Sakıncalı Piyade - 5

Общее количество слов 3903
Общее количество уникальных слов составляет 2129
29.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
42.2 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
49.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
Boy boy, renk renk, çeşit çeşit mollalar vardır. «Molla bozuntusu», mollalık işlevini yerine getiremeyen, yozlaşmış molla demektir.
Anayasa sosyalizme açık mı, kapalı mı, pek bilinmiyor amma, mollalık Anayasaya aykırıdır. Molla bozuntuluğu ise, büsbütün Anayasa'ya ters düşmektedir. Mollalık ile sosyalizm arasında bir ilişki yoktur.
«Bir molla bozuntusu» kavramı, ülkemizde Anayasa'ya aykırı olan mollaların «manevî şahsiyetini» simgelemektedir.
İşbu nedenle, Başbakan Demirel'in durup dururken, «bana molla bozuntusu diyorlar» yollu yakınmasının, hukukça hiçbir anlamı yoktu.
Halk arasında yaygın bir deyiş vardır. Bazı tutum ve davranışlarında hafiflik göze çarpanlara «ağır ol da molla desinler» biçiminde sözler söylenir.
İlhan Selçuk'un yazısındaki «molla bozuntusu» her kim ise, molla olmayıp, «molla bozuntusu» olmasına rağmen, bu davaya hiç karışmamıştır.
Sonunda Yargıtay, kararı bir başka gerekçeyle bozdu ve «molla bozuntusu davası» da böylece unutulup gitti.
Ben de o günden bu yana merak eder dururum:
«Yahu, kim bu molla bozuntusu?»
OLUMSUZ SİCİL...
12 Mart Muhtırası'nın bütün hızıyla çarptığı insanların başında genç subaylar gelir. İstanbul'da, Orgeneral Faik Türün'ün emriyle, 83 deniz subayı, ölüm cezası istemiyle mahkemeye verilmişti.
Yapılan yargılamalar sonunda bu genç subayların hepsi de beraat etti. Genç subayları beraat ettiren mahkeme, bu karardan sonra, Orgeneral Türün'ün emriyle kapatılıverdi. Yargıç Albay Remzi Şirin ve Yargıç Yarbay Refik Karadağ da, hemen İstanbul dışında başka görevlere verildiler. «Türk ulusu adına» karar veren mahkeme, bir bakıyorsunuz, kimin adına karar verdiği pek kestirilemeyen bir Faik Türün ya da Ferit Melen'in emriyle kaldırılıveriyor.
Mahkûmiyet kararı verirseniz, iyi: Yargıç Albay Saadettin Üçüncüoğlu gibi, hemen Genelkurmay Mahkemesi'-ne atanırsınız. Mahkûmiyet kararı istiyen savcı mısınız? Yine yeriniz bellidir. Askerî Savcı Baki Tuğ gibi, hep Ankara'da kalırsınız.
Remzi Şirin gibi, Refik Karadağ gibi yargıçsanız, bu arada tutuklanmadığınıza dua edeceksiniz.
Bir genç subay, belirli istihbarat örgütlerince «mim-lenmişse», artık kurtuluş yoktur onun için: Önce mahkemeye verilecektir. Tutuklanacaktır. Yargılama sonunda mahkûm olursa, Silâhlı Kuvvetlerle ilişkisi kesilecektir.
Ya beraat ederse?
Beraat ederse, onun da bir kolayı vardır: Subay Sicil Yönetmeliğine göre, «yasa dışı görüşleri benimsemiştir» gerekçesiyle, doğru emeklilik.

Kara, Hava ve Deniz subayları arasında yüzlerce genç subay, sudan gerekçelerle Ordu'dan çıkarıldı. Bunlardan bir kısmı, aç kaldı. Kimse, bu genç subaylara iş vermedi. Üstelik, CHP-MSP döneminde çıkartılan 12 sayılı kararname, bu subayların, yeniden devlet görevine alınmasını da yasaklamaktaydı.
İşin tersliğine bakın: Eğer, bir kimse, mahkûm olup da, af yasasıyla affedilirse, suç, bütün hüküm ve sonuçlarıyla kaldırılacağı için, bu kişi, her türlü kamu hakkını elde edecektir. Fakat, mahkûm olmayıp da beraat ederse, af yasasının kapsamına girmediği için, örneğin, kamu görevine alınmayacaktır. Çünkü, bunu önleyen 12 sayılı kararname kapı gibi, önlerinde durmaktadır.
Ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Suç işleyen, mahkûm olan, beraat edenden daha ayrıcalıklı duruma girmektedir.
Bu, ancak Türkiye gibi, demokratik hukuk devletinin bütün koşullarıyla uygulandığı ülkelerde olmaktadır.
Bu uygulamanın bir ilginç örneğini, emekli Binbaşı Yılmaz Can olayında yaşadık:
Yılmaz Can, 12 Mart'a gelindiğinde, Ankara Zırhlı Birlikler Tümeninde Tank Binbaşı olarak görev yapmaktaydı. Binbaşı Çan'ın 12 Mart 1971 tarihine gelinceye kadar bütün sicilleri olumluydu.
12 Mart Muhtırasıyla birlikte. Binbaşı Yılmaz Çan'a da yol görünmüştü. Binbaşı Can, 12 saat içinde Ankara'yı terk etmek kaydıyla, Edirne'ye sürülmüştü. Edirne'de, «esas duruşu iyi değildir» denilerek, 20 gün hapse mahkûm olduktan sonra. Yılmaz Çan'ın ne olacağı belli olmuştu.
