Turkisharrow-right-bold-outlineTurkish Learn Turkish

Literature examples of 'kadar' in Turkish language

— Biz aramızda şöyle bi düşündük, dedik ki, Kuvvadan yardım gelene kadar şehrin bi kıyısına sinelim, etrafa gözcüler koyalım, güvendiğin evlere de üçer beşer, neyse, adam yerleştirelim, herif saldırırsa biz karşılayalım.

Kasabada rüzgârlar ne kadar sert esiyorsa, sinir havası da o kadar sert ve birbirine zıd iki tansiyonda idi.

Bir gün kasabaya yirmi kadar silâhlı geldi.

Yolların iki yanından deli deli ırmaklar akıyor, bazı yerlerde su kaldırımlara kadar çıkıyordu.

Bu yüzden de Doktor Haydar beyin arkasında yirmi, yirmibeş kadar atlı ile ve tam bir dörtnalla İstanbul u Hoca'nın evine gittiğini bütün cemaat öğrendi.

Adamlardan üçü atlarla birlikte, caminin el i adım kadar ötesindeki ara sokakta bulunan Ali emminin bahçede bırakılmış, sonradan onlara Salih de katılmıştı.

Binaenaleyh buralara kadar bir defa daha zahmet buyurmamak için yapacağınızı şimdiden yapınız, dedi.

» Hoca efendi kendisini hiç bir vakit bu kadar kuvvetli ve istekli görmemişti.

Binaenaleyh buralara kadar bir defa daha zahmet buyurmamak için yapacağınızı şimdiden yapınız, dedi.

» Hoca efendi kendisini hiç bir vakit bu kadar kuvvetli ve istekli görmemişti.

Türk ve dünya edebiyatının önemli yapıtlarını okumuş, anlatım sanatı hakkında yazı yazacak kadar bilgi öğrenmiş; hatta bazı denemeler de yapmıştım.

Bayramgil, yedi yıl önce satılan bir Bey çiftliğinden borçla 40 dönüm kadar toprak almış, yüklendikleri borcu yeni bitirmişler.

Ben de, suçum açıklanmadan 27 Mayıs 1960'a kadar öğretmenlikten uzak tutuldum.

Sonra, o güne kadar yüzcek tanımadığım genç bir rejisör, Devlet Konservatuvarı'ndan Ergin Orbey, bana bir tomar müsvedde getirdi: "Yılanların Öcünü oyun yaptım, bir okuyalım" dedi.

Şimdi bana saldıran, cezalandırılmamı, işten çıkarılmamı, romanımdan yapılan oyunun yasaklanmasını isteyen senatörler düşünsünler, yasadışı yol arla bir yapıtı ben bu kadar elemeden geçirtebilir miydim?

Yasa yollarıyla elenmiş, incelenmiş, bu kadar süzgeçten geçmiş, sağlam çıkmış bir yapıttan niçin korkuyorlar?

Belirteyim ki, "Yılanların Öcü" hakkında, yayımlandıktan bugüne kadar, yetkili organlarca, halkımızın zararına propaganda var diye bir kovuşturma yapılmadı.

Resim çektirmek istersem, onu ancak ben bilirim, ama işin doğrusu şudur: Bugüne kadar hiçbir elçilikle ilişkim olmadı.

Gülünecek kadar kafasız olanların ve burnuna kadar çıkarına batmış işbirlikçilerin yönettiği ülkelerde daha neler neler olur, bunu da biliyorum.

Babadan kalma, ahırlı, samanlıklı, toprak damlı bir evi, bir kağnısı; bir öküzü, bir ineği, bir eşeği, üç koyunu, iki ası kuzusu, üçü yumurtlayan on bir tavuğu ve yedi yıl önce satılan Necip Bey çiftliğinden boğazına kadar borca batarak aldığı kırk beş dönüm kadar toprağı.

Bu kararın önüne geçmek için Mustafa Kemal'in ne kadar uğraşmış olduğunu ''Nutuk''tan öğreniyoruz.

Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık.

Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmiyeceğini sanıyorum.

Bu münasebetle Lâtife Hanım'ın gerek o günlerde, gerek bütün evlilik devrinde Atatürk'ün fikir arkadaşlarına her zaman ne kadar nazik davrandığını söylemek isterim.

Daha ilk geceden bir eski arkadaş kadar yakınlığını hissediyorduk.

Fakat bir bakışı, veya sözü ile, aramızdan kendi istediği kadar uzaklaşıp ayrıldığı da seziliyordu.

Bu iki adam sonuna kadar iç içe kalmıştır.

Bu, şimdiye kadar bana tamamiyle yabancı idi.

Mustafa Kemal vals oynayanların ve bir ataşemiliterlikte musikili salon toplantılarında bulunanların alışabileceği kadar Frenk musikisine bağlı, alaturka musikide ise makamları ayırabilecek kadar bilgili idi.

Bu mülâkatta bize, yendiğimiz Yunan ordusunun, bu devletin o zamana kadar çıkardığı en kuvvetli ordu olduğunu söylemiştir: "26 ve 27 Ağustosta yarma hareketi ve 28, 29 ve 30 Ağustos meydan muharebesi de içinde olmak üzere ordularımız on beş günde dört yüz kilometre yol aldılar.

İşin tuhafı, bu münakaşa bizde mutat olduğu üzere: -Alafranga bizim ruhumuza uygun değildir, kuru gürültüdür!- veya -Hayır, alaturka basittir, monotondur, ruhları uyuşturur- gibi, meşhur musikişinaslarımızın makalelerinden alınma cümlelerle değil, gayet orijinal bir tarzda cereyan ediyordu: Münakaşacılardan biri ötekinin Anadolu'nun bir köşesinde bulunan memleketini zikrederek orada alafranga musikiyi öğrenmek ve anlamak değil, duymak bile mümkün olmadığını söylüyor, diğeri ise çocukluğundan beri alafranga ile kulağı dolu olduğunu, memleketindeki bir komşularının mükemmel bir gramofonu bulunduğunu ve daha yedi yaşında iken -Tuna Dalgaları-nı ıslıkla çalacak kadar ruhunun alafrangaya ısındığını ileri sürüyordu.

Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi; o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi yüzünden ayıramıyordum.

Güzel kadınlara karşı şimdiye kadar duyduğum şeyleri bu kızcağıza karşı duymadım.

Şimdiye kadar kadınlara karşı olan hissiyatımda daima biraz da istihfaf ve hakimiyet karışıktı.

.- Tekrar başka şeyler düşünmeye başladım: Taaa yatıncaya kadar.

Düşüncelerimde devam ettim: -Evet, bu kız şimdiye kadar duymadığım birtakım hislerin bende uyanmasına sebep oldu.

Dimağım şimdiye kadar bende tesadüf etmediği bu acayip hislerin menşeini bulmadan rahat etmek niyetinde değildi.

Ortalığı düzeltmek bana kalmadı ama, memleket ahvaliyle alakadar olmaktan bu kadar sersemce bir çekingenllkle kaçan bu adamlar artık bende nefret uyandırmaya başladı.

Fikirlerime itiraz etse, nihayet düşündüğünü söylüyordur ve fikirler bir dereceye kadar hürmete layıktır.

Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.

Her şeyi bu kadar ciddiye almak, bu kadar öfkelenmek neden?

Lakin bu şehir o kadar kalabalıkmış ki, gidip de açıkta kalmaktan değil ama, faydasız bir konuk olmaktan çekiniyorum.

Bekir Çavuş, geçenlerde Polatlı'ya kadar gitmiş.

– Aylıklar, hiçbir zaman bu kadar muntazam çıkmamıştı.

Köylülerden biri: – Öyle deme, beyim dedi ve eliyle ovada bir geniş daire çizerek; vakti zamanında şu gördüğün yerler hep ağzına kadar dolu erzak kuyularıydı.

Ve sıska mandaların kalça kemikleri o kadar sivrilmişti ki, yer yer derilerini delmişti.

Şimdi sabahtan akşama kadar durmaksızın, sigaralarımdan alıyor.

Kendimi o kadar garip o kadar yalnız ve öksüz hissediyorum.

Burada ben, İstanbul'daki kadar azap ve işkence içindeyim.

Bu bakımdan İsmail benden ne kadar güçlü görünüyor.

Bu kadar gülünç, bu kadar zavallı, bu kadar acayip bir şey olmağa katlanacak mıyım?

iki güne kadar aybaşı oluyor.

Bu beye, niçin bu kadar ehemmiyet verdiklerini şimdi anlıyorum.

Geç vakte kadar penceremden rıhtımı ve denizi seyrettim.

Gece yarısına kadar tramvaylar işliyor, havagazlarının yeşil aydınlığında ardı arkası kesilmeyen genç kafileleri piyasa ediyor.

Bu çocuk, beni ne kadar ince anlıyor.

Otuz yaşlarında kadar, manasız ve sevimsiz bir genç.

Üç gün evvel Ferhunde ile Sabahat, geç vakte kadar beni aşağı salonda alıkoymuşlardı.

Hangi mehtabın aydınlığı acaba o kadar gönül alıcıdır ki?

Bir merdiven parmaklığına sarılmasaydım, aşağıya kadar yu: varlanacaktım.

Bu manzara, o kadar güzeldi ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat'in elini tutuyor, deli gibi gülüyordum.

ÖNCESİZ önce seni gördüm seni sevdim adını öğrendim adını Nisan yağmuru gibi yaşamıma girdin birden bire birden bire yaşamıma girişini sevdim ne kötü ki gidişin de birden bire oldu birçok yaşanmamış varken yaşamıma girdin Nisan yağmurunun bahara kattığı güzelliği yaşamıma kattın geride birçok yaşanmamış bırakarak gün batımında beni terk ettin yaşamak istediklerimi güzel bir insanla yaşamayı kurarken bana nazlanmanı sevdim sana şımarmayı düşlerimi sana kurmayı sevdimm düşlerimin sende kırıldığını sevdim düşlerimin geri dönmesini sana düş kurmayı sevdiğimle sevdim bir fırtına sonrası gelişin gidişinin habercisiymiş bilemedim baharla gelip kışa kalmamak için sonbaharda sararan yapraklarla birlikte aceleyle gitmeni hiç istememiştim oysa geldin ben önce seni sevdim adını öğrendim adını geldiğin gibi gittin gidişine üzüldüm ama ben gidişini de sevdim Ankara, 5 Eylül 1996 ŞAFAK BEKLEYENLERE Siz hiç şafak beklediniz mi yalnız bir dostunuzla Şafağın yeni umutlara gebe olduğunu dinlediniz mi hiç büyüklerinizden Yeni bir günün başlangıcı değil sadece Şafak Yeniden doğduğunun habercisi güneşin Bir yerlerde bir güneşin battığının Şafak bekleyemeyecek birinin beklediği şafağın geldiğinin O da sizler gibi umutla beklerdi çok uzaktı beklediği zaman Ne kadar uzak olsa da Küt küt atardı yüreği Yeni bir aşka başlayacaktı İlk kez çıkacaktı bir kızla -sevgilim- diyecekti Elini tutacak öpecekti Güzel gözlerine bakıp aydınlıklara çıkacaktı Yurdunun Halkının yarınlarını görecekti Bir savaşta en önde olacağının heyacanıydı Beklerken şafağı içinde hissettiği Halkı için bayrağını taşıyacaktı emeğin alın terinin Şafağın halkına yeni umutlar getireceğini içinde duyardı Uyuyamazdı Görmek isterdi bu anı tarihe tanık olmak Ve şimdi o En uzun şafağını bekliyor bekliyordu Belki son şafağını -Sonlar başlangıçtır belki ilk şafağımı İçi yine kıpır kıpırdı Yeni bir sevgiliyi kucaklayacak kelepçeli elleriyle Heyecanlı yüreğini beyaz gömleği üç metre ucuz patıskadan kolsuz beyaz gömleği altında duyumsuyordu Kendini önemsiyordu haklıydı Tek başınaydı en öndeydi ve dahası Halk savaşının bayrağını sonsuzluğa taşıyandı Kişiliğini yitirmedi Savaşını bırakmadı Direndi yine direndi ve yeniden direndi Geldi çıktı sehpaya bir kahraman edasıyla O bir kahramandı Halkının savaşına omuz verendi Halkının savaşında bayrağı en önde taşıyandı Düşmana kurşunu en amansız sıkandı Ve başını bu yola koyandı Başını kaldırıp gökyüzüne baktı baharın günlerinde şafak erken gelirdi ölümde Ve güneşi görmeye izin yoktu son bir kere Başı yukarda son kez düşündü şafağı karşıladığı yerleri Atatürk Bulvarını.

Rize, Eylül 1989 BENİ ANLAMAYAN DOSTUMA çağla'ya Adını yazmıyorum ama beni anlamayan dostum Sen kendini bilirsin Bir gün belki anlarsın beni Ben olmasam da sen ardımdan söyle -Haklıymışsın, de Ben duyarım Ben ki seni görmeden gözlerimin önünde hep hayalinle yaşadım Ben ki seni işitmeden kulağımda hep sesin yankılandı Şimdi beni anacaksın da ben duymayacağım Olur mu olur mu hiç Söylenmeyeni duyan söyleneni duymaz mı Aslında üzgün değilim beni anlamadığın için Belki şuç bende yeter derecede anlatamadım Ya da yanlış insan seçtim Yanlış insan seçmiş olsam da üzgün değilim Seni tanımış olmak bana yeter Üzüdüğüm tek şey kendimi sana anlatamamam Üzüldüğüm tek şey -haklıymışsın, dediğinde üzüleceğin olman O zaman filozofu anımsa "Pişman olacağın şeyi yapıp sonra pişman olma" diyen filozofu Üzüleceğim tek şey pişman olacağın Ve o zaman senin üzüleceğin geç kalmış olman filozofun haklı olması geçmişe dönememen Sana bugünden söyleyeceğim üzüleceğini bildiğim halde üzülmemen olacak Ben hiç pişman değilim güzel bir insanı tanımaktan Hiç pişman olmayacağım beni anlamasalar da güzel insanları tanıyacak olmaktan Dileğim birgün bu gerçeği de görmen Hoşçakal anılarımda kalacak güzel insan Hoşçakal beni anlayamayan ne ilk ne de sonuncu insan Hoşçakal Hoşçakal demeden önce güzelim demek istediğim güzel insan hoşçakal Ankara, 24 Aralık 1993 SONSUZLUK Ağlamak istiyorum ağlayamıyorum Kendi içimde kalmışım kapalı kendime ulaşamıyorum Her yanım açık ama ben hapsedilmişim Mavi gökle sınırlı sonsuz bir evrende Yalnız bedenimle kaplı tenimin içinde Ankara, Ocak 1992 YOL GEÇİT VERMEZ herkes bu yolda çınar olamaz kilometretaşı olamaz örneğin her insan kimileri çakıltaşı kimileri harcı kumu olacak bu yolun kimileri alanlarda bir çiçek bir heykel bir korkuluk belki herkes çınar olmak için diretmesin kilometretaşı olmak için birilerimizin de çakıl kum beton olması gerek herkes çınar olursa yol geçit vermez herkes kilometretaşı olursa hedefe ulaşıldı sanılır geri dönülür ama bir çakıl olmazsa yol geçit vermez eğer çakıllar çok olmazsa harç eksik olursa yol sağlam olmaz o yol ki bizi hedefe ulaştıracak olan yoldur onun için yolu sağlam kuralım hedefi hep önümüzde tutalım kimileri çınar kimileri çakıl olsun çınarlar çok olursa yol geçit vermez bir eksik çakıl geçitin önünü tıkar ben kendi adıma istemeyenlerin yerine bile çakıl olurum yolunu yapmak için hedefin ve o yolla ulaşmak için hedefe amacımız bu değil mi öyle ya da böyle o hedefe ulaşmak çakıl olmak istemeyenler engel olmasınlar yeter hem de anımsasınlar engellerin nasıl aşıldığını her engel gibi onların da aşılacağını unutmasınlar bu yolda herkes çınar olamaz kilometretaşı olamaz örneğin her insan kimimiz çınar kimimiz çakıl olup bizi hedefe taşıyacak yolu kuracağız sonra önümüze çıkan engelleri aşarak sağlam adımlarla hedefe yürüyeceğiz bir çakıltaşı bile olsak hedefe ulaşmanın onurunu yaşayacağız birileri insanları yarı yolda bırakmanın onursuzluğunu yaşarken Ankara, 1 Eylül 1995 YAŞAM SEVMEKTİR İNSAN GİBİ seda'ya bağlanmak korkusu yok artık üstümde bu yükten kurtuldum kurtulamadığım bu yükten dolayı istemeden kurtulduğum nice güzellikten sonra yitirmemek için yenilerini şimdi herzamankinden çok bağlanmak istiyorum sevda tadında umut tadında yaşam tadında bağlanmak yitirdiklerimi geri almak coşkusuyla sana bağlanmak sevdana umuduna umutsuzluğuna ortak olmak yanlızlığimda yanımda sıcaklığıni teninin ve umudunun hissetmek istiyorum dokunmak ellerimin arasında tutmak istiyorum yaşamı sevinçli günlerimizde sevinçle üzüntülü günlerimizde üzgün ama yitirmeden umudumuzu omuz omuza verip dolaşmak yağmur sonrası baharında sokakların dallarda yeşeren bizim umudumuz yapraklara bakarak kaldırımları kaplayan içimizden yitip giden sararmışlıklara bir tekme de biz atarak ve çocuklar gibi şen kucaklamak dünyayı kahkahayla coşkuyla heyecanla hiç bitmeyecek ve koyun koyuna paylaşmak yaşamı bütün yorgun günlerin sonunda doğacak güneşi ortak düşlerimizle yeşeren umutlarımızla güneşin temizliğinde karşılamak yanımda yeni bir güne merhaba diyen gülen gözlerle seni görmek işte bütün bunlar için bu ben ve bunlar var artık o ben neden bunları yapamadı bırakın bu da orada kalsın o ben gibi ama aşık olmak zor işmiş anlıyor musun yaşam zorlukları aşmaktır anlıyor musun tek umudum yaşam sevmektir sevmek hiç birşey beklemeden çocuk saflığında sevmek insan yüceliğinde sevmek sevmek anlıyor musun ve beni gerçekten anlıyor musun anlıyor musun tek umudum sende bunu bil yeter umudumun kır çiçeği kardelenim Ankara, Şubat 1995 YAŞAMDAN AYRILMAYA HAZIRIM Ölmekten korkmuyorum Ölmekten korkmuyorum ama bu yılanlara bu çiyanlara karşı verdiğimiz savaşta dostlarımı yalnız bırakmaktan korkuyorum Ölmekten değil ama bu onurlu savaşın zaferini görememekten korkuyorum o coşkulu mutluluk dolu günde halkımın sevincini paylaşamamaktan korkuyorum Yine de mutluyum Savaşı sürdüren yoldaşlarımı zaferini paylaşacak halkımın bırakıyorum geride Hiç korkum yok ama beklenilen zaferin gelmemesinden Ankara, 21 Kasım 1994 YALNIZLIK ŞEHRİNDEN devrim'e sen beni bu şehirde yalnız bırakıp gittin ama dostluğunu hep yanımda duyuyorum ve unutma dostluğum hep seninledir bütün doğallığı içtenliği ve beni tanıdığın gibi bu kocaman yalnızlık şehrinde hem de betimleyemediğim şu kötü günlerimde tek neşe kaynağım seni de yitirince iki gün bile dayanamaz oldum ama bana yakışanın senin yakıştırmanla direnmek direnç göstermek zorluklara yenilmeden onlari aşmak olduğunu anımsadım senin dostluğuna gerçekten layik olmak için en azından bunu yapmam gerektiğine kendim için olmazsa bile senin için karar verdim senin sorunlarına belki çözüm olamadım sana ulaşamadığımdan biz bu kadar uzak mıydık bunu da öğrenmiş oldum böylece güzelim inan bütün içtenliğimle sorununu paylaşmak olabilirsem çözüm olmak istedim öyle laf olsun diye söylenenlerden değil bunlar zaten sen beni bilirsin ya da bildiğini sanıyorum gerçekten çok üzgünüm nedeni ben olmasam da senin bu şehirden üzgün ayrıldığını bilmekten bu yalızlık şehri inan senin yokluğunu hissedecek o şen ve hiç dinmeyen kahkahanı dudaklarından eksilmeyen tebessümünü arayacak ben de bu da bir soruna yanıt oldu böylece bu yalnızlık şehri sensiz bir o kadar daha yalnızlaşacak içinde ki binler için değilse bile bu bir tek kalp için bir daha bu yalnızlık şehrinden sorunlarından kaçmak için ayrılmaya karar verdiğinde bir kere düşün yine de gitmeye karar verirsen sorununu çöz öyle git döndüğünde seni karşılayan o olmasın diye sorunlardan kaçmakla kurtulamazsın bunlar sana dost sözleridir güzelim Ankara, 27 Haziran 1995 DOSTA SON SESLENİŞ Dostluklarından her zaman onur duyduğum ve duyacağım dostlarıma Dostluklardır insanı ayakta tutan Ona yaşama gücü Zorlukları aşma gücü Yarınlara ulaşma umudu veren Ve bizlerin gereksinimi var dostluklara Suya gereksinimi olduğu gibi çiçeğin Aydınlığa gereksinimi olduğu gibi umutların Benim gereksinimim var dostluklara ve dostluğuna Şaraba ekmeğe ışığa ve umuda olandan fazla Dostluklara ve dostluğuna bunca önem şaraba verdiğimdendir Yıllar sonra azalan değil artan olduğu için güzelliği Sevgiye önem verdiğimin nedenidir Bölüşüldükçe dostlarla artan tek güzellik oluşu dünyada Yüreğimde seviler taşıyorum dostlar ve beni sevenler için Hep güzellikler mutlu yarınlar güzele ulaşılan günler Yaşanmaları için birlikte ya da ayrı Ve istediğim bir şey yok Gülen bir yüz insanları seven bir yürek ve beni unutmaman en azından kısa bir süre için Şarabını yudumlarken Sevdayı yaşamın doruğunda içinde duyarken Yurdumun güzelliklerinde beni anımsa en azından olsa bile İnsanları düşünürken Taşların arasında güneşi görmeye çalışan doğa parçası beni de anımsa bir parça dostlukla Ve Türkiye'mi sensiz elleri düşünürken Sensiz ellerde bir başına bıraktığını da bir düşün Ulaşmak istediğin Yarın için umut kurduğun yurdun dostların ve kendin için Kurduğun umutları yaşamın doruğunda mutluluklar içinde Ülkenin şafağında karşılaman görmen ve yaşaman dileğiyle Tüm yaşamın düşlediğin gibi Yaşamın bir düş gibi olsun Ankara, 7 Temmuz 1993 ULAŞILAMAYANA MEKTUP Bir kaçışın ezgisi değil bunlar öyle olsa ayrılık türküleri çalardı Bir korkunun bir yalnızlığın sözleri de değil Bütün bu duydukların belli ki uzakta bir yerlerde bir gönüle bir sevgiye bir dosta ulaşamamanın sevgisizliğidir Sevdanın yürekte dokuduğu kırmızı gülün solduğu anda Sana ulaşmanin istemidir Anlama bütün bunları sevginden kaçış dostluğundan kopuş Bütün bunlar sana ulaşmadır Bütün bunlar dostluğunadır Ve bütün bunlar insanın insanı bir bahar gibi bir güneş gibi ve gökkuşağının renkleri gibi ayrı ayrı ve hepsini ayrı bir doyumla sevmenin ulaşmasıdır Güzelim bu sana ulaşmanın türküsüdür Bir insan olarak benden bir umut olarak sana sevdalarım sevdalı yarınım Ankara, 4 Haziran 1993 DOSTA ÖĞÜTLER Ezilmiş bir insan görürsen adını Özgür koy Ezilmişliğin içinde özgürce yaşayan ezilmişlikte özgür olan Bir savaşın içinde sonunu bekleyen bir çocuk görürsen Adını Barış koy çok beklemeden gülsün diye Güneşli bir bahar günü Kırlarda bir kız görürsen koşan çiçek toplayan Onu Burcu diye çağır Çiçeklerden güzel koktuğunu anlasın diye Ve dostum Kavgamızda bitkin düşenleri Umut diye çağır Yarının umudu güç verir onlara savaşma azmi Onlar bilir yarının bizim olduğunu Ankara, 25 Temmuz 1990 -GREVİN ANISINA- ZONGULDAK MADEN İŞÇİLERİNE Umut dolu yürekleriniz yer altında körelmesin İnanın o sevginizdir ki yeryüzünü aydınlatan Unutmayın işçi dostlar Sizin gücünüz sizin yarınınız olacak Savaşarak aldığınız kazanacağınız mevziler Aşağıda yalnızsınız yukarıda kenetlenmiş yüreklerle Yürüyün yollar sizin olsun Haykırın haksızlığı bütün sözcükler sizin olsun Savaşın bütün alanlar sizindir Ama dönmeyin dönmeyin hakkınızı almadan Çocukların umutlarını kırmayın Geri dönmeyin Ne olursunuz umutsuzluğa kapılmayın Yaşamımın umutsuzluğu umutlarında çözülecek Sevgilerin tadı yaşanmışlıkta belirecek İnsanlığın yarınları güneşle değil Senin savaşımınla doğacak kendini bulacak Ve senin gücünün doruğunda olan yaşam halka taşınacak ODTÜ, Aralık 1990 RÜZGAR ÖLÜSÜ Ölümü rüzgara bırakın Rüzgar eser bazen şiddetli alıp götürür beni uzaklara düşümde Rüzgar bazen çok durgun yaşarken duymadığım melodiyi fısıldar Rüzgara bırakın beni ki Doğayla bir bütün canlılarla kardeş olayım Zaten yaşa mıyormuyuz kardeş olmak için doğayla Yaşamda ulaşamadığım kardeşliğe Doğayla Düşümde ulaşayım ölüm ulaşsın Ölüm yapamadıklarımı yapsın benimle kardeş olsun Ben ben olamazken O ben oldu rüzgar altında Rüzgar bizi ayıran bizi birleştiren kardeşliği yok eden kardeşliği kuran Rüzgar hey rüzgar Birleştir beni ölümle ayır beni ölümden Ben sözünde durmayan bir neyim Bilmiyorum belki ölüm belki yaşamım belki hiç biriyim ama ben senin bir parçanım Rize, 14 Nisan 1988 BENİMLE.

Ortaçgil'in Benimle Oynar Mısın şarkısı üzerine Dilerim hep bir oyun arkadaşın olur Arkadaşsız kalınca üzülme Duygularına kulak ver bir yerlerde sana herzaman eşlik edecek bir oyun arkadaşı bulacaksın -benimle oynar mısın diye soran gözlerle Ankara, 30 Mayıs 1995 ADINI ÖYKÜ KOYDUM o'na Adını bilmiyorum Neyi sevip neyi sevmediğini de Usundan ve içinden neler geçirdiğini de Bu kadar çok bilinmeyen içinde Bildiğim tek birşey var o da seni sevdiğim adın ne olursa olsun usundan ve içinden neler geçirirsen geçir Adını bile bilmiyorum ama bir adın olmalı seni herkesin çağırdığından farklı olmalı Usumda seni imgelerle anlatmaktansa Düşündüm sana Öykü demeye karar verdim senin adın bundan sonra Öykü olsun bundan sonra sen güzel olan ne varsa onun öyküsü ol Birgün gerçek adını öğrenirsem Seni yine Öykü diye çağırmama izin verirsin değil mi birgün biryerlerde senin ya da benim ya da bir başkasının öyküsünü yaşarken tanışırız olur olur dünya hali belli mi olur ben o zaman kırk yıllık dostmuşuz gibi sana öykü diye sesleneceğim şaşırmayasın diye şimdiden anımsatıyorum anlaştık Neyin öyküsü ol Senin kadar güzel bir günde parkta oynayan güzel çocukların gelecek güzel yarınlarının öyküsü ol Omuz omuza verip tüm engelleri aşarak sevgiye ulaşılacağına inananların öyküsü ol Neyin öyküsü ol Bizim sevgimizin öyküsü ol yetmez mi Benim usumda sen ulaşamamanın değil ulaşma isteminin öyküsüsün ayrılığın değil bir arada olmanın Peki biz neden ulaşamıyoruz birbirimize neden ayrıyız o zaman bir yerlerde bir sorun var ama.

Ankara, 1 Ekim 1995 BİRŞEY İSTEMEK ne istiyorum biliyor musun bir başımı alıp bu diyardan çekip gitmeyi beni kimsenin bulamayacağı nerede olduğumu kimsenin bilemeyeceği bir diyarı güzelliğe gitmek istiyorum belki kendimden kaçışdır bir o kadar da kendimi bulmak özünü sorarsan tek başıma da gitmek istemiyorum kiminle gitmek istediğimi de bilmiyorum bildiğim tek şey var içim daralıyor bu şehirden bu havadan uzaklaşmak istiyorum şehirden ilk ayrılan otobüse binip arkadaş bana son durağa bir bilet deyip nereye gittiğimi otobüsten inince öğreneceğim bir yerlere gitmek istiyorum oralarda kalmama bile gerek yok bir deniz havası ya da dağ havası olmadı bozkır havası alıp aynı otobüsle geri dönerim "Abi, sen bizimle yeni gelmedin mi" diye soran çocuğa evet demek var "kafayı yemiş" diyecek varsın desin bilmiyor ki bu yolculuğun beni kurtaracağını yine aynı şehre döneceğim ama biraz değişmiş bulacağıma eminim ne dersiniz.

Ankara, 6 Ekim 1995 BİRGÜN birgün yolun düşerse o diyara eski günleri bir an anımsa gez dolaş sonra bir çeşme başında otur iki kadeh kendin için bir tane de benim için iç eski güzel günlerimizin anısına deyip ulu çınarı da tanık tut hep yıllar sonra o topraklara birlikte dönmeyi düşlemez miydik birlikte kurduğumuz düşleri canlandır usunda geriye kalanları düşün bu diyardan göçüp gidenleri yadet kaç kişiydik kimler kaldı neler düşledik neler oldu birgün güneşin doğduğu yerlere gidersen hele bir de başakların yeşerdiği zaman gidersen önce güneşin doğuşunu izle öyle bir izle ki hiçbir rengini hiçbir demini kaçırma senin gözlerinle izleyeceğiz doğuşunu güneşin benim yerime de kokla Anadolumun güzel toprağını benim yerime de yüzünde hisset başakları nazlı bir gelin gibi sallayan rüzgarı ve o temiz havasıyla doldur ciğerlerini hepsini hemen kullanma bir nefeslik de bana getir sen orada benim özlemli olduğum ne varsa hepsini yaşayacaksın doya doya yaşa kendin için yaşa ama ne olur eski güzel günlerin anısına benim için de gez dolaş sonra çeşme başına dön soğuk akan kaynak suyundan önce kendin için sonra benim için kana kana iç çölde susuz kalmış gezginin suyu buluş sevinciyle başaklar arasında otur bir zaman sonra sonra son demlerini al ve yüzünü dön güneşin battığı yere günü güneşin batışıyla bitir ama o güzelliği bedeninin her hücresinde hissederek yaşa bir daha bulamaya bilirsin birgün yolun düşmese bile o diyara mutlaka git kendin için olmazsa bile bizim için git bizim için olmazsa bile eski güzel günlerimiz için git yaşadıklarımız düşlediklerimiz için anılarımızı yaşatmak için en azından ama mutlaka git bir sen kaldın o diyarları dünya gözü ile bir daha görebilecek ne mutlu sana ki yıllar sonra birlikte dönmeyi kurduğumuz toprakları son bir kere bile olsa sen göreceksin ne mutlu sana senin yerinde olmak için neler vermezdim neler Hoşcakal güzel dostum birgün mutlaka görüşeceğiz görüşemezsek bile düşlediklerimizde usumuzda anılarımızda zaten hep birlikteyiz hoşcakal güzel dostum Ankara, 10 Ekim 1995 DÜŞ HIRSIZI Ne olduğunu üç tekerlekli bisikletin askerlik sonrası çalışmaya başladığım fabrikadan hırsızlık yaptım diye kovulduğumda öğrenmiştim Çocukların düşlerini çalıyormuşum Ankara, Mart 1996 GÖZLERİM BİRİLERİNİ ARIYOR Boş sokaklarda gözlerim hep birilerini arıyor Neden boş sokaklarda ayrıldığımızda sokaklar boş muydu şafağın boş sokakları mıydı yoksa gecenin boşluğu mu Onun her an çıkıp gelerek boşluğu dolduracağını mı umut ediyorum kimbilir Yoksa sokakların boşluğunda içimde ki boşluğu mu görüyorum Sokaklar bomboş uzayıp gidiyor Gözlerim hep birilerini arıyor Kalbim bomboş bir zamandır Gözlerim hep birilerini arıyor Ankara, 3 Nisan 1996 SİYAH BEYAZ ÖYKÜLER siyah kirlenme ise beyaz da kirlenmenin habercisi beyaz temizlikse siyah da yüzü ağartılacak olandır siyah Afrika ise utanması gerekendir beyaz beyaz Türkiyemse sokaklarında yaşananlar siyahtır beyaz o insanlarsa siyah yöneticilerin vicdanıdır Ankara, Şubat 1996 HADİ DÖNSENE o kadar uğraştım gülen yüzde ağlamanın nasıl durduğunu merakımdan seni ağlatamadım oysa sen gidişinle beni ağlattın ne vardı sanki gidecek bunu bilerek mi yaptın benim yaptıklarıma inat mı beni ağlatmak için mi tamam başardın o halde hadi dönsene neden uzaklardasın yine söz seni ağlatmak için uğraşmayacağım eğer tek neden buysa Ankara, 3 Haziran 1996 KENDİMLE HESAPLAŞMAM beni buralara bağlayan ne bir umut mu yeşerecek bir dal mı beni buralara bağlayan ne neden kopamıyorum bu yurttan bataklığın içine batar gibi her kaldığım zamanda daha kötü bağlanıyorum kurtulamıyorum beni bu yurda bağlayan ne bir dostlarım geliyor aklıma bir sevdiklerim bunca çirkefe bunca iğrençliğe karşın beni bu yurda sıkı sıkıya bağlı tutan bir dostlarım geliyor aklıma bir sevdiklerim bir de bu yaşlı kalbi vatanı çağırıyor ölümü yaklaşan filleri atalarının çağırdığı gibi ah bu kalbim getirdi beni buraya nereye götürecek olmaz bu kadar duygu yüklü olmaz bu kadar duygusal olmaz mı olmazdı be dostum bu kalp olmasaydı nasıl yaşardım bunca güzelliği bir tek yurdundan kopmak için onca güzelliği nasıl bir yana itersin itemezsin bilirim fare olamayacağını da batıyorsa bu ülke kalan son nefer sen olmalısın sana öyle diyor geleneğin bulacaksın doğru olanı kalbini çağıran yurdunun topraklarına kulak ver neden kopamadığım orada yatıyor Ankara, 29 Mart 1996 YALNIZ SANA Müjgan'a Ama ben en çok şeyi En kısa zamanda sana söyledim.

