Güncel Olmak İstiyorum - 1

Süzlärneñ gomumi sanı 3991
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2275
26.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
39.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
"Güncel olmak için bir bilgisayar almaya ve kullanmaya kalktım..." diye başlayan bir tanıdığımın başına gelenleri onun ağzından yazmaya çalıştım.

——————————————————————
İçindekiler
• OKURLARA BİR KAÇ SÖZÜM VAR
• TANIŞMA
• İLK ÇABALARIM
• INTERNET
• UMUTSUZLUK
• YARDIMCILARIM
• YENİ SÜRÜM
• ÇİZGİNİN ÜSTÜ VE ALTI
• MÜZİK DİNLEDİM
• TERS P SALDIRISI
• YAZICI VE TARAYICI
• YAZICI SORUNLARI
• YAZICI DEĞİŞİYOR
Daha yazılacak bölümler var. Bu E-Roman bitmedi. Yazımı sürüyor...

OKURLARA BİR KAÇ SÖZÜM VAR
Ben artık (sizin bakış açınıza göre) beyaz saçlarımla, kocaman göbeğimle çok genç değilim ama, kendi açımdan yaşama bakarken; En az sizler kadar canlı, en az sizler kadar yaşam dolu ve gencim. Buna inanmak istemeyebilirsiniz. "Adama bak yaşına başına bakmadan hala bizimle aşık atmaya çalışıyor" diye beni acımasızca eleştirebilirsiniz. Size gülerim. Hem de kahkahalarla...
Geçen yıllara bakınca, benimle yaşama başlayanlardan ne denli ayrıcalıklı olduğumu, onlardan ne kadar önde olduğumu biliyorum. Ben kemandan çıkan ezgiyi eleştirebilirken, yaşıtlarımın burun kıvırıp (müziği anlamadıklarını belli etmemek için) beni küçümsediklerini anımsıyorum. O zamanlar, onların başka düzlemlerde tef çalıp, dans ettiklerini görünce, onlardan kopmuş olduğum için üzülürdüm. "Ben de onlar gibi olabilsem, onlar gibi sıradan, tek düze ezgileri dinlerken mutlu olabilsem" derdim. Zaman durmadı. Akıp gitti. Ben de onunla yuvarlandım durdum. Bilgimi ve görgümü yaymaya çalıştım. Günü geldi, konserler düzenledim. Günü geldi, CD hazırladım. Dilim döndüğünce, gözüm gördüğünce anlattım, okudum ve yazdım...
Yaşamımdan ve kendimden daha ne kadar söz etsem, yaptıklarımı anlatamam. Belki de gereği yoktur. Onlar geçmişte kaldı. Ben bugünü yaşamak istiyorum. Bugünden sonrasını öğrenmek istiyorum. Gelecek benim için daha güzel olsun istiyorum. Geleceği yaşamak istiyorum...
"İstiyorsan yaşa. Sana karışan yok. Biz kendi yolumuza, sen kendi yoluna" diyebilirsiniz. Size öfkelenmem. Ben de sizin koşunuza katılmak, sizinle at başı beraber yarışmak istiyorum. Çünkü ben, hala genç kalan duygu yükümle yaşam doluyum...
Geçen birkaç yılda, çevremdeki gençlerin değişimine bakıp cep telefonu kullanmam gerektiğini düşündüm. Onlar gibi ben de her yerden aranmak, her yerden istediğime erişmek istedim. Sizlere uymak için cep telefonu aldım. Gerçi telefonla her olanak bulduğumda çevreme ileti göndermeye çalışmıyorum ama, gerek olunca istediğimi arayabiliyorum. Bu konuda en az sizin kadar güncelim...
TV karşısına oturup yayınları izlemek, uzaktan kumanda aracıyla "zapping" yapmak konusunda ne az sizin kadar deneyimliyim. Bu konuda ilk TV yayınlarını bile izlemiş biri olarak, sizden daha çok deneyimliyim diyebilirim... Neredeyse pek çok ülkede TV yayınlarının tarihi gelişiminden söz edecek, söyleşi yapabilecek bilgi birikimiyle yüklüyüm diyebilirim. Tiyatro, bale, konser gibi "Entel" eğlence biçimini çok iyi bilirim. Bu konuda uzman olduğum da söylenebilir...
"Sen zaten güncelsin. Daha ne istiyorsun?" diyeceksiniz. Doğrudur. Yukarıda saydıklarıma bakınca, sizin haklı olabileceğinizi düşünebilirim. Ama, herkes benim sıraladığıma benzer savlar ileri sürerek kendini güncel gösterebilir. Aslında, kendi bakış açısından herkes günceldir. Yaşadıkları ortama uyum sağlamaya çalıştıkları için günceldirler... Yenilikleri bilmedikleri sürece, bildikleri kadarıyla hep güncel kalırlar...
Artık konuya dönsem ve sizi bunaltmasam iyi olacak. Yaş ilerleyince böyle oluyor. Bir konuyu anlatmaya kalktığınızda geçmişten öyle çok olay ve anıyı çağrıştırıyorsunuz ki anlatımınız uzayıp duruyor. Eskiden, çok uzun yıllar önce, her şey ne güzeldi. Birkaç sözcükte tüm anlatmak istediğimi özetleyebilirdim. Zaman ve bilgi birikimi şimdi buna engel oluyor. Daha anlatmaya başlarken yüzlerce olay, öykü ve anı sıraya girip dilimden dökülen sözcüklere ekleniyor. Ardı ardına geçmişi sıralamaya başlıyorum. Bitmek bilmeden günlerce konuşabilirim gibi geliyor...
Bakın yine dağıttım. Neydi konumuz? Anımsadım: Ben güncel olmak istiyordum. Bu öyküye de onun için başlamıştım...
Kimseyi üzmeden anlatıma başlayayım. "Güncel Olmak" için önce güncel olmadığınızı söyleyebileceğiniz, bilmediğiniz ve yabancı olduğunuz bir konu olmalı... Çok özel bilgi ve beceri isteyen konulardan söz etmeyeceğim. Genelde tüm toplumu ilgilendiren konulardan söz etmek istiyorum. Güncel olmadığımı sandığım şey; Benim gibi pek çok insanın çekince gösterdiği, utandığı bir konu. Yıllarca önemsemediğimiz , "Kendine özgü, dar bir alan" diye yorumlayıp, "İşi uzmanına bırakmalı" dediğimiz bir konu. Meğer uzman olmadan da kullanmamız gerekiyormuş. Cep telefonu gibi bir araçmış. Eskiden kalem kağıt kullanarak yazdığımız mektup ve yazışmaların yerine geçecekmiş... Neden söz ettiğimi hemen anladınız. Sözünü ettiğim: Bilgisayar ve Internet. Ben de öğrenmek istiyorum. Hem bilgisayarı, hem de Internet'ti... Ben de güncel olmak istiyorum. Bana "E-mail adresiniz var mı?" diye sorduklarında, utanıp başımı öne eğmek istemiyorum. "Var" diyebilmeliyim. Toplantı tarihini, gelen iletilere vereceğim yanıtlarla belirlemeliyim. Dostlarıma, iş arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma ileti gönderebilmeliyim. Onlardan gelen iletileri okuyabilmeliyim. Küçülen iletişim dünyasındaki hıza ayak uydurabilmeliyim...
İstediklerim çok zor şeyler değil. Bu bin yıla giren herkesin istediği, ya da isteyebileceği türden sıradan şeyler... Ben de onlarla aynı koşu yolunda, hızla ilerlemeliyim...
Daha önce teknolojiyi yakından izlemeye çalışmıştım. İlk elektronik daktilo çıktığında bir tane almıştım. Onu çok iyi kullanırdım. Daktilo, çocukluk yıllarımdan beri iş yaşamında kullanılan bir araç olduğundan, onun gelişmesini yakından izlemiş ve yeni ürünü hemen kullanmıştım. Yabancı dilim olduğu için satın aldığım aracın "Kullanım Kitapçığını" bir çırpıda okumuş, kimseden yardım almadan kurup çalıştırmıştım. Yakın zamana değin sorunsuz kullandığım elektronik daktiloma bakıp gülümserken, kendimi teknoloji izleyebilen bir insan olarak görürdüm. Günün koşullarına uygun davranmak, kısacası "Güncel Olmak" çok hoş ve keyif vericidir. Benim elektronik daktilom da gözümde "Dünya'nın Sekizinci Harikası" gibi değerliydi (Aslında hala çok değerli. Hele başıma gelenlerden sonra, onun değerini unutmak istemiyorum. Çünkü ona olan saygım katlanarak çoğalıyor).
Bugüne değin bilgisayar kullanmadım. Sekreterlere verdiğim yazıları düzenlemeleri hoşuma gidiyordu. Ben de yazı yazmak için boşuna emek harcamak zorunda kalmıyordum. Internet olmasa, bilgisayar kullanmadan eski daktilomla mutluluk içinde yaşamımı sürdürüp gidecektim. Uzmanlık isteyen bu konuya (geçmişte öyleydi) bulaşmadan, kendi bilgi alanımda ilerleyecektim... "Bana ne bilgisayar kullanımından" diyebilecektim... Olmadı. Yaşam ve toplum ortam değiştirmeye başladı. Ben onların dışında kaldım. Kalabalık bir alış veriş merkezinde aynalara bakarken arkada yürüyen insanları görünce yalnız olmadığımı anlarım. Toplumun içinde olduğumu görürüm. Kendime güvenim artar. Bilgisayar kullanımı konusunda aynalar, artık eski sözleri yinelemiyor. Hatta bana bakıp "Geç kaldın. Başkaları aynanın diğer tarafına geçtiler. Sen yalnızsın" demeye bile başladılar. "Toplum neredeyse, ben de onların yanında olmalıyım" dedim ve bu illete bulaştım. Bulaşmasaymışım...
Herkesin sindirerek adım, adım geçtiği yolları ben, zıplaya hoplaya geçmeye kalkınca tökezledim, kapaklandım, yoruldum ve çaresizlikten yardım istemek zorunda kaldım. İçinde olmayınca, "Davulun sesi" gibiymiş. Uzaktan hoş gelirmiş...
Tamam. Siz haklısınız. Konuya başından yakınlık göstermeliydim. O elektronik daktilodan sonra, ilk çıktığında, bilgisayar alıp kullanmalıydım. Böyle davranmış olsaydım, bugün başıma gelenlere gülmek zorunda kalmazdım. Ben o tuhaf aracın yıllar sonra, değerli daktilomun yerini alacağını düşünmedim. Beklentim aynı değilmiş. Ya da şöyle söyleyeyim: Bilgisayar, ilgi alanıma hiç girmemiş. Böyle olacağını bilseydim bu yanılgıya düşmezdim...
