Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 3

Общее количество слов 4053
Общее количество уникальных слов составляет 2367
23.8 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
36.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
44.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
Düşman tarafı takviye etmek üzere gönderilen top, tayyare, otomobil, kamyon ve harp malzemesi, müstesna denizlerin ötesinden, cesaret verici, dostane, hiç, hiçbir şey, hatta ne biraz sevgi, ne bir şefkat, ne de Türkler için biraz olsun hakikî merhamet hissi de gelmiyor.
Bu merhametsiz, amansız, şiddetli bir mücadeledir. Kışın şiddetli soğuğunda, yazın boğucu sıcağında vazifelerini kahramanca ifa edenlere, kışın korkunç soğuğundan, yazın merhametsiz sıcağından ıstırap çekenlere uzanan bir el yok.
Evvelce Türkleri sevenlerden hiçbir müşfik kimse, şeref meydanında mütevazı bir şekilde şehit düşen bu adsız kahramanlara el uzatmaya cesaret edemediği gibi, ölümlerinden sonra ruhlarının azabını kabrin ötesinden teskin etmeye gelmiyor! Ve bunlardan binlercesi, böylece, mırıldanmadan, şikâyet etmeden geçip gidiyor! Bunların acıklı hikâyesini acaba bilen var mı?
''Millet tehlikede mi? Biz de buradayız. Yaşasın millet!'' İşte, Anadolu askeri budur! Ah, şu sükûtun cürüme iştiraki yok mu!
Millet Meclisi bazen haftada dört defa toplanıyor, bu arada, müstacel (acele) meselelerin müzakere edildiği hususî celseler de akdedilmekte. Şimdi altmış beş vilâyete taksim edilmiş olan Anadolu eskisinden daha müreffeh.
Çünkü, eski vilâyet taksimatında bunların sahaları çok geniş tutulduğundan idareyi çok güçleştirmekteydi. Şimdi her vali nezdinde mütehassıs zevattan müteşekkil bir komisyon ciddi bir şekilde çalışarak kendisine muavenet (yardım) etmekte ve bütün faaliyetinden Ankara'daki merkezi hükûmeti haberdar etmekle mükellef bulunmaktadır.
İmparatorluğun, valiler, müfettişler gibi eski memurları, gelerek arz-ı hizmette bulunanlarına hükümetçe, şahsî iktidarlarına göre, yeni vazifeler verilmiş.
Bir gün, Millet Meclisi Umumî Heyeti'nin toplandığı bir sırada, şehrin üzerinde uçan bir tayyarenin uğultusu duyulmuş. Tayyare Meclis binasının üstünde dolaşarak millete hitap eden kâğıtlar atmış. Bu kâğıtlarda, vatana ikinci tayyaresini hediye eden ve Samsunlu bir tüccar olan tayyare sahibinin muvaffakıyet temennileri yazılı imiş. Tayyareyi sevk ve idare eden zabit ile makinist şiddetle alkışlanmış.
Her gün, hakikaten rikkati (incelik) celp eden bu gibi şahsî teşebbüs hareketleri görülmekte.
Fakat, bunlar ne yazık ki bütün bir milletin susuzluğunu giderecek mahiyette olmayan su damlalarından ibaret kalmakta...
Ah, burada bulundukça insanların hodbinliği hakkında ne kadar da düşünce ve teemmüle (ayrıntılı düşünmeye) dalıyor...
Şehrin muvakkat (geçici) olarak uyukladığı kısa ve sakin saatlerde insanın kendi kendisine ve sükût içinde yavaşça fısıldadığı bir hakikat vardır: Nüfuzlu ve muktedir her Müslüman, mütevazı ve meçhul kardeşi kadar iyilik yapsaydı, zavallı yaralılara yardım için, daha çok deva, sayılamayacak kadar çok olan dul kadınlar için daha çok mesken bulunur, harp yetimleri mütesellim vatanı içinde bulunduğu tasavvuru imkânsız sıkıntıdan daha az mustarip olurlardı.
İslâm âlemi tarihinde ilk defa olarak bütün memleketlerdeki küçüklerin, büyük milletlerin büyüklerine vatanî hamiyet ve dinî gayret dersi verdikleri görülmüştür.
Fakat: ''Bilenler bildiklerini hatırlamaktan hoşlandıklarını cahillerin bilmesi lâzımdır'' (1).
Fi'l-hakika, feci surette ıstırap çeken herkes, meraret (acı) bardağı artık taştığı için geçirmiş olduğu sefaleti unutmayacaktır.
Kahraman şehrin sakinleri, gurup vakti, kısa bir müddet için süratle civardaki tepelere çıkarlar, ağır ağır süzülen akşamın halaveti (tatlılığı) içinde mukaddes Ankara'nın hay huyunu unutmaya çalışırlar!
Bunların, meşhur kaplumbağalarının yeşil kıyılarında sakin bulundukları ovadaki berrak dereyi ihata eden (çeviren) güzel kavak ağaçlarının altında gezinmeye vakitleri yoktur.
Zaman dardır, harekete geçmek ve durmadan çalışmak lâzımdır. Çünkü, sulh eserinin âmilleri, bütün Müslüman şarkın (doğunun) istikbalini burada yaratmaktadırlar.

YEDİNCİ MEKTUP
Ankara, 4 Mayıs
Büyük Devlet Reisi, İsmet ve Refet paşalar ile buluşarak, emr ü kumandada birliği temin etmek için, kendileriyle görüşmek üzere, üç gün önce cepheye gitti.
Kendilerini götüren zarif hususî tren, Ankara garından gece yarısı hareket etmişti. Bu ziyaretten istifade ederek düşman ateşine maruz hatları teftiş etmek istediklerinden, Erkân-ı Harp zabitlerinden oluşan bir heyet de kendilerine refakat etmekte. Yunan hezimetini takip eden sükûnet bozulmuşa benziyordu. Bazı yerlerde yeniden çarpışmalar olduğu şayiası (söylentisi) çıkması üzerine vaziyetin ciddî bir surette tetkikinden sonra tek bir yüksek kumandanlık olmasında zaruret bulunduğuna karar verilmişti. Her iki paşanın da kıymetli birer kumandan olması hasebiyle nazik ve halli müşkil bir mesele olarak tezahür etmekte.
Mustafa Kemal Paşa'yı Eskişehir'e götüren tren, odunla işliyordu. Treni tahrik eden ağır Alman lokomotifi bu kıymetli mahrukattan (yakacaktan) pek çok istihlâk ediyordu (tüketiyordu).
Memleket dahilinde keşfedilen birkaç kömür madeni iyi bir şekilde işletilmekle beraber, cephane fabrikalarının (1), imalâthanelerin, makinelerin ve bütün trenlerin ihtiyacına yetmiyordu.
Bunun üzerine ormanların tahribine, muazzez ve asır-dîde ağaçların kesilmesine, birkaç yüz senelik gövdelerin dinamitle atılmasına başlandı.
Koru ve demiryolu istasyonları civarında, şehirlere tahsis edilen (ayrılan) odunları kesip hazırlayan askerlerin çadırlarına tesadüf olunmasının sebebi budur.
Yine bu sebeple, bazı mıntıkalarda, dev-âsa çınarların gölgesine sığınıp ilkbaharın nefis kokusunu teneffüs ederek tefekküre (düşünceye) dalan mütefekkirlerle (düşünürlerle) edebî musarralar (beyitler) yazan derviş şairlere, eski zamanın bu terennümkârlarının gittikleri bu muhteşem ormanlar artık hiç görülmeyecek...
Bunlar artık mazi oldu...
Şimdi, yaşamak için mücadele etmek lâzım. Bunun için de pek çok fedakârlığa katlanmak icap ediyor! Ah, yaşamak; bu ne korkunç bir kelime...
Fakat, ne olursa olsun, ortadan kalkan ormanlar için ağlamaya hakkımız var mı? Şayet ormanlar için ağlayacak olursak onları sevenlerin akıbeti için dökülecek gözyaşımız kalmaz.
Takip ve tazyike (baskıya) uğrayışımızdan beri tahakkuk ettirilecek ne kadar çok şey var! Anadolu'nun merkezinde bulunan hazineler, kendi başlarına birçok açığı kapatmaya kifayet ederse (yeterse) de bunun için memleketimizde rahatça çalışmaklığımız gerekmez mi?
Bu zavallı memleket, mütarekeden beri pek çok sefalete muarız kaldı. Bunlar, Yunanlıların Anadolu'ya çıkarma yaptıkları, İngiliz kuvvetlerinin Merzifon'a kadar ilerledikleri, Fransızların da Karadeniz'de birçok noktaları işgal ettikleri esnada birbirini takip ediyordu.
Rumeli evvelce harbin musibetlerini (sıkıntılarını) tatmıştı. Şimdi sıra Anadolu'ya geldi. Bu istilâlar, şu zavallı milleti tecziyeye (cezalandırmaya) yetmiyormuş gibi Türkiye'deki muhtelif ırklar arasında kargaşalıklar çıkarıldı. Önce Rumlar, taciz edici bir ekalliyet (azınlık) olmalarına rağmen, müstakil bir devlet kurmak için ayaklandı.
Memleketin merkezinde sürdürülen entrikalar neticesinde Alevîler, hükümete açıkça karşı çıktılar. Padişahların hemen hepsinin, ananevî olarak Mevlevî tarikatine mensup olması ve bu tarikat merkezinin de Konya'da bulunması dolayısıyla sultana sadık olmakla tanınan zavallı Konyalılara bol bol dağıtılan altınlar, müessif bir isyan çıkmasına sebep oldu. Kilikya'daki azınlık askerlerinin elem verici macerası ile bunun neticesinde vukua gelen hadiseler malumdur.
Fakat bu kısmî isyanlar, naşirlerini (çıkaranları) tamamıyla tatmine kifayet etmedi. Bütün Anadolu'ya yayılarak halkın en derin hissiyatına dokunacak umumî bir hoşnutsuzluk onu hakikaten heyecana getirerek, müdafaa ettiği davasının kutsiyetine olan itimadını (güvenini) nezedecek bir şey bulmak icap ediyordu.
Bunun üzerine, Millî hükûmet aleyhine başlatılmış olan propaganda bu sefer İslâmiyet'in yurdunun müstakil olmasına mukabil ecnebî işgali dolayısıyla daha şimdiden başka ellere intikal eden hilâfetin haklarını resmen müdafaa eden zayıf İstanbul hükûmeti lehine çevrildi.
Bu, mahirane (ustaca) oynanmış bir oyundu! Düşman hedefini iyi tayin etmişti. Zehirli ok kalbe isabet ederek o an için ıstırap veren, fakat sonradan iltiyam bulmayan (iyileşmez) bir yara açtı.
Düşmanın haince sözlerine kanan Düzce, Hendek ve Adapazarı'ndaki bazı Çerkez kabileleri ile birçok yavuz ve vakur süvariler isyan etmişler, alîcenaplıkları ve silâhşorca ruhları, General Evdikyunoff kumandasındaki askerlerin "İsrail milletinin iki bin yıl önce Filistin'den kovulması sırasında, putperest Roma imparatorları askerlerinin ikrama cesaret edemedikleri mezalimi" ika ettikleri 1864 vekayil (olayı) dolayısıyla Avrupalıların pek iyi tanıdıkları bu ele avuca sığmaz ırkın çocuklarını arkalarında sürüklemişlerdi.
Son derece dindar vea korkunç hicretleri sırasında Sivas vilâyetini kendilerine yeni bir vatan olarak veren kurtarıcıları Sultan Abdülmecid'e karşı besledikleri derin minnet dolayısıyla onun halefi olan Halife Sultan'a büyük bir sadakatle bağlıydılar. Bu itibarla onun itibarını düşürmek ve iktidarını elinden almak fikri, bunları isyan ettirdi.
İşler, kendilerine, millî ordunun, meşru hükümdarı olan halife memleketi kurtarmak için değil, orduların başkumandanı olan ve adı bütün camilerde hâlâ hürmetle anılan onu devirmek için mücadele ettiği kendilerine, telkin edilmeye kadar ileri götürüldü.
Çerkez İsyanı'nın tesirleri pek acı oldu. Çünkü millî hareketin iptidasında (başlangıcında), Ethem Bey'in kumandasında Yunanlıları birçok kere hezimete uğratan bunlardı. Bu yiğit cengâver, kocasını harpte kaybeden Ayşe Çavuş adındaki cesur bir kadının yardımıyla mucizeler yaratmış, heyecanlandırdığı köyler halkı da coşarak istilâcıya karşı silâha sarılmıştı.
Ethem bir kahraman olmuş ve cesareti herkesi hayran bırakmıştı (1).
Ayşe Çavuş (2) muntazam birlikler teşkil olununcaya kadar çarpıştı.
Şimdi ise, Ankara hastahanelerinin birinde hemşire olarak çalışmakta.
İşin içinde olmayanların henüz bilmedikleri büyük sebepler vardır.
Hilâfet meselesi, çok nazik ve pek derin bir mesele. Bu İstanbul'u işgal altında bulunduran ecnebi koruyucuları değil, dünya üzerinde bulunan üç yüz milyon Müslümanı alâkadar eder.
İşgal ettiği makam itibarıyla, istiklâl için çarpışan birliklerin başkumandanı olan Sultan-Halife, Türkiye'nin ayrılmaz bir cüz'üdür (parçasıdır). Padişah ile milleti arasında bir anlaşmazlık, halife ile tebaası arasında bir ayrılık olduğu takdirde ihtilâfı halletmek, ancak şarka aittir.
Osman Gazi'nin ahfadından (soyundan) biri, memleketi, tarihinin en sıkıntılı anında, ruhu mesabesinde (derecesinde) olduğu milletin güzide sınıfı ile aynı perdede ihtizaz edemedi veya onu vaktinde iltizam etmek cesaretini göstermedi ise, Hilâfetin, her tehlikeyi ve muhatarayı (zararı) göze alarak Hazret-i Peygamber'in mübarek sancağını yediyüz yıl şan ve şerefle müdafaa eden Osmanlıların şeceresine bağlı bir dal olduğunu unutmak mı lâzım gelir?
Parmak ağaç ile kabuğu arasına konulmamalıdır.
Çerkez isyanından sonra, yeni kargaşalıklar çıkarmak üzere Hintli bir memur gönderildi ise de şiddetli vasıtalara müracaat suretiyle harekete geçmemekten korktuğu veya bu kadar acı felâkete rağmen vücuda getirilen eserin şaşaası (parlaklığı) karşısında bu adam vicdan azabına mı maruz kaldı? Kim bilir?..
Her ne hâl ise, hiçbir fenalık yapamadan geldiği yere döndü.
Bunun üzerine, İslâmiyet'in yüzkarası ve bir cani olan Mustafa Sagir, Türk milliyetçiliğine öldürücü darbeyi vurmak nihaî vazifesi ile vazifelendirildi.
Mısır'da, İran'da, Afganistan'da, Türkiye'de çevirdiği entrikalar velveleli muhakemesi sırasında açıklamış olduğu korkunç itiraflar, bu dava için ruhunu satmış olan kimse tarafından açıklanan İngiliz emperyalizmi plânı... Bütün bunlar gazetelerde mevzuubahis olduğundan burada tekrarı abes görüldü.
''Ruh, bu vekayi'i (olayı) hatırladıkça dehşetten titrer.''
İçeride düşmanı, dışarıda düşmanı olmasına rağmen yine de mücadeleden fariğ (uzak) olmayan bu milletin muharrik (itici) kuvveti nedir? (1)
Büyük Devlet Reisi cepheden döndü.
Söylendiğine göre kendileri cephede İsmet ve Refet paşalara emr ü kumandanın tek elde birleşmesi zaruretinden bahsettiği sırada, her iki paşa da aynı zamanda, fevrî bir hareket ve içten gelen güzel bir hamle ile vazifelerinden çekilmek istemişler ve Vekiller Heyeti'nin kararını makûl ve mantıkî bulmuşlar.
Bunun üzerine, Büyük Devlet Reisi güç vaziyette kalarak, ikisinden birinin kumandanlığı muhafaza etmesini, diğerinin de kendisi ile birlikte gelerek memleket işlerinde yardımcı olmasını -ki bu vazife başkumandan vekâletine muadildi (eşitti)- rica etmiş.
Bu vaziyet karşısında İsmet Paşanın cephede kalmasına ve Refet Paşanın yüksek vazifesini halefine devrettikten sonra Ankara'ya dönmesine karar verildi.
Bu karara varıldıktan sonra Büyük Devlet Reisi, her iki arkadaşını, tasviri müşkil bir heyecanla, tebrik ve takbil etmiş (öpmüş) ve böylece, halli çetin gibi görülen bu mesele de yüksek ruhlu bu iki zat tarafından basit bir şekilde halledilmiş.


SEKİZİNCİ MEKTUP
Ankara, 7 Mayıs

Bir hayli gün evvelinden davet edilmiş olduğumuz jimnastik müsameresi dün, öğleden sonra saat üçte icra olundu. Bu, bir jimnastik müsameresi mi, yoksa siyasî bir toplantı mıydı? Galiba her ikisi de.
Çünkü, millet, o gün burada toplanmış bulunan bütün güzide gençliğin oyunlarına, idman ve eğlencelerine karşı alâka gösteriyor, bunlara iştirak ediyor, coşuyordu. Ankara bir bayram havası yaşıyordu. Günlük kasavetin izleri, orada bulunanların yüzlerinden geçici olarak silinmişti.
Millet Meclisi binasına götüren yolun aksi istikametinde olan askerî yolda yürüyen kalabalık neşe içinde idi. Arabalar, atlılar, yayanlar, ardı arası kesilmeksizin birbirini takip ediyordu. Civarda bulunan her ırktan halkın giymiş oldukları envaî biçim ve renkte elbise ve üniformaların, parlak güneşin altında, ahenktâr bir şekilde birbirleriyle karıştıklarını seyretmek pek hoştu.
Ziraat Mektebi'nin bulunduğu geniş meydana gelmeden önce bir köprüden geçilir ve hemen sonra, bakımlı bir koruya varılır. Burada Sakarya Nehri'nin ayaklarından birinin kenarında, şehrin civarında muhafaza ile vazifeli olan fırkanın umumî karargâhı bulunmaktadır.
Nadir derecede kıymetli ve her cephede harbe iştirak etmiş bir zabit olan fırka kumandanı, oradan geçen halkı seyrediyor ve dostların sakin bir rıfk ile (tatlılıkla) selâmlıyordu. Kendisi, faaliyet ve ciddiyeti ile tanınmıştır.
Askerlerine karşı fevkalâde muhabbetli olmakla beraber emri altında bulunanların en ufak bir tembelliğini müsamaha ile karşılamaz. Bu sebeple ordugâh, inzibat, nizam ve temizliğin hâkim olduğu bir nümune ordugâh olmuştur.
Ordugâhın mütenazır (karşısında) olarak dizilmiş ve şayan-ı hayret bir şekilde kurulmuş olan çadırlarını seyretmekten insan zevk duyar. ''Miralay K. Beyin ordugâhında askerî doktora yapılacak iş kalmıyor'' denilmektedir.
Zira askelerinin sıhhati ile kumandan bizzat meşgul olmakta ve aldığı sert hıfzı's-sıhha (sağlık) tedbirleri dolayısıyla nadir olmakla beraber, askerleri hastalandığı zaman tedavilerini yine kendisi sağlamaktadır.
Kumandan, nöbet mahallindeki bir nöbetçi gibi, karargâhından asla uzaklaşmamaktadır. Bu millî şenlik gününde güneşten yanmış, yorgunluğu yüzünden okunur bir halde zabitlerinin arasında, basitleştirilmesi mümkün olmayan vazifenin timsali olarak görülmesinin sebebi de budur.
Üzerlerinde beyaz çadırların bulunduğu tepelerle çevrelenen yol imtidat etmekte (uzanmakta): Her tarafta asker var...
İleride, yolun iki yanında, Ziraat Mektebi öğrencilerinin tecrübe tarlaları ve nihayet daha ileride müsamerenin oluşturulacağı yarım daire şeklini arz eden meydanlık. Ankara valisi bu meydanlığın hemen kâmilen (tam olarak) tepeciklerle çevrili olmasından istifade ederek gayet mahirane tanzim edilmiş bir çeşit arena haline kalbetmiş (getirmiş).
Ziraat Mektebi'nin müştemilât ve ambarlarının bulunduğu tepenin sağ tarafına, boylu boyunca konulmuş olan sıralarda mutaber hanım seyirciler ahz-ı mevki etmeleri daha az itibarlı olan rengârenk çarşaflı hanımlarla bütün memurların valide, zevce ve kerimeleri ile diğerleri, tepenin teşkil ettiği tabiî ve göze hoş görünen bir sedirde, evvelkilerin arkasında yer almaları ile burası asar-ı atikadan (eski eserlerden) bir tiyatro haline gelmişti.
Hanımlara tahsis edilmiş (ayrılmış) olan yerin karşısında, soldaki başka bir tepe üzerinde bulunan Ziraat Mektebi bütün seyircilerle davetliler ve erkân için kurulmuş olan çadırlara hâkimdi. Hükûmet erkânına tahsis olunan çadır ise en nihayette, Askerî Bando'nun karşısında bulunuyordu.
Henüz saat iki buçukta bütün yerler dolmuştu. ''Sahne'' ise polis tarafından muhafaza altına alınmıştı.
Büyük Devlet Reisinin teşrifi bekleniyordu.
Fakat, saat üçten biraz evvel, kendileri tarafından gönderilen bir yaver gelerek herkese kendilerinin selâm ve mazeretlerini tebliğ etti. Hafif bir rahatsızlık kendilerinin oyun ve idmanları seyretmelerine mâni olmakta imiş.
Bunun üzerine, bandonun askerî bir marş çalmasıyla bütün kız mekteplerinin resm-i geçidi başladı. İptidaiye (ilk okul), rüşdî (orta okul), idadî (lise) bütün mekteplerin talebeleri, dörtlü sıralar teşkil etmiş olarak, muntazam yürüyüşle birbirini takip ediyordu. Beyazlar giyinmiş olan en küçükler birer kırmızı hamail (bağ) taşıyorlardı. Âdet gereğince, başları beyaz bir muslin ile örtülü olan daha büyükler de aynı renkte beyaz elbiseler giymişlerdi.
Daha sonra, mekâtibi âliye (yüksek okul) talebeleri ile müstakbel muallimler geçti. Yürüyüşlerindeki kıvraklık ve hafiflik, metin ve aynı zamanda lâtif yüzlerini örten ince peçe ile siyah millî elbiselerinin çok güzide zarafeti bütün seyircilerin dikkatini çekiyordu.
Bunlar da geçerek yolun kenarındaki ikiye ayrılmış olan diğer kız talebelerin ortasında yer aldılar. Onlarla beraber, güzide hanım seyircilerin karşısında mühim hedef teşkil ettiler.
Sonra iptidaî mekteplerinin erkek talebeleri de, yine beyaz giyinmiş olarak, ellerinde mekteplerinin iri harflerle işlenmiş sancaklarını taşıyarak geçtiler. Bunlardan sonra, hâkî elbiseler giymiş, başlarında aynı renkte kalpak bulunan yüksek mekteplerin talebeleri geçti.
Bu resm-i geçitten sonra jimnastik elbiseleri giymiş olarak Mekteb-i Harbiye talebeleri vatanî bir neşide (şiir) okuyarak geçtiler: ''Muazzez vatana şan ve şeref. Yaşasın evlâtları olduğumuz millet. Şan ve şeref içinde yaşamaya yemin etmiş olan milet. Ölüme karşı koyan bizler için katlandığımız fedakârlıklarla felâketlerin ne ehemmiyeti var? İlâh.''
Bu neşide (şiir) pek çok alkışlandı. Başlarında Sultan Ahmet Han olan Afganlı murahhaslar (delegeler) bundan pek çok heyecanlandılar. H. Zade'nin yanında yer almış olan murahhaslar, hükümet çadırının altında, muhtelif İslâm memleketlerinden gelen pek güzide davetli heyetini teşkil ediyordu.
Bu genç müdafilerin, vatanın şan ve şerefini terennüm ettikleri (dile getirdikleri) sırada hissedilmekte olan heyecan dolayısıyla bunların hepsini birbirine birleştiren bağ bir daha kendini gösteriyordu!
Bu arada, Madam Gaulis geldi. Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, ilerleyerek kendisini karşıladı. Vekiler, mebuslar, Afgan Heyet-i Murahhasası, H. Zade, dudaklarında tebessüm, kalbinde muhabbetle Türk milletine biraz ümit ve sürur (sevinç) getirmek üzere gelen bu güzide Fransız kadınını selâmlamak üzere ayağa kalktılar.
Zarif bir surette siyahlar giyinmiş olan bu meşhur yazar (edibe), kendi huzuru ile birlikte Paris'in cevherini teşkil eden tarif edemeyeceğim esirî (etkili) bir letafet (güzellik) getirmişti.
Sultan Ahmet Han ile birkaç cümle teatisinden (konuştuktan) sonra, H. Zade, onunla tanıştı ve kendisini Ankara'da görmekten mütevellit (dolayı) sevincini beyan etti.
İnce zekâsını teşhir ettiği herkes etrafını almıştı; şarkta pek sevilen bu güzel dil ile fikirlerini beyan etmek suretiyle kendisine, Fransa'ya olan dostluklarını Anadolu'nun merkezinde ifade eden bu zevattan tam ve mükemmel bir ahenk doğuyordu.
Kilikya anlaşmazlıkları ile, bu mıntıkadaki abes (saçma) ve müessif (gereksiz) muharebe ne kadar uzakta kalmıştı! Milletin ruhu, bu vatanî şenlik gününde sevimli ve anlayışlı ziyaretçiye numayan (görünmüş) oluyordu.
Hakem heyetince mükâfatların tevzii (dağıtımı) akşam üstünün en mühim hadisesini teşkil etti. Fevkalâde bir ihtimamla vücuda getirilmiş olan el işleri, kız mekteplerinin iftiharına vesile oldu.
Bundan sonra, her nevi idman müsabakaları başladı: İsveç usulü jimnastik, yarışlar, vesaire. Program çok yüklü olduğundan şenlik saat altıya kadar devam etti. Müsabıklar (yarışçılar) fevkalâde alkışlandılar. Herkesin yüzünde meserret (sevinç) görüldüğü gibi bu muhteşem gençliği iş başında görmekten mütevellit (doğan) mukaddes vatan toprağının emniyet altında olduğu hissi, kalplerin derinliklerinde duyuluyordu...
Sayısız araba, atlı ve yayaların ortasında Ankara'ya dönüş pek hoş oldu. Hava, haz ve memnuniyetle dolu idi ve bu matemzede (yaslı) kalabalığın tattığı muvakkat meserret (geçici sevinç), dudaklara bir şükran duası yükseltiyordu.

DOKUZUNCU MEKTUP
Ankara, 9 Mayıs, Akşam Saat 6
Dün, dindarane bir inzitar, heyecanlı bir bekleyiş günü idi. Cengâver şehrin siması değişmiş. Ankara birdenbire vecit içinde (kendinden geçmiş bir şekilde) sükûta dolan bir şehir oluvermişti.
Sokaklarda yürüyen halk sakin ve dalgın idi. Kapılarının önünde duran veya pencerelerinden bakan insanlar âdeta hiç konuşmuyorlardı.
Her tarafta tantanalı bir sükût carî idi (sessizlik geçerliydi). Herkes kendisini derin bir dindarlıkla meşbu (doymuş) hissediyordu.
Ansızın, vadide bir top gürledi ve Ramazan ayının başlangıcının ilânını tevekkül içinde bekleyen halk, uzaklarda akisler uyandıran yirmi bir pare top atışını heyecanla dinledi.
Bunun üzerine, anî bir tahavvül husule geldi (değişim oldu); umumî bir velvele yükseliyor, sokaklarda hareket canlanıyor, insanların birbirlerini tebrik ettikleri ve acele ile yeniden açılan dükkânlara girdikleri görülüyordu.
Ramazan; oruç ve rizayet, tarifi yeni ruh ve şefkat ayı.
Bundan sonra, uzun zamandan beri karanlıkta yaşamakta olan şehrin yavaş yavaş aydınlandığı görüldü; her pencerede meçhul bir ışık parlıyor, evler aydınlandıkça insanlarda hareket artıyor ve her ağzın telâffuz ettiği Tanrı'nın adı, göklere yükselerek mübarek Ankara şehri camilerinin tenvir edilmiş (aydınlatılmış) minarelerine erişiyordu.
İnsanlar şimdi harp halinde değil ibadet halinde idiler.
Gece yarısı, âdet olduğu üzere, şehir sakinlerini sahura davet etmek üzere top bir defa daha gürledi, bundan şehrin bütün mahallelerinde garip bir davul sesi aynı zamanda duyuldu.
Bunun üzerine, halkın, küçük evlerin aydınlanmış pencerelerine koşuştuğu ve sokaktakilerin davulcunun söylemekte olduğu gayret ve iman sözlerini dinlemek üzere durdukları görülüyordu.
''Müslümanlar, ey Hazret-i Muhammed'in ümmeti, İslâmiyet'in müdafileri, uyanınız, yarın Ramazan'dır! Bildiğiniz gibi henüz harp halindeyiz. Bunun için sahuru davulla bildiriyoruz. Siz Cenab-ı Hakkı unutmazsanız, o da şu son acılı günlerde sizi unutmaz. Dininize sadık kalınız.
Çünkü, İslâmiyet'in şaşaası müminlerin imanının kuvvetine bağlıdır. Yarınki oruca hazırlanınız. Açlık duyduğunuz zaman mukaddes vatan topraklarını müdafaa etmek ve kurtarmak için düşman ateşi karşısında yemeden mücadele eden babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, kocalarınızı düşününüz. Onlar sizlerin burada mukaddes ibadetlerinizi ifa etmeniz (yerine getirmeniz) için mücadele ediyorlar.
Tehlikede bulunan vatanın müdafileri için dua ediniz. Oruçtan muaf olanlarınız, başkalarının orucuna riayet etmesi lüzumunu unutmayınız. Cenab-ı Hak, sevgili vatanımızın halâsı (kurtuluşu) ve nihaî zaferi kazanmaları için kahramanlarımıza gerekli kuvveti ihsan buyursun.
Allah büyüktür. Onun sonsuz merhametine sığınalım. İslâmiyet'in kurtuluşu için çarpıştığımız şu tehlikeli anlarda o bizim imdadımıza yetişecektir.''
Kadınlar ağlıyor, sokakta dolaşanlar ellerini kaldırarak yüksek sesle dua ediyorlardı.
Anadolu'da yaşayan insanların zihniyetini anlamak için bu ateşin niyaz (yakarış) sahnesini yaşamak lâzım.
Sabahın saat ikisinde orucun artık başladığını bildiren yine aynı top sesi. Davulcu yine yola düşmüştü: ''İstirahat ediniz halis müminler. Kendinizi Cenab-ı Hakka teslim ediniz. Sizi her fenalıktan koruyacak odur.''
Birkaç dakika sonra ışıklar birer birer söndü, minarelerin şerefelerini çevreleyen ziyadar (ışıklı) çemberler kayboldu, sükûnet tekrar avdet etti ve mukaddes Ankara derin bir sükûta (sessizliğe) daldı.
Bugün öğleden sonra H. Zade Ramazan dolayısıyla Büyük Devlet Reisine arz-ı tebrikâtta bulunmak üzere Millet Meclisi'ne gitti.
Ankara'daki Meclis binası tesis edildiğinden (kurulduğundan) beri hakkında pek çok yazı yazılan bu yer, çok sade görünüşlü bir bina olmakla beraber tesisinin dasitanî (destansı) hikâyesini bilenler için heybet ve ihtişamlı görüldüğünden oraya girerken hürmet ve tazim (saygı) duymamak imkânsız.
Milletin sabır ve mütehammil (dayanıklı) ruhu işte, bu, henüz tanzim edilmekte olan mütevazı bahçenin ortasında ve büyük cadde ile Belediye Parkı'na nazır binada muvakkat (1) olarak tespit ve tanzim olunmuştu.
Garbın (Batının) bütün büyük devletlerinin mükellef parlamento binalarının, haricî manzarası silik dahilen de pek az rahatlık arz eden bu bina ile mukayese edilmesine elbet imkân yoktur. Fakat en ciddî kararların, küçük bir aileyi ancak barındırabilecek olan bu binada alındığı ve üç yüz milyon Müslümanın ümitlerini bu sade Türk binasının muhafazasına emanet ettikleri düşünülecek olursa, hüviyetinizi tespit ettikten sonra polis memurlarının sizi kapıdan içeri alarak iki geçeli odaların açıldığı yegâne koridora sevk ettikleri zaman mebhut (şaşıp) kalmamak mümkün değildir.
Soldaki ilk oda Büyük Devlet Reisi'ne tahsis edilmiş (ayrılmış) ve gayet sade bir şekilde döşenmiştir: Üzeri evrak yığılı geniş bir yazı masası, siyah deri kaplı sandalye ve koltuklar, yerde bir şark halısı. Tam Müslümanlığa yakışır bir sadelik.
H. Zade'nin geldiği haber verildiği zaman kendileri ayakta bulunuyorlar ve vekillerle konuşuyorlardı. Hemen başka bir odaya geçmelerini kendilerinden rica ederek Ramazan'ı tebrike gelen H. Zade'yi mutat (alışılmış) nezaketi ile kabul etti. Elinde kehribar bir tespih tutmakta ve yüzünde o gün cengâverlik ifadesi bulunmamaktaydı. Daha ziyade dinî bir şevkle meşbu (dolu) hissini veriyordu. O, şöyle söze başladı:
''Ümit edelim ki, gelecek yıl; bu aynı tarihte kurtulmuş olalım, bütün İslâm âlemi de bu ıstıraplı saatleri unutmuş ve bir sulh ve refah devresi yaşamaya başlamış bulunsun.''
Milletin kalbinin yeniden çarpmaya başlamasından beri bunca sıkıntının birikmiş olduğu bu odada Büyük Devlet Reisi şimdi ümitten bahsediyor, istikbale (geleceğe) yeni bir nazarla (gözle) bakıyordu.
İki buçuk saat süren baş başa bir mülâkattan (görüşmeden) H. Zade, vazifesini ikmal etmiş (tamamlamış) olduğundan Avrupa'ya dönmek üzere Büyük Devlet Reisine veda etmek için ayağa kalktı. Mustafa Kemal Paşa şöyle dedi: ''Pekâlâ, azimetinizden (yola çıkışınızdan) kendisini haberdar etmek üzere hükûmetimizin Roma'daki mümessiline bir telgraf çekeceğim. Ama, daha öne, ikametgâhıma geleceksiniz. Orada, küçük kır köşkümde birkaç saat daha konuşuruz. Buradaki resmî ziyaret; Çankaya'daki ise dostane ziyaret olacak. Otomobilim yarın saat 11'de sizi Bağ'a götürmek üzere hazır olacak.''
Çalışma odasının karşısında, uzun koridorun sağındaki bir odada müdür ve kâtipler, yaverler bekleşmekte ve aralarında konuşmakta idiler. Bu odanın yanındaki bir kapı, genç ve güzide (seçkin) muharrir Ruşen Eşref Bey tarafından açıldığında kendimizi, mebusların içtima ettiği (toplandığı) salonda, tek kelime ile Meclis'in karşısında bulduk. İşte millete hitap eden heyecanlı nutukların irat olunduğu (sergilendiği) meşhur kürsü ve ötesinde kademeli olarak dizilmiş, beş sıra camiası (toplantı yeri) ki bunların heyet-i mecmuası (toplamı), içtima salonunu teşkil ediyordu. Mebuslar müzakere (görüşme) halinde idiler.
Kendilerini tam bir huşu içinde birkaç dakika dinledik. Aralarında her ırktan, her mezhepten, her yaştan olanlar vardı. Çeşitli elbiseler, düz ve sade üniformalar, din adamlarının yeşil veya beyaz sarıkları ile geniş cüppeleri, kalpaklar, külahlar.
Bütün bunlar yaşamak isteyen Türkiye'yi temsil etmekte. Eşraf, maliyeciler, zabitler, mühendisler, gazeteciler, muharrirler burada toplanmış bulunuyor. Bir tesanüt (dayanışma) rabıtasıyla bağlanmış olan bu çehrelerde hakikî bir samimiyet görülmekte. Burada tam bir muhabbet (sevgi) havası hâkim olmakta.
Ne yazık ki, vaktin geç olması hasebiyle pek çok zihinlerin tekâsüf ettiği (yoğunlaştığı) bu yerden ayrılmak icap etmekte. İcra ve teşri kuvvetine sahip bulunan bu Meclis'te, takriben üç yüz otuz beş mebus var. Meclis tarafından müntehap (seçilmiş) iki reis vekili var. Bunlardan biri içtimalarda daima hazır bulunmakta.
Millî hareketin başlangıcında Mustafa Kemal Paşa İstanbul'daki Meclis azalarını iki ay içinde Ankara'da vazifelerine devama davet etmiş, bu müddetin hitamında (bitiminde) gelmedikleri takdirde müstafi (istifa etmiş sayılacaklarını) bildirmişti. Bunun üzerine Ankara'ya bunlardan otuzu gelebilmiş. Bunlar geldikten sonra yeniden intihabat (seçim) yapılarak Büyük Millet Meclisi kurulmuştu. Bütün Türkiye'deki mebuslardan teşekkül eden bu Millet Meclisi hükûmetin; teşekkülü için Meclis Reisince irae olunan (önerilen) üç ismi kabul veya reddetmek hususunda tam salahiyet sahibi bulunuyor. Vekiller de başvekil seçiyorlar.
Mustafa Kemal Paşa, mühim içtimalara riyaset (toplantılara başkanlık) etmekte.
Valilerle yüksek seviyedeki memurlar Heyet-i Vekile'ce tayin edilmekte ve Büyük Devlet Reisi tarafından tasdik olunmakta.
Ancak, bu alâka-bahş (ilgilendiren) teferruat hakkında ne kadar izahat verilse bitirmek mümkün değil. Hâlbuki bizi hâlâ bekleyen dostlarımıza telâkki etmek üzere eve dönmekliğimiz lâzım. Koridoru takiben vekillere, müzakerelere vesaireye tahsis edilen (ayrılan) odaların önünden geçildi ve bahçeye açılan küçük kapıyı açtıktan sonra da sokağa girildi.
Kahvelerde kimseler yok, lokantalar boş. Her gün hemen aynı saatte ince ve muttarit (sürekli) bir yağmurun yağdığı Ankara'da Ramazan'a çok sıkı riayet edilmekte.
Meclis'e burkulmuş olarak giren bir kalp, aradan neşe ve ümitle dolu olarak çıkıyor. Çünkü, orada, her nevmidiyi (mutsuzluğu) sarsan, mağlup edilmesi imkânsız bir nefha (güzel koku) var.

ONUNCU MEKTUP
Ankara, 12 Mayıs
Önceki gün, sabahın saat on birinden biraz önce, Büyük Devlet Reisinin otomobili, H. Zade'nin oturduğu evin önünde durdu. İsmi, Esat Nedim Bey olan genç bir zabit otomobilden inerek kendisinden gitmeye hazır olup olmadığını sordu, ''On dakikada Bağ'a varmış olacağız'' dedi.
Bunun üzerine yola çıkıldı.
Mustafa Kemal Paşa'nın ''Şevrole''si, vadiyi çevreleyen yolda pek güzel gidiyor, şimdi de şehrin karşısına isabet eden tepeye çıkıyordu. Bu yol, Ankara'ya hâkim bir şekilde yükseldikçe daralıyor ve iki tarafı ağaç fidanları dikili bir bahçe yolu haline geliyordu. Böylece, çiçeklerle bezenmiş araziye girildi. Etrafa vekillerin, mebusların, şehir eşrafının oturdukları sevimli köşkler bulunuyordu.
Bütün yol boyunca, Esat Nedim Bey konuştu. Millî hareketin başlangıcında kendisini İstanbul'a bağlayan her şeyi bırakarak, Büyük Devlet Reisine mülâki olmak (katılmak) üzere, o şehirden nasıl kaçtığını anlattı. Kendisi çok istidatlı, sanatkâr ve telsiz, telgraf, elektrik, fotoğraf vesaire gibi birçok işlerde ihtisas sahibi bir gençti.
Kendisi; H. Zade'nin eski silâh arkadaşı olan Ferik Remzi Tahir Paşa'nın yeğenidir. Belhi'de, amcasına -Mısır ve Sudan askerî tarihinin bu mümtaz simasına bağlılığından olacak- H. Zade, kendisine karşı yakın bir dostluk gösteriyor, şerefli ve tam manasıyla müeddep (terbiyeli) bir kimse olan amcasına benzemesi temennisinde bulunuyordu.
Вы прочитали 1 текст из Турецкий литературы.
Следующий - Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4
  • Части
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 1
    Общее количество слов 4023
    Общее количество уникальных слов составляет 2351
    23.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    36.5 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    44.5 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 2
    Общее количество слов 4055
    Общее количество уникальных слов составляет 2379
    23.9 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    37.1 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    46.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 3
    Общее количество слов 4053
    Общее количество уникальных слов составляет 2367
    23.8 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    36.8 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    44.6 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 4
    Общее количество слов 4155
    Общее количество уникальных слов составляет 2327
    25.6 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    37.9 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    45.2 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 5
    Общее количество слов 4060
    Общее количество уникальных слов составляет 2347
    24.1 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    36.7 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    44.8 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов
  • Mukaddes Ankara'dan Mektuplar - 6
    Общее количество слов 481
    Общее количество уникальных слов составляет 378
    35.9 слов входит в 2000 наиболее распространенных слов
    46.6 слов входит в 5000 наиболее распространенных слов
    52.3 слов входит в 8000 наиболее распространенных слов
    Каждый столб представляет процент слов на 1000 наиболее распространенных слов