Aykırı Düşünceler - 4

Süzlärneñ gomumi sanı 4296
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2153
28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
40.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
- On hecelik ölçümüz de, pek boş, pek hafif. Ne olursa olsun, isterdim ki Corneille'in Roma konulu oyunlarından birinin oynanışına, ancak Cicero'nun Atticus'a yazdığı mektupları okuduktan sonra gidesiniz. Bizim tiyatro yazarları nasıl da gösterişli tümcelerle yazarlar, bilmezsiniz. Regulus'un, Roma Senatosu'nu ve ulusunu tutsakların değiştirilmesi düşüncesinden caydırmak için verdiği söylevin yalınlığını ve gücünü anımsadıkça, bizimkilerin gösterişi beni tiksindiriyor. Bakın, bir "od"unda (38), yani ağlatı konuşmasından çok coşkunluğa ve abartmaya elverişli olan bir şiirde neler söylüyor: "Bayraklarımızı Kartaca tapınaklarında asılmış gördüm. Roma askerini, bir damlacık kana bile bulanmamış olan silahları elinden alınmış gördüm. Özgürlüğün unutulduğunu, yurttaşların kolları arkalarına bükülüp bağlandığını gördüm. Kentlerin kapılarını artlarına dek açık, altını üstüne getirdiğimiz tarlaları ekinle örtülü gördüm. Fidyeleri verilince, onlar daha yiğit olarak mı dönecekler sanıyorsunuz? Oysa bayağılığa, üstelik bir de para vereceksiniz. Erdem, aşağılıklaşmış bir ruhtan kovuldu mu, bir daha geri dönemez. Öleceğine, gidip elini kolunu bağlatandan artık yarar gelmez. Ey Kartaca! Bizim bu utancımızdan nasıl da gururlu, nasıl da görkemlisin!..."İşte sözü bu oldu. Ne yaptığına gelince, karısının ve çocuklarının kendisine sarılıp öpmesini istemedi; sanki sıradan ve aşağılık bir köleymiş gibi, kendisini buna uygun görmüyordu. Senatörlere, yalnızca kendisinin verebileceği bir öğüdü kabul ettirip de sürgün yerine döneceği ana dek, küskün bakışlarını yerden kaldırmadı ve dostlarının göz yaşlarına aldırış etmedi.
İKİNCİ
- Nasıl da yalın ve güzel. Ama asıl yiğitlik, sonradan kendini gösteriyor.
BİRİNCİ
- Hakkınız var.
İKİNCİ
- Yırtıcı bir düşmanın kendisine işkenceler hazırladığını bilmiyor değildi. Bununla birlikte, yeniden erince ve dinginliğe kavuşuyor ve eskiden, yorgunluk çıkarmak için Venafre'deki tarlalara ya da Tarento'daki yazlığa gitmek niyetiyle nasıl bir sürü adamından kolayca yakayı kurtarabiliyorsa, dönüşünü geciktirmek isteyen yakınlarından da öylece sıyrılıyor.
BİRİNCİ
- Çok güzel, şimdi elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin: Bizim şairlerimizin yapıtlarında böyle yüksek, böyle candan bir erdeme uygun edada kaç parça gördünüz? Regulus gibi bir adamın ağzında, bizim o ağlamaklı ah ve vahlarımızla Corneillece farfaralıklarımız, sizde nasıl bir etki bırakır?Bütün bunları yalnız size açabilirim. Benim böyle bir günaha girdiğimi bilseler, sokakta paramparça ederler. Benimse, şehit olmaya hiç de niyetim yok.Bir gün gelir de, dahi bir yazar, insanlara ilkçağ yiğitliğinin o yalın özünü vermeyi göze alabilirse, oyunculuk sanatı çok güçlenecektir; çünkü tumturaklı söyleme, artık bir tür ilahi olmaktan çıkacaktır.Aslında ben de duyarlılık için, iyi yürekliliğin ve hemen hemen dehadan yoksunluğun belirgin bir niteliğidir dediğimde, öyle pek sıradan olmayan bir açıklamada bulunmuş oldum. Çünkü, doğa, duyarlı bir ruh yaratmışsa, o da benimkidir.Duyarlı insan; büyük bir kral, büyük bir devlet adamı, adaletli bir adam, derin bir gözlemci ve dolayısıyla doğanın güçlü bir öykünücüsü olamayacak denli kendini diyaframının duyarlılığına bırakmıştır. Meğer ki kendini unutup ve kendinden sıyrılıp da güçlü bir düşlemgücünün yardımıyla kendi kendini yaratmış ve dikkatini, sağlam bir bellekle örnek edindiği hayaletler üzerinde tutmuş olsun. Ama, o zaman da ortada olan kendisi değildir; ona egemen olan, bir başkasının ruh ve anlayışıdır.Burada sözü kesmem gerek, ama atlamaktansa yersiz bir görüş belirteceğim için beni bağışlayacağınızı umarım. Bu, sahneye yeni çıkan bir erkek ya da kadın oyuncunun, yeteneği ve becerisi konusunda düşüncenizi bildirmek üzere evlerinde yapılan küçük bir toplantıya çağrıldığınız zaman, sanırım sizin de başınızdan geçmiş bir deneyimdir. Bu gibi durumlarda, o kadıncağızda ruh, duyarlılık ve coşku bulursunuz; kendisini övgülere ve iltifatlara boğarsınız ve evden çıkarken onda en büyük başarıların umudunu uyandırırsınız. Ama ne olur? Kadın sahneye çıkar ve ıslıkla karşılanır; siz de bu ıslıkların pek haksız olmadığını kendi kendinize söylersiniz. Bu nereden geliyor? Acaba kadıncağız, bir gün içinde mi ruhunu, duyarlılığını ve coşkusunu yitirdi? Hayır. Yalnızca, kadıncağızın evinde kendisiyle senli-benliydiniz; sözlerini, içtenlikle dinliyordunuz; o, sizin karşınızdaydı ve ikinizin arasında, karşılaştırmaya yarayacak hiçbir örnek bulunmuyordu. Sesini, tavrını, anlatımını, duruşunu beğeniyordunuz. Her şey toplantıda bulunanların sayısı ve toplantı yeriyle uyumluydu; abartıya gerek duyuracak hiçbir şey yoktu. Oysa, sahnede her şey değişti. Orada her şey büyüdüğü için, bambaşka bir kişiliğe gereksinme vardı.Seyirciyle oyuncunun hemen hemen aynı ölçüde, aynı düzeyde bulunduğu özel bir tiyatroda, bir salonda, gerçek oyun kişiliği, size pek yüce ve dev gibi gelir ve oyunun sonunda dostunuza gizlice, "Bu kadın başarılı olamayacak; pek ölçüsüz, pek aşırı!" dersiniz. Ama kadın tiyatroda başarılı olunca da, şaşırır kalırsınız. Yineliyorum, ister iyi ister kötü sayın, oyuncu sahnenin dışında, tıpkı sahnede yaptığı gibi söz söylemez, davranmaz. Orası bambaşka bir evrendir.Ama, ince ve özgün düşünceli, gerçek bir adam olan rahip Galiani (39) bana öyle önemli bir olaydan söz etti ki, bunu yine ince ve özgün düşünceli bir adam olan, Napoli Krallığı'nın Paris'teki elçisi Marki de Caraccioli'den (40) de dinledim. Bu kişilerin anlattığına göre, her ikisinin de yurdu olan Napoli'de başlıca kaygısı oyununu yazmak olmayan bir tiyatro yazarı varmış.
İKİNCİ
- Sizin oyununuz Le Père de Famille de orada çok başarılı oldu.
BİRİNCİ
- Her gün başka bir oyun oynatılması konusundaki saray göreneklerine karşın, kralın önünde arka arkaya dört kez oynandı ve seyirciler pek zevk aldılar. Ama bizim Napolili yazarın kaygısı, rollerine uygun yaşı, yüzü, sesi ve davranışları olan kimseleri toplumun içinden bulup çıkarmaktır. Kimse bunu geri çevirmeye kalkışmaz; çünkü hükümdarın eğlencesi söz konusudur. Yazar, oyuncularını, hep birlikte ve ayrı ayrı, eli altında çalıştırır. Oyun topluluğunun ne zaman oynamaya, birbirini anlamaya ve yazarın istediği olgunluk derecesine doğru yükselmeye başladığını tahmin edersiniz? Oyuncular, bu sayısız provanın yorgunluğu altında bitkin bir duruma gelince; yani bizim deyişimizle, bıkkınlık başlayınca. O andan sonra, şaşırtıcı gelişmeler elde edilir; her oyuncu rolünün kalıbına girer; bu güç çalışmadan sonra oyunlar başlar ve altı ay süreyle oynanır. Hükümdar ve uyrukları, tiyatrodan alınabilecek en büyük zevki tatmış olurlar. Sonuncu oyunda da birincisindeki gibi çok iyi oynanan böyle bir oyun, sizce, duyarlılığın etkisiyle yaratılmış olabilir mi?Aslında, inceden inceye incelediğim bu sorun, bir zamanlar Remond de Saint-Albine (41) adında kötü bir yazarla Riccoboni (42) adında büyük bir oyuncu arasında da tartışmaya yol açmıştı. Yazar, duyarlılığı savunuyor; oyuncuysa benim bakış açımı. Bu olayı, daha önce bilmiyordum, yeni öğrendim. Söyleyeceğimi söyledim, siz de beni dinlediniz. Şimdi size bu konuda neler düşündüğünüzü soruyorum.
İKİNCİ
- Sanıyorum, bu kibirli, inatçı, sert ve kuru, eliaçık doğanın kendisine gereğinden çok bağışlamış olduğu böbürlenme huyunun yalnızca dörtte birini elde tutsaydı, yine herkesi akla yakın bir oranda aşağı görebilecek olan bu adamcağız, siz kendisine kanıtlarınızı anlatmak lütfunda bulunsaydınız, o da sizi dinlemek sabrını gösterseydi, elbette verdiği yargıda biraz daha sakıngan davranırdı. Ama, felaket şu ki, adamcağız her şeyi biliyor ve her şeyi bilen bilgin niteliğiyle kendisini, başkalarını dinlemek sıkıntısının dışında sayıyor.
BİRİNCİ
- Hoş, aslında halk da kendisine öyle davranıyor ya. Madam Riccoboni'yi (43) tanır mısınız?
İKİNCİ
- Çekici, parlak, düzgün, ince ve zarif birçok yapıtlın yazarı olan bu kadını kim tanımaz ki!
BİRİNCİ
- Bu kadının duyarlı olduğunu sanır mısınız?
İKİNCİ
- Yalnızca yapıtıyla değil, yaşamıyla da ne denli duyarlı olduğunu kanıtlamıştır. Eskiden olan bir olay, az kalsın kendisini mezara götürüyordu. Aradan yirmi yıl geçtiği halde, göz yaşları henüz dinmemiş ve o yaşların kaynağı henüz kurumamıştır.
BİRİNCİ
- Pek güzel, ama doğanın yaratabileceği en duyarlı kadınlardan biri olan bu kadın, sahnede görülmüş en kötü oyunculardan biriydi. Hiç kimse, ne ondan daha iyi sanattan söz edebilir, ne de ondan daha kötü oynayabilir.
İKİNCİ
- Şunu da ekleyin ki, kendi de bunu kabul ediyor. Aslında, kendisine çalınan ıslıkları haksız bulduğu hiç görülmemiştir.
BİRİNCİ
- - Peki, sizce oyunculuğun asıl niteliği olan böyle güzel bir duyarlılığı bulunduğu halde, niçin Riccoboni bu denli kötü oynuyordu?İKİNCİ - Sanırım öteki niteliklerden o derece yoksun olacak ki, duyarlılık bu açığı bir türlü kapatamıyordu.
BİRİNCİ
- Ama kadıncağız hiç de çirkin değildi; zekası da vardı; duruşu, oturuşu pek güzeldi; sesinin hoşa gitmeyen bir yanı da yoktu. Yüzüne bakılır bir kadındı ve sözleri zevkle dinleniyordu.
İKİNCİ
- Ben de, aslında bir türlü işin içinden çıkamıyorum ya. Bildiğim bir şey varsa, o da şu: Halk hiçbir zaman kendisini tutmadı ve kadıncağız, yirmi yıl boyunca, mesleğinin kurbanı oldu.
BİRİNCİ
- Mesleğinin değil, duyarlılığının kurbanı oldu. Çünkü hiçbir zaman duyarlılığının üstüne çıkamadı. Sahnede her zaman kendi kendisi kaldığı için, halk da sürekli olarak onu aşağı gördü.
İKİNCİ
- Peki ama, siz Caillot'yu tanırsınız, değil mi?
BİRİNCİ
- Çok iyi tanırım.
İKİNCİ
- Onunla bu konuyu görüştünüz mü?
BİRİNCİ
- Hayır.
İKİNCİ
- Sizin yerinizde olsaydım, bu konudaki düşüncesini merak ederdim.
BİRİNCİ
- Ne düşündüğünü biliyorum.
İKİNCİ
- Ya. Neymiş?
BİRİNCİ
- O da tıpkı sizin gibi, dostunuz gibi düşünüyor.
İKİNCİ
- Gördünüz mü? Caillot gibi, bu işleri pek iyi bilen biri de, düşüncelerinizin karşısında...
BİRİNCİ
- Evet, öyle.
İKİNCİ
- Peki Caillot'nun bu düşüncesini nasıl öğrendiniz?BİRİNCİ - Pek zeki ve ince bir kadın olan Prenses de Galitz'in (44) aracılığıyla. Caillot, Deserteur'ü oynamıştı. Yaşamını ve sevgilisini yitirmek üzere bulunan bir adamın bütün dehşetini duymuş olduğu sahneyi bitireli çok olmamıştı. Prenses de, locasında aynı coşkuyu yaşamış bulunuyordu. Caillot locaya yaklaştı ve pek iyi bildiğiniz o güzel yüzüyle, kadına terbiyeli, incelikli ve neşeli sözler söyledi. Prenses, şaşkınlık içinde, ona:- Nasıl, siz ölmediniz mi? Ben, yalnızca sizin acılarınızı seyrettiğim halde, hâlâ bir türlü kendime gelemedim, dedi.- Hayır madam, ölmedim. Hep böyle sık sık ölseydim, halim nice olurdu? - Demek hiçbir şey duyumsamıyorsunuz, öyle mi? - Bağışlayın ama...Böylece sonu bizimkine benzeyen bir tartışmaya giriştiler. Nitekim biz de, tartışmamızı şöyle bir sonuca bağlamıyor muyuz? Ben nasıl kendi düşüncemde direniyorsam, siz de kendi düşüncenizde ayak diriyorsunuz. Prenses, Caillot'nun ileri sürdüğü kanıtları anımsamıyordu, ama şuna dikkat etmişti: Caillot, doğanın bu büyük öykünücüsü, sahnede kendisini idama götürürlerken, ölüm halinde, bayılan Louise'i oturtacağı iskemlenin iyi konmamış olduğunu görünce, bir yandan can çekişir gibi, "Ama Louise gelmiyor, benim de son saatim yaklaşıyor!" diye inliyor, öbür yandan da iskemleyi düzeltiyordu. Ama niye böyle dalgın duruyorsunuz? Ne düşünüyorsunuz?İKİNCİ - Size bir uzlaşma önermeyi düşünüyorum. Oyuncunun kendisini yitirip de oyunun ayrımında olmadığı; sahnede olduğunu ve kendi kendisini unuttuğu; kendisini Argos'da, Mykenai'de sandığı ve oynadığı rolün adamı olduğu o az görülür anları, doğal duyarlılığına verelim. Bu gibi durumlarda oyuncu ağlar...
BİRİNCİ
- Ölçülü mü?
İKİNCİ
- Ölçülü. Bağırır...
BİRİNCİ
- Yanlışsız mı?
İKİNCİ
- Yanlışsız... Öfkelenir, darılır, umutsuzluğa düşer, kendisini sarsan coşkunun gerçek düşlemini gözlerime, gerçek havasını da kulaklarıma ve yüreğime sokar; öyle ki, oyuncu beni istediği gibi alıp sürükler, ben de kendimden geçerim ve artık karşımdaki Brizard ya da Le Kain olmaktan çıkar, Agamemnon ya da Neron olur. Iıh... İşte bu anları duyarlılığa verelim de üst yanı sanatın olsun. Bence böyle anlarda da oyuncu, belki, eli kolu zincire bağlı olduğu halde özgürce davranmayı beceren bir köle gibi doğaldır. Zincir taşıma alışkanlığı, kendisine, zincirin ağırlığını ve baskısını duyumsatmaz.
BİRİNCİ
- Duyarlı bir oyuncu, rolünde, belki bu delilik hallerinden bir ya da ikisini gösterebilirse de, bu haller güzel oldukları oranda oyunun üst yanıyla uyumsuz düşer. Peki, artık o zaman oyun, sizin için bir zevk olmaktan çıkıp bir işkence olmaz mı dersiniz?
İKİNCİ
- Hayır, olmaz.
BİRİNCİ
- Ve bu uydurma ağlatı, candan sevilen bir baba ya da annenin ölüm döşeği çevresinde gözyaşı döken bir ailenin acıklı ve gerçek görünümünü gölgede bırakmaz mı?
İKİNCİ
- Hayır, bırakmaz.
BİRİNCİ
- Öyleyse ne oyuncu, ne de siz, pek kendinizden geçmiş sayılmazsınız.
İKİNCİ
- Bu ana dek beni epey sıkıntıya soktunuz. Daha da üzebileceğinizden hiç kuşku duymam. Ama, kendime bir yardımcı bulmama izin verirseniz, ben de sizi biraz sarsabilirim. Şimdi saat dört buçuk; Didon'u oynuyorlar. Gidelim de Matmazel Raucourt'u görelim. O size, benden daha iyi yanıt verir.
BİRİNCİ
- Dilerim; ama, sanmam. Lecouvreur'ün (45), Duclos'nun, De Seine'in, Balincourt'un (46), Clairon'un, Dumesnil'in yapamadığını Matmazel Raucourt mu yapacak, sanıyorsunuz? Dahası, size şunu söyleyeyim ki, bizim genç acemimiz, henüz olgunluk derecesinden uzak bulunuyorsa, bunun nedeni, duyumsamaktan kendisini alamayacak denli acemi olmasıdır. Duyumsamakta kendi kendisi kalmayı ve doğanın verdiği sınırlı içgüdüyle sanatın sınırsız incelemesini yeğlemeyi sürdürecek olursa, asla size saydığım oyuncuların düzeyine yükselemez. Doğal olarak duyarlılıkların tıktığı dar çerçeveden bir türlü kurtulamadıkları için bütün ömürlerince edalı, zayıf ve tekdüze kalmış olan Gaussin ve ötekilerin sonu, onun da başına gelecektir. Beni Matmazel Raucourt ile tartıştırmayı hâlâ istiyor musunuz?
İKİNCİ
- Elbette!
BİRİNCİ
- Sırası gelmişken, size konuşmamızın konusuyla ilgili bir olaydan söz edeyim. Pigalle'i (47) tanırdım ve evine gidip gelirdim. Bir sabah yine gittim, kapıyı çaldım. Sanatçı, elinde yontma gereciyle, gelip kapıyı açtı ve tam işliğine gireceğimiz sırada beni durdurarak; "Sizi buraya sokmadan önce," dedi, "Bana çırılçıplak güzel bir kadından korkmayacağınıza ant için." Güldüm ve içeriye daldım. Sanatçı, o sıralarda Mareşal de Saxe'ın anıtkabri üzerinde çalışıyor ve pek güzel bir aşifte de, Fransa'yı temsil edecek yontu için kendisine modellik yapıyordu. Bana bu kadın, çevresini saran o dev yontular arasında nasıl göründü, bilir misiniz? Zavallı, ufak tefek, miskin, bir tür kurbağa gibi. Sanki yamyassı olmuştu, kendisini ortadan silip süpüren o dev gibi yontulara sırtımı dönerek burun buruna gelmeseydim, bu kurbağayı ancak sanatçının uyarması üzerine, güzel bir kadın sayabilirdim. Artık bu tuhaf olayı Gaussin'e, Riccoboni'ye ve sahnede büyümesini beceremeyen öteki bütün kadınlara genişletip genişletmemek, sizin elinizdedir.Pek olanağı yok ama, bir kadın oyuncunun, olgunlaşmış bir sanatın uydurup gösterebileceği duyarlılık derecesinde bir duyarlılığı varsa, tiyatroda öykünülecek o denli çok değişik özyapı ve bir tek asıl rolde bile o denli karşıt durumlar vardır ki, bu ağlama uzmanı, iki farklı rolü güzelce oynayabilmek şöyle dursun, aynı rolün ancak kimi yerlerinde kendini gösterebilir. Böylesi, oyuncunun en densizi, en dar kafalısı ve en beceriksizi olur. Bir hamle yapmaya kalkışacak olursa, her şeyine egemen olan duyarlılığı, onu yeniden sıradanlığa çekmekte gecikmez. Böylesi, dörtnala giden dipdiri bir küheylandan çok, gemi azıya almış sıska bir beygiri andırır. Onun o geçici, birdenbire, hazırlıksız ve tutarsız enerji anı, size bir delilik bunalımı gibi gelir.Gerçekten duyarlılık, acının ve zayıflığın yoldaşı olduğuna göre, sizce acaba sevecen, zayıf ve duyarlı bir yaratık, Léontine'in soğukkanlılığını, Hermione'un kıskançlık bunalımlarını, Camille'in öfkesini, Mérope'un ana sevecenliğini, Phèdre'in sayıklamalarını ve vicdan azabını, Agrippina'nın acımasız gururunu, Clytemnestre'in azgınlığını iyice kavrayıp oynayabilir mi? Siz o sonsuz ağlayıcınıza, hüzünlü rollerimizden birkaçını bırakın ve sakın onun, bunlardan başkasıyla ilgilenmesine izin vermeyin.Çünkü duyarlı olmak başka, duyumsamak yine başkadır. Biri, ruh işidir; öbürüyse kafa... İnsan güçlü olarak duyumsar, ama anlatamaz. İnsan duyduğunu yalnızken, bir dost toplantısında, ocak başında, birkaç dinleyicinin karşısında otururken, oynarken anlatabilir de, tiyatroda bunu başaramaz. Tiyatroda duyarlılık, ruh ve coşku dediğimiz şeylerle bir iki tiradı güzelce oynayabilirsiniz; ama kalanını berbat etmeniz de kaçınılmazdır. Büyük bir rolü bütün genişliğiyle kavramak, içinde gölgeyle ışığı, yumuşağı ve zayıfı gözetmek; dingin ya da coşkun yerlerde aynı gücü göstermek; uyumun dalgalanışlarına uymakla birlikte bütününde aynı kalmak; yazarın saçmalamalarını bile kurtaracak soylu bir "inşad" (bir diyaloğu gösterişli biçimde okuma) biçemi edinmek; coşkuya kapılmayan bir kafanın, derin bir düşünme yetisinin, ince bir zevkin, güçlüklerle dolu bir inceleme sürecinin, uzun bir deneyimin ve öyle herkeste pek bulunmayan sağlam bir belleğin işidir. Yazarlar için pek gerekli olan qualis ab incepto processerit et sibi constet kuralı, oyuncular için de harfi harfine uyulması gereken bir kuraldır. Kulisten, oyununu tasarlamadan ve rolünü kafasına işlemeden çıkan oyuncu, bütün yaşamınca acemiliğini duyacaktır. Cesareti, yeteneği olan; kolay ve güzel söz söyleyebilen oyuncu, kafasının çevikliğine ve meslek alışkanlığına güvenirse, coşkunluğu ve taşkınlığı sayesinde gözünüze girecek ve nasıl resimden anlayan biri, içinde her şeyin gösterilip de hiçbir şey üzerinde karar kılınmamış bir resim taslağına gülümserse, siz de onun oyununu öyle alkışlayacaksınız. Böylesi, kimi zaman panayır zamanında Nicolet'de (48) görülen garip yaratıklara benzer. Olasılıkla, bu deliler oldukları gibi kalmakla, yani birer oyuncu taslağı olmayı sürdürmekle iyi ediyorlar. Daha çok çalışma, kendilerinde olmayanı vermedikten başka, olanı da ellerinden alır. Onlar, neyseler odur; bu taslakları, kalkıp da, tamamlanmış bir tablonun yanına koymayın.
İKİNCİ
- Size sorulacak bir tek şey kaldı.
BİRİNCİ
- Buyurun.
İKİNCİ
- Başından sonuna dek iyi oynanmış bir oyun gördünüz mü hiç?
BİRİNCİ
- Vallahi, pek anımsamıyorum. Ama durun... Evet, gördüğüm oldu, orta halli oyuncuların oynadığı, orta halli bir oyunda bunu gördümdü...Bizim iki ahbap tiyatroya giderler, ama yer bulamadıklarından Tuilleries'ye saparlar. Bir süre sessizce gezinirler. Birlikte olduklarını unutmuş gibidirler. Her ikisi de, sanki yalnızmış gibi kendi kendine söylenir. Biri yüksek sesle söylenmektedir, öbürü o denli alçak sesle konuşur ki, sesi duyulmaz. Ama arada sırada ağzından kaçırdığı tek tük belirgin sözcüklerden, kendisini tartışmadan yenilmiş olarak çıkmış saymadığı kolayca kestirilir.Benim anlatabileceklerim, yalnızca o aykırılıklardan hoşlanan adamın düşünceleridir. Bunları da, bağlantıya yarayan ara sınırları kaldırılıp atılmış bir söylenmede nasılsa, öylece dağınık ve dikişsiz olarak sunuyorum:Yerine duyarlı bir oyuncu bulup koysunlar da işin içinden nasıl çıktığını görelim. Oysa kendisi ne yapıyor? Ayağını parmaklığa dayıyor, çorap bağını düzeltiyor ve başını omzundan şöyle bir çevirerek, aşağılayıcı gözlerle baktığı saray adamına yanıt veriyor. Böylece, duruma bir anda uyan bu soğukkanlı ve olağanüstü oyuncudan başka herkesi şaşırtacak olan böyle bir olay, bir deha yapıtı oluyor.(Comte d'Essex ağlatısındaki Baron'dan söz ediyordu, sanıyorum. Sonra gülümseyerek ekledi.)Öyle ya, bizimki yine, sevgilisinin kucağına hemen hemen ölüm durumunda yaslanıp da bakışları, üçüncü kat localarının birinde hüngür hüngür ağlayan ve üzüntü içindeki yüzü tümüyle gülünç bir biçimde buruşan yaşlı bir savcıya çevrilince, sanki boğazında tıkanıp kalan bir iniltinin süreğiymiş gibi yanındakine, "Kuzum şu yukarıdakinin suratına bak!" diye mırıldanan kadın oyuncuyu da duyarlı sanacaktır, eminim... Hadi oradan canım! Hadi oradan efendim! Pek iyi anımsıyorum, bu işi Zaire'de Gaussin yapmıştı.Hele sonu pek acıklı olan o üçüncüsü! Kendisini tanıyordum, babasını da bilirdim. Babası beni, arada sırada, borusuna birkaç söz üfleyeyim diye çağrılardı. (49)(Burada yargıç Montmenil'den söz edildiği kesindir.)O, saflığın, iyi ahlakın ta kendisiydi. Kendi doğal özyapısıyla olağanüstü oynadığı İkiyüzlü'nün özyapısı arasında bir benzerlik mi vardı? Hayır. O boyun tutukluğu, gözlerin öyle fırıl fırıl dönmesi, o pek tatlı ve edalı dille ikiyüzlü rolünün öteki bütün inceliklerini acaba nereden bulmuştu? Aman, vereceğiniz yanıta dikkat edin. Gözüm sizde! - Doğaya inceden inceye öykünmekte.- Doğaya inceden inceye öykünmekte mi? Göreceksiniz ki ruhun duyarlılığını en iyi gösteren dış belirtiler, tıpkı ikiyüzlülüğün dış belirtileri gibi, doğada bulunmamaktadır. Bunlar doğada incelenemez ve yüksek yetenekli oyuncu, bunları yakalamakta da, bunlara öykünmekte de aynı güçlüklerle karşılaşır! Dahası, şimdi kalkıp da ruhun bütün artamları arasında duyarlılığa daha kolay öykünülebildiğini ileri sürersem ne olacak? Çünkü yüreğinde duyarlılığın bir zerresi bile bulunmayacak, bunun ne olduğunu bilmeyecek, duymayacak denli kalpsiz ve duygusuz bir tek insan bile yoktur. Elisıkılık, güvensizlik gibi öteki bütün tutkular konusunda hiç böyle birşey ileri sürülebilir mi? Acaba duyarlılık, en yetkin bir araç mıdır?Şöyle diyeceksiniz: Duyar gibi yapan insanla gerçekten duyan insan arasında, öykünmeyle asıl arasındaki ayrım vardır. - Ben de size, ne iyi, ne iyi, diyeceğim. Birinci durumda, oyuncunun kendi kendisinden sıyrılmasına gerek kalmıyor; birdenbire, bir sıçrayışta ülküsel örneğin düzeyine çıkabiliyor. - Birdenbire, bir sıçrayışta mı? - Deyim üzerinde beni üzüyorsunuz. Demek istediğim şey şu: Oyuncu, kendi içindeki küçük örneğe takılıp kalmadığı için, duyarlılığa da, tıpkı elisıkılık, ikiyüzlülük, hileci olmama ve kendisinin olmayan herhangi bir özyapı ve kendisinde bulunmayan herhangi bir tutku gibi, şaşırtıcı ve yetkin olarak öykünebilecektir. Yaradılışı gereği duyarlı olan kimse, bunu ancak küçük bir oranda, küçülterek yapabilir. Ötekinin öykünmesiyse çok güçlüdür. Ya da, hoş ben kesinlikle kabul etmem ya, her ikisinin öykünmesi aynı derecede güçlü olsa bile, biri kendine tümüyle egemen, hep incelemeye, düşünmeye dayanarak oynadığı için, günlük deneyimin de gösterdiği gibi yarısı kendiliğinden, yarısı incelemeyle; yarısı bir örneğe göre, yarısı da kendisine bakarak oynayandan çok daha derli toplu olacaktır. Bu iki tür öykünme, ne denli beceriyle birbiri içinde erirse erisin, ince görüşlü bir seyirci, bunları, değişik iki biçemi birbirinden ayıran çizgiyi ya da önün başka, arkanın yine başka bir örneğe göre yapıldığını bulup çıkaran deneyimli sanatçıdan çok daha kolay ayırt eder. - İşinin eri oyuncu, kafayla oynamayı bırakıp da kendini unutur, yüreğini coşkuya kaptırır, kendini duyarlılığına bırakırsa, bizleri kendimizden geçirir. - Belki.- Bizi hayranlıkla coşturur. - Olanaksız değil. Ama kendi oyun ve diyalog biçeminden dışarıya çıkmamak ve birliğin yitmemesi koşuluyla. Yoksa, "Adam çıldırdı!" dersiniz.. Evet, bu koşullarda güzel bir an yaşarsınız, hak veririm; ama güzel bir anı, güzel bir role yeğler misiniz? Siz yeğlerseniz yeğleyin; ama, ben yeğlemem."Bu sırada aykırılıklardan hoşlanan adam sustu. Nereye gittiğini bilmeden, geniş adımlarla geziniyordu. Sağdan sola, önüne çıkan adamlara, kaçınmasalardı az kalsın omuz vuracaktı. Sonra birdenbire durarak, arkadaşını kolundan sıkı sıkı yakaladı ve ona dingin bir edayla: - Dostum, dedi; üç örnek var: Doğanın insanı, yazarın insanı ve oyuncunun insanı. Doğanın insanı, yazarınkinden küçüktür; büyük oyuncunun insanıysa, hepsinin en büyüğü ve en abartılısıdır. Oyuncunun insanı, yazarınkinin omuzlarına çıkar ve ruhu olduğu sazdan büyük bir mankenin içine yerleşir; bu mankeni, kendi yapıtı olduğunu seçemeyen yazarı bile korkutacak biçimde devinime geçirir ve bizleri, sizin pek güzel söylediğiniz gibi, çocuklar nasıl kısa ve küçük gömleklerini başlarının üzerine kaldırıp hayalet gibi boğuk ve korkunç sesler çıkararak birbirlerini korkuturlarsa, öylece ürkütür. Gravür olarak basılan çocuk oyunlarını (50) bilmem hiç gördünüz mü? Bunların birinde, bir çocuk vardır; yüzüne kendisini tepeden tırnağa dek gizleyen çirkin ve yaşlı adam maskesi takmış, yürür ve korkudan ödleri patlayarak kaçan küçük arkadaşlarına maskenin altından kıs kıs güler. Bu yumurcak, oyuncunun gerçek simgesidir; arkadaşlarıysa seyircinin simgesi... Bir oyuncunun, ancak şöyle böyle bir duyarlılığı varsa ve bütün becerisi de buysa, kendisini şöyle böyle bir adam mı sayacaksınız? Aman dikkat edin, size yine bir tuzak kuruyorum. - Ya olağanüstü bir duyarlılık sahibiyse, bundan ne çıkar ki? - Ne mi çıkar? Böylesi, ya hiç oynamaz ya da oynarsa gülünç olur. Evet, gülünç olur, kanıtını da ne zaman dilerseniz, bende görebilirsiniz. Biraz acıklı bir öykü anlatmayagöreyim, hemen yüreğim burkulur, kafam karışır, dilim güçlükle döner, sesim değişir, düşüncelerim dağılır, sözüm yarıda kalır; kekelerim, durumumun farkına varırım, yanaklarımdan yaşlar akar ve susarım. - Ama bu durumunuz pek hoşa gider... - Bir dost toplantısında belki... Tiyatroda olsa beni yuhalarlar. - Neden? - Çünkü herkes, gözyaşı görmek değil, gözyaşları döktürecek güzel sözler dinlemek için gelir de ondan. Çünkü bu doğadan çıkma gerçek, insanların düzenlediği gerçeğe uymaz da ondan. Daha açayım: Demek istediğim şu ki, yazarın ne oyun biçemi, ne eylemi, ne de sözleri benim kısık, kesik ve hıçkırıklı söz söyleme biçemime uymaz. Görüyorsunuz ya, doğaya, hem de güzeline, gerçeğe pek yakından öykünmeye olanak yok; içine tıkılıp kalmak gereken sınırlar var. - Peki bu sınırları kim koymuş? - Bir yeteneğin diğer bir yeteneğe zarar vermesini istemeyen sağduyu. Kimi zaman oyuncunun kendini yazara feda etmesi gerekir. - Ama ya yazarın kompozisyonu buna uygunsa ? - O zaman da, sizinkinden tümüyle farklı, bambaşka bir ağlatıyla karşılaşırsınız. - Peki bunda ne kötülük var? - Ne kazanacağınızı pek bilmem, ama neler yitireceğinizi pek güzel kestirebilirim.Burada aykırılıklardan hoşlanan adam, ikinci ya da üçüncü kez dostuna yaklaştı ve:- Şimdi size anlatacağım nükte, dedi, öyle pek ince değildir; ama hoştur ve yeteneğini herkesin onayladığı bir kadın oyuncunun nüktesidir. Gaussin'in sözüne ve durumuna bir benzetmedir. Bizim oyuncu da, Gaussin gibi birinin, Pillot-Pollux'ün kolları arasına yığılmış, bana kalırsa can çekişmektedir. Ama yine sahne arkadaşına alçak sesle şunu fısıldar: "Aman Pillot, ne pis kokuyorsun!"Bu nükteyi, Telaire rolünde Arnould yapmıştır. Peki, o anda Arnould gerçekten Telaire değil miydi? Hayır, Arnould'ydu; her zamanki gibi Arnould. Ne yapsanız, oyuncu umarsız kalıp da egemenliği altına girerse her şeyi bozacak olan bir özelliğin ara derecelerini bana beğendiremezsiniz. Ama, varsayalım ki yazar sahneyi tiyatroda, sanki ben onu bir dost toplantısında anlatıyormuşum gibi senli-benli ve doğal söylensin diye yazmış olsun. Böyle bir sahneyi kim oynayabilir? Kimse, hiç kimse, oyununa en egemen bir oyuncu bile. Bir kez başarıyla oynansa bile, bin kez bozulur. Görüyorsunuz ya, başarı ne kadarcık şeye bağlı!.. Şu son düşünce biçimim size pek sağlam gelmiyor, değil mi? Öyle olsun. Ama ne de olsa, şişimizi biraz indirmek, üstüne tünediğimiz tahta ayakları ucundan birkaç parmak kesmek ve her şeyi, hemen hemen olduğu gibi bırakmak sonucunu çıkarmam gerek. Böyle olağanüstü bir doğa gerçeğine erişecek dahi bir yazara karşılık, sürü sürü soğuk ve yavan öykünücü ortaya çıkacaktır. Yavan, usandırıcı ve tiksindirici olmayı göze almadan, doğanın yalınlığının altına bir parmak bile inilemez. Siz de böyle düşünmüyor musunuz?
İKİNCİ
- Hiçbir şey düşündüğüm yok. Sizi dinlemedim ki.
BİRİNCİ
- Nasıl? Tartışmıyor muyduk?
İKİNCİ
- Yoo!
BİRİNCİ
- Şaşırtıcı! Ne yapıyordunuz öyleyse?
İKİNCİ
- Düşleme dalmıştım.
BİRİNCİ
- Ne düşlemi?
İKİNCİ
- Şuna: Sanırım Macklin (51) adında bir İngiliz oyuncu, Garrick'den sonra Shakespeare'in Macbeth'indeki bilmem hangi rolü oynamak küstahlığından dolayı seyircilerden (o gün ben de tiyatrodaydım) özür diledikten sonra, anlattığı başka şeyler arasında, oyuncuları yazarın dehasına ve esinine bağımlı kılan izlenimlerin kendisine pek zarar verdiğini de söylemişti. Bunu nasıl açıkladığını şimdi anımsayamıyorum, ama ileri sürdüğü kanıtlar pek inceydi. Nitekim halk da bunu anladı ve pek beğendi. Merak ederseniz, bu kanıtları Quintilien adıyla Saint-James Chronicle'de yayınlanmış bir mektupta bulabilirsiniz.
BİRİNCİ
- Demek ben, uzun süre kendi kendime söylenip durmuşum.
İKİNCİ
- Olur a, nitekim ben de, uzun süre kendi kendime düşleme dalmışım. Eskiden oyuncuların, kadın rollerine çıktıklarını bilir misiniz?
BİRİNCİ
- Bilirim.
İKİNCİ
- Aulus-Gellius (52) Nuits attiques'inde anlatır: Polus adında biri, Elektra'nın yas giysisine bürünmüş, sahneye Orestes'in vazosuyla çıkacağı yerde, içinde bir süre önce yitirdiği kendi oğlunun külleri bulunan vazoya sarılarak çıkmıştı. Oyun o zaman, artık sıradan bir oyundan, geçici bir tiyatro acısından başka bir şey oldu; bütün seyirciler hüngür hüngür ağladı ve inledi.
BİRİNCİ
- Peki siz Polus'un, sahnede o anda, tıpkı evindeymiş gibi konuştuğunu mu sanıyorsunuz? Hayır, olamaz. Gerçek olduğundan asla kuşku duymadığım bu olağanüstü etkiyi yapan yapan şey, ne Euripides'in şiiri, ne de oyuncunun oynayış biçemidir. Ancak kendi oğlunun vazosunu gözyaşlarıyla yıkayan karayazılı bir babanın görünümüdür. Polus, belki sıradan bir oyuncudan başka bir şey değildi. Nitekim Plutarkhos'un söz ettiği Æsopus da kesinlikle öyledir. Yazarın anlattığına göre, bu adam "bir gün sahnede, kardeşi Thyestes'den nasıl öç alacağını düşünüp taşınan Atreus rolünü oynarken, hizmetçilerinden birinin, ansızın önünden koşarak geçeceği tutar ve Æsopus, Kral Atreus'un o korkunç hırsını canlı olarak temsil etmekte gösterdiği coşkunluk ve taşkınlıkla kendinden geçerek elindeki krallık asasını herifin kafasına öyle bir güçle indirir ki, adamcağız hemen oracıkta ölüverir". Bu Æsopus, yargıcın o an Tarpeien dağına göndermesi gereken bir zırdeliydi.
İKİNCİ
- Yargıç da sanırım bunu yapmıştır.
BİRİNCİ
- Ben sanmam. Romalılar büyük bir oyuncunun yaşamına ne denli özen gösterirlerse, sıradan bir kölenin yaşamına da o denli aldırış etmezlerdi. Ama derler ki, bir aytaç kızıştığı zaman, öfkelendiği zaman, daha iyidir. Ben bu düşüncede değilim. Bence, öfkeye öykündüğü zaman, yetkinliğe ulaşır. Oyuncular, öfkelendiklerinde değil, öfke rolünü güzel yaptıklarında seyircileri etkilerler. Mahkemelerde, meclislerde, kısaca zihinlerde egemen olunmak istenen her yerde, kimi zaman öfkeye, kimi zaman korkuya, kimi zaman acımaya öykünülür ve böylece çevredekiler bu değişik duygulara çekilmek istenir. Tutkunun yapamadığı şeyi, iyi bir tutku öykünmesi yapabilir.Toplum yaşamında da filan adamın büyük bir oyuncu olduğu söylenmez mi? Bununla, o adamın duyumsamak yeteneğinde olduğu değil, tersine hiçbir şey duymadığı halde, duyar gibi görünmekteki becerisi anlatılır. Bu rol, oyuncunun rolünden çok daha güçtür; çünkü böyle bir adam, oyuncudan fazla olarak, söylenecek sözleri de kendi bulacaktır; böylece hem yazarın, hem de oyuncunun işini tek başına yapacaktır. Yazar sahnede, oyuncunun toplum yaşamında gösterdiği yatıklıktan daha iyisini gösterebilir. Ama oyuncunun sahnede sevinci, üzüntüyü, duyarlılığı, hayranlığı, kini, sevecenliği, pişkin bir dalkavuğa üstün bir yetkinlik ve beceriyle uydurabileceğini sanır mısınız?Ama vakit geç oldu; yemeğe gidelim.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
  • Büleklär
  • Aykırı Düşünceler - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3992
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2040
    28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Aykırı Düşünceler - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4319
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2169
    29.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Aykırı Düşünceler - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4089
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2123
    28.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Aykırı Düşünceler - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4296
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2153
    28.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.