Hemen emeklilik.
Emeklilik iyi, hoş da, bir kötü yanı var. Binbaşılıktan emekli olan Yılmaz Can, belirli hizmet süresini doldurmadığı için, emeklilik aylığı alamamaktadır. Emeklilik aylığı alabilmesi için yedi-sekiz ay, bir kamu kuruluşunda çalışması gerekmektedir.
İş bul, bulabilirsen.
12 sayılı yasa gücünde kararname, «sicil yoluyla
emekli olanlar kamu hizmetine alınamaz» diyor. CHP -
MSP döneminde. Yılmaz Çan'ın çalmadığı kapı kalmadı.
Fakat bütün kapılar yüzüne kapanıyordu. En sonunda.
Köy işleri Bakanlığı Yol Su Elektrik Genel Müdürü Azi
met Köylüoğlu, Yılmaz Çan'a Genel Müdürlükte bir iş
verdi. Tam bu sırada. Cephe iktidarı gelmez mi? Neyse,
Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay, Yılmaz Çan'a.
Belediye'de bir iş buldu da, emeklilik süresi böyle tamam
lanabildi.
Yılmaz Can, Silâhlı Kuvvetler'den çıkarıldıktan sonra, Ankara Hukuk Fakültesi'ni de bitirmiş, avukatlık stajını tamamlamış ve avukatlık ruhsatı almak için, Adalet Ba-kanlığı'na başvurmuştu.
Adalet Bakanlığı, Yılmaz Çan'a, «sen, sicil yoluyla emekli olmuşsun. Avukatlık bir kamu hizmetidir. Sen avukatlık yapamazsın» yollu bir karşılık vermez mi?
Yılmaz Can bir yandan Danıştay'a dava açarken, bir yandan da iş arıyordu. Ve düşünüyordu:
«Keşke suç işleseydim.»
Suç işleseydi, iş bulması kolaydı. Af yasası, suçları, bütün sonuçlarıyla affediyordu. Hükümlülerin kamu hizmetlerinde çalıştırılmalarına ilişkin yasa hükümleri vardı. Bu yasalara dayanarak, bir kamu hizmetine girebilirdi.
Şimdi öyle mi ya?
Binbaşı Yılmaz Can. kendisine Azimet Köylüoğlu iş verinceye kadar, işsiz güçsüz, sokaklarda dolaştı. Üstelik, Hukuk Fakültesi'ni de bitirmiş, avukat olmuştu. Avukatlık da yasaktı kendisine.
Sonra, Danıştay, Yılmaz Çan'a avukatlık ruhsatı vermeyen Adalet Bakanlığı işlemini iptal etti. Böylece Yılmaz Can, hem avukatlık ruhsatını aldı, hem de, Ankara Belediyesinde çalışarak emeklilik süresini tamamladı.
Şimdi Akçay ilçesinde avukatlık yapmaktadır.
Emekli Teğmen Nazım Ata'nın karşılaştığı işlemler de oldukça ilginçtir.
Nazım Ata, Ankara'da 28'inci Tümen'de görevliyken, bazı «sayın muhbir vatandaşlar» tarafından ihbar edilir. Devir 12 Mart devridir. Genç teğmen, hemen tutuklanır.

Suçlarının arasında, ikisi çok ilginçtir. Birisi, «sosyalist düzende müteahhitliğin bulunmadığını» söylemesi, ikinci suç da, klâsik müzik dinlemesidir.
«Hiç, insan klasik müzik dinlediği için komünist sayılır mı?» diye düşünmeyin. Teğmen Nazım Ata, Gürbüz Özdemir adlı bir yüzbaşıyla, Hüseyin Akdağ adlı bir yedek asteğmen tarafından ihbar edilmişti. Yüzbaşı Gürbüz özdemir'in ihbarı şöyleydi: •
— Teğmen Nazım Ata, Şopen falan dinlermiş...
Şopen de acaba Marksist - Leninist miydi?. Şopen'in
«kimlik tesbiti» yapılırdı, fakat şu «falan» kimdi? Belki bu teğmen, «falan» adlı kompozitörü dinleyerek komünizm propagandası yapmıştı?
— Şopen falan dinlermiş...
Nazım Ata, emekliye ayrıldıktan sonra, ihbarı yapan Yüzbaşı Gürbüz özdemir aleyhine tazminat davası açtı. Ankara 14 üncü Asliye Hukuk Yargıcı Turgut Kaya Ülkü. dosyada belgeleri okuyup, tanıkları da dinledikten sonra, geçenlerde 1976/77 esas sayılı kararıyla, ihbarcı yüzbaşıyı tazminat ödemeye mahkûm etti. Gerekçeden bir bölüm okuyalım:
«Davalı yüzbaşı Askerî Savcıya verdiği 13.8.1971 tarihli ifadesinde, davacının batı müziği dinlediğini görünce, bu komünist müziği niye dinliyorsun, diye sorduğunu bildiriyor ve ben batı müziği anlamam, Şopen falan dinliyormuş şeklinde Harp Okulu mezunu yüzbaşıdan beklenmeyecek derecede bilinçsiz ifade vermektedir...»
Nazım Ata, yargılamalar sırasında, hem Sıkıyönetim Mahkemesinden, hem de Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinden ayrı ayrı beraat kararları alır amma, kim dinler beraat kararlarını?
