Gülün Öteki Adı - 2

Общее количество слов 3938
Общее количество уникальных слов составляет 2355
23.4 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
35.4 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
41.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
Yedinci yüzyılda Bosna hükümdarı Kulin (Voyvoda) Bogomilizmi resmi din ilan eder. Papa tarafında başlatılan ve Macaristan kralı tarafından yönetilen haçlı seferleri bile, Katolik kilise tarafından dışlanmış bu yeni dini söndürmeye yetmemiştir. Bosna'da Bogomillere Gazari(2) adı verilmiştir. Balkanlar'da ve Dalmaçya'da Bogomil dini, 1481'de Türklerin gelişinden sonra tamamen yok olur. Katharların daha önceden bölge halklarının Hıristiyanlık inançlarını sarsmış olması (bir bakıma), Osmanlıların yeni bir bölgede yeni bir dini (İslam) fazla zorlanmadan yaydıklarını açıklar. Bosna'da kentlilerin ve ova halkının Bogomil dinini genel olarak kabul ettikleri ve sonra da İslam'a(3) döndükleri söylenir. Oysa dağda yaşayanlar Hıristiyan dinine bağlı kalırlar. Bunlar, bugün Bosna'daki Sırplardır. Bogomilizm her iki din yönünde işlemiş ve çoğunlukla dervişler tarafından yönetilen tarikatlar sayesinde zorla yaymaya çalışılan İslam dinini iki yüzyıl boyunca hareketlendirmişlerdir. Sûfî ya da Şii ve İsmailiye tarikatlarına bağlı olan (Kutsal yazıtların gizemini araştıran) Batıniler gibi çeşitli Müslüman tarikatlar; Balkanlar ve Makedonya'daki halkları, on ikinci yüzyılın ikinci yarısında bölgeye yerleşen Sarı Saltuk'un öğretisi ile kendilerine çekmeyi başarıyordu (bundan daha sonra yeniden söz edeceğiz). Şeyh Bedreddin sığınmak için Deliorman'a geldiğinde, bu mezheplerin öğretisi kolektif bellekte yerini almıştı bile: Bütün bunlar, Müslüman ülkelerde durdukları temel dogmalardaki kara deliğin boyutunu göstermektedir.
Şeyh Bedreddin mezhebi ise; adına ister Bogomilizm, ister Katharizm densin; özel mülkiyete karşı çıkan, cennet ve cehenneme inanmayan, çalışmayana ekmek vermeyen ve köleliği- alaşağı eden yerleşik düzenlere aykırı bu öğretinin sonuncu halkasıdır; evrimidir. Bedreddin, Kathar ya da Bogomil öğretilerinin Manikeizm ve Hıristiyanlık yorumlarından kaynaklanan safça yanlarını atıp, ekonomi ve özgürlük eşitliğine dayalı temelinden yola çıkarak, öğretiye kendi geliştirdiği bir yorum getirmiş; dinsel bir biçim vermiştir.
İnsanların kardeşliği ve payların eşitliği üzerine yazılmış bir senfoninin, Batı Avrupa Hıristiyan kökenli bir orkestra şefi; Doğu Avrupa'da ise Müslümanlıktan gelen bir maestronun yönetiminde icrasıdır bu. Yorumlar değişik, ama partisyon aynıdır. Aynı hoşgörüsüzlük ve tutuculuk duvarına çarpıp parçalanmışlardır.

Şeyh Bedreddin'in "Tanrının Dostları" Mezhebine Coğrafi İzdüşümü
Bedreddin öğretisinin Kathar-Bogomil öğretisi ile iç içe olması, her şeyden önce coğrafi bir gerçektir. Doğduğu, geliştiği ve etkin olduğu yerlere bakmak yeterlidir.
Asıl adıyla Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, bazı kaynaklara göre 1358'de, başka kaynaklara göre de 1365 ya da 1371'de, Bulgaristan'da Yambol-Stara Zagora-Kazanlık hattı üzerinde ve o tarihte Türklerin egemenliğine yeni girmiş olan Semaven kentinde doğmuştur. 1350-1370 yıllarından itibaren Anadolu'nun büyük kısmını fetheden Türkler, Çanakkale Boğazı'nı geçmiş ve Balkanlar'in bu bölgesini ele geçirmişlerdi; İstanbul 1453'e kadar bir yüzyıl daha direnmiştir. Semaven, onuncu yüzyıldan beri Bogomilizmin etkin olduğu bölgenin merkezindedir. Ama Kathar-Bogomil dini üzerine araştırmalar yapan Batılı tarihçilerin Bedreddin'le olan bağlantıyı gözden kaçırmalarının birinci sebebi, çoğu Batılı kaynaklarda(4) (örneğin Joseph von Hammer'in belirttiği gibi) Bedreddin'in doğum yerinin Semaven değil, Kütahya yakınlarındaki Simav kenti olarak belirtmesidir. Tarih boyunca, Türk ve Avrupa coğrafi yerlerinin isimlerini hatasız olarak çevirmek zor olmuştur. Bulgar kenti Plovdiv, Türkçe'de Filibe, Yunanca'da ise Philippopolis'tir; Türkiye'deki Edirne kenti, Fransızca'da Adrianople, Yunanca'da Hadrianpolis'tir; aynı şekilde Balkanlar'ın en küçük köylerinin adları birbirinden farklıdır. Katharları derinlemesine inceleyen batılı bilginler, incelemelerine yirminci yüzyılda başladıkları gibi Türkçe de bilmiyorlardı. Eski Türkçe bilenler ise, Osmanlı'nın tarihi olaylarından çok, mali kayıtlarını incelemişlerdi,(5) bu nedenle Şeyh Bedreddin asla uluslararası bir düzeyde inceleme konusu olamamıştır.
