Çin Gezisi - 3

Общее количество слов 3574
Общее количество уникальных слов составляет 2043
29.0 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
42.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
50.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
Çok eskilerde Çinli'lerle Türkler komşuluk ilişkisi içinde yaşıyor olmalıydılar. Önceleri karşılıklı mal takası yapıp birinin ürettiğini diğer kullanıyor olmalıydı. Mal takası o dönemlerde satıcıyla alıcı arasındaki ilk ticari ilişkilerin kurulmasına neden olmuş olmalı. Doğal olarak burada Çinli satıcı, Türk'se alıcı rolündeydi. Türk aldığı ipek giysilere karşılık hayvancılık yaparken ürettiği süt, yoğurt, tereyağı, et, deri ve yün veriyordu. Çinli akıllı olduğu için bu alış verişte Türk müşterilerini hep kandırıyordu. Türk alıcı yurduna döndüğünde kandırılmış olduğunu anlıyor, öfkelenip Çinli'ye dönüyor, elinde neyi varsa zorla alıp, talan ediyordu. Böylece ticarette yapamadığını (beceriksizliğini) Çinli'den zor kullanarak alabiliyordu. Eh! Ne de olsa güçlü kuvvetli, dağda bayırda yaşayan Türk erkeği, kentte yaşayan ufak tefek, çelimsiz Çinli'den her zaman zor kullanarak hakkı olanı alabilirdi. Çinli, ticaret bittikten sonra Türk'ün akıllanıp saldırmasını ve her şeyini yok etmesini hazmedemiyordu. Hele talan sonucunda varsa kızını, ya da karısını saldırgan Türk'e kaptırmak hiç hoşuna gitmiyordu...
Çinli'ler bu saldırılardan kurtulmak için görkemli Çin Seddi'ni yaptılar. Sonunda gerek kuraklık, gerekse Çin Seddi'nin aşılamıyor olması Türkleri göçe zorladı. Çinliler hayvansal gıdalardan yoksun kaldılar. Kısacası ticaret ilişkisi bitti...
Çinli, daha sonra tanıdığı diğer ülkelere hep Türk'ün kötülüğünü, saldırganlığını anlattı. Bu akıllı insanların, düşünürleriyle ve ünlü kişilerin söylediklerine inanan diğer ülkeler (kavimler) Türk'ler için yaban (evcilleşmeyen anlamına gelen) "Barbar" ününü kullandılar. Böylece Çinli yılların öcünü, savaş alanında yapamadığını diliyle, söylentileriyle becermiş oldu. Saldırınca her şeyi yok eden, öldüren Türklerin ünü Çin'den Avrupa'ya yayıldı. Avrupalı Türk'ten kurtulmak için haçlı orduları kurdu, Osmanlıları yıkacak entrikalar düzenledi. "Hasta Adamı" yatağında vurmak için uğraştı. Bugün bile Avrupa Topluluğuna sokmamak istemesinin altında yatan bilinç düzeyine çıkmamış, bilinç altı düşünce biçimi, o eski günlerden bugünlere gelmiş olmalı...
Çin yeniden serbest piyasa ekonomisine geçmek üzere. Yine Türk iş adamlarıyla Çinli'ler arasında ticari ilişkiler kurulacak. Çinli Türkleri eskisi gibi aldatmaya kalkacak... Tarih yinelenip onlara saldıracak mıyız? Yoksa Bizans'tan bize kalan entrikaları kullanarak Çinli'yi onun silahıyla vuracak mıyız? Bunları zaman bize gösterecek...
Sonuçta "İstenmeyen Adamın" öyküsünün kökenindeki Çinli, salt saldırıdan kurtulmak için böyle davranış olamaz. Belki işin derinlerinde bir yerde, çok büyük bir kıskançlık duygusu yatıyordur. Çinli kadının esmer, kara yağız erkeklere duyduğu özlemi kıskanma duygusu... Bunu sarışın, mavi gözlü Avrupa erkeğine Türk kadınının duyduğu özlemden esinlenerek yazıyorum. Aynı biçimde Türk erkeğinin bakımlı kadınlara duyduğu ilgiyi göz önüne alarak, çok eskilerde Türk erkeğinin bakımlı Çinli kadınlara olan tutkusuyla bağdaştırdığımda "İstenmeyen Adam" öyküsünün bilinç altında kocaman bir kıskançlık birikimi olduğunu seziyorum...
Bu kurguya pek çok kişi "Haydi canı sen de" diyebilir. Ama sanırım büyük ölçüde doğruluk payı var... Bunu oteldeki garson kızların davranışından, satıcı bayanların tutumundan bile sezinleyebiliyorum. Yabancı olduğum için ilgi odağı olduğum gerçeğini bir yana koyarsak, Çinli bayanların "İçinin yağı eridi" denen biçimde baygın bakışları, saygılı davranışları ve anlatabildikleri ölçüde duydukları ilginin biçimini hissetmemek olanaksız. Bir çoğunun gözlerini göremediğimden "gözlerinden okudum" gibi bir yorum yapamıyorum. Bana hizmet etmek için can atan Çinli garsonların kıkırdamalarına gülmemek olanaksız... Çinli kadın asırlar sonra kalbine gömdüğü beyaz atlı prensini görmüş gibi heyecanlı... Benim ne beyaz atım var, ne de bir prens kadar alımlıyım. Buna rağmen, beyazlaşmış saçlarımla, yılların yüzümde bıraktığı çizgilerle, kara kaşlarım ve gözlerimle, Çinli kadının gönüldeki, ta derinlerde sönmüş duran kıvılcımı körükleyebildiğime göre, genç Türk erkeklerine olan tutkularının boyutunu yazacak sözcük bulamıyorum...
Çarşıda dolanırken eskiden Çinli kadınların giydiği kadife giysilerin ne çok bindallıya benzediğini, bizim Türk işi diye bildiğimiz el işinin ve dantellerin Çin'den kaynaklanmış olduğunu görünce, Türk kadının erkeğini Çinli kadınından uzaklaştırmak için çok emek harcamış olduğunu anlıyorum... Bu kuşaklar boyu sürüp gelen "Yasak Aşk" ya da "İstenmeyen Aşk" şimdi gözlerimin önünde...
GÜL İLE BÜLBÜL
Neden bülbül güle aşıkmış? Bu eski öykü (belki de bir söylence) nasıl doğmuş? Siz bilir misiniz? Ben hep o şarkıyı anımsarım: Hani bülbülün güle aşık olduğu, gülün naz ettiği, hiç birleşemedikleri o açıklı şarkıyı... Bu simgelerin ne olduğunu, bülbülün ötüşüne neden gülün ilgi duyduğunu hiç anlamamıştım. Böyle bir eğitim görmedim. Edebiyatta bunu birileri açıklamıştır herhalde. Ama hep Kerem'le Aslı öyküsündeki gibi tanımlamış olmalılar: Platonik Aşk... Birbirine kavuşamamaktan kaynaklanan acı dolu bir aşk öyküsü... Bunun aslı nedir? Kökeninde (belki de bilinç altında) ne vardır? O özlemi, Türk erkeği neden yıllarca yüreğinde saklamış, yana yakıla o sevgiliyi aramıştır? Kimdir o sevgili?
Ne çok soru sordum. Öğrenmeye yeni başlayan çocuklar gibi... Birbiri ardına sıraladım sorularımı. Amacım bu sorulara bir yanıt bulmaktı. Nereden aklıma takıldı bunlar? Ben Çin'e gitmeden bu konuyu ayrıntı düşündüğümü anımsamıyorum. Belki, "Ne sevgiymiş?" demiş olabilirim. Belki bunca acı dolu tutkuya bir neden düşünmemiş olabilirim. Hatta konuyu bilinçli bir biçimde irdelememişimdir. Şimdi birden neden ortaya çıktı? Sanırım Çin'de o yüce sevgiyi gördüm. O yüce sevginin diğer ucunu gördüm... Türk Edebiyatına girmiş, sözcüklerle, dizelerle süslenmiş o sevgiliye kavuşamamanın acısının neden kaynaklandığını gördüm... Türk erkeğinin Çinli kadına tutkusunu gördüm. Çinli kadının sinesine gömdüğü sevgisinin hala yaşadığını, küçük bir kuş gibi çırpındığını, titrediğini gördüm...

QUI MEI (KIZIL ALAN)
Eski adıyla Tianan Mei. Dün garson çocuğa Mao'dan söz ettiğimde, Qui Mei (Çe Men okunuyor) alanına gitmemi söylemişti. Bugün tüm günüm bu alanda geçti.
Otelden çıktığımda taksi her zamanki gibi taksimetresini ortadan kaldırınca, yine gereğinden çok ücret ödeyeceğimi anlayıp söylenmeye başladım. Taksi sürücüsü Türkçe biliyor olsaydı (Başka dil de olsa fark etmez, anlaşabilmek için Çince bilmek gerekli), yaptığından vazgeçebilir, ya da beni taksiden indirebilirdi... Aslında söylenmemim bir anlamı da yok; Adam gözünüzün içine bakarak sizi soyacak. Çaresiz onun yaptığına boyun eğeceksiniz. Tüm Dünyadaki taksi sürücülerinin aynı okuldan yetiştiklerini düşünüyorum. Buradaki öğretmenler Dünyadaki taksi müşterilerinin aptal, sürücülerin de akıllı olduğunu söylüyor olmalılar...
Mao resminin önünden geçtikten sonra büyük bir alana geldim. Burası Çin yönetimine karşı ayaklanan Çinli gençlerin bu tuhaf yönetime geçiş için isteklerini bildirdiği Kızıl Alandı. Anımsarım, o gün bir çok Çinli öğrenci tutuklanmış, belki de ölmüştü... Şimdi araçlar ve bisikletli insanların geniş yollardan sessizce ilerliyorlar...
Pazar olmasına karşın, pek çok Çinli ve yabancı alanın çevresindeki yollara yayılmışlar. Belli ki buraya başka kentlerden ve ülkelerden gelen çok oluyordur. Bu nedenle, bir çok hediyelik eşya satan dükkan buraya dolmuş. Hele ara sokaklara girince kendimi Kapalı Çarşının arkasındaki Mahmut Paşa'da sandım. Önündeki tezgahtan giysileri havaya fırlatanları görünce gülümseyerek: "Burası Mahmut Paşa..." dedim. Ucuz giysilerin sergilendiği dükkanlardan ve yol kenarındaki tezgahlardan seslenenler: "Hello! Buraya bak!" diyenler vardı... Birisi bana: "Hey Hintli" diye seslenince güldüm. Ben onun için bir Hintli'ye benziyordum. Türk olduğumu bilse...
Konuştukları dili anlamadan bir satıcıyla alıcı nasıl anlaşır bilir misiniz? Ben burada öğrendim. Alıcının yanında boş bir kağıt ve kalem bulundurması yetiyor. Alıcı ne aradığını ya parmağıyla göstermeli, ya da kağıda çizerek, almak istediği malın resmini satıcıya göstermeli. Satıcı dükkanda aradığınız mal varsa, gülümseyerek eline hemen bir hesap makinesi alıp, malın ederini yazarak size gösteriyor. İşte pazarlık burada başlıyor. Anlaşma sağlamak, ya da önerilen bedeli beğenmemek yüzdeki mimiklerle anlatılıyor. Alıcı önerilen bedeli beğenirse, bir gülümseme ve "Okay" demek yeterli. Malı almış oluyorsunuz. Satıcı paranın ödenmesini bekliyor. Alıcı bedeli çok bulursa, hemen yüzünü buruşturuyor. Satıcının elinden hesap makinesini alıp, önerdiği fiyatı yazıyor. Satıcı (önerilen fiyatı hemen beğenmediği için), "Olmaz" anlamına gelen "Ooo..." diyerek hesap makinesini eline alıyor ve yeni bir bedel öneriyor. Genelde satıcı en az fiyat indirimi uygulamak, alıcı da en çok fiyat indirimi almak istediğinden, hesap makinesi ikisi arasında birkaç gez gidip geliyor. Alıcı parayı öderken çok dikkat etmeli. Varsa bozuk para ödemeli. Çünkü para üstü her zaman doğru olmuyor. Ya da satıcı para üstü ödemek yerine başka bir mal daha satmaya çalışıyor...
Bu yöntemin bir genelleme olduğunu anlamak için birkaç satıcıdan ufak tefek mallar satın aldım. Bu pazarlık yönteminin bir eğlence olarak yorumladığımı söylemek isterim...
İstanbul'da yaşayan birinin Beijing'de alış veriş yapması çok anlamsız. Aynı tür yapışkan satıcılar, size saldırıp mutlaka bir şeyler satmak isteyenler, daha doğrusu almanız için ısrar edenler, ya da bir sürü gereksiz malı almanızı isteyenler orada da, burada da var. Neden 7000 km yol alıp Beijing'de alış veriş yapmak gereği duyayım ki? Aynı sokak satıcıları burnumun dibinde aynı tür (kalitesiz ve ucuz) malı pazarladığına göre Çin'de alış veriş yapmanın bir gereği olmamalı. Ben buradaki yaşam biçiminin ve insanların düşünce biçiminin ne kadar çok Türkiye ve Türk insanına benzediğini görmeye çalışıyorum. Yoksa benim ilgimi çeken konular bitti. Akşam başlayacağım yolculuğa çıkmadan otelde oturup yazılarımı yazarak zaman geçirebilirim...
"Soğuk su! Buz gibi su!"
Sanırım Çinli su satıcısı bağırarak yukarıdakine benzer sözcükler söylüyor olmalı... Bizim su satıcılarından ayrı olarak buradakiler suyu pet şişede satıyorlar. Su şişesinin içinde uzunca bir buz parçası var... Çin'de kimse soğuk içeceklere buz koymuyor ama, nedense su ve buz hep iç içe. Bizim su satıcılarının yanındaki kocaman buz kalıplarını düşünüp gülüyorum. Su içme alışkanlığı Çin'de de bizim gibi. Halkın elinden su şişesi hiç düşmüyor. Su konusunda iki ülke arasındaki benzerlik şaşırtıcı...
İçecekten söz açılmışken Çinlilerin kaynatılmış bitki suyu içtiklerini de söylemeliyim. Köşeye çekilmiş, çantasından çıkardığı kavanozun kapağını açıp, bitkilerin yüzdüğü sarı sudan bir yudum içtikten sonra kavanozu özenle çantasına yerleştiren Çinlilerin sayısı çoktu.
Çince bilmiyorum ama, Çinlilerin birbirlerine sesleniş biçimlerinden ve ses tonlarından ne demek istediklerini çıkarabiliyorum. "Merhaba yahu! Nerelerdeydin?" dediklerini duyuyor gibiyim. Özellikle birbirlerini tanıyan Çinlilerin konuşmaları bizim ülkemizdeki insanların tanıdıklarına gösterdikleri davranışa çok benziyor. İçten gelen sözcüklerle süslü bir karşılaşma oluyor... Sanırım aynı duyguları Türkiye'ye gelen Çinliler de kendi ülkelerini anımsattığı için tuhaf benzerliği hissedip gülüyordurlar.
Çinli genelde ürkek. Belki içinde yaşadıkları düzen onların davranışlarını cezalandırıp, onları diğer insanlar gibi düşünmeye zorlamış. Bu ürkekliğin temelinde cezalandırılma korkusu var diyebilirim. Serbest piyasa ekonomisine geçişte Çinli ilk denemelerini sahtekarlık üzerine kurmuş, ceza almayınca işi azıtmış. Binlerce yıldır genlerine işlemiş istekleri, hemen su yüzüne çıkartmış. Aldatma, ya da alıcıyı kandırma, alıcının karşılık olarak sahte para ödemesiyle pekişmiş. Bir yerden alış veriş yaptığınızda 20 Yuan'dan çok tutarsa, satıcı hemen paranın sahte olup olmadığına bakar olmuş. Kısacası satıcı da alıcı da görünmeyen kalkanlarıyla kendilerini korumaya almışlar. Bir ellerinde küçük bıçakla ilk olanak bulduklarında karşısındakine gizliden batırmak için tetikte bekliyorlar... Çok eski bir savaşın izlerini görüyorum: "Ava giden avlanır..."
Yelpaze satan küçük bir sokak satıcısına yaklaşıyorum. Yelpazenin bedelini sorduğumda eliyle 3 olduğunu söylüyor. Bende iki tane 2 Yuan var. Her ikisini de alıyor ve paranın üzerini ödemiyor. Bir başka satıcı belli etmeden alış verişe karışıp "Olmaz bu yaptığın" gibi sözler söylüyor. Gülüp geçiyorum. Benim için 1 Yuan anlamsız ama, diğer Çinli satıcının dediği gibi yaptığı yanlış... Düşünce biçimi yanlış...
Binlerce yıl hep karşısındakini aptal görmenin bedelini yine karşısındakilerden alıştıkları uyuşturucu bağımlısı olarak ödemişler... Şimdi de birileri bir yolunu bulup onları kolaylıkla bir başka uçuruma yöneltebilir. Bunun en büyük nedeni, Çinli'lerin küçük hesap peşinde koşmaları olmalı. Küçük hesap peşinde koşarken, zokayı yutuyorlar. Çevrelerine örülen örümcek ağını göremeden, büyük bir oyunun yemi oluveriyorlar... Kendilerine geldiklerinde kaybettiklerini kazanmak için kuşaklar boyu uğraşmaları gerekiyor... Bedelini hep çok ağır ödüyorlar... Bugün yaşam, onlar için toz pembe... Zararın ne olacağının bilincinde değiller... Artık Mao geleneği de yok...

DİĞER NOTLAR
KOKU
Her ülkenin bir kokusu var. Bunu havaalanında açık havaya çıkınca alıyorsunuz. Ben İstanbul'un kokusunu İsviçre'den dönünce almıştım: Yoğun bir amonyak kokusu...
Çin!de algıladığım kokunun sarımsak ve baharattan oluştuğunu söyleyebilirim. Havada sarımsağın ağırlığının duyulduğu ağır bir yemek kokusu var.
Bu ülkeden ayrılırken en çok sarımsak kokusundan kurtulduğum için sevineceğim...
KORKU
Ben korkunun, özellikle başkalarından korkmanın, temelinde "Bir başkasına zarar vermiş olmanın bilinci yatıyor" diye düşünürüm. Kimse zarar vermediği insandan kendisine tepki geleceğini düşünerek korkmaz. Her korkunun altında başkasını tahrik etmenin bilinci yatıyordur...
Çinli'ler de korkuyorlar. Önceleri Türk'lerden korkmuşlar. Onları ticarette aldatınca, kendilerine saldırdıklarını görüp, korkuyla o kocaman Çin Seddini yapmışlar. Soylu Çinli'ler fakir halktan korkmuşlar. Haksız kazançları ellerinden alınmasın diye yüksek duvarların ve demir parmaklıklı kapıların ardına saklanmışlar. Bugün soyluluk yarışına girenlerde de aynı korku var. Halkın bir gün kendilerine karşı geleceğini düşünüp korkuyorlar. Her yerde özel güvenlik görevlileri var. Korkanları korumaya çalışıyorlar...
"Güvenlik görevlisi" dedim de aklıma geldi. Bu ülkede, güvenlik görevlilerinin apoletli elbiselerinde değişik sayıda yıldızlar var. Sanırım askerlerin elbiselerinde haki renk daha yaygın... Gördüğüm kadarıyla onların yıldızları daha çok... Mao döneminde apoletsiz giysileri olduğunu düşününce, bugünkü Çinli askerlerin ve güvenlik görevlilerinin halka vermek istedikleri bir ileti olduğunu seziyorum: "Dikkat edin ben çok önemli biriyim..." demek istiyor olmalılar...
Bir de inzibatlardan söz etmek isterim. İki metreye varan uzun boylarıyla miğfer giymiş inzibat erleri uygun adımlarla sokaklarda dolaşırken onların görkemli gövde gösterisine aldırmamak olanaksız... Çok istememe rağmen "İstemezler" diye resimlerini çekemedim...
PARA
Daha önce ara sokakların birinde gördüğüm kasaba terzisinin resmini çekmek istedim. Bu yazı için çok iyi olacaktı... Gizli resim çekmek yerine izin istemeyi uygun bulduğum için terziyle anlaşmaya çalıştım. Elimdeki kamerayı gösterip resim çekmek istediğimi bildirince terziden olumlu yanıt geldi. Hemen resmini çektim. Sonra çektiğim sayısal resmi terziye gösterdim. Hayretle resime bakarken kapıda beliren bayan sanırım "Ne yapıyorsunuz?" dedi. Bir elini beline dayamış, güzel genç bayan, Çinli terzinin eşi olmalıydı. Ona benim resim çektiğimi söylediler. "Senin de resmini çeksin" dediler. Benden onun da resmini çekmemi istediler. Hemen o anda kapıdaki pozunu bozmadan resmini çekebilirdim ama terzinin yanına geçmesini ve hepsinin bir arada resimlerini çekmemin daha iyi olacağını belli edecek biçimde elimle kadının içeriye girmesini ve topluca resimlerini çekeceğimi anlatmaya çalıştım. Kadın "pari" dedi. Anlamamış olabileceğimi düşünerek baş parmağını işaret parmağına sürttü ve aynı sözcüğü yineledi... Benden resim karşılığında para istiyordu...
Geçenlerde biri bana sormuştu: "Neden para diyoruz?" diye. Ben de gerçek kökenini bilmediğimden parayı ilk bulan Fenikelilerden kalma bir sözcük olabileceğini söylemiştim... Ama sanırım şimdi biliyorum: "Para" Çince. Sanırım onlar "pari" diyorlar...
Kadının "Para olmadan olmaz" dediğini duyunca "Ohoo..." diyerek dükkandan ayrıldım. Terzinin ve çırağının sevinçleri kursaklarında kaldı. Çinli kadın, aklını kullanarak poz verecekse, bedelini ödemem gerektiğini söylemişti. Oradan ayrılırken çok önemli bir gerçeği daha öğrenmiş oldum. Çinli kadın, erkek üzerinde mutlak hakimiyet kurmuş... Adamı kurnazlığıyla ezici bir baskı altına almış... Sakın bizim ülkemizdeki kadınların dişiliklerini kullanarak erkekleri denetimleri altında tutma çabaları, düşüncelerini kabul ettirme istekleri o eski yıllardan, Çinli kadınlardan öğrendiklerinin kuşaklar boyu gelen bir yansıması olmasın?
Tezi dükkanından çıkınca karşı kaldırımda taşın üzerine oturmuş olan güzel bayan yüksek sesle:
"Hey yabancı Masaj..." diye yeniden seslendi...
Onun yanına gidip kemiklerimi ezmesine, beni bu deri torba içinde et ve kemik yığınına dönüştürmesini "İstesem mi acaba?" diyerek yoluma devam ettim...

ARTIK DÖNÜYORUM...
Havaalanına doğru yola çıkarken taksinin ne kadar tutacağını otelin resepsiyonundan öğrendim. Gereken kadar para bozdurdum. Tam taksiye binmek üzereyken otelin kapısındaki görevli elime bir kağıt tutuşturdu. Kağıdın üzerinde taksiciden mutlaka makbuz istemem gerektiği yazıyordu. Tam dört gün taksi sürücüleriyle boğuştuktan sonra, ülkeden ayrılırken bu kağıdı elime tutuşturmalarına ne demeli? Bence, kısaca: "Çinli taksi sürücüleri seni aldattı durdu. Bu belgeyi ülkene giderken sana veriyoruz. O zaman taksi sürücülerinden makbuz isteseydin sana vermek zorundaydılar" demek istemiş olmalılar... Çünkü belki aynı kapı görevlisi, belki de bir başka arkadaşı bu görevi yaparken ondan, benim için taksi çağırmasını istemiş, hatta taksi sürücüsüne nereye gitmesi gerektiğini söyletmiştim... Yoksa ben Beijing'de adres bilmem, gideceğim yerin adını söyleyemem... Türkiye'de bazı otel görevlileriyle taksi sürücüleri anlaşıyormuş. Taksicinin müşteriden aldığı bedelin bir bölümü otel görevlisinin payı oluyormuş. Aynı biçimde otele müşteri getiren taksi sürücüsü de otel bedelinden payını alıyormuş. Sonuçta ödeme yapacak birini bulduklarında soygundan herkes kendi payını alırmış... Bu kavramın değiştirilmeden Çin'de de uygulandığını görünce, sahtekarlık düzeyinin yakınlığını şaşırdım... Bu konuya bir kez daha değinmek istemiyorum. Sanırım her iki ülke yönetimine yeterince yüklendim. Ama, bir gezgin olarak ülkedeki küçük çıkar peşinde koşanların, tüm ülkeye ne denli zarar verdiklerini vurgulamaya çalıştığım için bu konuyu işledimi söylemeliyim...

ÇİN'DEN ÇIKIŞ
Havaalanında ayrılış vergisi öderken 2 Yuan'lardan oluşan 10 Yuan'nımı beğenmediler. Devlet görevlisi 2 Yuan'ların geçmediğini söylemiş olmalı... Ülke içinde geçen paranın havaalanı sınırlarında geçmemesi çok tuhaf... Bu ülkede Yuan'ı koruma kanunu yok. Halbuki bizde var. Bunu almayı unutmuş olmalılar...
Uçağın kalkacağı yere gelinceye değin bir çok Çinli görevlinin önünde sıraya girip bekledik. Bir yerde bavullarımız tartıldı ve uçağa gönderildi. Bir başka kuyrukta uçuş kartına adımız yazıldı. Bir başkası uçuş kartımıza numara işledi. Birisi el bagajlarımızı ışından geçirdi. Biri ayrılış için doldurduğumuz formlarda eksik olup olmadığına baktı ve yanındaki görevliye verdi. O da pasaportlarımızı doldurulan belgeyle karşılaştırdı. Bir başkası uçuş kartımıza damga vurdu. Sonunda el bagajlarımız yeniden ışından geçirildi. Bu kez biz de ışından geçtik. Hiçbir sorun olmadığı anlaşılınca bizi bıraktılar...
Çinli'lerin işine yaramayan sıradan insanlarmışız. Bizi beğenmediler. Bakalım Türkiye'de bizi kabul edecekler mi?
UÇMADAN ÖNCE
Kimin ne olduğu bilinmez ama yolculuklar tuhaftır. Her an çok değişik bir olayla karşılaşırsınız. Bakarsınız birileri sizin hakkınızda bir şeyler söyler, sizin anladığınızı bilmeden ulu orta konuşur durur. Bu yolculukta nedense her kesin bir eleştiri ortamında olduğunu söylemek isterim. Yolculardan bir çoğu birbirlerini eleştirip durdular...
Uçağı beklerken şişman bir kadın, elimdeki siyah torbaya bakıp "Çıkınıyla gelmiş" diye beni arkadaşlarına gösterip gülmek istedi. Sonra elimdekinin bir Çin şapkası olduğunu anlayıp "Aa! Çin şapkası" dedi. Ben de ona dönüp anladığı dilden "Evet Çin şapkası" dediğimde çok utandı. Tipimden Türk olduğumu anlamış olması gerekirdi. Şımarıklık yapmasına gerek yoktu. Sonra İstanbul'da bavulların taşırken gördüğümde tüm Çin'i bavuluna doldurmaya uğraşmış olduğunu anlayıp güldüm... Şu Aksaray'a gelip kocaman balyalarla yolculuk yapmaya çalışan Romen, ya da Rus satıcılara benzemiş olduğunu ona birilerinin söylemesi gerekirdi...
Uçakta koltuğa oturduğumda İngiliz yolcuların aynı davranış içinde olduklarını söylemeliyim. Sekiz saat boyunca bir bayanın yanında konuşarak yolculuk yapma umuduyla uçağa gelen İngiliz yolcuların, yaşlı bir adamla karşılaştıklarında kullandıkları sözcükler (dillerinin anlaşılmış olma olasılığını düşünmeden söyledikleri sözcükler) kibar İngiliz kavramından çok uzaktı... Şu futbol maçlarında taşkınlık yapan İngiliz Hologon'lar bunlar gibiyse, her ülkede horlanmalarına şaşmamak gerek... Yanıma oturup yanlış koltuk numarası olduğu için kalkan İngiliz yolcu sayısı ikiden çok olunca, sonuncusu oturmadan onu uyarmak zorunda kaldım. Benim uyarım koltuk numarasına bir kez daha bakması, yanıma söylenerek oturup kalkan diğer İngilizler gibi olmaması sağlamak içindi. Ne demek istediğimi çok iyi anlamış olmalı ki "Öyle mi?" dedikten sonra sessizce kitabını okumaya başladı. Arkadaşlarıyla benim hakkımda konuşmadı. Eğer en ufak bir sözcük söylemiş olsaydı "Siz İngilizler hep böyle misiniz?" diyerek onu ve ülkesini küçük düşürmeyi göze almak üzereydim... Akıllı adam, beni eleştirmeden yolculuğunu sürdürdü... Ben de bu satırları onun yazımı okuyamamasını fırsat bilip, düşündüğüm gibi yazmaya başladım... Ben bunları Internet'te yayımlarken o ve arkadaşlarının dedikoduları kendi aralarında kaldı. Belki de şu anda ne söylediklerini bile anımsamıyordurlar...
Evet Çin'e yaptığın dört günlük yolculuk burada bitti. İyisiyle kötüsüyle bu gezi de son buldu... Bin yıldan daha eski olan Çin ve Türk toplumlarının komşuluğunun, her iki ülkedeki izlerini karşılaştırma olanağı buldum... Belki kimse Çin ve Türk toplumlarının benzerliklerini böyle yorumlamamış olabilir. Ama başında da söylediğim gibi bu yazı dizisi benim kişisel görüşlerimden oluşuyor. Kimseyi bağlamaz. Okuyan için bir başka pencereden bakınca, "Gördüklerim" denebilir...

GELİNCE ÇİN'DEN ANIMSADIKLARIM
Türkiye'ye dönünce, çevreme bakındığımda burasının yem yeşil olduğunu anladım. Çin'de toprak renginin yaygınlığı, havadaki toz bulutunun görüş uzaklığını daralttığı daha kolay anlaşılıyor. İstanbul'da hava ne kadar berrak...
Çin'de ağaç ve çiçek olmadığını sezmiştim. Yol kıyısındaki bir sıra akasyadan başka ağaç yoktu. Var olan korular ve bahçeler genelde bakımsızdı. Çiçeklerle süslemiş balkonlar, pencerelere dizilmiş saksılar yoktu. Sanırım çiçek ve bitki ekmek Çinli için bir hobi değil. Tarımla uğraştıkları için işlerini hobi yapmamış olmalılar... İşte ekinle uğraş, sonra eve gelip süs bitkileri besle... Çinli bunu istememiş olmalı...
Geçen dört günü yeniden düşündüm. Unuttuğum, yazmadığım bir şeyler olmasın istedim. Tüm ömürlerini para uğruna harcayıp yok eden bu insanlar hakkında görüp de yazmadığım hiçbir şey kalmasın istedim...
Mao dönemini nasıl beyinlerinden silmiş olduğunu görünce, bunca uğraştan sonra, beceremediklerini anlayıp nasıl bu dönemi geçmişlerinden sildiklerini düşününce, onlar hakkında tüm bildiklerimi yazmak istedim. Oteldeki garson çocuk bile Mao için "20 yıl önce ölmüş" diye sanki bir başka ülkenin liderlerinden birinden söz ediyormuş gibi duyarsızdı. Yeni kuşak Çinliler onun hakkında bilgisiz. Sanırım bir kuşak sonra unutulup gider... Belki de tarihçiler onu eski Çin Hanedanları gibi yorumlayıp yazarlar...
Yol kıyısındaki küçük toprak parçalarına yerleştirilmiş akasya ağaçları, beni yıllar öncesine, çocukluk yıllarıma götürdü. Zonguldak'ta yol boyunca akasya ağaçları vardı. Baharda çiçekleri çok güzel kokardı... Bahardan söz edince bizde hala bahar sürüyor ama, Çin'de Ağustos sıcağı yaşanıyor olmalı. Manavlarda karpuz, kavun ve incir olduğuna göre orada yaz ayları bitmek üzere... Sanırım iki ay sonra kavurucu çöl sıcağının etkisi daha belirgin olur...

BAKIŞIM DEĞİŞTİ
Türkiye'den ayrılırken görüşüm ve beğenilerimin değişeceğini biliyordum. Ben, Çin'deki çekik gözlü sarı ırkı görünce, güzellik kavramını özleyeceğimi bekliyordum. Döndüğümde, çevremi saracak meleklerin güzelliğine doyamayacağını sanıyordum... Bu bir yanılgıymış...
Önce İstanbul'da, sonra Çin'den dönünce gittiğim Ankara'da doğanın ne kadar güzel olduğunu gördüm. Ağaçlar sanki daha yeşildi. Daha önce bu kadar çok yaprakla kaplı değilmişler gibi geldi. Bu yıl bahar güzel geçmiş, ağaçlar büyük yeşil yapraklarla kaplamıştı. Yeşil parlıyordu. Nedense yeşil daha yeşildi... Çin'de yeşil daha az. Toprak tozu yeşili soldurmuş... Bu nedenle yeşili özlemişim...
Yeşili seviyor olmam çok önemli değil. Sanırım kimsenin umursadığı da yoktur. Bu konuya girmemin nedeni birazdan söz edeceğim duygularımı doğrulamak içindir.
Buradan ayrılırken dönünce kadınları, gençleri ve çocukları eskisinden daha güzel bulacağımı düşünüyordum. Sanırım çocuklar hala güzel. Onların güzelliği ülke ayrımı yapmaksızın sonsuza değin sürecek bir kavram...
Ya diğerleri? O peşinden koşulan güzeller? Onların güzelliği konusunda artık büyük bir kuşkum var. Belki de Türkiye'de güzel yok. Çekik gözlü ufak tefek kadınların bu ülkedeki kara kaşlı, kara gözlü insanlardan daha güzel olduğunu söyleyemem ama, ben Çin'e gitmeden önce çevreme bakınıp herkesi güzel ve sevecen bulurken şimdi ne değişti de artık herkesi güzel bulmuyorum? Bence bakışım değişmiş olmalı... Değer yargılarım değişmiş olmalı... Türk kadınının davranışında beğenmediğim, sevecen bulmadığım bir çok şey artık gözüme batıyor olmalı... Belki benim rahatsız olduğum bu davranışları Çinli'lerde görmemiş olmalıyım...
Kendimi çok zorladım. Yanıldığımı düşündüm. Çevreme bakarken gönlümün zincirlerini bile kırmaya kalktım. Ama olmadı. Çin'de gördüklerimi burada bulamadım. Değişen neyse, gördüklerimin benden alıp götürdüğü neyse, gönlümü saran güzellik çemberini de yok etmiş... Baktığım her şeyin üzerine örttüğüm güzellik tülünü Çin'de yitirmiş olmalıyım...
İsterdim ki yaşamda her şey bana güzel gözüksün. İsterdim ki elimdeki sopanın ucundaki yıldızla dokunup, gördüğüm her şeyi güzelliklerle boyayayım. Ama olmuyor. Belki zamanla güzellik örtümde açılan delikleri yamayarak yeniden çevremdeki çirkinlikleri örtmeyi becerebilirim...
Halbuki Çin'de her şeyin Türkiye'ye ne kadar çok benzediğini görüp ne de çok sevinmiştim. Bizim gibi davranan, bizim gibi yaşayan insanları hayretle izlemiş, onların da bizim gibi olduğunu görüp ne çok sevinmiştim. Bazen "Bu davranışı ülkemde de sevmem" diyerek öfkelenmiştim de...
Ama ne oldu da güzellikler yok oldu? Belki haksızlıklara boyun eğenlerin yaşamları, kaderciliğin ezikliği, bilse de ses çıkartmadan içgüdüsel olarak karşıtına benzeme çabası gibi ürkek toplum olmamızın getirdiği kişiliksiz davranışlar beni çok üzdü...
Ben Türk halkının kendine özgü bir kişiliği, davranış yüceliği olsun isterdim. Kimsenin veremediğini alabilmesini, özgür olabilmesini isterdim... Belki de beklentimi Çin'de gördüklerimle karşılaştırınca olumsuz duygularla doldum.
Eski güzellikleri göremez oldum...
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
  • Части
  • Çin Gezisi - 1
    Общее количество слов 4064
    Общее количество уникальных слов составляет 2197
    26.0 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    39.1 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.8 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Çin Gezisi - 2
    Общее количество слов 4020
    Общее количество уникальных слов составляет 2200
    27.0 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    39.4 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Çin Gezisi - 3
    Общее количество слов 3574
    Общее количество уникальных слов составляет 2043
    29.0 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    42.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    50.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов