Mozart - Prag Yolunda - 1
Süzlärneñ gomumi sanı 4246
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2390
29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
SUNUŞ
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı" kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
GİRİŞ
Gottfried Keller bir yazısında Eduard Mörike'nin kişiliğini: "Horatius'un (1) ve Şıvab'lı (2) kibar bir hanımın oğlu" sözleriyle tanımlamıştır. - Gerçekten de bu ozanın özelliği bundan daha iyi belirtilemezdi. O, dünyada klasikle doğal - gizemli arasında yurdunu bulmuştu; titreşim ve bislerden fırsat buldukça hastalıklıya kadar giden bir ince duyuş. İşte onun liriğinin ve öykülerinin olgunlaştığı besi toprağı buydu. Sonuçta, onun yarattığı yapıtlarda, kendisini bizzat doğanın bir parçası gibi gösteren şaşmaz bir hava vardı.
Herhalde böylesine ince dokunmuş bir sanat yaratılışının dış dünyada güçlüklerle karşılaşmış olmasına şaşmamalı. Çok doğal olarak, Mörike'nin bir kentli olarak geçirdiği yaşam bir başarı olmaktan çok uzaktır. Eduard Mörike 8 Eylül 1804'te Stuttgart yakınlarındaki Ludwigsburg'da bir hekimin oğlu olarak dünyaya geldi. 1822 - 1826 arasında Tübingen vakfında dinbilim okudu. Şiirlerinin Peregrinası ve usta işi romanı Maler Nolten'deki Elisabethi olan Maria Mayer'le karşılaşması bu öğrencilik dönemine raslar. Mörike, bu karşılaşmadan derin bir biçimde etkilenmişti. Sonra yaklaşık sekiz yılını Şıvab köylerinde papaz yardımcılığı yaparak geçirdi, sonunda 1834'te Cleversulzbach'da papaz oldu. Fakat, hiç sevmediği bu görevden bıkarak daha 1843 yılında emekliye ayrıldı. Mergentheim'da birkaç yıl boş oturduktan sonra 1851'de Stuttgart'ta Katharin vakfında, ancak pek az zamanını dolduran bir edebiyat öğretmenliği görevi aldı, arkasından evlendi. 1866'da bu işini de bıraktı. Evliliği pek mutlu değildi, sonunda eşlerin ayrılmasıyla bitti. Mörike ömrünün son yıllarını Lorch ve Nürtingen'de darlık içinde geçirdi ve en sonunda yine Stuttgart'a döndü. Ölüm döşeğinde karısıyla barıştığı halde 4 Haziran 1875'te yaşama gözlerini yanında kimse olmaksızın kapamıştır.
Mörike'nin değeri ancak ölümünden sonra anlaşıldı; özellikle Schumann, Robert Franz, Brahms ve Hugo Wolf'un seslendirdiği şiirleri onu halka maletti. Yaşamda olduğu sırada değerini bilenler yalnızca onun genişçe dost çevresi olmuştu. Bu çevrede David Friedrich Straus, Friedrich Theodor Vischer, Wilhelm Waiblinger, Theodor Storm, Moritz von Schwind ve Paul Heyse gibi ülkesinin en seçkin insanları vardı. Bu kişilerle olan dostluğu ve mektuplaşmaları Mörike'nin yaşadığı yaşama pek az ışık tutar - o yaşam ki, görünüşe bakılırsa, pek dar bir çevre içinde geçmiştir. Mörike, birkaç kısa yolculuğun dışında Şıvab ülkesinden hiç ayrılmamıştır; ancak o zaten büyük bir çevreye gereksinim duymadı, çünkü kendi içinde zengin bir dünya taşıyordu, bu dünya en çok onun şiirlerinde temiz ve açık bir biçimlenmeye ulaşmıştır. Goethe'den sonra en büyük lirik ozan olduğu yolundaki ününü bu içten ve derin ruh zenginliği sayesinde kazanmıştır.
Şiirlerinin sevimliliği, sessiz karamsarlığı ve şakacı rahatlığı kitaplarında da yer alır.
"Mozart Prag Yolunda" Alman kısa romanlarının en güzellerinden biri ve belki de en güzelidir. Onda kendini gösteren ve neşeyle yakın ölüm arasında dolaşan duygu durumu, Mozart'ın kişiliğini birçok büyük biyografilerden daha iyi yansıtır.
"Stuttgart Cücesi" ise Alman edebiyatının en yetkin sanatsal masallarından biridir. Masal havası burada Şıvab-halk biçemiyle aynı düzeyde ve katıksız bir özelliktedir; o derecede ki belli bir önyargısı olmayan bir okuyucu burada çok eski bir halk söylencesinden doğmuş bir masal karşısında bulunduğunu sanır.
Ölümünden sonra Mörike'nin yapıtları bütün halk çevrelerinde hemen uzun süreli bir iz yarattı: bu izde onu seven dostlarının da büyük bir çaba payı vardır. Friedrich Theodor Vischer, Mörike'nin mezarı başında, bu ozanın kişiliği hakkında derin bir anlayışı tanımlamak bakımından erişilemeyecek sözler söylemesini bilmiştir: "Evet, hepsinin nedeni sevgiydi: Her yabancı duruma yürekten girebilmesi, insanların nedenliği, yaşamı ve acıları, ne varsa hepsine ve her birine, hatta dilsiz hayvanların zavallı karanlık ruhuna da işleyebilmesi hep sevgidendi. O, her duyguyu anlıyor, düşünceleri daha dudaklara varmadan keşfediyordu. Bu anlatış gücü, bu ayrıntılara kadar gidiş, bölümlere ayırma, verme ve iletme yeteneği ve ayrıca onun, incitecek kadar bir keskinliğe gitmeksizin, insanlığın zayıf yönlerine öylesine yumuşak ve candan gülerek, serbest ve neşeli bir betimlemeyle budalalığın anlamsızlığını açığa vuran ince zekası ve taşkın mizahı; işte bütün bunlar hep birlikte bir bütün yarattılar. Bu toplam, çevresindeki tüm ruhları, karşılıklı ilişkilerin alışveriş seli içine daldırır ve oradan hiç kimse erince kavuşmuş, yüreği ferahlamış olmadan ve kendini gençleşmiş duyumsamadan çıkmazdı.
Gerhard Hermann
BİR YOLCULUĞUN ÖYKÜSÜ
MOZART PRAG YOLUNDA
Mozart, Prag'da Don Juan operasını sahneye koymak için, 1787 yılının güzünde karısıyla birlikte yola çıktı.
Keyifleri yerinde olan karı koca, yolculuklarının üçüncü günü, 14 Eylül sabahı saat on bire doğru, Viyana'dan kuzey yönünde ancak otuz saatlik bir yol almışlardı ve şimdi Mannhardsberg Dağı'nın arkasındaki Schrems kasabasının yanından geçen Alman Thaya Irmağı'nın öte yakasında bir yere ulaşmışlardı. Burada o güzelim Moravya Sıradağları artık neredeyse tümüyle aşılmış sayılabilirdi.
Barones von T. bir kadın dostuna şöyle yazıyor: "Üç posta atı koşulmuş sarı-kırmızı renkteki şatafatlı araba, Mozart ailesiyle olan ilişkilerinde ve Mozart'a yaptığı dostça hizmetlerde anlaşılan eskiden beri hep pek candan davranmış olan, Volksrett adında yaşlı bir general karısının malıydı." Söz konusu arabanın bu pek kesin olmayan tanımını, o zamanın zevkini bilen bir kişisi bir iki sözle şöyle tamamlayabilir: "Sarı-kırmızı arabanın her iki yanına, kapı üzerine, doğal renkleriyle çiçek demetleri resmedilmişti, kenarları altın yaldızlı dar çıtalarla süslüydü, ama boyasında asla bugünkü Viyana tezgâhlarından çıkma cilanın ayna parlaklığı yoktu. Alt yanı çok zarif bir kıvrıntıyla içeriye alınmış olmasına karşın, arabanın sandığı yanlarda dışa taşmış çirkin bir şişkinlik yapmıyordu. Bir de bunlara, yüksek bir tavanla o sırada arkaya doğru çekilmiş kaskatı deri perdeleri de katmak yerinde olur."
Ayrıca, yolcuların giyimi üzerine de şunlar söylenebilir: Bayan Konstanze sandığına yerleştirmiş olduğu yepyeni resmi takımları korumak amacıyla kocasına gösterişsiz bir giysi giydirmişti; Mozart'ın üzerinde biraz soluk renkteki işlemeli ceketle hep giydiği, bir sıra iri düğmeli palto vardı. Bu düğmelerin üstlerini kaplayan yıldız biçimindeki dokunun aralıklarından kırmızı altın sarısı renkler parlıyordu. Bunlara bir de ayağındaki siyah ipekten külot pantolonla çoraplarını ve ayakkabılarının altın yaldızlı tokalarını katabiliriz. Mozart, mevsimin şiddetli sıcağı yüzünden sırtındakileri yarım saatten beri çıkarıp atmış, arabada gömlekle ve başı açık oturuyor, keyifli keyifli gevezelik ediyordu. Bayan Mozart'ın üzerindeyse beyaz çizgili açık mavi renkte, rahatça bir giysi vardı; yukarıya doğru yarım kaldırılmış olan güzel saçlarının açık kestane rengindeki dolgun lüleleri omuzlarına ve ensesine serpilmişti; bunlar kadıncağızın yaşamı boyunca hiçbir zaman pudra yüzü görmemişlerdi. Oysa kocasının bir örgü içine toplanmış gür saçları, bugün biraz daha özensiz olmakla birlikte, her zaman pudralanırdı.
Hafif çıkışlı bir bayır üzerinde verimli tarlalar arasından ve bunları ara sıra kesen genişçe koruluklar içinden geçerek yavaş yavaş yükselmişler ve şimdi ormanın kıyısına ulaşmışlardır.
Mozart; "Yalnızca bugün değil, dün de, önceki gün de ne kadar çok ormandan geçtik" dedi, "O sırada içlerine dalmayı istemek şöyle dursun, hemen hiç bir şey düşünmedim. Şimdi ama, sevgili çocuk, bir kerecik olsun inelim de orada gölgelikte şu çok güzel görünen mavi çiçeklerden toplayalım. Arabacı dostum, senin hayvanların da biraz dinlensinler."
İkisi birden ayağa kalkarken üstadı tartışmaya düşüren küçük bir kaza oldu. Pahalı lavanta kolonyası dolu bir şişeciğin kapağı, onun dikkatsizliği yüzünden açılmış, içindeki sıvı, kimse farkında olmadan, giysilerinin ve döşemenin üstüne dökülmüştü. Karısı: "Deminden beri öyle kuvvetli kokuyordu ki böyle bir şey olacağını düşünmeliydim! Ah, ne yazık! Halis Rosée d'Aurore (3) dolu şişenin hepsi döküldü; onu canım gibi saklıyordum" diye dövünmeye başladı. Kocası yatıştırmak istedi: "A divane, düşün bir kez! Bu kaza sayesinde senin Tanrılara layık kokulu ispirton biraz işe yaradı. Önce bir fırın içinde oturuyorduk ve tüm yelpazelenmelerin işe yaramıyordu, fakat şimdi arabanın hemen her yanı birden serinledi; sense bunu dantelalı göğüslüğüme serptiğim birkaç damladan biliyordun; sanki yeniden canlanmıştık ve kesimevi arabalarına bindirilmiş koyunlar gibi başlarımızı bir yana sarkıtacağımıza neşe içinde konuşmamızı sürdürdük; hem bu hayırlı olay bütün yol boyunca bizi serinletip duracak. Ama şimdi artık gel de bir kez olsun iki Viyanalı burnu çabucak şu yeşil yabanlığa sokalım."
Yolun kıyısındaki hendeği kol kola aştılar ve çam ağaçlarının gölgelikleri içine daldılar. Çevre biraz sonra bir hayli karardı. Yalnızca, arada sırada bir ışın demetinin kadife gibi yumuşak yosun zemin üzerinde aydınlık bir leke yaratmak üzere karanlığı sıyırıp geçtiği görülüyordu. Dışardaki cehennem sıcağına karşılık buradaki ferahlatıcı serinliğin ansızın yarattığı değişiklik, eğer eşi onu düşünmemiş olsaydı, kaygısız adam için tehlikeli olabilirdi. Kadıncağız yanında getirdiği ceketi zorla onun sırtına geçirdi.
Mozart, yüce ağaç gövdelerine bakarak: "Tanrım, bu ne şahane güzellik!" diye bağırdı, "sanki bir tapınak içindeyiz; hiç orman içine girmemiş gibi şimdi ilk defadır ki bütün bir ağaç sürüsünün böyle sıra sıra dizilişinin ne demek olduğunu anlıyorum! Bunları bir insan eli dikmemiş, hepsi kendiliğinden buraya konmuş ve yalnızca birlikte yaşamanın ve birlikte gelişmenin zevki için böyle yan yana sıralanmış duruyorlar. Düşün bir kez, ben genç yaşımda Avrupa'nın yarısını dolaşmışım, yaratanın en yetkin, en güzel yapıtı olan Alpleri ve denizi görmüşüm; şimdi de Bohemya sınırındaki basit bir çam ormanında, Tanrı'nın budalası, hayran hayran durmuş, böyle bir şeyin var olabileceğine şaşmaktayım. Sizin perileriniz, Faunelarınız (4) ve benzerleri gibi değil, (5) bir sahne ormanı da değil, hayır, yerden bitmiş ve yerin yaşlığıyla güneşin ısılı ışığı sayesinde büyümüş! Burası, o alınlarında dallı budaklı harika boynuzlar taşıyan geyiklerin, o maskara sincapların, çalı horozlarının ve ala kargaların yurdudur". - Yere eğildi, bir mantar kopardı, tepeliğinin güzel kızıl rengini, eteklerindeki ince beyaz pulları hayran hayran seyretti, mantara birkaç çam iğnesi batırmadan duramadı.
Karısı: "Seni gören, bu tür az raslanır şeylerin pekâlâ yetiştiği Prater'in (6) içine yirmi adımcık olsun atmamışsın sanacak" dedi.
Mozart: "Prater de neymiş, canım? Bu kelimeyi burada nasıl ağzına alabiliyorsun? Orada bir sürü araba, kılıçlar, fistanlar, yelpazeler ve çalgıdan, dünyanın gürültüsünden başka bir şey görüp duyabilir misin? Hatta oradaki ağaçlar da her yanı sarmışlar ama, ne diyeyim - yerlere serpilen kayın ve meşe kozalaklarını, daha çok, aralarına karışan sayısız eski şişe mantarıyla kardeş çocukları sanırsın. Tüm koruluk iki saatlik uzaklığa kadar hep garson ve yemek kokar."
Karısı: "Bu nasıl söz?" diye bağırdı, "Prater'de piliç kızartması yemekten başka bir zevk tanımamış olan bir adam ancak böyle konuşur."
Karı koca yeniden arabaya yerleştiler; yol bir aralık düz gittikten sonra yavaş yavaş yokuş aşağıya çevrilerek önlerinde sevimli bir görünümün uzak dağlara doğru yayıldığı görülünce bir süre susmuş olan üstadımız yeniden söze başladı: "Yeryüzü gerçekten güzel, insan bu dünyadan hiç ayrılmak istemezse, ayıplamamalı. Tanrı'ya şükür kendimi her zamankinden daha canlı, daha iyi duyumsuyorum, bundan sonra artık binlerce işi keyifle ele alabilirim; şu yeni yapıtım bir kez tamamlanıp sahneye konursa arkasından bütün işler birbiri ardınca sıraya girebilir. Doğanın henüz hiç tanımadığım, görülmeye değer harika yapıtları, bilgiler, sanatlar ve yararlı çalışmalar gibi dış dünyada ve yurdumuzda neler var, neler! Şu kömür için hazırlanmış odun yığınının yanında duran kapkara kömürcü çırağı birçok şeyde sana bütün incelikleriyle ancak benim kadar bilgi verebilir, çünkü benim de içimde orada burada rasladığım şeylere, yakın ilgi alanıma girmedikleri halde, yine meraklı bir göz atma isteği yaşıyor."
Karısı: "Senin 25 yılına ait eski bir takvimin vardı ya, işte o bu günlerde elime geçti" diye konuyu değiştirdi, "arkasına üç dört not karalamışsın. Birincisinde: ekim ayı ortasında imparatorluk dökümhanesinde büyük aslanlar dökülecek diyorsun; ikincisinde de, altı iki kez çizilmiş olarak: Profesör Gatner ziyaret edilecek diye yazılı. Kim bu adam?"
"Ha evet, bildim! Gözlemevindeki sevimli yaşlı adam, beni zaman zaman oraya çağırır. Çoktandır, seninle birlikte ayı ve üzerindeki çukurları seyretmek istiyordum. Onların şimdi yukarıda çok güçlü, büyük bir dürbünleri var; bununla o çok büyük yuvarlağın yüzünden elle tutulurcasına aydınlık ve belirli olarak dağları, koyakları, yarları ve güneşin raslamadığı yanından da dağların gölgelerini görmeli. İki yıldan beri hep oraya gitmeyi düşünüyor, fakat ne yazık ve ne rezalet ki bir türlü fırsat bulamıyorum."
Karısı: "Ay elimizden kaçmıyor ya! Elbet bir fırsat buluruz" dedi.
Mozart bir duraklamadan sonra konuşmayı sürdürdü: "Ama hepsi de böyle olmuyor mu? Ne ayıp! Haydi Tanrı'ya ve insanlara karşı borçlu olduklarımızdan söz etmeyelim, fakat her gün ayağımıza kadar gelen bunca gerçek zevk, küçük masum sevinçler arasında elimizden kaçırdığımız, ertelediğimiz veya askıda bıraktıklarımızı anımsamak bile bana yasak."
Bayan Mozart kocasını, ayaklanmaya hep hazır olan duygularının gittikçe artan bir şiddetle yöneldiği bu konudan hiçbir biçimde başka yana çeviremeyeceğini anlamıştı. Zaten pek çevirmek de istemiyordu. Çünkü ne yapsa bu bakımlardan ona ancak bütün kalbiyle hak vermekten başka bir şey de düşünemiyordu. Bu sırada Mozart gittikçe yükselen bir ateşle konuşmayı sürdürüyordu: "Sanki çocuklarımla bir saatçik olsun eğlendiğim oldu mu? Bütün bu şeyler bende ne kadar yarım, ne kadar uçucu oluyor! Oğlanları bir kez at gibi dizlerimin üstüne bindirdim ya da onlarla iki dakikacık evin içinde koşuşturdum mu? Eh, tamam! Hemen arkasından yere indirmeli! Hep birlikte kırlarda bir gün geçirmiş olduğumuzu, Paskalya'da ya da Pantekot (7) bayramında bir bahçede ya da korulukta, çayırda ve yalnız kendi aramızda, çocuklarla gülüşe oynaşa ve çiçek toplayarak, bizim de bir defacık olsun yeniden çocuk olabildiğimizi anımsamıyorum. Yaşam her yoldan yürüyor, koşuyor, uçup gidiyor - Ulu Tanrım! İnsan düşündükçe korkudan soğuk terler döküyor."
Bu yakınmalardan sonra hiç beklenmediği halde ikisi arasında tam bir yakınlık ve sevgi dolu çok ciddi bir dertleşmedir başladı. Biz bunu ayrıntılarıyla aktarmıyoruz; bunun yerine yarı, konuyu açıkça ve doğrudan doğruya belirten ve yarı da, konuşmanın asıl amacı olan arka planı ortaya koyan nedenlere genel bir göz atmayla yetiniyoruz.
Burada her şeyden önce öyle acı bir düşünce var ki ; dünyanın bütün çekici yanları ve duyan bir ruhun erişebileceği büyük yücelikler için inanılmaz derecede duygulu olan bu ateşli insanın, pek kısa ömrü süresince o kadar çok şey görmüş ve yaşamış, o kadar da yaratmış olduğu halde, yine de yaşamı boyunca sürekli ve kendini tümüyle doyuran bir gönül rahatlığından hep yoksun kalmış olmasıdır.
Bu durumun nedenlerini, asıl gerektiği gibi, derinlerde aramak istemeyenler bunu onun değişmezcesine kökleşmiş görünen zayıf ruhluluğuna bağlayabilirler, ama biz bunu, herhalde biraz da haklı olarak, Mozart'a olan hayranlığımızın özünü oluşturan her şeyle ilgili görmek isteriz.
Adamcağızın gereksinimleri çok çeşitliydi, hele hoş sohbet dostlara karşı eğilimi ölçüsüz derecede büyüktü. Kentin en kibar ailelerince karşılaştırılmaz bir değer sayılır ve aranır, çağrıldığı şölen, toplantı ve eğlencelerin hemen hepsine koşar, arada gitmediği pek az olurdu. Buna karşılık, fırsat düştükçe de kendisine yakın çevreler içinde üstüne düşen konukseverliği yeteri kadar göstermekten geri kalmaz, hele pazar akşamları kendi evinde, çoktanberi adet haline gelmiş olan, müzik âlemlerini ve haftada iki üç defa birkaç dost ve tanıdıkla birlikte gene kendi evinde oldukça zengin bir sofra çevresinde içten ve etiketsiz bir öğle yemeği yeme fırsatını hiç kaçırmak istemezdi. Bazı zamanlarda da, sokakta yakaladığı âşık, sanatsever, şarkıcı ve ozan soyundan birbirine hiç uymayan değerlerde konukları hiç haber vermeden eve getirir, karısını korku ve telaş içinde bırakırdı. Bütün becerisi de hep canlı görünen bir neşeyle, başlıca özelliği yakası açık öyküler uydurmak ve nükte savurmaktan ibaret olan boşta gezer otlakçıyı da, olgun bir sanat uzmanı veya yetkin bir çalgı üstadı kadar hoş karşılamasıydı. Bu sırada Mozart, dinlenmesinin en büyük bölümünü yuvasının dışında arardı. Ona yemekten sonra hemen her gün kahvede bilardo oynarken ve gene birçok akşamlar bir otelin salonunda otururken raslanırdı. Topluluk durumunda arabayla veya atla kırlarda gezmeyi sever, çok iyi dans eden bir adam olarak balolara, kapalı âlemlere gider ve yılda birkaç kez halk bayramlarına ve özellikle palyaço maskesi takıp Brigitte'in açıkta yapılan kilise törenine (8) katılmaktan büyük zevk duyardı.
Bazan karmakarışık ve çılgınca, bazan da daha dingin bir hava içinde geçen bu eğlencelere, müthiş bir güç harcadıktan sonra düşülen sürekli kafa yorgunluğunu gidermek ve ona gereken dinlenmeyi sağlamak için atılıyordu; nitekim bütün bunlar, bu dinlenmenin yanı sıra, ilerde zamanı gelince yararlanmasını bileceği o ince duyguları ve uçucu anıları da kazandırma da kusur etmezlerdi. Bu duygu ve anılar, ona dehanın, oyununu farkına vardırmadan oynamakta olduğu büyülü yollardan gelirdi. Ama, ne yazık ki, böyle saatlerde ele geçen mutlu anları hep sonuna kadar tatma hırsı yüzünden başka bir şey düşünülmüyor, ne aklın, ne görevin, ne de kendini korumanın ve aile bağının gerektirdiği sağduyu umursanmıyordu. O, çalışmada olduğu gibi eğlenmede de ölçü ve sınır tanımazdı; gecenin bir bölümünü her zaman beste yapmakla geçirirdi, sonra sabahleyin erken saatlerden başlayarak çoğu zaman uzun bir süre yatakta çalışır, elindekini tamamlardı. Sonunda saat ondan sonra evden alınarak yaya veya araba ile derslerini vermeye giderdi ki bu işinin öğleden sonra da birkaç saat kadar uzaması hemen hemen âdet olmuştu. Bir defasında, hayranlarından birine şöyle yazıyor: "İşimizde herhalde fazla didiniyoruz ve çok zaman sabrımızı tüketmemek için kendimizi güç tutuyoruz. İyi tanınmış bir çembalist ve müzik öğretim üstadı olarak üzerimize on iki öğrenci almışken durmadan bir yenisi çıkıyor ve her seferinde talerini (9) ödedikçe, ne mal olduğuna bakmadan onu da yükleniyoruz. Şeytana uyarak hiç ama hiç de bir art niyeti olmadan general bass (10) ya da kontrapunkt (11) öğrenmeye heves eden istihkâm bölüğünden herhangi bir palabıyık Macar da kabulümüzdür. Bir kez zili çalmadan girdiğim için beni berber Coquerel usta gibi kıpkırmızı bir suratla karşılayan küstahların küstahı kontesçik de..."
Mozart, çeşitli görevlerinden; akademiden, provalardan ve benzerlerinden iyice yorulmuş bir durumda temiz havaya çıkmak gereksinimi duyduğunda uyuşmuş sinirlerini çok defa ancak yeni bir heyecanla diriltebilirdi. Sağlığı alttan alta kemiriliyordu ve bu onda, zaman zaman yineleyen bir kötümserlik havasının doğmasına değilse bile, herhalde beslenmesine bir neden oluşturuyordu; böylece erken bir ölüm sezisi onu önüne geçilmez bir biçimde sarmış ve hele son zamanlarda aklından bir an bile çıkmaz olmuştu. Her türlü ve renkten tasayı, bu arada pişmanlık duygusu da eksik olmamak üzere, her bir zevkin acı bir çeşnisi olarak kendisinin bir kısmeti gibi kabul etmeye alışmıştı. Ama biliyoruz ki, bu acılar da sonunda durulup saflaşarak derin bir kaynakta toplanacak ve bu kaynak yüzlerce altın oluktan fışkırıp, melodilerinin çeşitliliği için ardı arkası kesilmeksizin insan yüreğinin bütün dertlerini ve mutluluklarını dışarıya akıtacaktır.
Bu arada açık bir biçimde göze çarpan da Mozart'ın yaşama biçiminin evlilik çevresindeki kötü etkisiydi. Akılsızca ve düşüncesizce yürütülen bir tutumsuzluğun sızıları hemen hazırdı. Hele gönlünün en güzel davranışlarından birine çok bağlı görünüyordu. Gereksinimi olan biri ondan biraz ödünç para almak ya da onun kefilliğini dilemek istese, bunu, Mozart'ın önceden uzunboylu rehin ya da başka bir güvence aramayacağını bilerek istemiş olacağını kabul edebiliriz; gerçekten de onda bu gibi akıllılıklar bir çocuktan daha az aranabilirdi. Ona kalsa elindekini hemen bağışlar ve bunu hep özellikle kendisinde fazla fazla bulunduğuna inandığı zamanlar sevinç dolu bir cömertlikle yapardı.
Bu biçimde bir har vurup harman savurmanın her zamanki ev harcamalarıyla birleşince eriştiği para tutarı şüphesiz ki gelirleriyle hiçbir biçimde orantılı olamazdı. Tiyatro ve konserlerden, yayınevlerinden ve öğrencilerinden aldıkları paralar imparatordan aldığı aylıkla birlikte, halkın o yıllarda Mozart'ın müziğine karşı henüz kesin bir anlayış göstermekten çok uzak olması dolayısıyla, gereksinimlerine o oranda yetmeyen bir toplama varıyordu. Müziğindeki büyük güzellik, doygunluk ve derinlik o zamana kadar beğenilegelen, kavranması kolay çeşniye karşı genel olarak garipsenmişti. Gerçi Viyanalılar "Belmonts und Konstanze"ye -bu yapıtın halka yatkın yanları dolayısıyla- bir zamanlar bir türlü doyamamışlardı; fakat buna karşılık birkaç yıl sonra Figaro'nun Düğünü operası, hiç şüphesiz yalnızca tiyatro müdürünün çevirdiği dolaplar yüzünden değil, sevimli, fakat ölçüsüz derecede aşağı nitelikteki "Cosa Rara"nın yarışması karşısında hiç beklenmedik, acıklı bir başarısızlığa uğradı. Nitekim gene Figaro'yu, aynı etki altında bulunmayan olgun Praglıların büyük bir hayranlıkla karşılamaları üzerine, üstadımız bundan duyduğu şükran dolu coşkuyla arkasından yaratacağı ilk operayı Prag için yazmayı kararlaştırdı. Mozart zamanın uygunsuzluğuna ve düşmanlarının yaptıklarına aldırmayıp biraz daha önlemli ve akıllı davransaydı, sanatından gene çok büyük kazançlar sağlayabilirdi; fakat o, büyük kitlenin yeni yapıtını alkış tufanına boğmasına karşın bu girişiminden de tam yararlanamadı. Her şey bir araya toplandı ve talihi, yaratılışı ve kendi yanlışları hep birleşip o eşsiz adamın daha da gelişmesine fırsat bırakmadılar.
Bir ev kadınının, görevini bildiği sürece böyle koşullar altında ne kadar güç bir duruma düşeceğini kavramamız kolaydır. Karısı Konstanze, kendisi gibi, bir müzik adamının kızı olarak tam bir sanat ruhu taşıyan, yaşama canlısı bir genç kadın olduğu halde, bereket versin baba evinden yoksulluk nedir bildiği için, yıkımı daha kaynağındayken önlemek, birçok yanlış işi durdurmak ve büyük ölçüdeki kayıpları küçük ölçüde artırmalarla kapatmak yolunda bütün iyi niyetliliğini gösterdi. Ancak, özellikle sonuncu çaba bakımından gereken ustalık ve deneyimden galiba yoksundu. Paralar onun elindeydi ve hesapları o tutuyordu; her istek, her borç anımsatması, kısaca can sıkıcı ne varsa hepsi tümüyle ona yöneltiliyordu. Böylece zaman zaman sıkıntının boğazına kadar dayandığını duyuyordu, oysa çoğu zaman bu umarsızlık, bu darlık ve bu sıkıcı utanç durumuna, herkesin önünde rezil olmak korkusuna ayrıca bir de kocasının kötümserliği katılmaktaydı. Mozart, bir umutsuzluk durumunda günlerce hiçbir şey yapmaksızın ve hiçbir avutmaya kulak asmaksızın karısının yanında durmadan iç çekerek ve yakınarak yahut bir köşede suskun, içine kapanmış oturur, sonsuz bir vida gibi işleyen hazin ölüm düşünceleriyle durmadan oyulurdu. Bununla birlikte, kadıncağız cesaretini ancak pek seyrek olarak yitiriyor, açık görüşü sayesinde, birkaç zaman için bile olsa, çok defa çare ve yardım bulmayı beceriyordu; ama gene de, aslında düzelen ya pek az, ya da hiçbir şeydi. Onun, gerçek veya şaka yoluyla, yalvararak ve okşayarak bir gün için çayını karısının yanı başında içmesini, akşam yemeğini evinde ailecek yemesini ve sonra da artık sokağa çıkmamasını sağlayabilse, acaba bu başarısıyla eline ne geçirmiş olurdu. Mozart, bir kerecik karısının gözyaşlarına dayanamayıp ani bir şaşkınlık ve üzüntü içinde bu kötü alışkanlığına yürekten ilenerek kendinden istenenin daha fazlasını yapmaya söz verse bile boşunaydı, çünkü farkında olmaksızın gene eski gidişine yönelmekte gecikmezdi. İnsan, başka türlü davranmanın onun elinde olmadığı ve bizim anladığımız biçimde herkese uygun ve bugünkünden tümüyle başka bir yaşam biçimine zorlanması durumunda, bu harika varlığın tehlikeye düşürüleceği kanısına yer vermek zorunda kalıyordu.
Bununla birlikte karısı, işlerin dışardan gelecek bir etkiyle yine iyiliğe doğru çevrilebilmesi umudunu elden bırakmıyordu; nitekim bunun özellikle, ekonomik durumlarında köklü bir düzelmeyle olabileceğine inanıyordu ki bu kocasının durmadan artan ünü karşısında artık pek gecikemezdi. Konstanze, onun bu yönden, bazan uzaktan uzağa, bazan da pek yakından duyumsadığı baskı bir hafiflese diye düşünüyordu; böylece gücünün ve zamanının hemen yarısını yalnızca para kazanmak uğrunda harcamak zorunluluğundan kurtulup kendini asıl işine tümüyle verebilecekti ve sonunda artık peşinden koşmayacağı için oransız derecede rahat bir vicdanla korkmayarak tadacağı zevk yaşamı da onun vücut ve ruhu için yeniden yararlı hale gelecek ve işte o zaman bütün durumu hemen hafifleyecek, daha doğal, daha dingin olacaktı. Hatta bu durumda onun Viyana'ya olan aşırı bağlılığı da yenilebilecekti. Böylece Konstanze, bir kez nasılsa, kendilerine hiç de yarar getirmediği inancına vardığı bu kentten başka bir yere taşınmanın bile mümkün olacağını düşünüyordu.
Bayan Mozart, bu düşüncelerinin ve isteklerinin gerçekleşmesine doğru ilk yardımı, şimdi yaptıkları yolculuğun temel nedeni olan yeni operanın başarı kazanmasından beklemişti.
Besteleme işi yarıyı bir hayli aşmış bulunuyordu. Bu olağanüstü yapıtın oluşumuna tanık oldukları için onun niteliği ve yapacağı etki üzerine bir düşünce edinmiş olması gereken sırdaşlar ve bu konuda yorumda bulunma yetkisine sahip dostlar her yerde bu yapıttan söz ederek, bizzat rakiplerin de birçoğunu susturacak bir biçimde ağızbirliği yapmışlardı. Don Juan'ın yarım yıl bile geçmeden bir ucundan öbürüne Almanya'nın bütün müzik dünyasını sarsarak şaşkına çevireceğini ve onu bir atılışta zaptedeceğini söylüyorlardı. Buna karşılık müziğin o günkü durumunu göz önüne alarak kesin ve çabuk bir başarıyı pek ummayan başka kişilerden gelen dost sözleriyse daha sakınmalı, daha çekingen olmuştu. Nitekim bu adamların sağlam temelleri olan kuşkularına üstat da gizliden gizliye katılmaktaydı.
Kadınların hep kendi duygularına uyarak bir kez candan karar verdikten ve buna ek olarak da ayrıca son derece haklı bir dileğin büyüsüne kapıldıktan sonra artık şuradan buradan gelecek duraksar düşüncelere erkeklerden daha az pabuç bıraktıkları bir gerçektir. İşte böyle, Konstanze de yürekten inancına tüm gücüyle bağlı kalmış ve tam da şimdi, arabada giderlerken, bu inancını savunmak için yeni bir fırsat ele geçirmişti. Bu savunmasını, kendi şen ve parlak biçemiyle bir kat daha akıcı bir biçimde yapmaya koyuldu, zira, Mozart'ın keyfi, daha önceki, aslında hiçbir sonuca bağlanamayan ve bu yüzden de pek doyurucu olmaksızın son bulan konuşma sırasında bir hayli kaçmıştı. Konstanze kocasına hemen hemen hep aynı kalan bir şakraklıkla uzun boylu anlatıyor: Praglı yapımcıyla partitür (12) için kararlaştırdıkları satış ücreti olan yüz dükayı (13) eve döndükten sonra en gerekli şeylere ve benzeri şeylere nasıl harcamayı düşündüğünü ve böylece parasının düzenlediği yeni program sayesinde, gelecek kış süresince ilkyaza kadar nasıl yeteceğini umduğunu bir bir sıralıyordu.
"Senin Bay Bondini operadan kendine de pay ayıracak, inan bana! Eğer o, senin hep övdüğünün yarısı kadar onurlu bir adamsa, tiyatroların bu ana yazı için birbiri arkasından ödeyecekleri paradan sana da dolgunca bir yüzde bırakır; eğer o bunu yapmazsa, gene Tanrı'ya şükür, bizim için görünürde daha başka umutlar da yok değil, hem de bin kat daha sağlamından! Aklıma bin türlü şey geliyor."
"Çıkar baklayı ağzından!"
"Geçenlerde bir kuş bana haber getirdi, Prusya Kralı bir orkestra şefi arıyormuş."
"Oo!"
"Hatta bir müzik işleri genel direktörü, diyecektim. Bırak da biraz düş kurayım, bu illet bana anamdan kaldı."
"Haydi öyleyse! Ne kadar yüksekten atarsan o kadar iyi!"
"Bildiğin gibi değil, bunların hepsi doğru. - Her şeyden önce şunu bilesin ki bir yıl sonra tam bu vakit..."
"Papa, Grete ile evlenmek isteyecek, öyle mi?"
"Sus, şakanın sırası değil! Söylediğim gibi, gelecek yıl Sankt Aegidi'de (14) Viyana'da imparatorluğun Wolf Mozart adındaki başbestecisini artık arasınlar da bulsunlar."
"Hay Allah! Bunu da nerden çıkardın?"
"Eski dostlarımızın bizim üzerimize ne konuştukları ve hakkımızda neler öğrenmiş oldukları hep bana malum oluyor."
"Ne gibi?"
" Örneğin, günün birinde sabah dokuzdan sonra bizim düşlem gücü zengin eski dostumuz bayan Volkstett, o kendine özgü ateşli ziyaret telaşıyla, yelkenleri açmış Kohlmarket alanından koşup geliyor. Üç aydır burada yokmuş, Saksonya'daki kayınbiraderini ziyaret için yapmayı düşündüğü ve tanıştığımız zamandan beri hemen her gün sözünü ettiğimiz büyük yolculuğu en sonunda başarmış; dün gece eve dönmüş ve şimdi yüreği dopdolu -bir yandan yolculuk sarhoşluğu ve dostluk sabırsızlığı, öte yandan çok çekici haberlerin baskısıyla kabına sığmaz bir durumda- hemen doğru albayın hanımına koşuyor, merdivenleri çıkıyor, kapıyı vuruyor ve giriniz denmesini beklemiyor! O andaki haykırışmayı ve iki yanın şaşkınlığını artık sen gözünün önüne getir! - Bunun üzerine önce birkaç derin soluk aldıktan sonra: "Çok sevgili bayan Albay (15)", diye söze başlıyor, "size bir araba dolusu selam getirdim; bilin bakayım kimden? Ben doğru Stendal üzerinden gelmiyorum, sola doğru Brandenburg'a küçük bir sıçrama yaptık." - "Bu nasıl oldu? Demek, Berlin'e gittiniz, Mozartları gördünüz mü?" - "Cennette tam on gün!" - "Oo, sevgili, tatlı, biricik bayan General, (16) söyleyin, anlatın! Sayın dostlarımız ne âlemdedirler? İlk günlerdeki gibi hâlâ oradan hoşnutlar mı? Bu bir masal, inanılmayacak bir şey gibi geliyor bana. Bugün bile, hatta şimdi daha da arttı; çünkü siz onun yanından geliyorsunuz. Mozart bir Berlinli oldu ha! Bari oraya alıştı mı? Sağlık durumu nasıl?" - "Onun mu? Bir görmelisiniz! Kral onu bu yaz Karlsbad'a gönderdi. Sözde onun candan sevgilisi olacak İmparator Jozef'in aklına böyle bir şey ne zaman gelmişti, ha? Söyleyin! Benim oraya varışımda karı koca henüz yeni dönmüşlerdi. Mozart dört bir yanına sağlık ve canlılık saçıyor, toplanmış, semirmiş, cıva gibi kaynıyor; mutluluk ve erinç hemen gözlerinden okunuyor."
Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı" kazandırmak istedik.
Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
Cumhuriyet
GİRİŞ
Gottfried Keller bir yazısında Eduard Mörike'nin kişiliğini: "Horatius'un (1) ve Şıvab'lı (2) kibar bir hanımın oğlu" sözleriyle tanımlamıştır. - Gerçekten de bu ozanın özelliği bundan daha iyi belirtilemezdi. O, dünyada klasikle doğal - gizemli arasında yurdunu bulmuştu; titreşim ve bislerden fırsat buldukça hastalıklıya kadar giden bir ince duyuş. İşte onun liriğinin ve öykülerinin olgunlaştığı besi toprağı buydu. Sonuçta, onun yarattığı yapıtlarda, kendisini bizzat doğanın bir parçası gibi gösteren şaşmaz bir hava vardı.
Herhalde böylesine ince dokunmuş bir sanat yaratılışının dış dünyada güçlüklerle karşılaşmış olmasına şaşmamalı. Çok doğal olarak, Mörike'nin bir kentli olarak geçirdiği yaşam bir başarı olmaktan çok uzaktır. Eduard Mörike 8 Eylül 1804'te Stuttgart yakınlarındaki Ludwigsburg'da bir hekimin oğlu olarak dünyaya geldi. 1822 - 1826 arasında Tübingen vakfında dinbilim okudu. Şiirlerinin Peregrinası ve usta işi romanı Maler Nolten'deki Elisabethi olan Maria Mayer'le karşılaşması bu öğrencilik dönemine raslar. Mörike, bu karşılaşmadan derin bir biçimde etkilenmişti. Sonra yaklaşık sekiz yılını Şıvab köylerinde papaz yardımcılığı yaparak geçirdi, sonunda 1834'te Cleversulzbach'da papaz oldu. Fakat, hiç sevmediği bu görevden bıkarak daha 1843 yılında emekliye ayrıldı. Mergentheim'da birkaç yıl boş oturduktan sonra 1851'de Stuttgart'ta Katharin vakfında, ancak pek az zamanını dolduran bir edebiyat öğretmenliği görevi aldı, arkasından evlendi. 1866'da bu işini de bıraktı. Evliliği pek mutlu değildi, sonunda eşlerin ayrılmasıyla bitti. Mörike ömrünün son yıllarını Lorch ve Nürtingen'de darlık içinde geçirdi ve en sonunda yine Stuttgart'a döndü. Ölüm döşeğinde karısıyla barıştığı halde 4 Haziran 1875'te yaşama gözlerini yanında kimse olmaksızın kapamıştır.
Mörike'nin değeri ancak ölümünden sonra anlaşıldı; özellikle Schumann, Robert Franz, Brahms ve Hugo Wolf'un seslendirdiği şiirleri onu halka maletti. Yaşamda olduğu sırada değerini bilenler yalnızca onun genişçe dost çevresi olmuştu. Bu çevrede David Friedrich Straus, Friedrich Theodor Vischer, Wilhelm Waiblinger, Theodor Storm, Moritz von Schwind ve Paul Heyse gibi ülkesinin en seçkin insanları vardı. Bu kişilerle olan dostluğu ve mektuplaşmaları Mörike'nin yaşadığı yaşama pek az ışık tutar - o yaşam ki, görünüşe bakılırsa, pek dar bir çevre içinde geçmiştir. Mörike, birkaç kısa yolculuğun dışında Şıvab ülkesinden hiç ayrılmamıştır; ancak o zaten büyük bir çevreye gereksinim duymadı, çünkü kendi içinde zengin bir dünya taşıyordu, bu dünya en çok onun şiirlerinde temiz ve açık bir biçimlenmeye ulaşmıştır. Goethe'den sonra en büyük lirik ozan olduğu yolundaki ününü bu içten ve derin ruh zenginliği sayesinde kazanmıştır.
Şiirlerinin sevimliliği, sessiz karamsarlığı ve şakacı rahatlığı kitaplarında da yer alır.
"Mozart Prag Yolunda" Alman kısa romanlarının en güzellerinden biri ve belki de en güzelidir. Onda kendini gösteren ve neşeyle yakın ölüm arasında dolaşan duygu durumu, Mozart'ın kişiliğini birçok büyük biyografilerden daha iyi yansıtır.
"Stuttgart Cücesi" ise Alman edebiyatının en yetkin sanatsal masallarından biridir. Masal havası burada Şıvab-halk biçemiyle aynı düzeyde ve katıksız bir özelliktedir; o derecede ki belli bir önyargısı olmayan bir okuyucu burada çok eski bir halk söylencesinden doğmuş bir masal karşısında bulunduğunu sanır.
Ölümünden sonra Mörike'nin yapıtları bütün halk çevrelerinde hemen uzun süreli bir iz yarattı: bu izde onu seven dostlarının da büyük bir çaba payı vardır. Friedrich Theodor Vischer, Mörike'nin mezarı başında, bu ozanın kişiliği hakkında derin bir anlayışı tanımlamak bakımından erişilemeyecek sözler söylemesini bilmiştir: "Evet, hepsinin nedeni sevgiydi: Her yabancı duruma yürekten girebilmesi, insanların nedenliği, yaşamı ve acıları, ne varsa hepsine ve her birine, hatta dilsiz hayvanların zavallı karanlık ruhuna da işleyebilmesi hep sevgidendi. O, her duyguyu anlıyor, düşünceleri daha dudaklara varmadan keşfediyordu. Bu anlatış gücü, bu ayrıntılara kadar gidiş, bölümlere ayırma, verme ve iletme yeteneği ve ayrıca onun, incitecek kadar bir keskinliğe gitmeksizin, insanlığın zayıf yönlerine öylesine yumuşak ve candan gülerek, serbest ve neşeli bir betimlemeyle budalalığın anlamsızlığını açığa vuran ince zekası ve taşkın mizahı; işte bütün bunlar hep birlikte bir bütün yarattılar. Bu toplam, çevresindeki tüm ruhları, karşılıklı ilişkilerin alışveriş seli içine daldırır ve oradan hiç kimse erince kavuşmuş, yüreği ferahlamış olmadan ve kendini gençleşmiş duyumsamadan çıkmazdı.
Gerhard Hermann
BİR YOLCULUĞUN ÖYKÜSÜ
MOZART PRAG YOLUNDA
Mozart, Prag'da Don Juan operasını sahneye koymak için, 1787 yılının güzünde karısıyla birlikte yola çıktı.
Keyifleri yerinde olan karı koca, yolculuklarının üçüncü günü, 14 Eylül sabahı saat on bire doğru, Viyana'dan kuzey yönünde ancak otuz saatlik bir yol almışlardı ve şimdi Mannhardsberg Dağı'nın arkasındaki Schrems kasabasının yanından geçen Alman Thaya Irmağı'nın öte yakasında bir yere ulaşmışlardı. Burada o güzelim Moravya Sıradağları artık neredeyse tümüyle aşılmış sayılabilirdi.
Barones von T. bir kadın dostuna şöyle yazıyor: "Üç posta atı koşulmuş sarı-kırmızı renkteki şatafatlı araba, Mozart ailesiyle olan ilişkilerinde ve Mozart'a yaptığı dostça hizmetlerde anlaşılan eskiden beri hep pek candan davranmış olan, Volksrett adında yaşlı bir general karısının malıydı." Söz konusu arabanın bu pek kesin olmayan tanımını, o zamanın zevkini bilen bir kişisi bir iki sözle şöyle tamamlayabilir: "Sarı-kırmızı arabanın her iki yanına, kapı üzerine, doğal renkleriyle çiçek demetleri resmedilmişti, kenarları altın yaldızlı dar çıtalarla süslüydü, ama boyasında asla bugünkü Viyana tezgâhlarından çıkma cilanın ayna parlaklığı yoktu. Alt yanı çok zarif bir kıvrıntıyla içeriye alınmış olmasına karşın, arabanın sandığı yanlarda dışa taşmış çirkin bir şişkinlik yapmıyordu. Bir de bunlara, yüksek bir tavanla o sırada arkaya doğru çekilmiş kaskatı deri perdeleri de katmak yerinde olur."
Ayrıca, yolcuların giyimi üzerine de şunlar söylenebilir: Bayan Konstanze sandığına yerleştirmiş olduğu yepyeni resmi takımları korumak amacıyla kocasına gösterişsiz bir giysi giydirmişti; Mozart'ın üzerinde biraz soluk renkteki işlemeli ceketle hep giydiği, bir sıra iri düğmeli palto vardı. Bu düğmelerin üstlerini kaplayan yıldız biçimindeki dokunun aralıklarından kırmızı altın sarısı renkler parlıyordu. Bunlara bir de ayağındaki siyah ipekten külot pantolonla çoraplarını ve ayakkabılarının altın yaldızlı tokalarını katabiliriz. Mozart, mevsimin şiddetli sıcağı yüzünden sırtındakileri yarım saatten beri çıkarıp atmış, arabada gömlekle ve başı açık oturuyor, keyifli keyifli gevezelik ediyordu. Bayan Mozart'ın üzerindeyse beyaz çizgili açık mavi renkte, rahatça bir giysi vardı; yukarıya doğru yarım kaldırılmış olan güzel saçlarının açık kestane rengindeki dolgun lüleleri omuzlarına ve ensesine serpilmişti; bunlar kadıncağızın yaşamı boyunca hiçbir zaman pudra yüzü görmemişlerdi. Oysa kocasının bir örgü içine toplanmış gür saçları, bugün biraz daha özensiz olmakla birlikte, her zaman pudralanırdı.
Hafif çıkışlı bir bayır üzerinde verimli tarlalar arasından ve bunları ara sıra kesen genişçe koruluklar içinden geçerek yavaş yavaş yükselmişler ve şimdi ormanın kıyısına ulaşmışlardır.
Mozart; "Yalnızca bugün değil, dün de, önceki gün de ne kadar çok ormandan geçtik" dedi, "O sırada içlerine dalmayı istemek şöyle dursun, hemen hiç bir şey düşünmedim. Şimdi ama, sevgili çocuk, bir kerecik olsun inelim de orada gölgelikte şu çok güzel görünen mavi çiçeklerden toplayalım. Arabacı dostum, senin hayvanların da biraz dinlensinler."
İkisi birden ayağa kalkarken üstadı tartışmaya düşüren küçük bir kaza oldu. Pahalı lavanta kolonyası dolu bir şişeciğin kapağı, onun dikkatsizliği yüzünden açılmış, içindeki sıvı, kimse farkında olmadan, giysilerinin ve döşemenin üstüne dökülmüştü. Karısı: "Deminden beri öyle kuvvetli kokuyordu ki böyle bir şey olacağını düşünmeliydim! Ah, ne yazık! Halis Rosée d'Aurore (3) dolu şişenin hepsi döküldü; onu canım gibi saklıyordum" diye dövünmeye başladı. Kocası yatıştırmak istedi: "A divane, düşün bir kez! Bu kaza sayesinde senin Tanrılara layık kokulu ispirton biraz işe yaradı. Önce bir fırın içinde oturuyorduk ve tüm yelpazelenmelerin işe yaramıyordu, fakat şimdi arabanın hemen her yanı birden serinledi; sense bunu dantelalı göğüslüğüme serptiğim birkaç damladan biliyordun; sanki yeniden canlanmıştık ve kesimevi arabalarına bindirilmiş koyunlar gibi başlarımızı bir yana sarkıtacağımıza neşe içinde konuşmamızı sürdürdük; hem bu hayırlı olay bütün yol boyunca bizi serinletip duracak. Ama şimdi artık gel de bir kez olsun iki Viyanalı burnu çabucak şu yeşil yabanlığa sokalım."
Yolun kıyısındaki hendeği kol kola aştılar ve çam ağaçlarının gölgelikleri içine daldılar. Çevre biraz sonra bir hayli karardı. Yalnızca, arada sırada bir ışın demetinin kadife gibi yumuşak yosun zemin üzerinde aydınlık bir leke yaratmak üzere karanlığı sıyırıp geçtiği görülüyordu. Dışardaki cehennem sıcağına karşılık buradaki ferahlatıcı serinliğin ansızın yarattığı değişiklik, eğer eşi onu düşünmemiş olsaydı, kaygısız adam için tehlikeli olabilirdi. Kadıncağız yanında getirdiği ceketi zorla onun sırtına geçirdi.
Mozart, yüce ağaç gövdelerine bakarak: "Tanrım, bu ne şahane güzellik!" diye bağırdı, "sanki bir tapınak içindeyiz; hiç orman içine girmemiş gibi şimdi ilk defadır ki bütün bir ağaç sürüsünün böyle sıra sıra dizilişinin ne demek olduğunu anlıyorum! Bunları bir insan eli dikmemiş, hepsi kendiliğinden buraya konmuş ve yalnızca birlikte yaşamanın ve birlikte gelişmenin zevki için böyle yan yana sıralanmış duruyorlar. Düşün bir kez, ben genç yaşımda Avrupa'nın yarısını dolaşmışım, yaratanın en yetkin, en güzel yapıtı olan Alpleri ve denizi görmüşüm; şimdi de Bohemya sınırındaki basit bir çam ormanında, Tanrı'nın budalası, hayran hayran durmuş, böyle bir şeyin var olabileceğine şaşmaktayım. Sizin perileriniz, Faunelarınız (4) ve benzerleri gibi değil, (5) bir sahne ormanı da değil, hayır, yerden bitmiş ve yerin yaşlığıyla güneşin ısılı ışığı sayesinde büyümüş! Burası, o alınlarında dallı budaklı harika boynuzlar taşıyan geyiklerin, o maskara sincapların, çalı horozlarının ve ala kargaların yurdudur". - Yere eğildi, bir mantar kopardı, tepeliğinin güzel kızıl rengini, eteklerindeki ince beyaz pulları hayran hayran seyretti, mantara birkaç çam iğnesi batırmadan duramadı.
Karısı: "Seni gören, bu tür az raslanır şeylerin pekâlâ yetiştiği Prater'in (6) içine yirmi adımcık olsun atmamışsın sanacak" dedi.
Mozart: "Prater de neymiş, canım? Bu kelimeyi burada nasıl ağzına alabiliyorsun? Orada bir sürü araba, kılıçlar, fistanlar, yelpazeler ve çalgıdan, dünyanın gürültüsünden başka bir şey görüp duyabilir misin? Hatta oradaki ağaçlar da her yanı sarmışlar ama, ne diyeyim - yerlere serpilen kayın ve meşe kozalaklarını, daha çok, aralarına karışan sayısız eski şişe mantarıyla kardeş çocukları sanırsın. Tüm koruluk iki saatlik uzaklığa kadar hep garson ve yemek kokar."
Karısı: "Bu nasıl söz?" diye bağırdı, "Prater'de piliç kızartması yemekten başka bir zevk tanımamış olan bir adam ancak böyle konuşur."
Karı koca yeniden arabaya yerleştiler; yol bir aralık düz gittikten sonra yavaş yavaş yokuş aşağıya çevrilerek önlerinde sevimli bir görünümün uzak dağlara doğru yayıldığı görülünce bir süre susmuş olan üstadımız yeniden söze başladı: "Yeryüzü gerçekten güzel, insan bu dünyadan hiç ayrılmak istemezse, ayıplamamalı. Tanrı'ya şükür kendimi her zamankinden daha canlı, daha iyi duyumsuyorum, bundan sonra artık binlerce işi keyifle ele alabilirim; şu yeni yapıtım bir kez tamamlanıp sahneye konursa arkasından bütün işler birbiri ardınca sıraya girebilir. Doğanın henüz hiç tanımadığım, görülmeye değer harika yapıtları, bilgiler, sanatlar ve yararlı çalışmalar gibi dış dünyada ve yurdumuzda neler var, neler! Şu kömür için hazırlanmış odun yığınının yanında duran kapkara kömürcü çırağı birçok şeyde sana bütün incelikleriyle ancak benim kadar bilgi verebilir, çünkü benim de içimde orada burada rasladığım şeylere, yakın ilgi alanıma girmedikleri halde, yine meraklı bir göz atma isteği yaşıyor."
Karısı: "Senin 25 yılına ait eski bir takvimin vardı ya, işte o bu günlerde elime geçti" diye konuyu değiştirdi, "arkasına üç dört not karalamışsın. Birincisinde: ekim ayı ortasında imparatorluk dökümhanesinde büyük aslanlar dökülecek diyorsun; ikincisinde de, altı iki kez çizilmiş olarak: Profesör Gatner ziyaret edilecek diye yazılı. Kim bu adam?"
"Ha evet, bildim! Gözlemevindeki sevimli yaşlı adam, beni zaman zaman oraya çağırır. Çoktandır, seninle birlikte ayı ve üzerindeki çukurları seyretmek istiyordum. Onların şimdi yukarıda çok güçlü, büyük bir dürbünleri var; bununla o çok büyük yuvarlağın yüzünden elle tutulurcasına aydınlık ve belirli olarak dağları, koyakları, yarları ve güneşin raslamadığı yanından da dağların gölgelerini görmeli. İki yıldan beri hep oraya gitmeyi düşünüyor, fakat ne yazık ve ne rezalet ki bir türlü fırsat bulamıyorum."
Karısı: "Ay elimizden kaçmıyor ya! Elbet bir fırsat buluruz" dedi.
Mozart bir duraklamadan sonra konuşmayı sürdürdü: "Ama hepsi de böyle olmuyor mu? Ne ayıp! Haydi Tanrı'ya ve insanlara karşı borçlu olduklarımızdan söz etmeyelim, fakat her gün ayağımıza kadar gelen bunca gerçek zevk, küçük masum sevinçler arasında elimizden kaçırdığımız, ertelediğimiz veya askıda bıraktıklarımızı anımsamak bile bana yasak."
Bayan Mozart kocasını, ayaklanmaya hep hazır olan duygularının gittikçe artan bir şiddetle yöneldiği bu konudan hiçbir biçimde başka yana çeviremeyeceğini anlamıştı. Zaten pek çevirmek de istemiyordu. Çünkü ne yapsa bu bakımlardan ona ancak bütün kalbiyle hak vermekten başka bir şey de düşünemiyordu. Bu sırada Mozart gittikçe yükselen bir ateşle konuşmayı sürdürüyordu: "Sanki çocuklarımla bir saatçik olsun eğlendiğim oldu mu? Bütün bu şeyler bende ne kadar yarım, ne kadar uçucu oluyor! Oğlanları bir kez at gibi dizlerimin üstüne bindirdim ya da onlarla iki dakikacık evin içinde koşuşturdum mu? Eh, tamam! Hemen arkasından yere indirmeli! Hep birlikte kırlarda bir gün geçirmiş olduğumuzu, Paskalya'da ya da Pantekot (7) bayramında bir bahçede ya da korulukta, çayırda ve yalnız kendi aramızda, çocuklarla gülüşe oynaşa ve çiçek toplayarak, bizim de bir defacık olsun yeniden çocuk olabildiğimizi anımsamıyorum. Yaşam her yoldan yürüyor, koşuyor, uçup gidiyor - Ulu Tanrım! İnsan düşündükçe korkudan soğuk terler döküyor."
Bu yakınmalardan sonra hiç beklenmediği halde ikisi arasında tam bir yakınlık ve sevgi dolu çok ciddi bir dertleşmedir başladı. Biz bunu ayrıntılarıyla aktarmıyoruz; bunun yerine yarı, konuyu açıkça ve doğrudan doğruya belirten ve yarı da, konuşmanın asıl amacı olan arka planı ortaya koyan nedenlere genel bir göz atmayla yetiniyoruz.
Burada her şeyden önce öyle acı bir düşünce var ki ; dünyanın bütün çekici yanları ve duyan bir ruhun erişebileceği büyük yücelikler için inanılmaz derecede duygulu olan bu ateşli insanın, pek kısa ömrü süresince o kadar çok şey görmüş ve yaşamış, o kadar da yaratmış olduğu halde, yine de yaşamı boyunca sürekli ve kendini tümüyle doyuran bir gönül rahatlığından hep yoksun kalmış olmasıdır.
Bu durumun nedenlerini, asıl gerektiği gibi, derinlerde aramak istemeyenler bunu onun değişmezcesine kökleşmiş görünen zayıf ruhluluğuna bağlayabilirler, ama biz bunu, herhalde biraz da haklı olarak, Mozart'a olan hayranlığımızın özünü oluşturan her şeyle ilgili görmek isteriz.
Adamcağızın gereksinimleri çok çeşitliydi, hele hoş sohbet dostlara karşı eğilimi ölçüsüz derecede büyüktü. Kentin en kibar ailelerince karşılaştırılmaz bir değer sayılır ve aranır, çağrıldığı şölen, toplantı ve eğlencelerin hemen hepsine koşar, arada gitmediği pek az olurdu. Buna karşılık, fırsat düştükçe de kendisine yakın çevreler içinde üstüne düşen konukseverliği yeteri kadar göstermekten geri kalmaz, hele pazar akşamları kendi evinde, çoktanberi adet haline gelmiş olan, müzik âlemlerini ve haftada iki üç defa birkaç dost ve tanıdıkla birlikte gene kendi evinde oldukça zengin bir sofra çevresinde içten ve etiketsiz bir öğle yemeği yeme fırsatını hiç kaçırmak istemezdi. Bazı zamanlarda da, sokakta yakaladığı âşık, sanatsever, şarkıcı ve ozan soyundan birbirine hiç uymayan değerlerde konukları hiç haber vermeden eve getirir, karısını korku ve telaş içinde bırakırdı. Bütün becerisi de hep canlı görünen bir neşeyle, başlıca özelliği yakası açık öyküler uydurmak ve nükte savurmaktan ibaret olan boşta gezer otlakçıyı da, olgun bir sanat uzmanı veya yetkin bir çalgı üstadı kadar hoş karşılamasıydı. Bu sırada Mozart, dinlenmesinin en büyük bölümünü yuvasının dışında arardı. Ona yemekten sonra hemen her gün kahvede bilardo oynarken ve gene birçok akşamlar bir otelin salonunda otururken raslanırdı. Topluluk durumunda arabayla veya atla kırlarda gezmeyi sever, çok iyi dans eden bir adam olarak balolara, kapalı âlemlere gider ve yılda birkaç kez halk bayramlarına ve özellikle palyaço maskesi takıp Brigitte'in açıkta yapılan kilise törenine (8) katılmaktan büyük zevk duyardı.
Bazan karmakarışık ve çılgınca, bazan da daha dingin bir hava içinde geçen bu eğlencelere, müthiş bir güç harcadıktan sonra düşülen sürekli kafa yorgunluğunu gidermek ve ona gereken dinlenmeyi sağlamak için atılıyordu; nitekim bütün bunlar, bu dinlenmenin yanı sıra, ilerde zamanı gelince yararlanmasını bileceği o ince duyguları ve uçucu anıları da kazandırma da kusur etmezlerdi. Bu duygu ve anılar, ona dehanın, oyununu farkına vardırmadan oynamakta olduğu büyülü yollardan gelirdi. Ama, ne yazık ki, böyle saatlerde ele geçen mutlu anları hep sonuna kadar tatma hırsı yüzünden başka bir şey düşünülmüyor, ne aklın, ne görevin, ne de kendini korumanın ve aile bağının gerektirdiği sağduyu umursanmıyordu. O, çalışmada olduğu gibi eğlenmede de ölçü ve sınır tanımazdı; gecenin bir bölümünü her zaman beste yapmakla geçirirdi, sonra sabahleyin erken saatlerden başlayarak çoğu zaman uzun bir süre yatakta çalışır, elindekini tamamlardı. Sonunda saat ondan sonra evden alınarak yaya veya araba ile derslerini vermeye giderdi ki bu işinin öğleden sonra da birkaç saat kadar uzaması hemen hemen âdet olmuştu. Bir defasında, hayranlarından birine şöyle yazıyor: "İşimizde herhalde fazla didiniyoruz ve çok zaman sabrımızı tüketmemek için kendimizi güç tutuyoruz. İyi tanınmış bir çembalist ve müzik öğretim üstadı olarak üzerimize on iki öğrenci almışken durmadan bir yenisi çıkıyor ve her seferinde talerini (9) ödedikçe, ne mal olduğuna bakmadan onu da yükleniyoruz. Şeytana uyarak hiç ama hiç de bir art niyeti olmadan general bass (10) ya da kontrapunkt (11) öğrenmeye heves eden istihkâm bölüğünden herhangi bir palabıyık Macar da kabulümüzdür. Bir kez zili çalmadan girdiğim için beni berber Coquerel usta gibi kıpkırmızı bir suratla karşılayan küstahların küstahı kontesçik de..."
Mozart, çeşitli görevlerinden; akademiden, provalardan ve benzerlerinden iyice yorulmuş bir durumda temiz havaya çıkmak gereksinimi duyduğunda uyuşmuş sinirlerini çok defa ancak yeni bir heyecanla diriltebilirdi. Sağlığı alttan alta kemiriliyordu ve bu onda, zaman zaman yineleyen bir kötümserlik havasının doğmasına değilse bile, herhalde beslenmesine bir neden oluşturuyordu; böylece erken bir ölüm sezisi onu önüne geçilmez bir biçimde sarmış ve hele son zamanlarda aklından bir an bile çıkmaz olmuştu. Her türlü ve renkten tasayı, bu arada pişmanlık duygusu da eksik olmamak üzere, her bir zevkin acı bir çeşnisi olarak kendisinin bir kısmeti gibi kabul etmeye alışmıştı. Ama biliyoruz ki, bu acılar da sonunda durulup saflaşarak derin bir kaynakta toplanacak ve bu kaynak yüzlerce altın oluktan fışkırıp, melodilerinin çeşitliliği için ardı arkası kesilmeksizin insan yüreğinin bütün dertlerini ve mutluluklarını dışarıya akıtacaktır.
Bu arada açık bir biçimde göze çarpan da Mozart'ın yaşama biçiminin evlilik çevresindeki kötü etkisiydi. Akılsızca ve düşüncesizce yürütülen bir tutumsuzluğun sızıları hemen hazırdı. Hele gönlünün en güzel davranışlarından birine çok bağlı görünüyordu. Gereksinimi olan biri ondan biraz ödünç para almak ya da onun kefilliğini dilemek istese, bunu, Mozart'ın önceden uzunboylu rehin ya da başka bir güvence aramayacağını bilerek istemiş olacağını kabul edebiliriz; gerçekten de onda bu gibi akıllılıklar bir çocuktan daha az aranabilirdi. Ona kalsa elindekini hemen bağışlar ve bunu hep özellikle kendisinde fazla fazla bulunduğuna inandığı zamanlar sevinç dolu bir cömertlikle yapardı.
Bu biçimde bir har vurup harman savurmanın her zamanki ev harcamalarıyla birleşince eriştiği para tutarı şüphesiz ki gelirleriyle hiçbir biçimde orantılı olamazdı. Tiyatro ve konserlerden, yayınevlerinden ve öğrencilerinden aldıkları paralar imparatordan aldığı aylıkla birlikte, halkın o yıllarda Mozart'ın müziğine karşı henüz kesin bir anlayış göstermekten çok uzak olması dolayısıyla, gereksinimlerine o oranda yetmeyen bir toplama varıyordu. Müziğindeki büyük güzellik, doygunluk ve derinlik o zamana kadar beğenilegelen, kavranması kolay çeşniye karşı genel olarak garipsenmişti. Gerçi Viyanalılar "Belmonts und Konstanze"ye -bu yapıtın halka yatkın yanları dolayısıyla- bir zamanlar bir türlü doyamamışlardı; fakat buna karşılık birkaç yıl sonra Figaro'nun Düğünü operası, hiç şüphesiz yalnızca tiyatro müdürünün çevirdiği dolaplar yüzünden değil, sevimli, fakat ölçüsüz derecede aşağı nitelikteki "Cosa Rara"nın yarışması karşısında hiç beklenmedik, acıklı bir başarısızlığa uğradı. Nitekim gene Figaro'yu, aynı etki altında bulunmayan olgun Praglıların büyük bir hayranlıkla karşılamaları üzerine, üstadımız bundan duyduğu şükran dolu coşkuyla arkasından yaratacağı ilk operayı Prag için yazmayı kararlaştırdı. Mozart zamanın uygunsuzluğuna ve düşmanlarının yaptıklarına aldırmayıp biraz daha önlemli ve akıllı davransaydı, sanatından gene çok büyük kazançlar sağlayabilirdi; fakat o, büyük kitlenin yeni yapıtını alkış tufanına boğmasına karşın bu girişiminden de tam yararlanamadı. Her şey bir araya toplandı ve talihi, yaratılışı ve kendi yanlışları hep birleşip o eşsiz adamın daha da gelişmesine fırsat bırakmadılar.
Bir ev kadınının, görevini bildiği sürece böyle koşullar altında ne kadar güç bir duruma düşeceğini kavramamız kolaydır. Karısı Konstanze, kendisi gibi, bir müzik adamının kızı olarak tam bir sanat ruhu taşıyan, yaşama canlısı bir genç kadın olduğu halde, bereket versin baba evinden yoksulluk nedir bildiği için, yıkımı daha kaynağındayken önlemek, birçok yanlış işi durdurmak ve büyük ölçüdeki kayıpları küçük ölçüde artırmalarla kapatmak yolunda bütün iyi niyetliliğini gösterdi. Ancak, özellikle sonuncu çaba bakımından gereken ustalık ve deneyimden galiba yoksundu. Paralar onun elindeydi ve hesapları o tutuyordu; her istek, her borç anımsatması, kısaca can sıkıcı ne varsa hepsi tümüyle ona yöneltiliyordu. Böylece zaman zaman sıkıntının boğazına kadar dayandığını duyuyordu, oysa çoğu zaman bu umarsızlık, bu darlık ve bu sıkıcı utanç durumuna, herkesin önünde rezil olmak korkusuna ayrıca bir de kocasının kötümserliği katılmaktaydı. Mozart, bir umutsuzluk durumunda günlerce hiçbir şey yapmaksızın ve hiçbir avutmaya kulak asmaksızın karısının yanında durmadan iç çekerek ve yakınarak yahut bir köşede suskun, içine kapanmış oturur, sonsuz bir vida gibi işleyen hazin ölüm düşünceleriyle durmadan oyulurdu. Bununla birlikte, kadıncağız cesaretini ancak pek seyrek olarak yitiriyor, açık görüşü sayesinde, birkaç zaman için bile olsa, çok defa çare ve yardım bulmayı beceriyordu; ama gene de, aslında düzelen ya pek az, ya da hiçbir şeydi. Onun, gerçek veya şaka yoluyla, yalvararak ve okşayarak bir gün için çayını karısının yanı başında içmesini, akşam yemeğini evinde ailecek yemesini ve sonra da artık sokağa çıkmamasını sağlayabilse, acaba bu başarısıyla eline ne geçirmiş olurdu. Mozart, bir kerecik karısının gözyaşlarına dayanamayıp ani bir şaşkınlık ve üzüntü içinde bu kötü alışkanlığına yürekten ilenerek kendinden istenenin daha fazlasını yapmaya söz verse bile boşunaydı, çünkü farkında olmaksızın gene eski gidişine yönelmekte gecikmezdi. İnsan, başka türlü davranmanın onun elinde olmadığı ve bizim anladığımız biçimde herkese uygun ve bugünkünden tümüyle başka bir yaşam biçimine zorlanması durumunda, bu harika varlığın tehlikeye düşürüleceği kanısına yer vermek zorunda kalıyordu.
Bununla birlikte karısı, işlerin dışardan gelecek bir etkiyle yine iyiliğe doğru çevrilebilmesi umudunu elden bırakmıyordu; nitekim bunun özellikle, ekonomik durumlarında köklü bir düzelmeyle olabileceğine inanıyordu ki bu kocasının durmadan artan ünü karşısında artık pek gecikemezdi. Konstanze, onun bu yönden, bazan uzaktan uzağa, bazan da pek yakından duyumsadığı baskı bir hafiflese diye düşünüyordu; böylece gücünün ve zamanının hemen yarısını yalnızca para kazanmak uğrunda harcamak zorunluluğundan kurtulup kendini asıl işine tümüyle verebilecekti ve sonunda artık peşinden koşmayacağı için oransız derecede rahat bir vicdanla korkmayarak tadacağı zevk yaşamı da onun vücut ve ruhu için yeniden yararlı hale gelecek ve işte o zaman bütün durumu hemen hafifleyecek, daha doğal, daha dingin olacaktı. Hatta bu durumda onun Viyana'ya olan aşırı bağlılığı da yenilebilecekti. Böylece Konstanze, bir kez nasılsa, kendilerine hiç de yarar getirmediği inancına vardığı bu kentten başka bir yere taşınmanın bile mümkün olacağını düşünüyordu.
Bayan Mozart, bu düşüncelerinin ve isteklerinin gerçekleşmesine doğru ilk yardımı, şimdi yaptıkları yolculuğun temel nedeni olan yeni operanın başarı kazanmasından beklemişti.
Besteleme işi yarıyı bir hayli aşmış bulunuyordu. Bu olağanüstü yapıtın oluşumuna tanık oldukları için onun niteliği ve yapacağı etki üzerine bir düşünce edinmiş olması gereken sırdaşlar ve bu konuda yorumda bulunma yetkisine sahip dostlar her yerde bu yapıttan söz ederek, bizzat rakiplerin de birçoğunu susturacak bir biçimde ağızbirliği yapmışlardı. Don Juan'ın yarım yıl bile geçmeden bir ucundan öbürüne Almanya'nın bütün müzik dünyasını sarsarak şaşkına çevireceğini ve onu bir atılışta zaptedeceğini söylüyorlardı. Buna karşılık müziğin o günkü durumunu göz önüne alarak kesin ve çabuk bir başarıyı pek ummayan başka kişilerden gelen dost sözleriyse daha sakınmalı, daha çekingen olmuştu. Nitekim bu adamların sağlam temelleri olan kuşkularına üstat da gizliden gizliye katılmaktaydı.
Kadınların hep kendi duygularına uyarak bir kez candan karar verdikten ve buna ek olarak da ayrıca son derece haklı bir dileğin büyüsüne kapıldıktan sonra artık şuradan buradan gelecek duraksar düşüncelere erkeklerden daha az pabuç bıraktıkları bir gerçektir. İşte böyle, Konstanze de yürekten inancına tüm gücüyle bağlı kalmış ve tam da şimdi, arabada giderlerken, bu inancını savunmak için yeni bir fırsat ele geçirmişti. Bu savunmasını, kendi şen ve parlak biçemiyle bir kat daha akıcı bir biçimde yapmaya koyuldu, zira, Mozart'ın keyfi, daha önceki, aslında hiçbir sonuca bağlanamayan ve bu yüzden de pek doyurucu olmaksızın son bulan konuşma sırasında bir hayli kaçmıştı. Konstanze kocasına hemen hemen hep aynı kalan bir şakraklıkla uzun boylu anlatıyor: Praglı yapımcıyla partitür (12) için kararlaştırdıkları satış ücreti olan yüz dükayı (13) eve döndükten sonra en gerekli şeylere ve benzeri şeylere nasıl harcamayı düşündüğünü ve böylece parasının düzenlediği yeni program sayesinde, gelecek kış süresince ilkyaza kadar nasıl yeteceğini umduğunu bir bir sıralıyordu.
"Senin Bay Bondini operadan kendine de pay ayıracak, inan bana! Eğer o, senin hep övdüğünün yarısı kadar onurlu bir adamsa, tiyatroların bu ana yazı için birbiri arkasından ödeyecekleri paradan sana da dolgunca bir yüzde bırakır; eğer o bunu yapmazsa, gene Tanrı'ya şükür, bizim için görünürde daha başka umutlar da yok değil, hem de bin kat daha sağlamından! Aklıma bin türlü şey geliyor."
"Çıkar baklayı ağzından!"
"Geçenlerde bir kuş bana haber getirdi, Prusya Kralı bir orkestra şefi arıyormuş."
"Oo!"
"Hatta bir müzik işleri genel direktörü, diyecektim. Bırak da biraz düş kurayım, bu illet bana anamdan kaldı."
"Haydi öyleyse! Ne kadar yüksekten atarsan o kadar iyi!"
"Bildiğin gibi değil, bunların hepsi doğru. - Her şeyden önce şunu bilesin ki bir yıl sonra tam bu vakit..."
"Papa, Grete ile evlenmek isteyecek, öyle mi?"
"Sus, şakanın sırası değil! Söylediğim gibi, gelecek yıl Sankt Aegidi'de (14) Viyana'da imparatorluğun Wolf Mozart adındaki başbestecisini artık arasınlar da bulsunlar."
"Hay Allah! Bunu da nerden çıkardın?"
"Eski dostlarımızın bizim üzerimize ne konuştukları ve hakkımızda neler öğrenmiş oldukları hep bana malum oluyor."
"Ne gibi?"
" Örneğin, günün birinde sabah dokuzdan sonra bizim düşlem gücü zengin eski dostumuz bayan Volkstett, o kendine özgü ateşli ziyaret telaşıyla, yelkenleri açmış Kohlmarket alanından koşup geliyor. Üç aydır burada yokmuş, Saksonya'daki kayınbiraderini ziyaret için yapmayı düşündüğü ve tanıştığımız zamandan beri hemen her gün sözünü ettiğimiz büyük yolculuğu en sonunda başarmış; dün gece eve dönmüş ve şimdi yüreği dopdolu -bir yandan yolculuk sarhoşluğu ve dostluk sabırsızlığı, öte yandan çok çekici haberlerin baskısıyla kabına sığmaz bir durumda- hemen doğru albayın hanımına koşuyor, merdivenleri çıkıyor, kapıyı vuruyor ve giriniz denmesini beklemiyor! O andaki haykırışmayı ve iki yanın şaşkınlığını artık sen gözünün önüne getir! - Bunun üzerine önce birkaç derin soluk aldıktan sonra: "Çok sevgili bayan Albay (15)", diye söze başlıyor, "size bir araba dolusu selam getirdim; bilin bakayım kimden? Ben doğru Stendal üzerinden gelmiyorum, sola doğru Brandenburg'a küçük bir sıçrama yaptık." - "Bu nasıl oldu? Demek, Berlin'e gittiniz, Mozartları gördünüz mü?" - "Cennette tam on gün!" - "Oo, sevgili, tatlı, biricik bayan General, (16) söyleyin, anlatın! Sayın dostlarımız ne âlemdedirler? İlk günlerdeki gibi hâlâ oradan hoşnutlar mı? Bu bir masal, inanılmayacak bir şey gibi geliyor bana. Bugün bile, hatta şimdi daha da arttı; çünkü siz onun yanından geliyorsunuz. Mozart bir Berlinli oldu ha! Bari oraya alıştı mı? Sağlık durumu nasıl?" - "Onun mu? Bir görmelisiniz! Kral onu bu yaz Karlsbad'a gönderdi. Sözde onun candan sevgilisi olacak İmparator Jozef'in aklına böyle bir şey ne zaman gelmişti, ha? Söyleyin! Benim oraya varışımda karı koca henüz yeni dönmüşlerdi. Mozart dört bir yanına sağlık ve canlılık saçıyor, toplanmış, semirmiş, cıva gibi kaynıyor; mutluluk ve erinç hemen gözlerinden okunuyor."
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Mozart - Prag Yolunda - 2
- Büleklär
- Mozart - Prag Yolunda - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4246Unikal süzlärneñ gomumi sanı 239029.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mozart - Prag Yolunda - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4268Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233633.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mozart - Prag Yolunda - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4392Unikal süzlärneñ gomumi sanı 234830.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mozart - Prag Yolunda - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4435Unikal süzlärneñ gomumi sanı 233033.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Mozart - Prag Yolunda - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2427Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143738.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.