Artık yeter. Daha başından sıkılıp okumaktan vazgeçmenizi istemiyorum. Öyküme başlayacağım ama isterseniz önce verdiğim karardan söz edeyim. Nasıl oldu da ben de bilgisayar kullanmaya kalktım? Gelin bir örnekle anlatmaya çalışayım (Eski birikimlerden bir anı sayfası açtığımı görüp konudan uzaklaşacağımı sanmayın, hemen konuya döneceğim).
Siz hiç keman çaldınız mı? Ben en iyi çalanı da gördüm, ilk öğrenmeye başlayanı da. İlk başlayanların kemandan çıkarttıkları ses, bir kediyi kuyruğundan bağlayıp camdan aşağıya sarkıtmaya kalktığınızda, zavallı kediden çıkan çığlıklar gibidir: Hiç çekilmez... Ama, kemanı iyi çalmaya başladığınızda bakarsınız o da sizinle güler, o da sizinle ağlar... Keman yüreğinizin aynası olup çıkmıştır. Neşenizi, üzüntünüzü, dostluğunuzu ve sevecenliğinizi yansıtmaya başlamıştır. Siz onu yönetirsiniz. Sizin elinizdir. Sizin gözünüzdür. En önemlisi kalbiniz olmuştur. Onunla uyum içindedir. Onun gibi atar. Sizin ayrılmaz bir parçanızdır...
Ne güzel değil mi? Keşke bilgisayar da keman gibi olsa, o da sizin bir parçanız gibi, sizin yaşamınızı yansıtsa...
Bilgisayar almaya karar verdiğimde, gece birkaç kez uykumdan uyandığımı anımsıyorum. Anlımda biriken soğuk ter damlacıklarını havluyla temizlerken; Korkunun yersiz olduğunu, benim de bu sınavdan diğer insanlar gibi kolaylıkla geçebileceğimi kendime inandırmaya çalışıyordum...
Zor günler hızla geçti. İlk konser gibi... İlk sınav gibi... Sonunda bilgisayar alındı... Onu kutusunun içinde sessizce durduğunu görüp sevmiştim bile... Sevimli bir görüntüsü vardı. Uslu çocuklar gibi sessizce, evlat edinilmeyi bekliyordu. Elinden tutup eve götürünce, aynı sessizliği sürdüreceğini, ne dersem, ne yaparsam bana boyun eğeceğini sanıyordum. İlk anda, kutunun kapağını açtıklarında, ona gülümsedim. Beni gördü mü? Beni anladı mı? İlgisini çekebildim mi? Bilmiyorum. O an çok heyecanlı olduğumdan, onun nasıl davrandığına pek dikkat etmemişim. Sanırım, o beni hiç önemsemedi. Sabırla işlemlerin bitmesini bekledi... Sanırım o bir köle gibi satıldığını düşünürken, ben bir evlat edinme çabasındaydım. Düşüncelerimiz ayrı tellerden notalara vuruyor, uyumsuz sesler çıkıyordu... Müziği iyi bilirim ama nedense bu ezgideki bozuk düzeni duyamadım. Belki çok heyecanlanmıştım. Anlayamadım...
Hemen eve götürmek istediğimde: "Olmaz kullanacağınız programları yükleyeceğiz" dediler. Ben de yabancı dilim var ya, "Programlar İngilizce olsun" dedim.
Buraya değin her şey çok güzel ve sorunsuzdu... Eve giderken sevinç içindeydim. Yaşımdan utanmasam, sokakta yürürken, neşeyle zıplayıp duygularımı açığa vurabilirdim... Çevreden tepki almadan, "Adama bak kafayı sıyırmış herhalde" demelerine fırsat vermeden eve gitmiş olmama hala şaşıyorum. Evime girip kapıyı kapatınca, sırtımı duvara dayayıp, sığır güdenler gibi şapkamı havada döndürerek nara attım (Bu satırları yazarken, o anki durumum gözümün önüne geldiğinde hala acıyla gülümsüyorum). Sonra hemen kendimi toplayıp üstümü, başımı değiştirdim ve doğal yaşamıma döndüm... Mutluluk yüzümden akıp, içime işlemişti. Yüreğimde bir sıcaklık ve heyecan vardı... Yeniden yaşamaya başlamış gibi dinçleşmiştim. İçinde bulunduğum yeni koşullara alışınca, ben de aynanın diğer yüzene geçip, önümde yürüyenlere haykıracaktım:
Merhaba Sanal Dünya!

TANIŞMA
Telefon çaldığında ahizeyi kaldırınca:
- Bilgisayarınız hazır.
dediklerinde, sevinçten yerimde duramadım. Genç olsam hiç düşünmeden, bugünkü gençler gibi yapıp yerimde zıplar, zıplardım... Yaşım ve kilom bu tür taşkınlıklara uygun olmadığımdan sevincimi gülümseyerek belli ettim.
Gençliğimde birisiyle buluşmak için nasıl heyecanla hazırlanmaya çalışmışsam, şimdi de aynı duygularla yerimde duramıyor, hemen hazırlanıp evden çıkmak istiyordum. Tıraş olurken, giysilerimi giyinirken, hafiften bir parçayı mırıldanmaya bile başlamıştım. Kravatımı seçerken dolabın karşısına geçip: "Hangisini taksam?" diye düşündüğümü görünce gülümsedim.
- Uzattın ama. Alt tarafı bir bilgisayar. Sevgiline mi gidiyorsun?
diye söylenmeden edemedim. "Alt tarafı Bilgisayar" iyi bir yorum. Sonra öğrendim: "Üst tarafı da Bilgisayarmış"...
Hazırlanıp yola koyulduğumda, heyecandan yüreğim ağzıma geliyordu. Sonunda bu güncel araçla tanışacak, ben de yaşamda güncelliğe erişecektim... İsteklerimin gerçekleşmesine çok az kalmıştı. Birkaç dakika sonra asansörle üçüncü kata çıkacak ve kapıyı açınca karşımda onu görecektim. "Selam versem mi?" diye düşündüm... Sonra "Boş ver. Çok yüz vermemeli..." diyerek vazgeçtim.
Siyahlar giymiş, saygıyla beni bekliyordu. Kimseye sezdirmeden, dudağımın köşesinden gülümsemeye çalıştım. Sonra çevreme bakındım. Çok şükür kimse görmemişti. Bana gülüp, "Adam delirdi", ya da "Ne de meraklıymış" gibi tuhaf sözler de söyleyebilirdiler...
Buraya değin yazdıklarıma bakıp "Aklını kaçırmak üzere" gibi yorumlar yapmanıza gerek yok. Okuyanlara duygularımı anlatmaya çalışırken, olayları biraz abartmış olmalıyım. Bir araca, salt elektronik özelliklerle donatılmış bir araca, canlıymış gibi davranılmayacağını ben de biliyorum. Kafayı sıyırtmadım (Yeni gençler böyle diyormuş. Şimdiki orta yaşlılar da aynı kavramı "Kafayı yedi" diye kullanırdılar). Ekranın karşısına geçip, onunla konuşan, hatta öfkelenip bağıran bilgisayar tutsaklarına göre, cansız varlıklarla iletişim kurma konusunda daha az bağımlı olduğumu söyleyebilirim. En azından bu güne değin ekran karşısında kendi kendime hiç konuşmadım (Ama, ileride de aynı davranışta olacağımı garanti edemem). Önümüzdeki günlerde ekrandan gözümü alamadan, parmaklarımın altındaki farenin imgesini ekran üzerinde gezindirirken, kendimi sanal ortamın içine gömer miyim, bilemem. Böyle olmasını dilemediğimi belirtmeliyim.
Çevremdekilerle söyleşirken sesimin gevrek simit gibi çıtır, çıtır olduğunu, olur olmadık her şeye kahkaha attığımı seziyordum. Sanırım çevremdekiler de benim davranışlarımdan neşeli olduğumu algılamışlar, hafiften gülümsüyordular. Hani şu eskilerin "Bıyık altından gülümseme" dedikleri türden, biraz amaçlı ve alaycı bir gülümseme...
Önüme gelen küçük siyah kutuyu yanımdaki masaya bıraktıklarında, "Yılın Sanatçısı Ödül" töreninde Kültür Bakanından plaket alanlara benziyordum. "Kapak açılacak, bordo kadifeye sarılı ödül plaketi ortaya çıkacak" diye beklememe az kalmıştı... Yıllar öncesine gitmişim. Geçmişte az mı ödül alan sanatçı görmüştüm. Bu sahneyi anımsamamak olanaksızdı...
Doğal olarak kapak açılınca, kadifelere sarılmış bir plaket çıkmayacaktı. Bunun bilincindeydim ama, gel gör ki, yaş ilerledi. Eskileri anımsamadan geçemiyorsunuz. Öyle çok anı var ki... Anlatırken birden duralayıp, "Aslında anlatmak istediğim başka bir konuydu da ben buralara değin nasıl geldim?" demeden edemiyorsunuz...
Sonunda siyah yassı kutunun kapağı aralandı. Karaya yakın donuk renkli, soluk yüzlü ekran gözüktü... Tuş takımı, benim ödül plaketin bulunması gereken yerde duruyordu. Sol köşedeki bir tuşa bastıklarında, kapağın kutuya bağlandığı yerdeki göstergelerde ışıklar yanıp sönmeye başladı... Sonra ekranda beliren yazılardan, bilgisayarın çalışmaya başladığını anladım. Tam "Bir tuşa dokununca, her şeyi çözecek" dedikleri gibi... Her şeyi çözer mi? Yoksa o andan başlayan karanlık günlerin ve sıkıntıların habercisi olduğu için mi karalara bürünmüştü, bilemem. Renkler belirmeden kara mezar taşına dökülen ağıt gibi bir çok teknik sözcük sıralanmaya başladı. Gerçi İngilizce biliyorum ama, burada yazılanları, bildiğim İngilizce ile çözmeye kalkacak olsam, çok saçma sapan çeviriler yapabilirdim. Sanırım teknik açıdan başka anlamları var... Benim gibi teknik olmayan insanların çıkan yazılara bakıp yorum yapmaya kalkması, kahve fincanındaki biçimlerden, gelecek okumaya benzemeli. Bakıcı olup, gördüklerimden kendimce geleceğe yönelik yorumlar yapmalıyım: "Yıldızınız Venüs yörüngesine girdi. Aşk sizinle" gibi sözcükler söylemeliyim...
Mavi gökyüzünde yüzen kırık pencerelerin arasından, geçen bin yıldan kalan bir Windows yazısı, ekranı kapladı. Sanırım bilgisayar artık kullanılabilir duruma gelmek üzereydi. Bu ekran bir süre gözümü alırken, kapağın hemen dibindeki ışıklı göstergeler sürekli yanıp sönüyor, tuşların altından tıkırtılar geliyordu. Ben bunca gürültüyle çalışan bilgisayarın, bozuk araç sesine alışık olmadığın için çevremdekilere bakındım. Acaba bana verilen bilgisayar bozuk muydu? Yoksa "Başka sorunu yok. Biraz sürtünme var. Yağlayınca geçer" mi diyecektiler? Evde kapılar gıcırdayınca, makine yağdanlığıyla menteşelere yağ sürerek sesi giderebiliyorum. Bilgisayarı da mı aynı biçimde yağlayacaktım? Çok endişeli bakınmış olmalıyım ki, dayanamayıp bana bir açıklama yapmak gereğini duydular:
- Disk çalışıyor. Programları yükleyince sesi azalır.
Tamam anladım. Arabalar da böyledir. İlk anda motor açılıncaya dek silindirler yatağa sürtünür, fazla ısınır. Hatta sesi çoktur. Bol yağ kullanır. Sonra sürtünme (silindirin yüzeyi ve yatağın içindeki aşınmadan) azalır ve ses kesilir. "Burada ne tür yağ kullanmalı?" diye sorabilirdim. Belki siz de böyle sorular soracağımı sanıyorsunuzdur. Beni tanıyınca, bu tür sorular sorabileceğime inancınız daha da artacaktır. Anlamadığımdan, yaşlanmış olduğumdan değil de, salt espri olsun diye sorabilirdim. Ama yapmadım. Hem çok şımarmış olduğumu göstermemek için, hem de bir an önce bilgisayarı alıp evime gitmek istediğimden; Olayları uzatmadan, abartıya kaçmadan sabırla bekledim... Hatta ciddi davranarak anlatılanları öğrenmeye başladım:
- Şu ekranda görünen küçük simgelerin üzerine farenin okunu götürüp parmağınızın altındaki tuşa dokununca program çalışmaya başlar. Bazı koşullarda, örneğin CD takınca, gerekli programı Windows bulup hemen çalıştırır. Sizin ayrıca programı aramanız gerekmez.
Benim elektronik daktilonun yapamadığı daha bir çok beceriyi ardı, ardına sıraladılar. Düşünün bir kez. Uzun bir yaşamın ihtiyarlık öncesi günlerine gelmişsiniz, teknolojinin çocukluk yıllarınızdan bu güne durmadan ilerlemesinin dışında kalmışsınız. Sonra kalkıp "Bu işi öğrenmeli" deyince, onların yıllardır öğrendiğini, kazandığı deneyimi, birkaç dakikada size aktaracaklar ve sizden hepsini bir çırpıda öğrenmenizi isteyecekler. Ve de siz, bir çırpıda her şeyi kavrayıp öğreneceksiniz. Bu olur mu? Olmaz elbette. Olsaydı, Bethoven gibi bir çok sanatçı yetişirdi. Kemanı ilk eline alan hemen bir konçerto çalardı... Söylediklerimin olmayacağına aklınız yatıyorsa, benden de birkaç dakikada Bilgisayarı açıp, programları çalıştırmam beklenmemeliydi. Onlar bekliyor olabilirler ama, ben beklemiyordu. Onlar anlatırken güldüm:
- Üç kat aşağıya indiğimde, anlattıklarınızdan aklımda kalanlarla bu bilgisayarı açabilir miyim?
diye sordum. Sanki yabancı bir dil kullanıyormuşum gibi, uzaydan gelmişim gibi yüzüme baka kaldılar. Hatta gözlerinden: "Tüm bunları boşuna mı anlattık?" demek istediklerini söyleyebilirim. Ses çıkartmadılar. Gülümsemekle yetindiler. Birisi çıkıp:
- Akşam izlemek için film verelim. "Şerburg Şemsiyeleri" güzeldir. İzler misiniz?
Böyle bir öneriye "Hayır" diyemezdim. Video kaset izler gibi bilgisayarda güzel bir film görme olanağını hemen kabul ettim. En azından daha ilk geceden bilgisayarla boğuşmak zorunda kalmayacaktım. CD'yi okuyucuya takınca, program kendiliğinden başlıyordu...
Herkese teşekkür edip kara kutuyu katladım ve çantasına yerleştirdim. Çantayı alıp evin yolunu tutmak üzere yanlarından ayrıldı. Sokağa çıkınca:
- Savulun bre zındıklar. Ben de geliyorum. Hem de gümbür, gümbür...
"Tulumbacılar" gibi nara atarak, yolda yürümeye başladım... Sokaktakilerin durup bana endişeyle bakmakta olduklarını görünce, yürümüyor, kilomdan ötürü koşmakla yuvarlanmak arasıda bir hızla ilerliyor olmalıydı. Bana sorarsanız: "Koşuyordum..."
Eve gelince, ne yapmış olabilirim? Bu soruya karşın aklınıza gelen ilk şey "Bilgisayarı kurdunuz" olabilir. Doğru düşünüyorum değil mi? Evet dediğiniz duyar gibiyim. Ama, öyle olmadı... Deneyimsiz her insanın ilk davranışlarındaki tutuk ve çekingen tavrı aklınıza getirin. Hani ilk kez arkadaşınızla olduğunuz anı (ya da eşinizle olduğunuz anı) düşünün... Daha önce bu anı yaşamadıysanız, yaşayacağınızı düşünün. Yüreğiniz o günkü gibi hoplamaya başladı mı? Elleriniz titredi mi? Ya da yüzünüz al, al oldu mu? Olmuştur. Benim de olmuştu... Şimdi farklı olan nedir sizce? Bence: "Hiç fark yok". Kemanı boynunuza dayadığınızda, yayını nasıl tutacağınızı bile bilmezsiniz. Haydi bildiğinizi var sayalım. Ya da rastlantı sonucu doğru tuttunuz. Hemen bir "Vivaldi" çalabilir misiniz? Hayır! Çalamazsınız. O halde ben de bilgisayarı açıp hemen CD'deki filmi izleyemedim...
Önce evin içinde yapmak zorunda olduğum işlerle uğraştım. Elimi ağırdan alıp uzunca bir süre evdeki işlerle oyalandım. Böylece ilk heyecanım yatıştı. En azından titremem gitmiş, yüreğim yerinden çıkıp beni terk etmekten vazgeçmişti. Salondaki CD çalara en sevdiğin klasiklerden birini yerleştirdim. Koltuğuma oturup gözlerimi kapattım. Bethoven'nin Beşinci Senfonisi, davula vurulan tokmakların gümbürtüsüyle başladı:
- Zafer...

İLK ÇABALARIM
"Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş". Beşinci Senfonideki davulun sesi hiç uzak olmadığı halde, bana her zaman hoş gelmiştir. Amacına uygun, Bethoven'in hırçın yaratılışını yansıtan bu sesleri yıllardır öyle benimsemişim ki onu dinlerken kan dolaşımımın hızlandığını, gücümün arttığını hissediyorum. Aslında bu katkıya ne çok gereksinim varmış. Tümüyle suskun, kedi gibi köşeye sinmişken, kendime geldim. Toparlanıp gömüldüğüm koltuktan ayağa kalktım. Giriş kapısına değin güvenli ve ağır adımlarla ilerledim. O çantayı sapından kavradım ve çalışma masaya döndüm. Elimdeki çantayı usulca masaya bıraktım. Fermuarı açtım. Sonra çantanın kapağını kaldırdım ve hemen kapattım. Hızla yerime dönerken "Olmayacak. Yapamayacağım" deyi söyleniyordum...
Paylaşılmayı bekleyen, torbaya konmuş kurbanlık koyun parçalarına benziyordum. Bacaklarım kilometrelerce yürümüşüm gibi halsiz, kollarım saatlerce demir örselemiş gibi bitkin, bedenim bıçak yaraları almış gibi sızıyla doluydu. Yapamamıştım. İlk denemem başarılı olmamıştı. Anlaşılan Bethoven bile bana yeterli ivmeyi kazandıramamıştı. Yenilgiyi kabullenemedim. Başarmam gerekiyordu. Başkaları umurumda bile değildi. Kendim için, kendime olan saygım için başarmalıydım. Yerimden doğrulmaya çalıştım. Ayağa kalktığımda üzerimden silindir geçmiş gibi eziktim...
Çalışma masasının başına geçtim. Çantanın kapağını kaldırırken gözlerimi kapattığımı anımsıyorum. Keşke şu köşede duran emektar daktiloyu önüme çekiyor olsaydım. Hiç böyle heyecanlanmazdım. Kara kutuyu el yordamıyla iki köşesinden tuttum ve çantadan çıkarttım. Kara kutu ellerimin arasında kaldı. Onu masaya koyamadım. Yer yoktu. Çantayı açınca çalışma masasında elimde tuttuğum kutuyu koyacak yer kalmamıştı.
- İki kolum daha olsa...
dediğimi anımsıyorum. Hem deneyimsizim, hem de heyecanlı. Neden sonra oturduğum koltuktan kalkmayı akıl edebildim. O ana değin üstüme değerse, "Kara is bulaşıp üstüm başım kirlenir" korkusuyla havada benden uzak tutmaya çalıştığım bilgisayarı oturduğum yere bıraktım. Sonra dönüp çantanın içindeki aksesuarı toplayıp masanın köşesine, kitapların üzerine yığdım. Çantanın fermuarını kapattım. Çantayı yere bırakıp koltuğun üzerinde pinekleyen bilgisayarı özenle kavrayıp masaya taşıdım. Beni gören sarsılınca, mandalı düşecek el bombası taşıdığımı düşünebilirdi. Sonra yaşamımı etkileyecek, her olanak bulduğunda patlayıp parçalanan atom bombasının mantarı gibi büyüyüp kocaman kara bulutlar oluşturacağını bilmediğim için el bombasına benzetmemi beğenmediğinizi biliyorum. Siz de benim gibi ilk karşılaştığınızda bu canavarı denetleyememenin atom bombasının insanlığa verdiği zarardan daha çok etkileri olduğunu biliyorsunuzdur. Ben de sonunda öğrendim. Hele bu ülkedeki satıcısıyla ve destek elemanıyla bilgisayarların, nasıl tehlikeli bir araç olduğunu, her an ülke bütünlüğünü nasıl zedeleyeceğini artık biliyorum... Bence nükleer savaş tehlikesinden, salgın hastalıklardan daha zararlı... "Birden ne oldu da bilgisayara düşman oldun?" demeyin ne olur. Ben bilgisayarlara, teknolojik gelişmelere karşı, tutucu bir insan değilim. Ben onu bilmeden, onu tanımadan kullanan, hatta bu işin uzmanı olduklarını söyleme cesareti gösterenler karşıyım. Bunca tepki onlar için. Onların bilgi düzeylerinin yeterli olmamasından, böyle olduğu halde Dünyayı umursamadan "Çalışmış olmak için çalışıyor" olmalarından rahatsızım. Biz bu düşünce biçimiyle nasıl "Gelişmiş Devletler" düzeyine çıkabiliriz? Sanırım çıkamayız. Bakın aklıma ne geldi. Bu insanları bilgisayar işinden uzaklaştırıp bir başka işe yönlendirelim. Örneğin bu yetkin insanlarla bir Orkestra kuralım. Sonra konser vermeye kalkalım. Orkestranın yarısı başlama saati geçeli çok olduğu halde göreve gelmemiş, gelenlerden bir çoğu ya çaldığı aleti getirmemiş, ya da eksik getirmiş. Bir frank giyerken diğeri mavi kot ve dik yakalı kazakla gelmiş. Bir çoğu üç günlük sakalla dolaşıyor. Biz de salonda onların sahnede yer almalarını bekliyoruz. Sahneye gelip "Klasik Müzik" yapacaklar... Sizce olur mu? Olmaz diyorsanız bence, bunlardan bilgisayarcı da olmaz...
"Daha bilgisayarı masaya yeni yerleştirdin. Anımsadığımız kadarıyla çalıştırmadın bile. Sen neden bilgisayarcılara yükleniyorsun?" dediniz değil mi? Haklısınız. Yaşımdan olsa gerek. Birden konudan saptım. Sanırım ileride de böyle değişik telden çalma, temadan kopmalarım olacak. Elimde değil. Bazı anlarda çok titiz oluyorum. Gençlerin böyle duyarsız olmalarına dayanamıyorum...
Sonunda kapağı kaldırdım. Açılan kara kutuda parmağımla bastırabileceğim bir tuş arandım. Daktilo biliyor olduğumu daha önce söylemiştim. Bu yüzden harflerin ve diğer simgelerin yazılı olduğu tuşlara basmadım. Ben üst sırada, o yanıp sönen ışıkların yakınında bir yerlerde bastırılınca batan bir tuş arıyordum. Sonunda üretici firmanın tüm gizleme çabaları boşa çıktı. Ben o tuhaf tuşu bulup parmağımla üzerine dokunmayı becerdim... Ve bilgisayar çalışmaya başladı. Çalışmaya başladığını nereden anladığımı soruyorsanız söyleyeyim: "Birden ışıklar yandı. Sonra biri diğerlerinden daha hızlı yanıp sönüyordu. Arabaların sinyal lambaları gibi. Bir yanıp, bir sönüyordu". Böyle olunca, karşısına geçip donuk yüzlü kara ekrana bakmaya başladım...Gündüz de böyle olmuştu. Kısa bir süre sonra kaderimin kara yazgısı ekranda belirmeye başladı. Önce sayaçlarda görünen türden dönüp duran sayılar belirdi. Sonra "Oldu... Belleğim ne kadar olduğunu buldum" anlamına gelen bir yazı türedi. İngilizce bildiğim için yazılanları (teknik deyimleri bilmediğimden kendi anladığım biçimde yorumlayacağım) okumaya çalışıyordum. Sonra bir algılayıcı (detektör) rakam ve harflerden oluşan bir çok aygıt tanımladı. Kısaltmalardan ve firma adlarından oluşan bu bilginin ne anlama geldiğini yorumlayamadım. Bulunan aygıtlardan eksik olanları benim anlamam olanaksızdı. Bu yazgının bana ne demek istediğini anlamış da değilim. Ama sabırla o mavi gök yüzünün görüneceğini, güneşin parlayacağını bilerek beklemeye başladım... Ellerimi kavuşturmuş, ekranın karşısından hareketsiz bekliyordum...
Detektör radyoaktif kalıntı, salgın hastalık virüsü bulmamış olmalı ki, "Windows başlıyor..." diyerek o tuhaf tıkırtılı sesleri çoğalttı. Daha çok fare tıkırtısına benzeyen seslerden, benim kullanacağım fareyi göreve çağırmaya çabaladığını, onun direnerek: "Yorgunum. Bugün çalışmak istemiyorum" der gibi köşe bucak kaçtığını, Windows denilen köle avcısının elinde çelik ağıyla fareyi yakalamaya uğraştığını düşünürken uyuklamış kalmışım... Birden hoparlörden gelen sert bir sesle irkildim. Ekrana bakacağım derken, yaşlılıktan ve yorgunluktan içim geçmiş. Dalıp gitmişim... Kendime geldiğimde ekrandaki son satırın hala "Windows yükleniyor..." sözcüklerinden oluştuğunu, kedinin fareyi kovalamasını andıran tıkırtıların son hızla sürdüğünü görüp sevindim. Uyuklamış olduğum için hiçbir şey kaybetmemiştim. Ekran değişmemişti. Bilgisayar, sürekli tıkırtılar çıkarıyordu. "Acaba ileride, arabalardaki silindir gibi yeterince aşınınca gürültü azalır mı?" diye düşünürken beklediğim an geldi. Ekran mavi gökyüzü rengine dönmüş, uçuşan kırık pencere belirmişti...
Biraz fazla uzattım herhalde. Bağışlayın ama, bu benim kendi başıma çalıştırmaya kalktığım ilk bilgisayar. İlk izlenimlerimi unutmam olanaksız. Belki çoğunuz bu deneyimi her gün yaşadığınız için olanları kanıksamışsınızdır... Belki bir çok ekranı, görüntülenen bilgileri önemsemiyor olabilirsiniz. Hatta görmediğinizi bile ileri sürebilirsiniz. Sizin gibi olunca ben de önemsemem herhalde. Amacım da sizin gibi olmak değil mi?
Bilgisayar açılıp, mavi taban rengi üzerine serpiştirilen simgeler belirdikten ve kum saati kaybolduktan sonra "Bu bilgisayar kullanıma hazır olmalı" diyerek CD'yi CD gözüne yerleştirdim. Daha önce müzik dinlediğim için CD'lerin aygıta nasıl takıldığını biliyordum. Bu nedenle CD'yi yerine yerleştirirken sorunla karşılaşmadım. Bir başka ışıklı gösterge CD'nin algılandığını ve okunmaya başladığını belirtince ekranda açılacak pencereyi beklemeye başladım. Çok büyük olmayan bir pencere açıldı ve film görüntülendi... Ekrana bakarak "Şerburg Şemsiyelerini" izlemeye başladım... Bu filmi yıllar önce izlemiştim. Bir bilgisayar ekranında açılan küçücük bir pencereden değil de kocaman bir beyaz perdede izlemiş olduğumu, eskisinden aldığım keyfin bugünküyle aynı olmadığını söylemeden geçmek istemiyorum. Tutucu olduğum, eskiyi özlemle anımsadığım için değil. Ama, sanırım eskiden film izlemek bugünkünden çok daha eğlenceli ve keyif vericiydi...
Telefonu açıp arkadaşımı aradım. Kalıplaşmış sözcüklerle son durum hakkında topladığımız bilgileri karşılıklı aktardıktan sonra, çok önemli bir iş yapmış gibi hemen konuyu yeni oyuncağıma getirdim:
- Bir bilgisayarım var.
- Öyle mi?
- Şaşırdım mı?
- Hayır. E-mail adresini versene?
- Ev adresimi biliyor olmalısın. Yıllardır aynı yerdeyim. Taşınmadım.
- Ev değil E-mail adresini istedim.
- Anlamadım.
- Canım e-posta adresi. Internet'e nereden bağlanyorsun?
- ...
- Alo beni duymadım mı?
- Duydum da. Benim bilgisayarımda Internet yok. Varsa da bana anlatmadılar.
- Ya!
- Alo. Beni duyuyor musun?
- Evet ama, işim çok. Internet'te söyleşi yapıyorum. Sonra, bir ara seni ararım.
- Anladım... İyi geceler.
- Sana da...
Telefon kapanınca, başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydim. Yanaklarım kızarmış, alnımda ter tanecikleri birikmişti. Internet! Benim bilgisayarımda var mı? Bilmiyordum. Bana söylememiştiler. Belki vardı. Belki "Onun neyine Internet" diye umursamamıştılar... Bilgisiz olmama önce öfkelendim. Sonra biraz düşünüp güldüm:
- Hemen ne Internet'i. Sen önce bunu kullanmayı öğren. Internet de peşinden gelir.
diyerek kendimi avutmaya çalıştım.
Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattığımda mavi bulutların arasında uçan halıyla gezinirken, aşağıya baktığımda; Karaların, denizlerin, göllerin kayıp gittiğini görüyordum. Sonra halımın desenlerinin Windows penceresine benzediğini sezip gülümsedim. Düşümde yüksek sesle "Internet'te geziniyorum" diye çığlık atıyordum...
Sabah uyanınca telefona sarıldım:
- Ben bilgisayarımda Internet istiyorum.
- Peki. Alırız...
Telefonu kapayınca kurnazca gülümsedim. Gözlerimi kısıp boşluğa baktım: "Ben de gezineceğim. Benim de bir e-mail adresim olacak..." diye düşünüp keyiflendim...

INTERNET
O gün Internet bağlantısı yapılacaktı. Çocuklar gibi şen ve neşe dolu olduğumu söylememe gerek yoktur sanırım. Kuruma gittiğimde satın alınan Internet paketini bilgisayarıma yüklemek için gelecek teknik kişiyi beklemeye başladık. Sonunda gençten biri paketi açıp yüklemeyi yaptı. Bilgisayarın ayarlarını düzenledi ve bana dönüp:
- Oldu. Internet bağlantınız için fareyi masa üstündeki şu simgeye götürüp tıklamanız yeterli olacak.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Güncel Olmak İstiyorum - 2
  • Büleklär
  • Güncel Olmak İstiyorum - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 3991
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2275
    26.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Güncel Olmak İstiyorum - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 3865
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2093
    26.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Güncel Olmak İstiyorum - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 2828
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1618
    28.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.