Osmanlılar, Simav'ı 1381'de ele geçirir, yani Bedreddin'in doğumundan önce. Bedreddin (ölüm yılı ya 1417 ya da 1420'dir) bu durumda kırk yaşından önce vefat eder. Aynı şekilde 1395 yılına doğru Mısır'da ders verdiği, 1403'e doğru Tebriz'de Timurlenk'le uzun görüşmeler yaptığı ve 1410'a doğru da yüksek askeri hâkim (Kazasker) olduğu bilinmektedir. Bu yüzden Türk geleneklerine göre 1358'e doğru Semaven'de doğmuş olması daha gerçekçidir. Semaven, Edirne'den üç yıl önce, yani 1360'ta ele geçirilmiştir. 1246 ile 1261 arasında hüküm süren ve 1278'de ölen Selçuklu hükümdarı II. Izzeddin Keykuvas'ın torununun torunu ve Bedreddin'in babası İsrail, Semaven Kalesi'ni ele geçiren ordunun komutanıydı ve kuşatmadan sonra bu kentin kadısı ilan edilmişti. Eşi, Semaven'in Bizanslı hükümdarının kızı ve bir Yunan soylusu olan Melek Hanım, sonradan Müslüman olmuştur (Melek'in, Yunanca adının çevirisi olduğunu varsayarak, bu hanımın gerçek adı, aynı anlama gelen Angelika olabilir). Bedreddin bu durumda, zamanın Osmanlı başkenti Edirne'de ve Konya'da en usta hocalardan ders alarak eğitimini sürdürür. Kuşkusuz, araştırmamızın amacı, aynı bölgede bulunan ve Bedreddin'in öğretisiyle, farklı gibi görünen önceki inançlar arasındaki bağı araştırmaktır. Bedreddin Simav'da doğmuş olsa bile, burası da Bogomilizmin eski merkezlerinden biri olan Alaşehir'e sadece 100 km uzaklığındadır.
Şeyh Bedreddin'le Kathar-Bogomil dininin bağlantısı elbette doğum yeriyle sınırlı kalmıyor. Bedreddin'in babası israil, oğluna iyi bir eğitim vermeye çabalayan aydın bir kişiydi. Edirne ve Konya'dan sonra, eğitimini daha da geliştirmek için Bedreddin'i Mısır'a, Mekke'ye ve Suriye'ye gönderir. Bedreddin öğrenim gezisinin bitiminde Anadolu'dan geçer, Van ve Bitlis'e uğrar. Yolculukları sırasında, tutsaklığında ölen Sultan I. Beyazıt'ı 1402'de Ankara'da yenen ve oraya kadar bütün Anadolu'yu ele geçirmiş bulunan Timurlenk'le Tebriz'de görüşmüştür. Bedreddin, Selçuklular döneminde Anadolu'da uzun süre kalan düşünür Muhiddin al-Arabi (d. 1165 İspanya-Ö.1240 Şam) tarafından da etkilenmiştir. Bedreddin'in gezmiş olduğu bu doğu topraklarında, birkaç yüzyıl önce Manikeizm yeşermişti. Bu dinin peygamberi Manes, kendileri asla yazmamış olan diğer peygamberlerin aksine (Musa, Isa, Muhammet gibi), geçtiği bütün yerlerde yazılı yapıtlarını bırakmıştır. Manes, kendisinden sonra gelen ve yazan birçok düşünür kuşağının temel olarak kullandığı bilgilerin kaynağıdır. Şeyh'in oralarda Manes'in öğretilerini incelemeye gittiğini iddia etmiyoruz; ama Arap düşünürlerin eski öğretileri incelediğini biliyoruz. Onlar sayesinde Antik Yunan felsefesi (Aristo'nun öğretisi vb.) günümüze dek yaşayabilmiştir. Şeyh Bedreddin'in turistik olmaktan çok, entelektüel olan gezisi sırasında, Kathar-Bogomil dininin temeli olan Manes öğretisinden haberdar olmaması ya da bu öğretiden doğrudan etkilenmemiş olması mümkün değildir. Üstelik o dönemde, bu doğu ülkelerinde Manes'ten ve İslam'dan, sonra İsmailiye mensupları ve Hasan el-Sabah'ın Batınileri gibi, ruhi açıdan hareketli birçok Müslüman tarikatın düşünce akımları, Anadolu'dan Balkanlar'a yayılmaktaydı.
Kazaskerlikten Darağacına, "Duvarsız ve Sınırsız Bir Kardeş Sofrası" İçin
Bedreddin Ortadoğu'dan Kahire'ye döndükten üç ay sonra, öğrencisi olduğu Ahlatlı Şeyh, müritlerini ve tekkesini ona bırakarak ölür. Şeyh Bedreddin'in bu mirasta gözü yoktur. Timur'un Osmanlı saltanatını sallamasından doğan karışıklık ve Batı Anadolu'da esmeye başlayan "beylik" hesaplaşmalarından yararlanarak, aklının süzgecinden geçirdiği öğretisini yayma zamanının geldiğine inanmaktadır. Mısır'dan ayrılır, önce Konya'ya oradan Ege Bölgesi'ne geçerek buralarda gizli bir nabız yoklaması yapar. Kathar-Bogomil mezhebinin tutunduğu bu topraklarda, iki-üç yüzyıllık bir ara ile Bedreddin'in kendi geliştirdiği öğreti için uygun zemin bulduğu kesin. Zaten Bedreddin öyküsünün devamı ve sonu da Ege Bölgesi ile sıkı sıkıya bağlı.
Ege yöresinde başarılı olacağına inanç getiren Şeyh Bedreddin, İzmir'den Edirne'ye geçer ve Yıldırım Beyazıt'ın oğullarından Musa Çelebi tarafından kazaskerliğe atanır. Kazaskerlik yaptığı süre içerisinde, Musa Çelebi hükümetinin, daha doğrusu tüm Osmanlı'nın Timur yüzünden içine düştüğü siyasal bunalımdan yararlanarak yandaşlarını örgütlemek ve öğretisini yaymakta epeyce başarılı olur. Fakat Yıldırım'ın küçük oğlu Mehmet Çelebi, Edirne hükümetini ele geçirince Bedreddin'in gizli devrim hazırlıklarını fark eder ve Şeyhi İznik'e sürer.
Çok geçmeden, Bedreddin kazasker iken kâhyalığını yapan Börklüce Mustafa İzmir yöresinde; Torlak Hokmal ya da Hubbeddin Kemâl adlı yandaşı ile Manisa dolaylarında devrim bayrağını açar ve birlikte başkaldırır. Bursa, Aydın ve Alaşehir'den binlerce insan, Torlak Kemâl'in ve halkın Dedesultan adını verdiği Börklüce Mustafa'nın başına toplanır. Yeni mezhebin inananları arasında Sakız Adası'nın keşişleri bile vardır! (6)
Müslüman olmayan halkın Bedreddin mezhebine bunca rağbetini, iki devrim liderinden Torlak Kemâl'in Yahudi asıllı oluşuna; öğretinin Ege bölgesinde bu denli çabuk tutunmanısıysa; 1379 yılına değin Türk beyliklerinin ortasında Bizans'a bağlı bir toprak parçası olarak direnen Alaşehir'den (Philadelphia) yayılan Kathar öğretisinin etkisine bağlamamak, her şeyden önce bilimsel devamlılığa aykırı.
Sarı Saltuk ile Bedreddin Çevresinde Bir Dinler Mozaiği
Şeyh Bedreddin'in kendi mezhebini yaymaya başladıktan sonra edindiği her yer, eski Kathar-Bogomil bölgeleri. Ege'de baş gösteren iki ayaklanmanın ardından kendisi de iznik'teki sürgünden kaçıyor ve nereye sığınıyor? Eflak üstünden Zagra, Silistre ve Deliorman'a. Neye güvenerek? Bölgenin kendisinden önceki geleneğine, merkezi otoriteye bağlı dinlere karşı sürekli bir seçenek arayışına. Bedreddin, Balkanlar'da yeni bir Sarı Saltuk olabileceği umudunu taşımakta. Kathar-Bogomil sarsıntısının İslam'da yaşanan boyutlarından, Batınilik mezhebinin varlığı da ayrı bir kolaylık kendisi için. Üstelik, o bölgeyi tanıyor, bölge de onu tanıyor.
Şeyh Bedreddin, İzzeddin Keykuvas'ın soyundan geliyor. Torununun torunu.
Bir önceki yüzyılda, Moğol saldırıları ve Selçuklu aşiretleri arasındaki iç çatışmalar yüzünden zora düşen Selçuklu Sultanı İkinci izzeddin Keykuvas, Bizans'a sığındı. Tam olarak, Bizans imparatoru VII. Mikhael Palaiologos haçlı orduları tarafından talan edilen Konstantinopolis'i 1263 yılında geri aldıktan sonra. Sultanlarını izleyen kimi Selçuklu ve Türk kökenliler de Bizans'a göçer, Bizans İmparatorunun izniyle, zamanın "no man's land"i olarak kabul edilen, Bulgaristan'daki Deliorman (Dobruca) bölgesine yerleşirler. Çünkü VII. Palaiologos, askeri güçsüzlüğüne rağmen etkin bir diplomasi politikası izliyor, Cengiz Han'ın halefleri Moğollarla Selçuklu Türkleri arasında denge unsuru olmaya çalışıyordu. 1258 yılında, evlilik dışı kızı Marya'yı Moğol Kralı Hülagü'ye gelin göndermişti. Ancak Hülagü gelin adayının yolculuğu sırasında ölünce Marya, Hülagü'nün oğlu, sonradan Hıristiyanlığı kabul eden Abaga ile evlendi. Çünkü Hülagü'nün kendisi de Müslüman değil, Şamanistti. Askerleri arasında da çok sayıda Nasturi Hıristiyan Türk vardı. Abaga'nın ölümünden sonra İstanbul'a geri dönen Marya, Fener Patrikhanesi yakınlarında, bugün adını taşıyan küçük bir kiliseyi tamir ettirdi. Moğol Azize Marya Kilisesi, İstanbul'un 1453 yılındaki fethi sırasında çok kanlı sahnelere tanık olduğu için Türkler tarafından Kanlı Kilise lakabıyla anılmaktadır, İstanbul'un Bizans döneminden beri kapılarını kapatmamış, dinsel etkinliğini kesintisiz sürdüren tek kilisesidir.
1300 yılında ölen Sarı Saltuk Baba, Arap tarihçi Ibn-i Batuta'ya göre İzzeddin Keykuvas döneminde bir grup Anadolu dervişini Deliorman'a götüren ve onlarla birlikte Dobruca'ya yerleşen siyasal bir rehber, efsanevi bir Sûfîydi. İbn-i Sina gibi bir Buhara Türk'ü olan Sarı Saltuk'un asıl adı Mehmet Buhari'ydi. Kendisi gibi Asya'dan gelerek Anadolu'da öğretisini yayan Hacı Bektaşi Veli'nin çağdaşı sayılır.
Sarı Saltuk lakabı, "soluk tenli çilekeş" anlamına gelmektedir. Bu ermiş kişi, İslamiyet'i Balkanlar'a taşımıştır. Türklerin toplumsal belleğinde Sarı Saltuk Hareketi, kendisi öldükten yüzyıllar sonra yazılan "Saltuknameler"le yer almıştır. Bu "nameler"in biri 1421 ile 1451 arasında Yazıcıoğlu Ali tarafından kaleme alınanıdır. Selçukname ya da Oğuzname olarak bilinir. İkincisi 1480'de Ebu'l Hayr-i Rumi; üçüncüsü ise IV. Mehmet'in hükümdarlığı sırasında 1659'da idam edilen, "Topal" lakaplı Kaptan Kemal Paşa tarafından yazılmıştır. Köstence'nin kuzeyindeki Baba Dağı, Sarı Saltuk'un mezar yeri olarak bilinmektedir. 1538'de Kanuni Sultan Süleyman, Sarı Saltuk'un mezarını ziyaret etmiştir. Ancak Balkanlar'da birden fazla bölge, Sarı Saltuk'un mezarına sahip olduklarını iddia ediyorlar. Çünkü Sarı Saltuk'un kendisi, İslamiyet'i yaymak için pek çok yerde mezarı olsun istemiştir. Balkanlar'da altı-yedi mezarı vardır; Edirne ve Babaeski'de birer türbe bulunmaktadır. Büyük gezgin Evliya Çelebi (d.1611-0.1682) bile Patras yakınlarında bir Saltuk türbesinden söz etmektedir. Sarı Saltuk'un öyküsü öylesine gizemli bir efsanedir ki, bu türbelerden bazıları hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar tarafından ziyaret ve kutsal kabul edilir. Zaten bugün bile bölgede İzzeddin Keykuvas yandaşlarının soyundan gelenler yaşamakta; Deliorman, Romanya, Bulgaristan, Moldavya-Besarabya ve Ukrayna'da, Hıristiyan dinini kabul eden ve Türkçe konuşan bu insanlar topluluğuna Keykuvas adından gelen Gagavuz Türkleri denilmektedir.
Bütün bu ayrıntılar, halkların ve dinlerin ne denli birbirine karıştığını göstermek bakımından önemlidir.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, tebaanın ezici çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşuyordu. Bu durum 1877'de başlayan ve imparatorluk topraklarını epeyce küçülten Türk-Rus Savaşı'na kadar sürdü.
İzzeddin Keykuvas'ın soyundan Simavne Kadısı Bedreddin'in Nâzım Hikmet'in benzersiz kalemiyle ölümsüzleşen sonunu hepimiz biliyoruz:
Dedesultan Börklüce Mustafa ve yandaşları, Karaburun'da (İzmir) Çelebi Sultan Mehmet'in ordusu tarafından ezilir. Şehzade Murat ise önce Manisa'da Torlak Kemâl'in güçlerini yok eder, ardından Rumeli'ye geçerek Şeyh Bedreddin'i vurur.
Beyazıt Paşa tarafından yakalanarak Güneydoğu Makedonya'daki Serez kasabasına getirilen Bedreddin'i bir ulema kurulu yargılar. Mevlâna Haydar Acemi'nin "Malı haram, kanı helaldir!" fetvasıyla Serez Çarşısı'nda asılır.
İnsanlık tarihi, İranlı Manes'in 216 yılının 14 Nisan günü dünyaya geldiğini kesinlikle bilirken, bizim en ilginç tarihi kişilerimizden Şeyh Bedreddin'in doğum ve ölüm tarihlerini belirlemekte bırakın gün ve ay hesabını, yılları bile tam ve tek olarak ortaya koyamamamız, Osmanlı Devleti'nin tarihsel belgeselliği açısından acınacak bir durumdur; bu devletin arşivlerinde bile hangi olayı kesin çizgileriyle yansıtabileceği sorusunu akla getirmektedir.
Hangi doğum ve ölüm tarihi doğru olursa olsun, gerçek; Şeyh Bedreddin'in sakalını fazla ağartmaya zaman bulamadan, düzeltmek için yola çıktığı dünyamızdan yaşlanamadan ayrıldığı.
Şeyh Bedreddin'in Kathar-Bogomil öğretisinin bir evrimi olduğunu görmek, mezhebini yaydığı ve can verdiği yerlerin ortaklığı kadar, her iki akımın öne sürdüğü ve baş koyduğu inanç-düşünce aynasında da olası, iki mezhep arasındaki sosyolojik köprüyü burada tüm ayrıntılarıyla ortaya koymak hem sıkıcı olur, hem de bizim haddimiz değil. Ama kuşbakışı bir karşılaştırma yapacak olursak:
Her iki din de özel mülkiyete karşıydı ve doğanın işlenmesiyle elde edilen tüm zenginliğin eşit olarak paylaşımını savunuyordu. Ekmek, bir emek ürünüydü ve emeğe gücüyle katkıda bulunmayan, soylu da olsa ekmekten pay alamazdı. Bedreddin; düşünce ve inanç doğanın kendi içindeki dengenin bir sonucudur, zora koşulamaz, diyordu. Katharlar da aynı kanıdaydı ve çocukların ergenlik çağına gelip kendi özgür iradeleriyle bir inanca gönül verinceye dek, herhangi bir dinden sayılmalarını kabul etmiyordu. Cennete, cehenneme her iki din de inanmıyor; kıyamet, son yargı gibi korkutmacaları safsata diye niteliyor; insanın öldükten sonra yeniden dirileceği inancını da dışlıyorlardı. Ve gerek Bedreddin mezhebi, gerekse Kathar öğretisi, bilime dayanmayan tüm din hegemonyalarına karşı çıktıkları gibi, din adamlarının toplum üzerinde kurdukları otoriteden devlet egemenliğine değin halka tepeden inme kurallarla baskı yapan ve koşul koyan merkezi kurumlan reddediyorlardı.
Katharların iyi ve kötünün eşit karşıtlığına dönük, Manes kaynaklı çifte dünya görüşlerini ve bedene tutuklu olan ruh anlayışlarını ölçüye vuracak olursak, Şeyh Bedreddin'in Kathar öğretisinin eksikliklerini giderip fazlalıklarını atan, zamanından önce "çağdaş" ve Marksist bir yorumcusu olduğunu söyleyebiliriz.
Doğuda Osmanlı İlmeği Batıda Engizisyon Ateşi
Tarih onlara Kathar, Bogomil ya da Patarini adını verdiyse de, onlar tarikatlarını ya da yeni dinlerini adlandırmamışlardı. Şeyh Bedreddin'in daha sonra "ehli taklidin kavanini, millet ve mezheplerini iftal," diyerek yola çıktığı gibi; onlar da bu yeni inancın evrensel bir gerçeklik olduğunu düşünmüşlerdi ve kendilerinden söz ettiklerinde dava arkadaşlarına "Tanrının Dostları" diyorlardı, ki bu da "bogomil" sözcüğünün anlamıdır. Güney Fransa'da Oksitanya halkı, onlara temiz ve saf anlamını taşıyan, aslı Yunanca "Koc8ocpoç"dan gelen Kathar adını vermişti. Kuzey Fransa'da onlara "bougres" ya da "boulgres", yani "bulgar" deniyordu. "Bougre" sözcüğünün günümüzde aşağılayıcı bir anlamı vardır. Katharlar kendilerini Hıristiyan olarak nitelendiriyorlardı. İnananlar, Kusursuzlara "İyi Adamlar" diyorlardı. Tarih boyunca varolan bütün faşist ve fanatikler gibi engizisyon savcı ve hâkimleri de, Kathar sözcüğü üstüne itiraflar uydurarak kinlerini bildirdiler. "Kat" kökünün Latince "kedi" anlamına geldiğini öne sürdüler. Onlara göre şeytana inanan Katharlar, kedi kıçı öptüklerinde, cehennem zebanisi Lucifer'i görüyorlardı; dolayısıyla Kathar, "kedi kıçına tapan" demekti.
Engizisyon mahkemeleri bundan ilk kez yedi yüzyıl önce; kadınla erkeğin eşitliğini, din ve düşünce özgürlüğünü, ortak mülkiyeti savunan, köleliğe ve ölüm cezasına karşı çıkan, insanın özgürlüğünü öneren bu yeni inancın yandaşlarını işte böylesine alçakça yargılamıştır.
Çıkış yerleri Batı Anadolu ve Balkanlar'da, Dalmaçya ve Peloponez'de önce Papalığa bağlı Katolik ve Ortodoks Kiliseleri tarafından yıpratılan; İslam dinine dönük izdüşümü Börklüce Mustafa ile çarmıha gerilip Şeyh Bedreddin ve Torlak Kemâl ile asılarak idam edilen "Tanrının Dostları", Osmanlı fethinin tamamlanmasıyla anayurdunu oluşturan bölgelerden silindi. Öğretinin Lombardiya üzerinden Batı Avrupa'ya yayılması, Şeyh Bedreddin davasından iki yüzyıl önce, on ikinci yüzyılda gerçekleşti. Bu öğretinin Güney Fransa'daki kaderini anlatmadan önce; Oksitanya'daki Beziers Kalesi'nin fethinden sonra, haçlı ordusunun atları altında ezilen ve Avrupa'nın en önemli ortaçağ kalesi olan Carcassonne Kalesi'nden arda kalan izdüşümüne değinmek isteriz.
Oksitanya'nın Taş Mücevheri: Carcassonne Kalesi
Unutulmaz İspanyol dilberi Carmen'in Fransız yazarı Prosper Merimee, edebiyatın dışında bir büyük uğraşa daha imza atmış: Eski anıtlar genel müfettişliği. Bu göreve atandığı 1833 yılından başlayarak adım adım taradığı Fransa'da yıkılıp gitmekten kurtardığı anıtların çokluğu karşısında insan, yazarı hayretle karışık bir saygıyla anıyor.
Bugün Avrupa'nın en özgün ortaçağ kenti sayılan Carcassonne Kalesi de onun kurtardığı ve onarımını yaptırdığı anıtlar arasında yer almakta.
İlk kez bir müzik şöleni dolayısıyla yolumuz düştü bu derebeyi kentine. Açık hava tiyatrosunda "Porgy ve Besse"i dinleyecektik. Fransa'nın Lafayette mağazaları dışındaki zenginliklerini görmeye istekli turistlerimize içtenlikle öneririz: Paris'in 774 km güneyine düşen bu ortaçağ kentini keşfetmek, unutulmaz bir zaman dilimi yaşatıyor insana. Dış kabuğu bir buçuk kilometre uzunluğunda çifte surla çevrili kaleye, tıpkı bin yıl önceki gibi zincirlerle tutturulmuş asma bir köprüden geçerek giriliyor. Surların yüksekliği yer yer 25-30 metreyi bulmakta.
Yüzyıllık kalasların üstünden yürüyerek demir mıhlarla bezeli kalın meşe kapılardan geçiyor, Arnavut kaldırımlı dar yollardan kente tırmanıyoruz. Tırmanıyoruz, çünkü surlar, kentin kurulu olduğu bir tepenin alnını taç gibi çevrelemiş. Birbirine yapışık ortaçağ evleri, lokantalar, resim ve heykel atölyelerinin dizildiği yokuşlar, bir yerde düze çıkarak akkavakların gölgesinde içki sunan kahvelerin bulunduğu agoraya ve açık hava tiyatrosuna açılıyor.
Tepenin en yüksek yerinde ise, kulların gürültülü canlılığından biraz uzak, serin bir sessizliğe gömülü, yine bir hendek ve iner kalkar köprü ile girilen derebeyi şatosu.
Dekor öylesine gerçek ki, Katharları savunduğu için kendi şatosunun zindanlarına atılan ve sevdiği kadının elinden içirilen zehirle öldürülen genç Vikont Trencavel'in siyah atının üstünde dörtnala kapıdan çıkıvereceğini sanıyor insan.
Oysa görkemli şatodan sarı kırmızı Oksitan flamasıyla çelik zırhlarını şakırdatan Trencavel yerine, çıka çıka şort olması gereken blucin parçasından kalçaları, önünden de tişörtünü yırtarcasına geren göğüsleriyle İsveçli bir taze çıkıyor karşımıza. Ardında da bacakları kıllı, eli haritalı bir Viking!
Ama burayı yazın yerli yabancı turistlerin akınına uğrayan bir Hollywood dekoru sanmayın. Carcassonne kale kentinin tüm evlerinde özgün Carcassonne'lular oturmakta. Zaten sokak tepen turistlerle pek ilgilendikleri de yok. Evler; dışarıya dönük olmaktan çok, bütün yozlaşmamış Akdeniz havzasında olduğu gibi iç avlulara yönelen bir açılış gösteriyor. Yerli halk; o canım asma köprüden geçerek, evlerine değin arabalarıyla girebiliyorlar. Turistler ise zorunlu olarak tabanvayla...
Pireneler'in isim babası yarı-tanrı Herakles'in kutsal ağacı akkavak, bu dağların eteklerinde pek bol. Orta Pireneler bölgesindeki en minik köylerden kentlere değin her yerleşim merkezinin akkavaklı bir meydanı var. Toplumsal belleğe yer etmiş bir efsanenin bilinçaltı anımsanması gibi, Carcassonne'un da böyle bir akkavak meydanı var. Kaldırım kahvelerinde birbirinden hoş tatlarda dondurmalar, yakıcı yaz günlerinin kuru damaklarını serinletiyor. Genç müzisyenler ise akkavak gölgelerinde ve üç beş kuruş karşılığında "masa başı" konserleri veriyorlar.
Ama biz o gün, bir kâse dondurmadan daha ucuz olduğunu bildiğimiz bir kap yemeğin, dolayısıyla da gözden ırak bir lokantanın peşindeydik. Ortasında kocaman kuyusuyla, minik bir meydan çıktı karşımıza. Kuyunun başında bir grup küçük izci, ilk bakışta oymak beyi sandığımız kasketli bir adamın laternada çaldığı Fransız Devrimi'nin marşlarını dinliyordu. Konser bittikten sonra minik izciler dağıldı ve laternacının aslında, mor salkımlarla gölgeli, kırmızı beyaz damalı örtüleriyle masal gibi bir kaldırım lokantasının patronu olduğu anlaşıldı.
Avrupa'nın en büyük derebeylik kentlerinden Carcassonne'u sakın bir taş yığınından ibaret sanmayın. İç avlular birer saksı ormanı, dışarıya açılan her pencereden kırmızı sardunyalar taşıyor, tasların arasından fışkırmış her santimetre kare toprak parçasına rengârenk boru çiçekleri, akşamsefaları ekili. Akşamın serinliği indiği zaman gün boyu güneşi içmiş yüzyıllık duvarlara, bir yasemin kokusu süzülüyor giremediğimiz iç avlulardan. Üç küçük lokantanın açıldığı kuyulu meydanı ise hiç unutmayacağım.
Oymak beyinin mor salkımlı lokantasına girdik ya, keşke girmez olaydık... Yemekler harika, fiyatlar uygun. Eti, sebzesi, salatası, şarabı ve dondurmasıyla günün mönüsünü yedik ve bizim paramızla bile ucuza gelen bir hesap ödeyeceğiz. Sıra geldi kahvelere; bir sigara yakalım diyorduk ki... Laterna-lokantacı açtı ağzını, yumdu gözünü. Bir öğüt yağmuru, bir tufandır gidiyor. Derken yandaki masalardan da yandaş bulmaz mı? Elimdeki sigarayı da yakmış bulundum, ciğerlerim-deki dumanı üflesem mi, üflemesem mi? Yolu yok, boğulacağım. Adamlar öylesine kara muştu yumurtlayıcısı ki, sanki o sigarayı içersem oracıkta düşüp öleceğim. Yahu bırakın, ölecek olan benim, diyecek olduk, bizi de zehirlemeye hakkın yok, diyorlar. İyi ama açıkhava, tepemizde mor salkımlar falan... Nuh diyorlar, peygamber nanay. Yiğitliğe macun çektirmeden o sigarayı içip, o hesabı da ödeyip kalktık sonunda; ama bir dahaki sefere kesin, kırmızı sardunyalı lokantaya gideceğim, müşterilerini kahveleriyle birlikte sigara tellendirirken gözümle gördüm. Laternacı-lokantacı hava alır bundan böyle. Adamın oymak beyi görüntüsünden kuşkulanmalıydık zaten.
Kilise Egemenliğine Karşı Ayaklanan Oksitanya'nın Bağımsızlık Savaşı
Floransa'dan Oxford'a hemen hemen bütün Batı Avrupa'da yayılan Kathar öğretisinin Oksitanya'da kök salısına bakılırsa; sefaleti yatırım olarak kullanan diğer dinlerin tersine, bu öğretinin taraftarlarını olgun ve ekonomik olarak güçlü toplumlarda bulduğu görülebilir. Ama Oksitanya'daki Kathar patlamasının düzenli, işlevsel ve daha iyi şartlar hedefiyle oluştuğu düşünülemez. Kathar dini zengin bölgelerde, gelirin eşit ölçüde paylaşılması, toplumun refahı için kullanılması gerektiği ve bireysel zenginliğin iyi olmadığı kuramıyla ortaya çıkar. Bu din, varolan düzenin kurucusu Katolik Kilisesinin kurallarına karşı tepki olarak gelişmiştir.
İnananlarına çok basit bir yaşam, ortak paylaşılan bir işin ürünü ve bir dizi fedakârlık karşılığında büyük bir entelektüel zenginlik sunan Kathar dini Hıristiyanlıkla uyuşmaz. Refah ve tüketim düzeninin yüksek olduğu bölgelerde yeşermiş ve varolan kurumların pastasından payını almakta olan senyörler arasında taraftar bulmuştur. Bu veri çelişkilidir ve bir açıklama gerektirir.
Bu derebeyi senyörleri, kendilerinden vergi toplayan Katolik Kilisesine karşı çıkıyor ve Paris'teki merkezi yönetimin, başka bir deyişle büyük bir ahlaki bozuklukla kiliseyi destekleyen kralın egemenliğine büyük bir öfke besliyorlardı. Bu durumda Roma iktidarına, dolayısıyla Katolik Kilisesiyle kralın iktidarına karşı olan Katharları desteklemek anlamlıydı. Kathar dinini benimsemeden önce, örneğin Carcassonne'un genç senyörü Vikont Trenceval gibi ruhunu ve derebeylik gücünü Kathar vakasına adayan Oksitanya soylularının silahlı başkaldırısının asıl amacı basitti: Bağımsız olmak ve kuzeydeki krala ne de güneydeki papaya boyun eğmek.
Dahası, refah durumları sayesinde bu senyörler, ruhani ve entelektüel açıdan gelişmişler ve baskın dogmalara karşı yeni bir dinin yeşermekte olduğunu duymuşlardı. Bu senyörlerin çoğu, manen Kathar dinini kabul etmişlerdi ve güçlerini inançlarından alarak kılıçlarını savurmuşlardı.
Oksitanya, Roma ve Paris'teki düzene karşı bir çeşit başkaldırı biçimine giren, kırk yıl sürecek basit bir dini farklılığın ötesinde gelişen bu direnişi daha iyi betimlemek için tarihi ve toplumsal koşullara bir göz atalım...
1100'lü yıllarda ne ispanya ne de İtalya birleşmişlerdi ve Fransa, bugünkü durumundan çok uzaktaydı. Kuzeyde Paris adını taşıyan ve çamurlu sokaklarında domuzların koşturduğu kentte bir kral bulunuyordu; ama bu kralın senyörlerle ilişkisi zayıftı. Ana güç Roma'daki Papaydı. Senyörler, tıpkı kral gibi, aforoz edilme korkusundan Katolik Kilisesinin çelik gibi sert kurallarını uygulayan dini liderlere bağlıydı. Oysa Papanın durumu hiç de parlak değildi. Doğuda olduğu gibi Batıda da Hıristiyanlık, İslamiyetin karşısında gerilemiş, hatta bazı yerlerde silinmişti bile. Ancak Batıda başkalarına sert kurallar getiren Kilise, içten içe çürümekteydi. Kiliselerde papazlar, fakirlere İsa'nın iyiliği ve yumuşaklığından söz ederken, karınlarını doyuruyor ve İsa'nın kanı dedikleri şarabı altın kadehlerden içiyorlardı. İncil, zenginleri katı bir biçimde yargılar. Oysa İsa,7 zengin bir adama bir yerde şöyle söylemiştir: "Tek bir şeyin eksik: Git, sahip olduğun her şeyi sat ve fakirlere ver; işte o zaman gökyüzünde bir yere sahip olursun. Sonra da gel, beni izle." Bir başka yerde de:
"Evet, sizin için tekrarlıyorum; bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin gökyüzünde bir yer edinmesinden daha kolaydır." İsa'nın dikenli taçlı heykeli, zümrütlerin ve elmasların yükü altında yükselemez. Kilise, o dönemde halkın sırtına yapışmış bir sülük gibiydi. Din adamları, kurulu düzenin yıkılmaması için insanın korkuya karşı kullandığı tek silaha, yani tebessümle sevmelerine; başka bir deyişle küçük coşkuların kapısına şu beş harfli damgayı vurmuşlardı: GÜNAH. Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında bu mesajı vermiştir...
Roma Kilisesi, yalnızca Katolikliği ve Yunan Ortodoksluğunu kabul ediyordu. Protestanlık, dört yüzyıl sonra ortaya çıkacaktı. Ana kilise Katolik'ti. Roma Ortodoksları istemeye istemeye Hıristiyan olarak kabul ediyordu. Zaten 1453'te Konstantinopolis'in soyluları, kendilerine istavroz çıkarma biçimini kabul ettirmeye çalışan Katolik Kilisesine karşı şu yanıtı vermemişler miydi? "Papanın selamına boyun eğmektense, Sultanın kavuğuna hoş geldin deriz!"
Oksitanya on ikinci yüzyılda zengin, incelikli, bayındır, kendi dilini konuşan bir ülkeydi. Kuzey Fransa taş devrindeyken, Oksitanya ipek devrindeydi. Kuzeyli baronlar kral karşısında üşümemek için kalın kürkler giyiyorlardı ve en büyük zevkleri vahşi çığlıklar atarak yaban-domuzu avına çıkmak, sonra da hayvanı ateşte çevirip yemekti. Oysa Oksitanya şatolarında insanlar müzik yapmak, şiir okumak, içmek ve eğlenmek için bir araya gelirlerdi. Toplantıların bir adı vardı: Aşk Divanları. Soylu hanımların düzenlediği ve başkanlık ettiği bu gecelerde senyörlerin güzel sanatlar aşkı, zaman zaman hanımlara duyulan aşka karışıyordu. Geniş ve açık görüşe sahip olan güney halkı ve senyörler güzel olan her şeyi seviyordu.
Ozanlar, gece boyunca son yazdıkları şiirlerini okuyor, şarkılarını söylüyor ve müziklerini çalıyordu; edebi ve erotik konuşmalarını sürdürürken değerli taşlarla süslü kupalarını elden ele dolaştırıyorlardı. Güneyli senyörlerin, Papanın sürekli olarak yeni bölgeler kazanma amacıyla haçlı seferlerine gönderdiği kuzeyli baronların durumlarına niçin özenmedikleri yeterince açık değil mi? Ne işi vardı güneyli senyörlerin at sırtında, toz toprak içinde, Arabistan çöllerinde?
Oksitanya'daki senyörlüklerden bir tanesi o dönemde büyük önem kazanmıştı: Toulouse Kontluğu. Toulouse Avrupa'nın büyük kentlerinden biriydi. O dönemde "Provançaux" diye adlandırılan Oksitanyalılar her türlü akıma açıktı. Müslüman ülkeleriyle ilişkileri vardı. Mont-pellier'deki fakülte Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından kurulmuştu ve tıp hocaları olarak Arap doktorları davet ediliyordu. Fransa'da devrim yaratan yazılı Roma hukuku, kuzeyde etkin olan töresel Alman hukukundan daha ağır basıyordu. Ant ilkesi giderek siliniyor, bunun yerini yazılı anlaşmalar alıyordu. Katharlar, inananlarına sözlü ant ilkesini yasaklayarak, bu yeni yönelimi etkin kılmışlardı. Derebeylik hâlâ vardı, ama kölelik gerilemeye başlamıştı. Burjuva ve tüccarlardan oluşan bir sınıf gelişmekteydi. Toulouse Kontu IV. Raymond'un varlığı, etkisi ve refahı kısa bir zamanda Paris kralı Philippe Auguste'ü titretecek boyutlara ulaşmıştı. Açıkçası Toulouse Kontu kendisini, Barselona'yı içeren ve bugün İspanya'da olan Aragon Kral-lığı'nın başkenti Saragossa'ya daha yakın hissediyordu.
Seul Olimpiyatlarından sonra, 1988'de Paris'le Barselona birbirlerine büyük rakip olmuşlardı. Bir sonraki Olimpiyatlar Barselona'ya kaldığında, bu konuda fikirleri istenen Toulouse'lular acaba bu duruma üzülmüşler miydi?
— Gerçekten, Paris'in kaybetmiş olmasına üzülmedik.
Barcelona daha yakın... ve bizden sayılır ne de olsa! dediler. Kolektif belleği silmeye sekiz yüzyıl bile yetmemiştir.
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
Следующий - Gülün Öteki Adı - 3
  • Части
  • Gülün Öteki Adı - 1
    Общее количество слов 3840
    Общее количество уникальных слов составляет 2305
    22.5 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    34.1 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    40.0 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Gülün Öteki Adı - 2
    Общее количество слов 3938
    Общее количество уникальных слов составляет 2355
    23.4 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    35.4 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    41.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Gülün Öteki Adı - 3
    Общее количество слов 3934
    Общее количество уникальных слов составляет 2315
    24.2 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    36.9 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    43.9 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Gülün Öteki Adı - 4
    Общее количество слов 3524
    Общее количество уникальных слов составляет 2223
    24.2 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    35.6 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    41.7 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов