yolarak önce Figaro'da yaptıkları gibi ne tam ölü, ne de tam diri bir halde sahneye çıkarmak için aralarında fiskoslar ve incelemeler yapıyordu. - Tanrım tanık, o zaman o rezil yapıt oynanırsa, bana dünyaları verseler gitmem diye ant içmiştim! Sözümde de durdum. Herkes -siz de bayan Albay- koşa koşa gittiniz, ben sobamın başında oturdum, kedimi kucağıma aldım ve Kaldauschemi (17) yedim; sonraki gösterilerde de böyle oldu. Fakat bu kez, düşününüz ki Tarar Berlin operasında! Bir düşmanının yapıtı olarak Mozart tarafından yönetiliyor! - O, hemen daha ilk anda -"kesinlikle gelip görmelisiniz"- diye bağırdı, "hatta yalnızca benim, küçük Apsalom'un (18) bir kılına bile dokundurmadığımı Viyanalılara anlatabilmeniz için de olsa gelmelisiniz. Onun bizzat burada olmasını çok isterdim, o haset kumkuması herif, benim, hep olduğum gibi kalabilmem için, bir başkasının yapıtını berbat etmek gereği duymadığımı görmeliydi."
Mozart, avazı çıktığı kadar: "Brava; bravissima!" diye bağırıp karısını kulaklarından yakalayarak öptü, bağrına bastı, gıdıkladı, öyle ki, özlenen bir geleceğin alaca sabun köpükleriyle kurulan ve ne yazık ki, hatta daha ufak bir ölçüde bile olsa hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bu düşlem oyunu en sonunda neşe taşkınlığı, gürültü ve kahkahalar içine gömüldü.
Bu sırada artık çoktan ovaya inmiş bulunuyorlar ve daha önce, tepedeyken farkına vardıkları bir köye yaklaşıyorlardı. Köyün hemen arkasındaki sevimli ovada Kont von Schinzberg'in oturmakta olduğu çağdaş yapılı ufak bir şato göründü. Bu köyde yemek yenecek, dinlenilecek ve öğle vakti geçirilecekti. Önünde durdukları kasaba oteli köyün ta dibinde tek başına duruyor ve önünden geçen yola yanlamasına açılan kavaklı bir yol altı yüz adım atmadan kontun bahçesine ulaşıyordu.
Mozart, arabadan indikten sonra, her zaman yaptığı gibi, yemeğin ısmarlanması işini karısına bıraktı, kendisi için de alt kattaki odaya bir bardak şarap ısmarladı. Karısı da her şeyden önce bir bardak soğuk suyla bir saatçik kadar uyku çekebileceği sessiz bir köşe istemişti. Kadını üst kata çıkardılar, kocası da tümüyle canlı, kendi kendine bir şarkı mırıldanarak ve ıslık çalarak eşinin arkasından yukarıya geldi. Temiz badana edilmiş ve acele havalanmış olan odada başka eşyalar arasında kibar yerlerden geldiği belli mobilyalar görülüyordu. Bunlar hiç kuşkusuz, eskiden kontluğun salonlarındayken buralara göç etmiş olacaklardı. Hafif yapılı, temiz bir yatağın dört yanındaki cilalı ince sütunların taşıdığı ve üzerine bir gök resmi yapılmış tavandan, eski ipekli perdeler yerine, şimdi adi bezden perdeler sarkıyordu. Konstanze yatmaya hazırlandı ve onu tam zamanında uyandıracağına söz veren kocasının arkasından kapısını sürmeledi. Mozart konuşacak birini bulmak umuduyla otelin barına girdi. Fakat burada hancıdan başka kimse yoktu. Onun şarabı gibi lafları da müşterisini hoşnut etmeyince Mozart da, sofra hazır oluncaya kadar şatonun bahçesine doğru bir yürüyüş yapmak isteğini açıkladı ve hancıdan, bahçeye girişin kibar yabancılara açık olduğunu, zaten efendilerin de bugün arabayla bir yere gitmiş olduklarını öğrendi.
Yürümeye başladı, çok geçmeden kısacık yol bitivermiş, Mozart parmaklıklı bahçe kapısına varmıştı. Oradan, yüksekçe bir eski ıhlamur yolunu yavaş yavaş adımladı. Bunun bitiminde, sol kolda ve biraz ötede şatonun önyüzü birdenbire karşısına çıktı. Bu İtalyan biçeminde açık renkli bir yapıydı; önünde çift yanlı geniş merdivenleri vardı; kara taşla örtülü ve saçak kıyıları parmaklıklı damını, tanrıları ve tanrıçaları temsil eden yontular süslüyordu.
Üstadımız, çiçekleri hâlâ canlı duran iki büyük göbek arasından parkın ağaçlı bölümlerine doğru yürüdü, birkaç koyu renkli güzel fıstık çamı öbeğine dokundu ve adımlarını, birçok kıvrıntı yapan dar yollara yöneltti, sonra güçlü bir su şırıltısına yönelerek yavaş adımlarla yeniden açıklığa çıktı ve kendini hemen bir fıskiyeli havuzun önünde buldu.
Hoş görünüşlü geniş oval havuzun çevresi, büyük saksılar içinde özenle yetiştirilmiş ve aralarında bir defne veya oleander denilen bir süs fidanı bulunan turunçgillerle sarılmıştı. Bu topluluğun dört bir yanını dolaşan yumuşak kumlu bir yol, parmaklıklı küçük bir kameriyeye açılıyordu. Burası çok hoş bir dinlenme yeriydi ve Mozart, önünde küçük bir masa duran sıranın, giriş yerine yakın olan yanına çöküverdi.
Kulağını keyiflice, su şıkırtısının geldiği yana vermiş, gözü de orta boyda bir turunç ağacına takılmıştı. Sıradan dışarıya alınmış olan ve kendisine pek yakın bir yerde duran bu ağaç en güzel meyvelerle yüklü bulunuyordu. Bu güney temsilcisi, dostumuza birdenbire çocukluk zamanının sevimli bir anısını anımsattı. Düşüncelere dalmış, gülümseyerek elini en yakın meyveye doğru uzattı. Sanki onun nefis yuvarlaklığını ve taze serinliğini avucunun boşluğu içinde duymak istiyordu. Fakat, gözünün önünde yeniden canlanan o gençlik sahnesiyle, dolaylı olarak, çoktan beri aklından silinmiş bir melodiyi anımsamaya başlamıştı ve düşlemini onun belirsiz izleri üzerinde bir süre gezdirdi. O sırada parlamaya başlayan gözleri bir süre kararsızca oraya buraya çevrildi. Mozart'ı bir düşünce almıştı ve hemen bunu izlemeye koyuldu. Ne yaptığını bilmeden ikinci kez turunca dokunmuştu ki dalından kopan meyve elinde kaldı. Ne yaptığının farkında mıydı, yoksa değil miydi, bilemeyiz. O, sanatçıya özgü bir dalgınlıkla güzel kokulu meyveyi farkında olmaksızın burnunun altında durmadan bir yandan öbürüne çevirirken işitilmeyen bir melodiyle dudaklarını kımıldattığı görülüyor, onu bir başından, bir ortasından yineleyip duruyordu. En sonunda bu dalgınlık o kadar ileri gidecekti ki, içgüdüsüne uyarak ceketinin yan cebinden üzeri mineli bir tabaka çıkaracak, içinden aldığı bir ufak çakıyla elindeki yuvarlak sarı nesneyi yukarıdan aşağıya yaracaktı. Onu bu sırada herhalde belirli belirsiz bir susuzluk duygusu gütmüş olmalıydı; ama bir kez uyanmış olan duyuları yalnızca nefis kokunun zevkine varmakla yetindiler. Dakikalarca meyvanın iki kesik yüzüne baktı, sonra onları yavaşca birleştirdi, çok yavaş hareketlerle gene ayırdı ve yeniden birleştirdi.
O sırada yakınında ayak sesleri duydu, kendisini bir korku aldı; nerede bulunduğunun ve ne yaptığının birdenbire farkına varmıştı. Bir an turuncu saklamak istedi, fakat gururundan mı, yoksa bu işte çok geç kaldığı için mi, hemen kendini tuttu. Uşak giysisi giymiş, geniş omuzlu bir adam, şatonun bahçıvanı, karşısına dikilmişti. Bu adam son şüpheli davranışı görmüş ve şaşkınlık içinde birkaç saniye ses çıkarmamıştı. Mozart da onun gibi dili tutulmuş, oturduğu yere sanki çivilenmişti; yarı güler bir tavırla, ama belirli derecede kızarmış bir durumda mavi gözlerini az çok kurularak ve yüksekten adamın suratına dikti. Sonra, elindeki görünürde sapasağlam duran turuncu -üçüncü bir kişi için son derecede gülünç bir davranış olarak- cesaretle meydan okuyan bir edayla önündeki masanın ortasına bıraktı.
Bu kez bahçıvan, karşısındaki yabancının pek gözüne kestiremediği giyimini bir süzdükten sonra öfkesini bastırmaya çalışarak: "Bağışlayın" diye söze başladı, "bilmiyorum, burada kiminle..."
"Viyana'dan orkestra şefi Mozart".
"Hiç kuşkusuz, şatoda sizi tanıyorlar, değil mi?"
"Ben buranın yabancısıyım ve yolcuyum. Kont evdeler mi?"
"Hayır".
"Sayın eşi?"
"İşleri var, görüşebilmeniz pek güç."
Mozart ayağa kalktı ve gitmeye hazırlandı.
"İzninizle bayım, burada ne hakla bu biçimde meyvelere el uzatıyorsunuz?"
Mozart: "Ne!" diye bağırdı, el uzatmak mı? Vay canına, benim bunu çalıp yemek istediğimi mi sandınız?
"Bayım, ben ne gördümse ona inanırım. Meyveler sayılıdır, ben bunlardan sorumluyum. Bu ağacı kont bir tören için hazırlamıştı, birazdan buradan alıp götüreceklerdi. Bu işi efendilerime haber vermeden ve siz de kendiniz bu işin nasıl olduğunun hesabını vermeden buradan bir yere gidemezsiniz."
"Bunun içinse peki. O zamana kadar burada bekleyeceğim. Bundan emin olun."
Bahçıvan çekine çekine çevresine bakındı ve Mozart sorunun belki yalnızca bir bahşişe dayandığı düşüncesiyle elini cebine uzattı, fakat üzerinde ufak bir para bile yoktu. Biraz sonra gerçekten iki bahçıvan yamağı geldi, ağacı bir teskere üstüne koyup götürdüler. Arada üstadımız evrak cüzdanını çıkarıp içinden beyaz bir kâğıt almış ve bahçıvanın bir adım bile oradan uzaklaşmadığına bakarak kurşun kalemle şu satırları yazmaya başlamıştı:
"Çok Sayın Hanımefendi! Burada ben zavallısı, bir zamanlar elmayı tattıktan sonraki Adem babamız gibi sizin cennetinizde oturuyorum. Felaket nasılsa bir kez oldu ve ben bu suçu saf yürekli bir Havva'nın üzerine atacak durumda da değilim; çünkü o, tam şu anda köy otelinde bir cennet yatağının Graziaları (19) ve Amorettaları (20) ile oynaş durumunda masum bir uykunun sefasını sürmektedir. Emrediniz, huzurunuzda, bana da anlaşılmaz görünen suçum üzerine kendim hesap vereyim. Yürekten gelen bir utançla ve,
Yüksek saygılarımla. En aşağı hizmetkârınız
Prag Yolunda: W. A. Mozart
Bu mektupçuğu, oldukça acemi bir elle katladıktan sonra hâlâ orada dikilip duran bahçıvana gereken talimatla birlikte verdi.
Hınzır adam, şatonun arka tarafından avluya bir arabanın girdiğini işitince oradan hemen ayrılmak istemedi. Gelen Konttu ve birlikte yakın bir çiftlikten yeğenini ve onun zengin bir genç baron olan nişanlısını getiriyordu. Baronun annesi yıllardan beri evden dışarı çıkmadığı için nişan töreni onun yanında yapılmıştı. Şimdi de bu töreni burada birkaç akrabayla birlikte neşeli bir eğlence izleyecekti. Çünkü, Eugenie evin öz kızı gibiydi ve burasını çocukluğundan beri ikinci bir yuva sayıyordu. Kontes, bir teğmen olan oğlu Max ile birlikte bazı hazırlıklarda bulunmak üzere daha önce eve gelmişti. Bu sırada şatoda bütün sofalarda ve merdivenlerde her şey hareket durumunda olduğundan bahçıvan elindeki pusulayı çok güçlükle sonunda Kont'un hanımına verebilmiş, fakat o da bunu hemen açmayarak mektubu getirenin söylediklerine de pek kulak vermeden telaşla iş peşinde koşmayı sürdürmüştü. Adamcağız orada bekleyip durdu, ama kontes geri gelmedi. Birçok hizmetçi, bekçi, oda hizmetçisi, uşak hep koşa koşa önünden geçtiler. Efendisini sordu, giyiniyor dediler. Bunun üzerine Kont Max'ı aradı ve onu odasında buldu, ama o da baronla bir iş üzerine konuşma durumunda olduğu için, kendisine gizliden bir haber sunmak yahut bir şey sormak istediğini kaygılı biçimde anlatmaya uğraşan bahçıvanın lafını "Hele sen git, ben şimdi gelirim!" diyerek ağzına tıkayıverdi. Gene uzunca bir süre ayakta bekledi. Sonunda babayla oğlu, aynı zamanda odalarından dışarı çıktılar ve acıklı haberi aldılar.
İyi yürekli, fakat biraz dikbaşlı şişman adam; "Bu düpedüz alçakça bir davranış" diye bağırdı, "akıl alacak gibi değil! Viyanalı çalgıcı mı dediniz? Mutlaka lokma peşinde koşan ve ne bulursa cebine atan aç serserinin biri olacak."
"Özür dilerim, efendim. Fakat özellikle böylesine benzemiyor. Bana kafadan tam değil gibi geldi, hem çok da gururlu. Adı Mozart imiş. Aşağıda haber bekliyor. Franz'a, yol üzerinde dursun ve onu gözden kaçırmasın, diye tenbih ettim."
"İş olup bittikten sonra neye yarar, bu boyu devrilesice budalayı hapse attırsam da yaptığı zarar artık yerine gelemez. Size bin kez söyledim, dış kapıyı her zaman kapalı tutacaksınız diye. Zamanında önlem almış olsaydınız, bu olay herhalde önlenirdi!".
Bu sırada Kontes, sonunda açıp okuduğu kağıdı elinde tutarak, oraya açılan bir odadan, sevinç dolu bir heyecan içinde hızla içeri girdi ve: "Biliyor musunuz aşağıda kim var?" diye bağırdı. "Tanrı aşkına mektubu okuyun! -Viyana'dan Mozart, besteci Mozart! Hemen gidip onu yukarıya buyur etmeli. Artık gitmiş olmasından korkuyorum! Vah vah, şimdi benim hakkımda, kimbilir ne düşünecek! Siz, Velten! (21) Bari ona karşı nazik davrandınız mı? Hem ne olmuş ki!"
Ünlü bir adamı konuk etme haberinin kendisinin bütün kızgınlığını hemen yatıştırmasına olanak olmayan Kont: "Ne olacak!" diye araya girdi, "Kaçık adam, Eugenie için ayırdığım fidanın dokuz portakalından birini koparmış! Ah, seni Tanrı'nın belası herif seni! Bu yaptığınla eğlencemizin bütün özü yok oldu. Max da hazırladığı şiiri artık kendine saklasın".
Karısı sözüne önem vererek; "Oo, hayır, hayır", dedi, "eksilenin yerini doldurmak kolay, o işi bana bırakın! Şimdi ikiniz de gidin, bu hatırlı adamı elinizden geldiği kadar dostluk ve nezaketle yatıştırıp karşılayın. Eğer onu herhangi bir biçimde tutabilirsek, bugün yola çıkmasın. Hem artık onunla bahçede raslaşmayın, otelde arayın ve karısıyla birlikte buraya getirin! Hiçbir raslantı bize, Eugenie için böyle bir günde bundan daha büyük bir armağan, hiç beklenmedik böyle güzel bir sevinç sağlayamazdı."
Max: "Kuşkusuz" diye destekledi, "Benim de ilk önce düşündüğüm bu oldu. Haydi çabuk baba, geliyor musunuz?" ve ikisi de merdivene koşarken sözünü tamamladı: "Şiir için hiç merak etmeyin! Dokuzuncu Musa'nın (22) da eli böğründe kalmayacak; tersine, ben bu durumdan ayrıca yararlanacağım da."
- "Yapamazsın!!", "Bundan tümüyle eminim."
- "Peki öyleyse, ama seni bu sözünle bağlıyorum.Öyleyse şu çatlak kafaya akla gelen bütün saygıları gösterelim."
Şato içinde bunlar olurken öte yanda bizim sözde tutuklumuz bu işin neye varacağını hiç düşünmeksizin bir hayli zaman yazı yazmakla uğraştı. Bununla birlikte bu arada kimsecikler gözükmeyince o da tedirgin olmaya ve ileri geri dolaşmaya başladı; o sırada otelden gelen ivedi bir haberden yemeğin çoktandır hazırlanmış olduğunu ve arabacı acele ettiği için çabuk gitmesi gerektiğini öğrendi. Bu nedenle eşyasını toplayarak daha fazla beklemeden gitmek isterken kameriyenin önünde iki kişi göründü.
Kont onu, çevreyi çınlatan gür sesiyle, eski bir tanıdığıymış gibi coşkuyla selamladı; ona asla özür dileme fırsatı vermeksizin, hiç olmazsa o günün öğle ve akşamı şatoda aile çevresinde onu ve karısını ağırlamak istediğini söyledi. "Siz bize, sevgili üstadım, o kadar yakınsınız ki, Mozart adının daha çok hayranlıkla ve daha sık olarak anıldığı başka bir yeri pek gösteremeyeceğinizi herhalde söyleyebilirim. Yeğenim Eugenie şarkı söyler ve çalar. Hemen hemen tüm gününü kuyruklu piyanosunun başında geçirir, yapıtlarınızı ezbere bilir ve bütün dileği sizi, geçen kış konserlerinizin birindeki raslayışından biraz daha yakın olarak bir kez daha görebilmektir. Biz yakında birkaç hafta için Viyana'ya gideceğimizden akrabaları, size çokça raslanır bir yer olduğu için onu Prens Gallizin'in evine davet ettirmeye söz vermişlerdi. Ama şimdi siz Prag'a gidiyorsunuz, hemen dönmeyeceksiniz ve Tanrı bilir, acaba dönüş yolunuz sizi yine buralara yöneltir mi? Bugünü ve yarını kendinize dinlenme günü olarak ayırın! Arabanızı hemen geldiği yere gönderelim ve sizin buradan ileriye yollanmanız kaygısını bana bırakın."
Böyle durumlarda dostluk veya eğlence hatırı için kolayca, istenenden on kat fazla özveride bulunmaya alışık olan bestecimiz çok düşünmedi; bu yarım günü onlara bağışlamayı sevinerek kabul etti. Fakat buna karşılık, ertesi gün erkenden yola devam edilmeliydi. Kont Max, gidip Frau Mozart'ı alma ve otelde gereken bütün işleri düzenleme zevkinin kendisine bırakılmasını rica etti ve giderken de bir arabanın hemen arkasından otele gönderilmesini istedi.
Bu arada belirtelim ki; bu genç adam ana-babasından aldığı özelliklerini, güzel sanatlara karşı olan vergi ve sevgisiyle birleştirmiş, askerliğe bir eğilimi olmadığı halde bir subay olarak bilgisi ve güzel huyuyla çevresinde sivrilmesini bilmişti. Fransız edebiyatını biliyordu ve Alman şiirinin soylu kesimde pek az tutulduğu böyle bir çağda, kendi ana dilinde Hagedorn ve Götz gibi ozanların yapıtlarında raslanan iyi örneklere uygun şiirler yazıyordu. Bunları yaratmada gösterdiği olağanüstü ustalıkla alkış ve sevgi toplamıştı. Bugün de onun için, daha önce öğrendiğimiz bu vergisini değerlendirecek sevinçli bir fırsat çıkmış bulunuyordu. Kont Max, Frau Mozart'ı, kurulmuş bir sofrada kendisine önceden doldurulmuş bir tabak çorba başında, otelcinin kızıyla yarenlik ederken buldu. Kadıncağız bu gibi program dışı durumlara ve kocasının beklenmedik aşırı davranışlarına alışık olmasa, genç subayın ortaya çıkışını ve böyle bir görev yüklenişini kendisine karşı biraz teklifsizce bir davranış sayabilirdi. Açığa vurmaktan hiç de çekinmediği bir neşeyle hemen gereğini düşündü ve bütün yapılacak işleri vakit geçirmeden ustalıkla bizzat konuşup düzenledi, araba boşaltıldı ve hakkı ödenerek arabacıya yol verildi; sonra süslenmek için pek büyük bir titizlik göstermeksizin hazırlandı, onu almaya gelen delikanlıyla birlikte arabaya bindi ve kocasının ne garip bir biçimde kendisini davet ettirdiğinden tümüyle habersiz, keyifli keyifli şatoya doğru yola çıktı.
Bu arada kocası şatoda artık tümüyle rahatlamış ve hoş bir söyleşiye dalmış bulunuyordu. Çok geçmeden Eugenie'yi ve nişanlısını da tanıdı. Taptaze, son derecede çekici ve candan, sarışın bir kız olan Eugenie narin vücuduna, pahalı dantelalarla süslenmiş kızıl renkte parlak ipekten bir tören giysisi giymiş ve başına, alın hizasına kadar, gerçek incilerle bezenmiş beyaz bir şerit geçirmişti. Ondan ancak birkaç yaş büyük olan Baron da yumuşak huylu ve açık yürekli, her bakımdan Eugenie'ye eş değerde bir adama benziyordu.
Sözü ilk başta, tümüyle candan, latife ve öykülerle bolca çeşnilenmiş konuşma biçemi ve gür sesiyle, evin iyi yürekli, hoşsohbet efendisi açmıştı. Yolcumuza hiç de sakınmadığı serinletici içkiler sunuldu.
Birisi kuyruklu piyanoyu açtı. Üstünde Figaro'nun Düğünü operasının notaları açık duruyordu ve küçük hanım Baron'un eşliğiyle, Susanna'nın bahçe sahnesindeki şarkısını söylemeye hazırlandı; hani şu tatlı coşkunun ruhunu, bir sel akışı içinde, yaz akşamlarının güzel kokulu havası gibi soluduğumuz aryayı. Yanaklarındaki hafif pembelik, bir an için kaybolarak sapsarı kesildi, ama dudaklarından fırlayan ilk sesle birlikte, göğsünü sıkmış olan bütün bukağılar çözülüverdi. Gülerek, tiz ses üzerinde güvenle tutundu. Yaşamının belki tüm günleri içinde kendi türünde biricik olan bu anı yaşıyor olma duygusu ona biraz heyecan vermişti.
Mozart'ın şaşkınlık içinde kaldığı belliydi. Kız şarkısını bitirince ona doğru giderek yürekten gelen açık bir anlatımla söze başladı: "Sevgili çocuk, burada, hemen herkese ferahlık vermekle kendi kendini en iyi biçimde öven sevimli güneşle karşı karşıya gibiyiz. İnsan bu övgüye başka ne katabilir! Böyle bir şarkı söyleyiş karşısında ruh, banyosunu alan bir çocuğa benziyor: gülen, şaşan, dünyada bundan daha güzel bir şey bilmeyen bir çocuğa. Bundan başka, inanınız bana, Viyana'da kendimizi, bu kadar sıcak ve açık, hiçbir dizgin vurulmadan bu kadar eksiksiz olarak duymak her zaman kısmet olmaz bizlere.' Bunları söyleyerek kızı elinden yakaladı ve candan öptü. Adamın nezaketi ve iyiliği ve bu oranda, onun yeteneğini övme yolunda söylediği sözler Eugenie'yi, kendini tutamayacak derecede ve neredeyse hafifçe bir baygınlık geçirtecek kadar heyecanlandırmış ve gözleri bir anda yaşla dolacak gibi olmuştu.
Bu sırada bayan Mozart içeri girdi ve hemen arkasından, zaten beklenmekte olan yeni konuklar göründü: Bunlar Kont ailesine çok yakın akraba olan ve yakında oturan bir Baron çift ve kızları Franziska idi. Bu kız, çocukluğundan beri Eugenie'ye hep ve her yerde büyük bir dostlukla bağlıydı.
Herkes birbiriyle selamlaştı, sarılıştı, nişanlılar kutlandı ve gelenlerle iki Viyanalı konuk da tanıştırıldı. Mozart piyanonun başına geçti. Kendi bestelerinden birini, Eugenie'nin de o sıralarda öğrenmeye çalıştığı bir konser parçasını çaldı.
Burada olduğu gibi, küçük bir çevrede, aile ocağının içten duvarları arasında, büyük bir sanatçının kişiliği ve dehasıyla doğrudan doğruya ilişkinin verdiği sonsuz bir haz içinde dinlenen konser, doğaldır ki insanda, konser salonları gibi benzer yerdekilerden tümüyle başka bir etki yapar.
Saf güzelliği parlak bir biçimde açıklayan parçalardan biriydi bu. Bu, geçici bir hevesle kendiliğinden zarafetin hizmetine giriveren, ama burada da en çok, dilediği gibi oynaşan biçimlere bürünüp bir sürü göz kamaştırıcı ışıklar arasına gizlenerek anlamını bulan bir güzellik, tüm bunlara karşın yine de her davranışında soyluluğunu açığa vuran bir şeydi; törenlere özgü nefis bir anlatımı ısrarla kullanan pırıl pırıl bir şey.
Kontes, aralarında belki Eugenie de olmak üzere, dinleyenlerin çoğunun, bu büyüleyici çalış sırasında çok gergin bir dikkat ve tam bir tören sessizliği içinde olmalarına karşın, yine de gözle kulak arasında, çok farklı düşüncelere yer verdiklerini sezmişti. Gerçekten kendisi de görüyordu ki, besteciyi süzerken onun dümdüz vücuduna, adeta kaskatı duruşuna, saf çehresine, küçük ellerinin yuvarlak hareketlerine, hiçbir art niyet gözetmeden bakarken, bu harika adam hakkında çeşitli yönlerden üşüşen binlerce düşüncenin akınına uğramak pek kolay değildir.
Mozart piyanodan kalktıktan sonra Kont, bayan Mozart'a dönerek: "Ünlü bir sanatçı karşısında" dedi, "eğer bir bilirkişi beğenisi belirtmek gerekirse, her babayiğitin harcı olmayan böyle bir işin hakkından ancak krallar ve imparatorlar gelir ve böyle bir şeyi onlar ne kadar kolaylıkla yaparlar! Onların ağzında her şey adeta tek ve olağanüstü oluverir. Böyle bir söz söylemek sizin ne haddinize! Örneğin, kocanızın oturduğu şu sandalyenin tam arkasında durup parlak bir düşlemin son akortları çalınırken bu alçak gönüllü, klasik adamın omuzuna vurarak: "Sen ne yaman herifmişsin be Mozart!" gibi bir laf deyiverirler ve bunu da ne kadar kolaylıkla söylerler. Bu söz, o ağızdan çıkar çıkmaz hemen bir yaylım ateşi gibi bütün salonu dolaşır. (Bakın, ona ne dedi? O yaman bir herifmiş!) ve orada yay çeken, öttüren ve besteleyen kim varsa hepsi, bu sözler karşısında kendinden geçer. Kısacası, büyük bir kişilik, kimsenin öykünemeyeceği, alışılmış şahane bir biçemdir. Ben bu yüzden Joseflere ve Friedrichlere eskidenberi imrenmişimdir. Ama bu imrenmem hiçbir zaman şimdiki kadar büyük olmamıştır. Çünkü şu anda söylemem gereken birkaç anlamlı sözün kırıntılarını bile, raslantıyla da olsa, ceplerimde aramanın sıkıntısı içindeyim."
Şakacı adamın bu sözleri söyleyiş biçimi etkisini göstermekte gecikmedi ve kahkahalara neden oldu.
Fakat şimdi de ev hanımının çağrısı üzerine oradakiler, iyice süslenmiş yuvarlak bir yemek salonuna geçtiler. Oraya her giren, törenlere özgü çiçek kokuları ve iştah açıcı serin bir havayla karşılandı. Hepsi, uygun bir biçimde ayrılmış olan yerlerine oturdular. Böylece seçkin konuğun yeri de iki nişanlının tam karşısına düşüyordu. Bir yanında yaşlı ufak tefek bir hanım, Franziska'nın evlenmemiş bir teyzesi oturuyor, öbür yanında da, zekâsı ve neşesiyle ona kendisini özellikle beğendirmekte gecikmeyen genç ve şirin yeğen bulunuyordu. Bayan Konstanze ise evin efendisiyle, kendisini buraya getiren, sevimli teğmenin arasına düşmüştü. Geri kalanlar da, on bir kişinin yapabileceği kadar değişik biçimde sofrada yer aldılar. Masanın bir başı boş bırakılmıştı. Burada, üstü insan resimleriyle bezenmiş, iki büyük porselen başlık yükseliyordu; aralarında, üstlerine meyveler ve çiçekler yığılmış geniş kaseler vardı. Salonun duvarlarında zengin işlenmiş girlantlar (23) asılıydı. Odada bulunan ne varsa ve birbiri arkasına getirilen her şey, çok geniş tutulmuş bir şölenin habercisi gibiydiler. Bir kısmı masanın üstünde, tabaklarla kaselerin arasında, öbür kısmı da ayaklı servis masacıkları üzerinde duran, en koyu kırmızısından sarımtrak beyazına kadar çeşitli içkiler sofradakilere pırıl pırıl göz kırpıyorlardı. Keyifli köpükleriyle, açık renkli içkiler, âdet olduğu üzere şölenin ikinci yarısını süsleyecektiler.
Önce bir süre, oradakilerden çoğunun hep birden aynı canlılıkla katıldıkları her daldan konuşmalar oldu. Yalnızca Kont, daha başından beri sözü birkaç kez uzaktan uzağa dolaştırmış, sonra konuşmayı yavaş yavaş, amaçlı bir biçimde Mozart'ın bahçe olayına getirmeye çalışmıştı. Böylece oradakilerden bir takımı, için için gülüyor, öbürleri de onun ne demek istediğini anlamak için boş yere kafa yoruyorlardı. Bunu gören dostumuz sonunda olayı anlatma gereğini duydu.
"Tanrı için" diye söze başladı, "bu soylu aileyle tanışmak onurunun bana gerçekten ne biçimde kısmet olduğunu açıklamak istiyorum. Bu işte ben kendime en yakışacak rolü oynamış değilim. İşte bu yüzdendir ki benim burada, sizlerle zevk içinde yiyip içecek yerde, kontluk şatosunun tutsaklara ayrılmış ıssız bir köşesinde boş bir mideyle oturup duvarlardaki örümcek ağlarını seyretmeme kıl payı kalmıştı."
Sözün burasında bayan Mozart: "Tamam" dedi, "bakalım şimdi neler duyacağız?"
Mozart, köy otelinde karısından nasıl ayrıldığından başlayarak parka doğru gezintisini, kameriyede başına gelen talihsizliği, bahçıvanla yaptığı çekişmeyi, ayrıntılarıyla anlatmaya başladı; kısaca, bizim bütün bildiklerimizi, tam bir açıklıkla, kendisini büyük bir zevkle dinleyenlerin önüne serdi. Kahkahaların sonu gelmeyecek gibiydi. Hatta aslında çekingen huylu olan Eugenie bile kendini tutamadı, öykü onu da adamakıllı sarmıştı.
Mozart sözünü sürdürdü: "Bir atasözü: Gülü seven dikenine de katlanmalı der. Şimdi göreceksiniz, bu işte benim de küçük bir çıkarım var. Fakat her şeyden önce bir yaşlı çocuğun nasıl olup da kendini bu kadar unutabildiğinin öyküsünü dinleyin. Aslında bütün bunlara neden bir gençlik anısıdır.
1770 yılı ilkyazında on üç yaşında bir çocukken babamla İtalya'ya gitmiştim. Roma'dan Napoli'ye geçtik. Konservatuvarda iki, başka yerlerde de birçok kez çaldım. Soylular çevresiyle din adamları bize bir hayli hoş zaman geçirttiler. Müzik bilgisiyle öğünen ve ayrıca sarayda da saygınlığı olan bir manastır başkeşişi bize özellikle yakınlık göstermişti. Bu adam, Napoli'den ayrılmamızdan bir gün önce bizi bazı baylarla birlikte, Kralın Villa Reale denen bir bahçesine götürdü. Burası çok güzel bir caddeye bakıyor ve tam deniz kıyısında bulunuyordu. Sicilyalı bir oyuncu topluluğu orada gösteriler yapıyordu. Bunlar kendilerine birçok addan başka "Figli di Nettuno - Neptunus'un Çocukları" da diyorlardı. Biz birçok kibar izleyiciyle birlikte üstü çadır gibi alçakça örtülmüş ve duvarının dibinde dalgacıkların şıpırdadığı alçak bir setteki uzun sıralara oturmuştuk. Çok sevimli genç Kraliçe Karoline de, yanında iki prenses olduğu halde, bizim aramızda yer almıştı. Deniz, çok renkli çizgileriyle, güneşli mavi gökyüzünü güzel bir biçimde yansıtıyordu. Vezüv tam karşımızdaydı. Sol yanımızda, hafif kıvrıntılarıyla şirin bir kıyının pırıltıları görünüyordu.
Oyunların ilk bölümü bitmişti. Bunlar, suda yüzen bir tür salın tahta döşemesi üzerinde oynanmıştı. Öyle pek olağanüstülükleri de yoktu. Buna karşılık, asıl güzel olan ikinci bölümse bir sürü gemicilik, yüzücülük ve dalgıçlık sahneleriyle doluydu. Bunların hepsi belleğime tüm ayrıntılarıyla her zaman taptaze kalacak biçimde yerleştiler.
Karşıt yönlerden gelen, hafif yapılı, iki güzel kayık, bize doğru yaklaştılar. Bunlar sanki bir eğlence gezisine çıkmışlardı. Biraz büyücek olanının güvertesi yarımdı. Bundan başka kürekçi peykelerinin yanı başında ince bir direkle bir de yelkeni bulunuyordu; gövdesi çok güzel boyanmıştı, baş yanı da altın yaldızlıydı. Pek hafif giyinmiş ve görünüşe göre kolları, göğüsleri ve bacakları herhalde çıplak, levent vücutlu beş delikanlıdan birkaçı kürek çekiyor, geri kalanı da aynı sayıdaki sevgilileri, zarif kızlarla eğleniyorlardı. Bunlar arasında güvertenin ortasında oturmuş çiçekten çelenkler ören kız, güzelliği, vücutça daha gelişmiş olması ve süsüyle dikkati çekiyordu. Güneşten korumak için üstüne bir tente germişlerdi; öbürleri ona hizmet için koşuşuyorlar, yerde duran bir sepetten aldıkları çiçekleri ona uzatıyorlardı; onun ayak ucunda oturan ve flüt çalan bir kız da ötekilerin şarkılarına ince seslerle eşlik ediyordu. O harika güzel kızın yanında bir de koruyucusu bir erkek vardı; yalnızca, bu çift birbiriyle pek ilgilenmiyor gibiydi. Oğlan, bana biraz da kabaca görünmüştü.
Daha basit yapıda olan öteki kayık diğerine yaklaşmıştı. Bunun içinde yalnızca delikanlılar gördük. İlk kayıktaki oğlanlar parlak kırmızı giyimde iken, ikincidekiler deniz yeşili renkte giyinmişlerdi. Bunlar öbür yandaki sevimli kızları görünce durakladılar ve onlara selam işaretleri yaparak tanışmak ve görüşmek istediklerini belli ettiler. Kızların en çapkını göğsünden bir gül çıkardı ve bu tür bir armağandan hoşlanıp hoşlanmayacaklarını sorar gibi onu hovardaca yukarı kaldırdı. Buna beri yandaki delikanlıların hepsi birden hiç de yanlış anlaşılmayacak bir biçimde karşılık verdiler. Kırmızılar bu duruma kızgın ve kırgın bakakaldılar ve bu sırada kızların birçoğunun bu zavallı delikanlılara, açlık ve susuzluklarını giderecek bir şeyler atmaya kalkmalarına da engel olamadılar. Yerde bir sepet dolusu portakal duruyordu; galiba bunlar portakala benzeyen sarı toplardan başka bir şey değildi. Şimdi rıhtımın üzerinde yer alan bir çalgıcı takımının yardımıyla insanı büyüleyici bir oyundur başladı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Mozart - Prag Yolunda - 3
  • Büleklär
  • Mozart - Prag Yolunda - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4246
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2390
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mozart - Prag Yolunda - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4268
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2336
    33.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mozart - Prag Yolunda - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4392
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2348
    30.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mozart - Prag Yolunda - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4435
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2330
    33.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Mozart - Prag Yolunda - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 2427
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1437
    38.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    57.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.