Turkisharrow-right-bold-outlineTurkish Learn Turkish

Literature examples of 'tam' in Turkish language

Bu yüzden de Doktor Haydar beyin arkasında yirmi, yirmibeş kadar atlı ile ve tam bir dörtnalla İstanbul u Hoca'nın evine gittiğini bütün cemaat öğrendi.

Fuat Paşa, Hoca'ya iki üç defa ricacı göndermiş, durumu kendisine etraflıca duyurarak Kuvâyi Milliyeye, daha geniş söylenişi ile de, kurtuluş hareketine yardımcı olmasını, hiç değilse bu harekete zararlı olmamasını tam bir saygı ile istemişti.

Fuat Paşa, Hoca'ya iki üç defa ricacı göndermiş, durumu kendisine etraflıca duyurarak Kuvâyi Milliyeye, daha geniş söylenişi ile de, kurtuluş hareketine yardımcı olmasını, hiç değilse bu harekete zararlı olmamasını tam bir saygı ile istemişti.

Sesin anlatılamaz tatlılığı ve cümledeki mânaya şaşırtan bir kolaylıkla uyuşu, sürpriz kelimeler seçişteki ustalık, önce bunlar, sonra da Hoca'nm tam bir "İnanan adam" olması, mantık ve konuşma oyunlarına sapmadan yalnız olup bitenlere dayadığı düşünce ve hükümlere değer vermesi Fuat Paşanın bu adamdan çekinmekte ne kadar haklı olduğunu göstermişti.

Onun haber kaynakları da aşağı yukarı tam kendilerininki gibi işliyordu.

Bayram'in harımı küçüktü ama, Değirmensuyu denen suyun Köysuyu denen suyla birleştiği açının tam içine düşerdi.

İyi bir komutan, elindeki imkânların tam verimini alabilmelidir.

"Basiret", "tedbir" ve "itiyat" denen şeyler, iyi bir komutanı bu tam verimi almak için aklını, sanatını ve iradesini kullanmaktan alıkoymak için değil, bu haddi aşmaktan korumak için gereklidir.

Sonra tam bir medreseci üslubuyla, neler yaptıklarını sayıp döktü.

"Beni karılarımla kızlarım öldürdü" diyerek son nefesini veren Sultan Mecid zayıf ve sönük bir padişah, yerine geçen Sultan Aziz bir yarı deli, ondan sonra gelen Sultan Murad bir tam deli, daha sonraki Sultan Hamid Yıldız tepesinden Boğaz'da bir geminin batışı gibi, devletin batışını seyreden bir kızıl müstebit, arkasından tahta çıkan Sultan Reşad arabası içinde gördüğümüz vakit utandığımız bir sarsak, sonuncusu da İngiliz zırhlısına binerek kaçan Vahideddin!

İşte tam bu sıralarda bütün hayatıma tesir eden tesadüf vukua geldi.

Aşar memuru, tam bu sırada gözünün bir tanesini açtı ve bana: İnanma, yalan söylüyor der gibi bir, işaret yaptı.

Fakat tam sokağa çıkacağımız vakit, aksi gibi yağmur başladı.

Çünkü ayaklarım çukurun tam kenarına basmıştı.

MİNARE Top oynayan arkadaşlarını minareden gördüğü için acelecidir ezan okuyan çocuğun sesi AYNA OYUNU Mahalledeki en güzel kızın duvara aynasından yansıttığı ışığı nedendir bilmem hep ben yakalardım onca çocuğun elleri arasından AİLE BOYU Ezilmiş bir çocukluk benimkisi bir iskelenin vapurlarının yanaştığı yüzüne asılıdır üç tekerlekli bisikletimin lastikleri Annesiz büyüdüm çünkü yani serçeydim kar üstündeki ve arka bahçesinde kasabın beslediği kuzu Dudaklarımı, işte bu yüzden aile boyu bir şişeye değdirip içmeyi severim gazozu LİMAN Sıralanmış saksılar vardı limana bakan penceremizin önünde ve çiçekler arkasında ekmek kırıntıları serpen martı yüzlü bir anne Terasta toplanan kadınlar limandaki beyaz geminin ışıkları yanınca dedikodusunu yapmayı unuturlardı tam o saatlerde sokaktan geçen yazlık sinemadaki biletçi kızın Annesinin dizleri dibinden hiç ayrılmayan uslu bir çocuk gibidir limandaki deniz ama sokağa çıkıp dalga olmak geçer yüreğinden AT KOKUSU Son evi gösterin bana İstanbul'da vapur sesinin duyulduğu ki kapısını çalıp söyleyeyim içindekilere daha çok kedi yavrusu ezilsin diye eski iskeleleri sahil yoluyla ayırdıklarını denizden Karşılığında ben de size kanaryası olup kuaför salonuna dönüşmeyen kaç mahalle berberinin kaldığını söylerim ya da kaç fötr şapkanın tutsak olduğunu köhne bir konağın askısında Kaç faytoncunun artık taksicilik yaptığını da bilirim ama söylemem onu da siz bulun dikiz aynasına takılı boncuklardaki at kokusundan ÇATANA Galata köprüsü kaldırılınca boynu hep bükük kalacaktır altından geçmek için bacasını kıran çatananın ANTİK ACILAR Geçim parası için nice yaşlının eski İstanbul evlerinden getirdiği eşyalar üstüne kâr koyulup satılıyor antik acılar carşısında HARÇ Bilemiyorum hangi gökdelenin tuğlaları arasındadır elele yürüdüğümüz ve seni ilk kez öptüğüm o kuytu kumsal Ama duyarım bir mısır tarlasınin yüreğindeki telaşı görülünce dağın ardından kentin ilk gökdeleni Daha kamyonlar dolusu kum elenir inşaat önlerinde ayıklanır deniz kabukluları yok edilir gibi bir cinayetin izleri İSKELE İskelenin altına sığınan deniz bırak artık saklanmayı savaş gemileri çoktan geçip gitti DENİZ Vedat Günyol'a Yaşlı bir devrimci düşürmez hiç ağzından özgürlük kelimesini ve yatmadan önce bir bardak su yerine denize bırakır takma dişlerini BENDENİZ Denizi sever en çok bendeniz bir ırmak ya da gölü değil ama sıragöller bana hep denizi anımsatır Ne kadar uzaklaşsam denizden o denli artar hem bir kentin giriş tabelasına yazılan hem de içki masasındaki susuz rakım Denizi sever en çok bendeniz ve geriye gemilerin ardında bir anlık bıraktığı gibi kalır benden iz.

MADALYA Bayram yerinde canlandırılırken kentin kurtuluşu ayakları kesilen gazi koltuk deyneklerini bırakamadığı için alkışlamadığında inandırır herkesi Ölü askerlerin ceplerinden topladıkları kanlı fotoğrafları barış toplantılarında sinema önündeki çocuklar gibi birbirleriyle nasıl değiştirdiklerini bilir generallerin Kaç askeri kendisine özendirdiğini de saymıştır savaşın tam ortasında kuyruğunu bırakıp kumtorbaları arasından evine kaçarken kertenkelenin Bayram yerinde canlandırılırken kentin kurtuluşu ayakları kesilen gazi hiç düşünmeden değişir madalyasını çorap kokusuna CUNTA Gördünüz mü keyfini generalin başını sıkarken yüzünde çıkan sivil'cenin OLÜ ASKER Zeynep ve Derviş'e Nasıl da çok istemiştim savaşa gitmeden sevgilimle evlenmeyi ama nereden bilebilirdim ki silahın demirine çarpıp saklandığım yeri belli edeceğini parmağımdaki yüzüğün.

Tam bu sırada sınıfta bir hareket olur, kalkan parmakları görünce öğretmenin sorusunu işitmememe rağmen telaşla ben de parmağımı kaldırır ve doğru cevabı bildiğimden çok emin bir pozla beklerdim.

Bir çocuğun kafası babaannemin dediği cinsten tam taskafaydı, bir başka ufak tefek, küçük kızın kırılganlığı ve narinliği beni büyüler, bir üçüncüsünün evinde olup biten her şeyi hiçbir şey saklamadan anlatıvermesine şaşar, kendi kendime nasıl böyle oluyor diye sorardım.

Bundan iki yıl önce, (yani Nerval'in Doğu yolculuğundan dokuz yıl sonra ve benim doğumumdan tam yüz yıl önce) 1852 yılında, daha sonra Rusya'ya karşı İngiltere, Fransa ve Osmanlı Devleti'nin yakınlaşmasına ve Kırım Savaşı'na yol açacak olaylar bir Doğu gezisini Fransız okurlar için gene ilgi çekici hale getirdi.

Oysa Pierre Loti gibi yazarlar da aslında tam tersi bir nedenden İstanbul'u ve Türkleri çok sevdiklerini hiç saklamazlar: Batılılara benzemeyen, Doğulu, "egzotik" yanlarını korudukları için.

Tam tersi Gide, Türklerden hiç hoşlanmadığını, üstelik millet kelimesini değil de yavaş yavaş moda olan ırk kelimesini kullanarak açıklar: Bu ırk, giydiği berbat kıyafetlere müstehaktır!

Bin dokuz yüz elli altı temmuzunda yazdığın bir yazıda, hayatı tefrika romanlara, tam bir yıl sonra ise bu sefer tefrika romanları hayata benzetmendeki gizli simetriyi ve yararcılığı da biliyordu, çünkü o bir yılda, üstad bir ya-.

Senin yazılarından yola çıkarak İstanbul'u bir kokular mahşeri olarak hayâl etmekten başka, şehrin, gezindiğin, sevdi- misinden ve tepegözlerden ilhamla kaleme aldığın bir makalede suçluluk duygusunun seni yıllardır acımasızca izleyen 'göz'ünü anlatırken bu görme organının 'alnın tam ortasında karanlık bir kuyu gibi' durduğunu yazman bir rastlantı değil, bir zorunluluktu.