ANTİK ACILAR ====== ALACAK Yol kenarındaki yağmur mazgallarını kumbara sanıp harçlığımı atardım bu yüzden en çok denizden alacaklıyım REÇEL Gülemedim ki hiç hasta yatağının başucunda haberi bu yüzden yoktur annemin sol yanağımdaki gamzeden Komodinin üstündeki ilaçların sayısı arttıkça kutularından yaptığım gökdelenin uzamasına sevinirdim Ve bilmezdim annemin yaşantısındaki renkliliğin yalnızca raflarda dizili kavanozların içindeki reçeller olduğunu GİDERKEN Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru Güveniyordum oysa ben sevgimize vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki saatin doğruluğu kadar Beni senin gibi bir de annem terketmişti ki göbeğimde durur onun yokluğundan bana kalan çukur LEBLEBİ Nasıl ayrılır ürkeklik ayakları ilk kez bir mısır tarlasına değen kargadan Ne zaman karar verir rüzgar fırıldakla oynamayı bırakıp kızların eteklerini uçuşturmaya Ne yazar anı defterine kuru bir tarlaya ilk düşen yağmur damlacığı Akıllı çocuğun bilgisayarıdır leblebi siz hiç anlamadınız mı leb denmeden bir şeyleri.

MİNARE Top oynayan arkadaşlarını minareden gördüğü için acelecidir ezan okuyan çocuğun sesi AYNA OYUNU Mahalledeki en güzel kızın duvara aynasından yansıttığı ışığı nedendir bilmem hep ben yakalardım onca çocuğun elleri arasından AİLE BOYU Ezilmiş bir çocukluk benimkisi bir iskelenin vapurlarının yanaştığı yüzüne asılıdır üç tekerlekli bisikletimin lastikleri Annesiz büyüdüm çünkü yani serçeydim kar üstündeki ve arka bahçesinde kasabın beslediği kuzu Dudaklarımı, işte bu yüzden aile boyu bir şişeye değdirip içmeyi severim gazozu LİMAN Sıralanmış saksılar vardı limana bakan penceremizin önünde ve çiçekler arkasında ekmek kırıntıları serpen martı yüzlü bir anne Terasta toplanan kadınlar limandaki beyaz geminin ışıkları yanınca dedikodusunu yapmayı unuturlardı tam o saatlerde sokaktan geçen yazlık sinemadaki biletçi kızın Annesinin dizleri dibinden hiç ayrılmayan uslu bir çocuk gibidir limandaki deniz ama sokağa çıkıp dalga olmak geçer yüreğinden AT KOKUSU Son evi gösterin bana İstanbul'da vapur sesinin duyulduğu ki kapısını çalıp söyleyeyim içindekilere daha çok kedi yavrusu ezilsin diye eski iskeleleri sahil yoluyla ayırdıklarını denizden Karşılığında ben de size kanaryası olup kuaför salonuna dönüşmeyen kaç mahalle berberinin kaldığını söylerim ya da kaç fötr şapkanın tutsak olduğunu köhne bir konağın askısında Kaç faytoncunun artık taksicilik yaptığını da bilirim ama söylemem onu da siz bulun dikiz aynasına takılı boncuklardaki at kokusundan ÇATANA Galata köprüsü kaldırılınca boynu hep bükük kalacaktır altından geçmek için bacasını kıran çatananın ANTİK ACILAR Geçim parası için nice yaşlının eski İstanbul evlerinden getirdiği eşyalar üstüne kâr koyulup satılıyor antik acılar carşısında HARÇ Bilemiyorum hangi gökdelenin tuğlaları arasındadır elele yürüdüğümüz ve seni ilk kez öptüğüm o kuytu kumsal Ama duyarım bir mısır tarlasınin yüreğindeki telaşı görülünce dağın ardından kentin ilk gökdeleni Daha kamyonlar dolusu kum elenir inşaat önlerinde ayıklanır deniz kabukluları yok edilir gibi bir cinayetin izleri İSKELE İskelenin altına sığınan deniz bırak artık saklanmayı savaş gemileri çoktan geçip gitti DENİZ Vedat Günyol'a Yaşlı bir devrimci düşürmez hiç ağzından özgürlük kelimesini ve yatmadan önce bir bardak su yerine denize bırakır takma dişlerini BENDENİZ Denizi sever en çok bendeniz bir ırmak ya da gölü değil ama sıragöller bana hep denizi anımsatır Ne kadar uzaklaşsam denizden o denli artar hem bir kentin giriş tabelasına yazılan hem de içki masasındaki susuz rakım Denizi sever en çok bendeniz ve geriye gemilerin ardında bir anlık bıraktığı gibi kalır benden iz.

Yıllar boyunca ikişer ikişer sıralarında oturduğumuz sınıfları eğlenceli bir yer yapan şey derslerde öğrendiklerimle, öğretmenden aldığım onaylardan çok, sınıf arkadaşlarımı tek tek tanıma zevki, onların benden ne kadar değişik olduklarını biraz hayret, biraz hayranlık, birazcık da acımayla görmekti.

Nasıl oluyor da bu kız Atatürk şiiri okurken gerçekten ağlıyor, öteki herkesin anlayacağını bile bile yalan söyleyebiliyor, bu üçüncünün çantası, defteri, önlüğü, saçları, sözleri, her şeyi bu kadar derli toplu olabiliyor.

Bu bazan "tek ayak" cezasına da dönüşür, ama bütün sınıf dersi değil, cezalandırılan öğrencinin tek ayak üzerinde ne kadar durabileceğini izlediği için uygulanmazdı.

Öğretmenle arasının bu kadar iyi olmasına rağmen ödevlerini ısrarla yapmadığı için aşağılanmasına, itilip kakılmasına tanık olmaktan sıkılmazdım.

Bazı öğretmenler tahtaya çektikleri öğrencinin bilgisini sınamaktan çok cehaletini sergileyip aşağılamaktan ne kadar hoşlanırlarsa, bazı öğrenciler de durumu idare edip kurtarmaktan çok, aşağılanmaktan daha çok hoşlanır gibi davranırlardı.

Bu yüzden parmağımı kaldırıp kendimi çizginin daha rahat ve huzurlu tarafına atmaya lise yıllarına kadar özen gösterdim.

Teneffüste koridorlarda beni kovalayan şişko haydutlardan biriyle, onun daha sinsi, zeki ve bütün alçaklığına rağmen gizli çizginin benim tarafımda kalacak kadar ihtiyatlı akıl hocası şimdi meleksi bir ifadeyle müziğin bulutları arasında kaybolmuş gitmiştiler.

Okuldan eve dönerken, o kadar yorgun olmama rağmen gözlerim kendiliğinden harfleri bulur ve PARANIZIN İSTİKBALİNİZİN EMNİYETİ İÇİN derdi kafamdaki makine.

Evet, sokaklarda yürürken, arada bir yere tüküren, hatta mendili de olmadığı için sümküren kişileri gördüğümüz olurdu ama İstanbul'da böyle bir buyruğun yerlere yazılmasını haklı çıkaracak kadar çok işlenen bir günah değildi bu.

İnsanın çocukluktan beri hayatının ve kendi dünyasının merkezi olarak benimsediği ve bu yüzden bütün bilgilerinin başlangıç noktası olan yerlerin aslında kısa bir zaman önce (doğumumdan yüz yıl önce) var olmadığını görmek, tıpkı öldükten sonra arkamızda bıraktığımız dünyayı görmek gibi, dayanılmayacak kadar meraklandırıcı ve sarsıcıdır.

Melling'in resimlerini yapmasından yarım yüzyıl sonra, 1843'te İstanbul'a gelen Fransız şair kitabının bir yerinde, elli yıl sonra Tünel olacak yerden, Galata Mevlevihanesi'nden bugün Taksim dediğimiz yere kadar -tıpkı benim yüz on beş yıl sonra annemin elini tutarak yapacağım gibi- yürüyüşünü anlatır.

Zaten çizdiği tabloların yeterince güçlü olmadığını hissettikçe, ikide bir "tıpkı Binbir Gece Masalları gibi" diyerek okuru tavlamak isteyen Nerval, İstanbul gezisini "sarayları, camileri, hamamları başkaları o kadar çok anlattı ki ben anlatmadım" diyerek bitirirken, yüz yıl sonra Yahya Kemal ve Tanpınar gibi İstanbul yazarlarının kulaklarına küpe olacak ve Batılı gezginlerin ağzında basmakalıp bir lafa dönüşecek bir şey söyler: "Dış görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren İstanbul'un bazı mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliği" şehri "kulislerine girilmeden" salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir.

Bu röportajı daha sonra Yahya Kemal ve Tanpınar gibi İstanbul imgesini İstanbullular için geliştirecek kişilerin gözünde önemli yapan şey ise, Gautier'nin bir yandan becerikli bir gazeteci gibi davranırken, bir yandan da arkadaşı Nerval'in öğüdünü tutup şehrin "kulislerine" girmesi, kenar mahallelere, yıkıntılara, karanlık ve pis sokaklara sokulması, yoksul ve ücra İstanbul'un, turistik manzaraları kadar önemli olduğunu okura ilk defa hissettirmesidir.

Gautier'nin kitabını çok okunaklı kılan şey, yazarın kendi- ne güveni, gözlem ve şaka yapabilme yeteneği ve acaip ve tuhaf olana karşı bir Batılı gazeteci merakı taşımasına rağmen, bunu yeri gelince çok görmüş birinin olgunluğuyla şakaya vurabilmesi kadar, onda bir ressam gözü olmasıdır.

Theophile Gautier, Hugo'nun Orientales'daki şiirlerini on dokuz yaşında okuyana kadar ressam olmayı düşlemişti.

İstanbul'un manzaralarından, görüntülerinden söz ederken daha önce hiçbir yazarın İstanbul'a uygulamadığı kadar geniş bir resim sözlüğüne başvurdu.

Galata Mevlevihanesi'nin bulunduğu düzlükten, yani dokuz yıl önce Nerval'in de sözünü ettiği ve çocukluğumda annemle çıktığımız Beyoğlu gezilerinin son noktası olan Maçka-Tünel tramvayına bindiğimiz bugünkü Tünel Meydanı'ndan Haliç'in ve İstanbul'un siluetinin görünüşünü anlatırken "Manzaranın o kadar tuhaf bir güzelliği vardı ki, insana gerçekdışı geliyordu" dedikten sonra minareler, kubbeler, Ayasofya, Beyazıt Camii, Süleymaniye, Sultanahmet, bulutlar, Haliç'in suları, Sarayburnu'ndaki servilerle kaplı bahçeler ve arkadaki "düşünülemeyecek kadar ince sedefimsi mavi gök" arasındaki ışık oyunlarını, yaptığı resmin inceliklerine hâkim bir ressamın zevki ve ne yaptığını bilen bir yazarın güveniyle öyle bir anlatır ki, bu manzarayı hiç görmemiş olan okur da zevk alır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı bir makalede Tanpınar, Türk romancılarının çevrelerindeki eşyayı görme ve anlatma konusundaki isteksizliklerini, Batılı yazarlarla karşılaştırarak örneklendirirken Stendhal'in, Balzac'ın, Zola'nın resimle ne kadar içice olduğunu, ayrıca Gautier'nin bir ressam olduğunu hatırlatır.

Ve şehrin kenar mahallelerinde, yoksul ve ücra semtlerinde yaptığı bu uzun yürüyüşün sonunda Gautier, "Dünyanın başka herhangi bir yerinde, bir yanı yıkıntılarla, diğer yanı mezarlıklarla kaplı bu üç buçuk millik yol kadar melankolik başka hiçbir yürüyüş güzergâhı yoktur," demiş.

İstanbul'un hüzünlü bir şehir olduğunu başkalarından işitmek beni niye bu kadar mutlu ediyor?

Bütün hayatımı geçirdiğim şehrimin bana verdiği duygunun hüzün olduğunu okura iyice anlatmak için niye bu kadar gayret ediyorum?

Neden Gautier ile özdeşleştirdiğim Batılıların benim şehrim, İstanbul'un hayatı ve özellikleri konusunda düşündükleri benim için, şehir için bu kadar önemli bir konu oldu hep?