Nazım Ata'nın, Askerî Yüksek .İdare Mahkemesi'ne açtığı dava red ile sonuçlanır. Sadece üç üye karara katılmamıştır. Bunlar: Jandarma Albayı Necati Kartal, Yargıç Albay Kemal Okumuşoğlu ve Yargıç Albay Mustafa Şahin'di. Bu üç üye, red kararına karşı çıkarken, «elbet-teki, davacının bir vatandaş olarak yurt ve dünya sorunları hakkında özel düşünceleri olabilir» demektedirler.

Nazım Ata'nın emekliliğine yol açan belge, hakkındaki olumsuz sicildir. Genç teğmen tutuklandıktan sonra, Tuğgeneral Cavit Erol, Nazım Ata'nın siciline «Orduda kalması caiz değildir» kaydı düşer. Bununla da yeti-nilmez, daha önce verilen olumlu sicillerin üstü silinerek, sicil dosyası baştan aşağı bozulur. Bu yasa dışı sicil bozma işlemi, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Kanun Sözcüsü Yargıç Albay Hikmet Burat tarafından ortaya konur amma, o da sözünü dinletemez.
«Sosyalist düzende müteahhitlik olmadığını» söylemek ve de «klasik müzik dinlemekten» sanık teğmen, aldığı iki beraat kararına rağmen, Silâhlı Kuvvetlere dönemez.
Bu ihbarlar neden yapılmış, nasıl destek görmüştü? Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler'in 2 Kasım 1971 gün ve PER: 3059-13-71 DİSİPMOR I. Ks. (31-34) - 256 sayılı emrini okursak, o günlerin koşullarını çok daha yakından bir kez daha yaşarız.
Orgeneral Gürler, Uğur Semerci adlı bir üsteğmenin tutuklanmasını sağlayan «sayın muhbir vatandaşlar» ile ilgili olarak şu «kutlama mesajını» yayınlamıştır:
1 — Üstğm. Uğur Semerci, 1965-12'nin Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'nce «komünizm propagandası yapmak ve kanunun cürüm saydığı bir fiili açıkça övmek» suçundan tutuklanmasını, yaptıkları mevsuk ihbarlarla sağlayan, K.K. Havacılık Okulu kursiyerlerinden aşağıda kimlikleri yazılı kişilere bu vatansever hareketlerinden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiririm.
2 — Milletimizin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını amaç edinmiş, Cumhuriyete ve demokrasiye bağlı, komutanlarına inanmış Silâhlı Kuvvetlerimiz içerisinde, az da olsa menfî düşünceliler çıkabilir. Bu gibilerin derhal ve en yakın komutanlara bildirilmesinin bir vatanseverlik borcu olduğunu, bu vesile ile K.K. mensuplarına bir defa daha hatırlatmayı faydalı görmekteyim.
3 — İlgi (a) emir ve 1 ve 2'nci maddelere çıkartılmıştır. Emrin toplu olarak subay ve astsubaylara okunmasını arz ve rica ederim...

Üsteğmen Uğur Semerci'yi ihbar eden subayların adları da şöyleydi: Yüzbaşı Adil Bozkurt, Üsteğmen Sefer Bilgin, Üsteğmen Başar Çulha, Üsteğmen İlhan Efe, Üsteğmen Naci Gökalp.
Uğur Semerci de yapılan yargılama sonunda beraat etti. Ama, hapis yattı, aç kaldı, işsiz kaldı. Silâhlı Kuvvetlere dönmesi de artık olanaksız. Çünkü sicili bozulmuş. Beraat neye yarar?
Bunlar, 12 Mart hukukunun genç subaylar üzerinde nasıl uygulandığını kanıtlayan rastgele seçilmiş örneklerdir.
Baskı döneminde, «olumsuz sicil» kapalı kapılar ardında, emirlerle oluşturuluyor. Fakat, bu baskı dönemi geçince, gerçek sicilleri kamuoyu veriyor.
Muhbirler başları dik dolaşabiliyor mu?
VUKUATIM YOKTUR KOMUTANIM
Kim ne derse desin, ben, Cezaevi Müdürü Tank Albay Mehmet Kemal Saldıraner'in çok düşünceli bir adam olduğu kanısındaydım. Saldıraner'in çok düşündüğü, her halinden belli olurdu.
Saldıraner, düşünmek İçin, cezaevi koridorunu seçerdi. Başı önünde, elleri arkada, koridoru bir başından öbür başına kadar adımlar, sonra yeniden döner, bu arada, Anayasa'nın 20'nci maddesiyle kendisine tanınan düşünce özgürlüğünden, gerektiği gibi yararlanırdı.
— Kore'de, komünistlere şöyle bir bakar, ulan sizi
bize sayıyla mı verdiler der, basardık kurşunu. Bakın si
ze insanca davranıyoruz...
Dediğim gibi, düşünceli adamdı. Yoksa, tıpkı Kore'deki gibi, bizleri de kurşuna dizerlerdi. Kurşuna dizilmediysek, bunu Saldıraner'in ince düşüncesine borçluyuz.
— Ne farkınız var sizin Kore'deki komünistlerden?
Var herhalde, Kore'deki komünistler, ufak tefek çekik
gözlü, burada komünist sayılanlar, Kore'li komünistlere hiç benzemiyor. Biçim farkı var önce.
Bir gün bahçede havalandırmadayız. Volta atıyoruz, yani, bir aşağı, bir yukarı dolaşıyoruz. Birdenbire makineli tüfek sesi duyduk. Bir kaçışma başladı. Albay Saldıraner de bahçeye fırladı:
— Ne oluyor, ne var?
Sonradan öğrendik. Saldıraner, silâh seslerini duyduğu sırada, traş oluyormuş. Hemen yerinden fırlamış:
— Beni vuruyorlar...
Meğer, cezaevini çevreleyen, nöbetçilerden biri, silâhın tetiği ile oynarken, namlu ateş alıvermiş. Kurşunlar, cezaevinin çatısında kiremitlere saplanıp kalmıştı. Yani, açıkçası gürültüye gidiyorduk. Bizleri, Cezaevi Müdürüne
sayı ile verdikleri için. Albay Saldıraner de heyecanlanmıştı. Az kalsın tıpkı Kore'deki gibi kurşuna diziliyorduk.
Dedik ya, Saldıraner, düşünmek için hep koridoru seçerdi. Koridorda da adım başı nöbetçi bulunurdu. Emir gereğince hangi nöbetçinin yanından geçse, önce «dikkaaaat» çekildikten sonra:
«8-10 nöbetçisiyim. Nöbetim esnasında vukuatım yoktur komutanım...» denirdi.
Saldıraner. bu karşılığı aldıktan sonra, düşüne düşüne yürürken, bir başka nöbetçi, Devlet Operası sanatçılarını kıskandırırcasına «dikkkaaaat» diye bağırdıktan sonra, «tekmil» verdi:
— 8-10 nöbetçisiyim. Nöbetim esnasında vukuatım
yoktur komutanım.
Saldıraner, koridorda dolaşırken, çekilen «dikkatler» birbirine karışır, sıtma görmemiş seslerle koridor, inim inim inlerdi:
«Dikkaaaaat, 8-10 nöbetçisiyim, nöbetim esnasında... dikkattaaaatt... 8-10 nöbetçisiyim... Dikkaaaat... yoktur komutanım...»
Albay Saldıraner, arasıra bu koroyu susturmak gereğine inanır:
— Ulan yeter be, anladık ulan., sus ulan., dikkatine
başlatma... derdi.
Bir gün, bahçede, durup dururken, bir er, bir tutukluya tokat atmıştı. Haydi, bir kapışma başladı. Bütün erler tutuklulara meydan dayağı atmaya başladılar. Coplar inip kalkıyordu. Tutuklu bir ara, erlerin elinden fırlayarak bahçeden koridora doğru koşmaya başladı. Tam bu sırada Saldıraner de, koridorda düşünce özgürlüğünü kullanıyordu. Tutuklu soluk soluğa:
— Albayım, dövüyorlar! diyebildi. Arkasından da erler, coplarıyla yetişmişlerdi. Albay, bütün babacanlığı takınarak sordu:
— Kim? Kim dövüyor?
Tutuklu, kendisine ilk tokatı atan eri gösteriyordu ki, er bir hamle "daha yaptı. Tutuklu, hemen eri gösterdi:
— Saldıraner...
Albay anlamadı. Saldıraner kendi soyadıydı.
— Ne dedin, ne dedin?
— Şu saldıran er efendim...
— Hımm...
Albay Saldıraner,«saldıran er» sözünden kendisine yönelik bir anlam çıkarmıştı. Sonra hemen anladı, neyse. Gülmeye başladı.
Albay, bazı günler, cezaevinde yatardı. O günün ertesi gün mutlaka bir konuşma yapardı. O gün de öyle oldu.
— Aranızda, profesörler var, doçentler var...
Konuşmaya böyle başladı. Gözucuyla Alacakaptan'a ve bana bakıyordu. Alacakaptan profesördü amma, Saldıraner sağ olsun, beni, doçentlik sınavına girmeden doçent de yapıvermişti.
— Burada herşey, kanuna, siz ne diyorsunuz, yasa
ya, ha, yasaya bağlıdır. Yani yaptığımız işin kanunu, ni
zamı vardır...
İşi anlamıştık. Cezaevinde bulunan ihtilâlci İşçi Köylü Partisi sanıkları, tek düze ifade veriyorlarmış. Bundan cezaevi yönetimi şu sonucu çıkarmıştı. Bütün sanıklar Doğu Perincek'ten emir alıyorlardı, öyleyse, kanun ve nizam açısından, konu anlatılmadı ve bu emir işi çözümlenmeliydi.
— Aranızda, birbirine emir verenler var... Albayın sesi gittikçe yükseliyordu:
— Var, var. biliyorum...
Sonra, emir almak ve vermek konusundaki «resmî» görüşünü açıklıyor: — Emirle hareket eden adam, uşaktır, uşak...
Albay kültürlü adamdı. Arasıra koğuşlara gelir, gençliğinde ne kadar çok kitap okuduğunu anlatırdı.
— Ben, derdi, ben kitaba çok düşkündüm. Gençli
ğimde 3784, pardon 85 tane kitap okudum. Siz de benim
yaşıma gelin, o zaman okumazsınız, şimdi gençlik işte,
onun için okuyorsunuz...
Albayın 3784, pardon, 3785 kitap okuduğunu bildiğim
için, kimbilir dedim, şimdi bu sorunu, derin hukuk bilgisi İçinde nasıl ortaya koyacak?
Yanında Binbaşı Sedat Tüfekçibaşı duruyordu. Tü-fekçibaşı. gerçekten efendi bir adamdı. Yaptığı işten de üzgün gibiydi. Sedat Binbaşı elinde bir kitap, esas duruşa geçmiş, duruyor. Albay anlatıyor:
— Cezaevinde biri, başkasına emir verirse, bunu ce
zaevi yönetmeliği yasaklar. Madde 70. Oku Sedat...
Sedat Binbaşı yetmişinci maddeyi okur. Hepimiz birbirimize bakarız. Maddenin disiplinle, emir alıp vermekle bir ilgisi yok.. Saldıraner biraz bozulur. Fakat yine, kendinden çok emin, emir verir:
— Bir önceki madde olacak...
Sedat Binbaşı, bu kez, bir önceki maddeyi okur. Bu maddenin de, emir alıp vermekle bir ilişkisi yoktur.
— Bir sonrakini oku...
Bir sonraki de değil. Demek, Albay, söylevini gece ezberleyememiş.
— İşte oralarda bir madde.. Kimse kimseye emir ve-
remez. Aranızda profesörler var, doçentler var.. Bilirler.
Emirle hareket eden adam uşaktır...
Dediğim gibi, Saldıraner çok ince düşünceli, derin bilgili bir adamdı. Anlaşıldığına göre, bilgisini, Türk diliyle sınırlamamış, yabancı dillerden de yararlanmıştı.
İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Sedat özkol'-un eşi Amerikalıydı. Tutukluların Türkçeden başka dille konuşmaları yasak olduğu için, Sedat özkol, çok az Türkçe bilen eşi ile konuşma güçlüğü çekiyordu. Konuşma süresi on dakika ile sınırlıydı. Albay Saldıraner, bir gün, olanca sevecenliği ile yaklaşarak:
— İngilizce konuşabilirsiniz... Ben dinleyim yeter, de
di. Dinlemeye başladı. Albayın yanındaki subaylar da ko
mutanlarının bu İngilizce bilgisine hayran kalmışlardı. Al
bay «yes, no all right» gibi sözcükleri gerçekten iyi bili
yordu, özkol eşiyle konuşurken, Albay olur olmaz yerde,
kendi kendine «Yes, ha», «No, hımm» gibi katkılarla, ko
nuşmaya renk katıyordu.
Birkaç gün sonra, Albay Saldıraner beni çağırdı. Bir
makbuzun çevirisi yapılacaktı. Cay ısmarladı. Sonra makbuzu gösterdi.
Albayın derin İngilizce bilgisine orada hayran kaldım! Ve Kore'de, ingilizce'nin nasıl öğretildiğini de öğrenmiş oldum!
Cezaevinden tahliye olacağım gün, beni odasına çağırdı. Yüzü gülüyordu.
— Şimdi, yeniden askere gidiyorsun, diye konuşmaya başladı. Ve sonra devam etti:
— Devletin iki düşmanı vardır. Biri komünizm, öteki Siyonizm.. Her ikisi de. aynı şeydir, ikisiyle mücadele etmek gerekir...
Ben, gülmemeye çalışıyorum. O anlatıyor:
— Sen iyi aile çocuğusun. Annen geliyor, görüyordum. Ailen asîl aile. Ankara'nın yerlisiymişin. İyi aile terbiyesi almışın. Bundan sonra solculukla uğraşma.. Yakışır mı efendim?
— Haydi güle güle...
iyi aile terbiyesi almış ve buna rağmen solculuğa bulaşmış asîl aile çocuğu olarak, «Nizamiyeden» çıkıyordum ki, yeniden bir gülme aldı.
«Dikaaaaat, 11-1 nöbetçisiyim, nöbetim esnasında vukuatım yoktur komutanım... dikkaaaat...»
Ben de cezaevine Uğur Alacakaptan ile geldiğimiz günü anımsadım. Ben önde, Alacakaptan arkamda, dört İnzibat eri ve bir astsubay ile, «tecrit hücresine» girerken nöbetçi er bana komut vermişti:
«Dikkaaaat, 11-1 nöbetçisiyim. Nöbetim esnasında vukuatım yoktur, komutanım...»
Üstümde yedeksubay öğrencisi üniforması vardı. Nöbetçi er, beni subay sanmıştı. Komutu aldım ve hücreye girdim. Sonra kendi kendime içimden «dikkkaaat» çektim. Güç günler başlıyordu.
Mamak Cezaevine, son olarak yedeksubay öğrencisi olarak girmiş, «er» olarak çıkmıştım. Ne onbaşı, ne çavuş. Düpedüz er.
Er kişi niyetine!
AMERİKA SOSYALİST, SOSYALİST!
— Söyle bakalım fikirlerini, neymiş?
Karşımda 12'nci Tümen Komutanı Kâzım Avdan oturuyordu. Bir de Tümen'in Kurmay Başkanlığına vekâlet eden Binbaşı Sedat Metin. Tümen Komutanının odasın-dayız.
— Merak ettim, nasıl adammışsın, bakalım. Bir soh
bet edelim, dedim.
Bir gün önce Bölük Komutanı «tek tip» elbise giyerek, hazırlanmamı emretmişti. Biraz da heyecanlanmıştı.
— Tümen Komutanı seni çağırıyor.
Tabii benim Tümen Komutanını çağıracak halim yoktu ya, elbette, o çağıracaktı. Sabahtan bir jemseye binerek, Patnos'dan Ağrı'ya yollandık.
Gitmeden önce, eğitim alanında bu işin «durum muhakemesini» yapıyorduk. Tiyatro sanatçısı Ayberk Çölok ve veteriner hekim, sakıncalı er Doğan öztürk ile yere uzanmış. Tümen Komutanının neler sorabileceğini, neler söyleyebileceğini düşünüyorduk. Aklımızdan şöyle bir oyun geçti:
Tümen Komutanının odasına gireyim. Sertçe topuk selâmı verdikten sonra, başlayayım şarkı söylemeye:
«Ben bir küçük askerim
Laay, lay layla lay
Sınırlarda gezerim,
Laay, lay layla lay...»
Acaba Tümgeneral içtenlikle söylenen bu şarkı karşısında ne yapar? Ayberk'in yanıtı hemen hazır:
«Elazığ Akıl Hastanesine gönderir.»
Beni bir astsubay götürüyordu. Astlarla üstler arasında «lâubalilik» olmayacağı için, konuşmamayı yeğliyordu. «Prensip sahibi» bir astsubaydı.
«Prensip sahibi astsubay», önce bir levazım deposuna uğrayarak, jemseye masa ve sandalye taşıttı. Ben, kan ter içinde masaları sırtıma yükleyip, depoya girip çıktıkça, prensip sahibi astsubay da bir sigara yakıp, astlar üzerindeki emir komuta yetkisinin zevkine varmaya çalışıyordu.
«Önce masaları, sonra sandalyeleri.»
Benimle gelen birkaç er daha vardı amma, onlara hiç emir vermiyor, o erlerle birlikte, benim çalışmamı izliyordu. Ben de hiç fena taşımıyordum hani.. Sirkeci'deki sırt hamallarını pek aratmıyordum ki, bir bir buçuk saat içinde taşıma ve yükleme işi bitti.
Yemek zamanı da gelmişti. «Prensip sahibi astsubay»:
— Ben yemek yiyeceğim. Gelinceye kadar buradan
ayrılmayın, diyerek yanımızdan uzaklaştı.
Beklemeye başladım. Ah bir de baktım ki, iki askerî yargıç yürüyor. Biri benim fakülteden arkadaşım. Adı Aleder Birtek, ötekinin adını bilmiyorum, fakat gözüm bir yerden ısırıyor.
Aleder yüzbaşı olmuş, üzgün görünüyor.
— Yahu ne karıştın bu işlere? Sonra soruyor:
— Ne yapmaya geldin buraya?
— Tümen Komutanı çağırmış da.
— İyi adamdır.
— Vallahi bilmiyorum.
«Prensip sahibi astsubay», o sıra yemeğini bitirip gelmişti. Benim emrettiği yerden ayrılıp, karşı kaldırıma geçtiğimi görünce, önce bozuldu, sonra da iki askerî yargıçla beraber görünce hiç bozuntuya vurmadı. Yanımıza geldi:
— Uğur'u getirmiştim de. Aleder, astsubaya baktı.
— İyi, dedi sadece. Sonra ayrılırken:

— Paşadan çıkınca bana da gel. Bir kahvemi İçer
sin.
«Prensip sahibi astsubay», bir rütbesiz askerle, iki yüzbaşının böyle senli - benli konuşmasını pek prensiplerine bağdaştıramamıştı:
— Nereden tanıyorsun, hâkimleri?
— Fakülteden.
— Ser» de bu işlere karışmasaydın, böyle hâkim olurdun, bak şimdi haline.
— Halimde ne var?
— Sen beğeniyor musun halini?
— Siz beğeniyor musunuz?
— Askerlikte böyle soru sorulmaz.
— Peki sormayım, öyleyse.
Böyle konuşa konuşa tümen komutanlığının kapısına geldik. «Prensip sahibi astsubay» elindeki zarfı nöbetçi subaya verdi. Nöbetçi subay, beni şöyle tepeden tırnağa süzdükten sonra :
— Bu mu?
— Bu.
«Bu», yani ben, gelen geçene bakıyordum ki, bir yarbay, hızla yanımdan geçti. Sonra durdu. Yeniden yanıma geldi.
— Siz kimsiniz?
— Uğur Mumcu.
Şöyle bir çevresine baktı. Dişlerini sıktı. Yavaşça yanıma yaklaştı.
— Dayan kardeşim, dayan. Geçer bu günler.
İçim bir anda sevgi doldu. Sonra «Prensip sahibi astsubaysın da duyacağı şekilde:
— Allah belâlarını versin, dedi. Astsubay irkilmişti.
— Arkadaşı sen mi getirdin?
— Evet.
— Fena muamele yapmışsan...
— Katiyen komutanım.
«Prensip sahibi astsubay»la birlikte, Tümen Komutanının odasına kadar geldik. Kâzım Avdan şöyle baktı:
— Ha, Uğur, gelmiş. «Prensip sahibi astsubay»a eliy-
le çıkmasını işaret ettikten sonra -.
— Gel bakalım, gel otur şöyle. Gösterdiği yere oturdum.
— Ha, hımm, demek sendin.
O arada aklım «Ben bir küçük askerim» şarkısına takılıyor, kendimi güç tutuyordum. Kendimi bıraksam, güleceğim.
— Sendin ha. Söyle bakalım, fikirlerin neymiş?
Hoppala...
Ne anlatacağım şimdi? Ayıkla pirincin taşını.
— Komutanım, biraz uzun sürer.
— Sürsün, sürsün. Bak, bu da akıllı çocuktur. Benim
Kurmay Başkan Vekilim Sedat. O da dinlesin.
Haydaaa...
Ne yapalım, emir, emirdir. Üstelik ben rütbesiz askerim, karşımda oturan komutan ise, koskoca Tümgeneral. Ben de başladım anlatmaya. Ben anlattıkça, Tümgeneral gözlerini kısıp, dinliyor, ara sıra:
— Ama. ya anarşistler? diye soruyordu. Ya anar
şistler? Peki kimdi o anarşistler? Paşaya göre, Lenin
anarşistti, Bülent Ecevit de anarşistti, ya Uğur Alaca-
kaptan? O hem maoist, hem leninist, hem anarşistti.
— Her şey o Alacakaptan'ın başının altından çıkıyor.
Ben de soruyorum:
- — Komutanım, ne ilgisi var Alacakaptan'ın? Paşa, çok emin.
— Biz biliriz, biliriz. Neler biliriz, neler.
Paşa neler biliyordu neler. Ama açıklamıyordu.
— Bak Mümtaz'ın da davasını almış. Önce suç işle
tiyor, sonra davalarını alıyor.
Paşaya göre. Mümtaz Soysal da komünistti, amma, pek zararı yoktu. Alt tarafı bîr kitap yazmıştı. Toplarsın kitabı, yakarsın, iş bitti, Ama Alacakaptan öyle mi?
— Alacakaptan gençleri kışkırtıyor.
— Nasıl kışkırtıyor?
— Sen bilirsin, bilirsin.
Paşayla konuşmamız, karşılıklı anlayış içinde geçiyordu. O «neler biliyordu neler.» Ben de, Paşaya göre.
olup bitenleri biliyordum nasıl olsa. öyle anlaşıp gidiyorduk. Ne demişler, hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşırmış..
— Bak, bir de Celil Gürkan var. Koskoca Tümgeneral, o da sizdenmiş.
— Bizden mi?
— O da anarşist.
Tümgeneral Celil Gürkan'ın, nasıl anarşist olduğunu düşünmeye hiç gerek yok. Alacakaptan nasıl anarşistse, o da öyle anarşist olmuş. Paşanın gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Artık Paşayla iyice içli dışlı olduk. Bu kez. prensip sahibi astsubayın askerlikte astın üste soru soramayacağı yolundaki uyarılarını unutup soruyorum:
— Nasıl olur komutanım. Celil Paşa nasıl anarşist olur?
— Biz neler biliyoruz neler.
Kâzım Avdan Tümgeneral, ben de rütbesiz askerim, neferim, erim. Üstelik resmî yazışmalara göre «sakıncalı piyade er»'im. Paşanın elbette bir bildiği var. Ne diyorsa doğrudur. Neler biliyor, neler!
Ben ağır ağır, anarşizmin ne olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
— Efendim, biliyorsunuz, blankist eylemler..
— Ne, ne?
— Blankist...
— Ha o mu? Neydi?
— Blankist.
— Ne olmuş ona?
Ben, komutana «blankist» türü eylemlerin ne olduğunu anlatıyorum. Sonra, Lenin'in. anarşizme ne kadar karşı olduğunu, gerçek sosyalistlerin anarşizm'den yana olamayacaklarını anlatırken hiç sesini çıkarmadan dinliyor. Sonra bir soru soruyor:
— Peki, bu hâdiselerin heyet-i mecmuası nedir?
«Heyet-i mecmua» çok önemliydi.
Sözü uzatmayalım, dilim döndüğü kadar, «fikirlerimi» anlattım. Ben, «kötü düşünce ve fikir» sahibi olmaktan ötürü er çıkartıldığım için, Tümen Komutanı bu «kötü fi-

kirleri», hem de «sahibinin sesinden» öğrenmiş oldu
— Mumcu, sen Amerika'ya gittin mi?
— Hayır komutanım.
— Haa, bak.
Tümgeneral Kâzım Avdan, bütün öğretileri Amerika örneği ile yıkacaktı. Yıktı da. Hafifçe yerinden doğruldu. Sesini biraz kısarak, fısıldar gibi:
— Amerika sosyalist, sosyalist, dedi.
Karşımda oturan Binbaşı Sedat Metin ile göz göze geldik.
— Orada vergi sistemi var. Sosyalist. Vergiler yük
sek.
Amerika'nın sosyalist olduğunu böylece öğrenmiş oldum!
Kâzım Avdan sonra Amerika konusunda, kendine özgü düşüncelerini anlattı. Bunu aktarmaya benim yeteneklerim elvermez, gücüm yetmez. Kendisi bir kitap yazarsa, dünya kamuoyu aydınlanmış olur.
Komutanın düşüncelerini tam bir disiplin içinde dinlemiştim ki, bu söylevin sonunda «iyi çocuk» olduğuma ilişkin bir övgü aldım :
— Yahu sen bayağı aklı başında bir çocuğa benzl-
yorsun.
Herhalde Paşa beni deli sanmış, bakalım deliler nasıl oluyor diye merak edip çağırmıştı.
— Sen şimdi erlerin arasındasın. Avrupa görmüşün, fakültelerde asistanlık yapmışın. Sakın aklî muvazenende bundan sonra bir bozukluk falan olmasın.
— Olmaz, Komutanım.
Sonra öğrendim, mide ülserinden Ağrı Hastanesine yattığımda, gelip sormuş:
«Aklî dengesinde bir bozukluk var mı? Sinirleri sağlam mı?»
Bir uzun yürüyüşte bayılıp Ağrı Askerî Hastanesine yatırıldığımda, önce bir yüzbaşı yollayarak iyi duygularını bildirdi, sonra da kendisi gelip, «geçmiş olsun» dedi.
Ben çizgili er pijaması, ayağımda yırtık bir terlik, saç-
larım sıfır numara, esas duruşa geçerek, Paşa'nın «geçmiş olsun» dileklerini dinledim.
Ben de merak eder dururdum. Paşa neden gelip, beni hastanede ziyaret etti diye. Sonra öğrendim. Meğer, benden ailem bir haber alamayıp hasta olduğumu da öğrenince, telâşlanıp, Millî Savunma Bakanı İlhami Sancar'a bir telgraf çekmişler. Sancar, Tümene benimle ilgilenmesini emretmiş.
Önce alayın revirinden, Ağrı Hastanesine götürüldüm. Kâzım Avdan bu geçmiş olsun ziyaretinden sonra gizli emrini verip gitti:
«Kimseyle görüştürülmeyecek, görüşenler, Tümen Komutanlığına bildirilecek.»
Tümgeneral Kâzım Avdan'ın değeri Yüksek Askerî Şûra tarafından bilinmediğinden olacak, geçen yılların birinde emekliye sevkedildi.
Avdan, emekli olur olmaz, Adalet Partisine kaydoldu. AP. bu değerli generale Denizcilik Bankası Yönetim Kurulu'nda bir yönetim kurulu üyeliği buluverdi.
Paşa'nın şimdi tıkırı yerinde. Parası pulu çok. Ne diyelim?
Afiyet olsun...
Denizcilik Bankası, kimbilir, Kâzım Avdan'ın, bilgi ve tecrübesinden neler, neler kazanmaktadır?

PAŞA SAÇKIRAN OLMUŞ...
Hiç ülser oldunuz mu?
Ülser, hastalıkların en sinsisidir. Gece gündüz adama hiç rahat vermez. Ben ülsere 12 Mart döneminde yakalandım. Adı 12 parmak ülseri. Bana sorarsanız «12 Mart ülseri.»
Nedeni, sinir. Sinirlenince, hastalık azıyor. Hastalık azdıkça da sinirleniyorsunuz. Tedavi: Sinirlenmemek.. Bir de yediğine içtiğine dikkat etmek.
İçki içmeyeceksin.. Eh, cezaevindeyiz, tedavinin bu bölümünü başarıyla yapıyoruz. Kızartma yemeyeceksin. O da tamam. Kimsenin bize kızartma yapmak gibi bir isteği yoktu. Ellerinden gelse, bizim kızartmamızı yaparlardı* Bu bakımdan bir şikâyetimiz yok... Gaz yapan yiyecekler de yasak. İşte bu kötü. Sabah akşam fasulye geliyor. İstersen yeme. Bu kez de açlıktan ölürsün.
Haşlama yiyeceksin, tavuk haşlama. Bir de süt içeceksin. Muhallebi, sütlaç gibi, sütlü yiyecekler şart.. Bul bulabilirsen. Süt ne kelime. Sadece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geliyor.
Ülser, askerdeyken başıma iyice belâ oldu...
Bir gün uzun yürüyüş var alayda. Üstümüzü başımızı kuşandık. Tüfek, kasatura tamam. Miğferi de kafama geçirdim. Teçhizatı taktım. Belime bir de balta taktım.
Ben havan takımındayım. Görevim ateşçi yardımcılığı.. Biraz okuma yazma bilenleri, nişancı yapıyorlar. Nişancılar, havan topunun nasıl atılacağını hesaplıyorlar. Genellikle nişancılar, ortaokul mezunlarıyla, liseden ayrılmış olanlardan seçiliyor. Ateşçi yardımcısına da, yürü-
yüşlerde «havan döşemesi» taşımak düşüyor. Döşeme deyip geçmeyin. Yirmibir kilo tutan bir demir parçası.
Talimatnameye göre, havan döşemeleri beygirler tarafından taşınacak. Bir gün talimnameyi okurken ne göreyim, havan döşemesinin parçaları verilirken, «hayvana bağlama çengeli» diye, bir parçadan söz ediliyor. İşte o parçadan döşeme sırtımıza bağlanıyor. Yürü baba yürü. Beş on dakika taşısan dert değil. Mübarek sırtında durdukça ağırlaşıyor. Bir süre sonra nefes bile almak güçleşiyor.
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
Следующий - Sakıncalı Piyade - 6
  • Части
  • Sakıncalı Piyade - 1
    Общее количество слов 3928
    Общее количество уникальных слов составляет 2084
    28.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    40.5 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    47.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Sakıncalı Piyade - 2
    Общее количество слов 3806
    Общее количество уникальных слов составляет 1988
    26.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    38.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    44.4 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Sakıncalı Piyade - 3
    Общее количество слов 3881
    Общее количество уникальных слов составляет 2176
    26.7 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    38.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    45.2 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Sakıncalı Piyade - 4
    Общее количество слов 3874
    Общее количество уникальных слов составляет 2002
    28.6 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    40.3 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Sakıncalı Piyade - 5
    Общее количество слов 3903
    Общее количество уникальных слов составляет 2129
    29.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    42.2 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    49.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Sakıncalı Piyade - 6
    Общее количество слов 3410
    Общее количество уникальных слов составляет 1895
    27.2 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    40.0 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    47.1 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов