Cemile - 6

Total number of words is 3232
Total number of unique words is 1875
32.4 of words are in the 2000 most common words
47.1 of words are in the 5000 most common words
54.1 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
beni eziyordu. Öteki adamlar da atlarına atladılar. Teyzem, kafama
vurarak, yanımda koşuyor, bağırıyordu:
Sen istedin bunu! Neyse, artık kurtuluyorum senden! Öğretmeninin
de sonu geldi!
Ama sonu gelmemişti Duyşen'in. Ansızın, umutsuz çığlığını duydum
onun:

Altınay!
Güçlükle arkama baktım. Duyşen peşimizden koşuyordu. Her yanı
kana bulanmıştı; kocaman bir taş geçirmişti eline... peşimizden
koşuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip ediyordu.
Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu
Duyşen.
Atlılar durdu. Duyşen'i dövmüş olan iki adam, çevresinde dönmeye
başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle kaldırdı Duyşen, taşı
fırlattı.
Boşa gitmişti. İki adam sopalarıyla Duyşen'e vurdular. Öğretmenimiz
yere düştü. Çocukların, Duyşen'in üstüne kapaklandıklarını, korkuyla
kalakaldıklarını görebildim ancak. Bayılmışım.
Beni nasıl götürdüler, nereye götürdüler bilmiyorum. Garip bir
çadırda buldum kendimi. Gecenin son yıldızları, çadırın tepesindeki
delikten durgun durgun parlıyordu. Solmak üzereydiler. Yakınlarda
bir ırmağın akışını, çobanların seslerini duyuyordum. Buruşuk yüzlü
bir kadın, kara bir mangalın önüne çökmüştü: Yüzü toprak gibi
karaydı.
Döndüm. Ah, bakışımla öldürebilseydim şu adamı!
Kırmızı suratlı adam:
Hey, kadın, diye seslendi. Uyandır şunu artık.
Kara kadın yanıma yaklaştı; sert, nasırlı eliyle omuzumu kavradı,
sarstı. Söyle, aklını başına alsın, dedi adam. Karşı koyarsa üsteleme.
Ben ona yapacağımı bilirim.
Çadırdan çıktı. Kara kadın yere çömeldi yine, tek kelime bile
söylemedi. Kim bilir, belki de dilsizdi. Soğuk küller gibi ölü olan
gözleri, anlamsız anlamsız bakıyordu. Terbiye edilen köpekler vardır
hani... sahipleri, ellerine ne geçerse kafalarına indirirler hayvanların;
onlar da buna alışırlar, ama bakışlarına bir anlamsızlık gelir...
gözlerine baktıkça titrer insan. Kadının cansız gözlerine baktım da,
ölüyüm, yerin altında gömülüyüm sandım. Irmağın sesi olmasaydı ölü
olduğuma gerçekten inanacaktım. Sular ne güzel çağıldıyordu...
gürültüyle akıyorlardı. Özgürdüler.
Kötü ruhun Tanrı'nın laneti altında inlesin, teyze! Göz yaşlarımda,
kanımda boğulsun! O gece kızlığımı elimden aldılar. On beş
yaşındaydım daha. Bunu yapan adamın çocuklarından da küçüktüm.
Üçüncü gece, kaçmayı aklıma koydum. Yollarda beni bekleyen
tehlikelere aldırmıyordum; yakalansam bile ne çıkardı... öğretmenim
Duyşen gibi, soluğum kesilinceye kadar karşı koyardım onlara.
Sürüne sürüne, sessizce ilerledim çadırda. Dışarı çıkacaktım ki, girişi
örten çadır bezinin bağlı olduğunu gördüm. Çözemedim. Kenarlara
baktım; onlar da yere çakılı sopalara sımsıkı bağlanmıştı.
Tek çare elime keskin bir şey geçirip ipleri kesmekti. Karanlıkta
küçük bir tahta parçası geçti elime. Umutsuzca yeri kazmaya
başladım.
Çadır bezinin altından geçecektim. İmkansız bir şeydi bu; ama artık
doğru dürüst düşünemiyordum ki... Sadece bir tek düşünce vardı
kafamda: çıkmak ya da ölmek. O adamın horultusunu duymak
istemiyordum bir daha; orada tutsak kalmak istemiyordum. Ölürsem
dövüşerek ölürüm, özgür ölürüm, diyordum. Onlara boyun
eğmeyecektim.
Orospunun biriydim artık. Ah, nasıl tiksiniyorum bu kelimeden!
Kumaydım. Hangi kokuşmuş, çürümüş çağda yaratmışlardı bu
kumalığı?
Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan, insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak
olmasından daha küçültücü şey var mı dünyada? Zavallı kadınlar,
mezarlarınızdan kalkın! Kızlıkları ellerinden zorla alınmış kadınların,
aşağılanmış kadınların ruhları, kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis
dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben,
başkaldıran kuma!
Bugün bunları söyleyebileceğim aklımdan bile geçmiyordu o
gece. Umutsuzluk içinde yeri kazdıkça kazdım. Toprak sertti, kolay
kazılmıyordu. Kırık tırnaklarımla, kanayan tırnaklarımla kazdım.
Ancak kollarımın geçebileceği büyüklükte bir çukur kazmıştım ki,
şafak söktü. Köpekler havlamaya başladı. Herkes uyandı. Atlar
ırmağın karşı kıyısına geçti, uykulu koyunlar geldi. Biri, çadırın
iplerini çözmeye başladı dışardan. Yere çakılı sopaları söktü. Kara
kadındı bu.
Anlaşılan gitmeye hazırlanıyorlardı. Ansızın, bir gün önce
konuşulanlar geldi aklıma: bu sabah yola çıkıp geçiti aşacaklar, yazı
geçirmek için dağlara çıkacaklardı. Umutsuzluğum arttı. Oradan
kaçmak yüz kere daha zor olacaktı.
Kazdığım çukurun yanından uzaklaşmayı düşünmedim bile. Ne
faydası vardı bunun? Kara kadın çukuru, çukurun yanındaki toprak
yığınını gördü, ama ağzını açıp da tek kelime bile söylemedi, işine
devam etti. Bütün davranışlarında bir kayıtsızlık vardı. Sanki dünyada
hiçbir şey ilgilendirmiyordu onu. Kocasını bile uyandırmadı. Ortalığı
toplamak için yardım istemedi ondan. Adam, kat kat yorganların
kürklerin altında horlayarak tıpkı bir ayı gibi yatıyordu.
Her şey derlenip toparlandı. Ben bir kafes içindeydim sanki; ırmağın
karşı kıyısında atlarını, arabalarını yükleyen insanlara bakıyordum.
Üç atlı gördüm birdenbire; birisine bir şeyler sorduktan sonra bizim
çadıra doğru gelmeye başladılar. Önce, eşyaların taşınmasına yardım
edecekler sandım; ama daha dikkatli bakınca irkildim. İçlerinden biri
Duyşen'di; ötekiler ise kırmızı üniformalı iki jandarmaydı. Öylesine
şaşırmıştım ki, ağzımı bile açamıyordum. Öğretmenim sağdı demek!
Ne güzel! Ama kara bir boşluk vardı içimde: bitmiştim, kirlenmiştim.
Duyşen'in başı sarılıydı; kolu askıya alınmıştı. Yere atlayıp doğru
çadıra koştu. Kırmızı suratlı, horlayan haydutun üstünden bütün
yorganları çekip aldı.
Kalk ayağa! diye bağırdı.
Adam başını kaldırıp gözlerini oğuşturdu; üstüne saldırmak istedi
Duyşen'in, ama jandarmaların tabancalarını görünce çekindi. Duyşen
yakasından tutarak ayağa kaldırdı onu; hızla kendisine çekerek yüzünü
onun yüzüne yaklaştırdı.
Kanı çekilmiş dudaklarının arasından:
Haydut domuz, diye fısıldadı. Hak ettiğin yere gideceksin şimdi.
Yürü.
Adam ileriye doğru bir adım atmak istedi; ama Duyşen parmaklarını
yağlı omuzuna geçirdi onun... Adamı tuttuğu gibi savurdu. Öfkeyle
bakarak:

Bu kızı ezilmiş, çiğnenmiş bir ot gibi mi görüyorsun? diye bağırdı.
Onun hayatını mahvettiğini mi sanıyorsun? Hayır, korkak köpek,
mahvetmedin. Senin günün geçti; gün onun günü! Sonun geldi artık!
Kırmızı suratlı adamın çizmelerini giymesine izin verdiler; sonra
ellerini bağlayıp bir ata bindirdiler onu. Jandarmalardan biri, atın
yularından tutuyordu. Öteki arkadaydı. Ben Duyşen'in atına bindim;
öğretmenim yanımda yürüyordu.
Biz tam yola çıkmıştık ki, bir çığlık koptu arkamızdan; öyle bir
çığlıktı ki bu, bir insanın çıkarmasına imkan yoktu. Kara kadın
bağırarak arkamızdan koşmaya başlamıştı. Çılgın gibi, kocasının
üstüne atıldı, elindeki taşla kalpağına vurdu.
Sesinin olanca gücüyle:
Al, bu emdiğin kanlar için! diye bağırdı. Köpek! Bu da kara
günlerim için! Seni sağ bırakmayacağım!
Evlilik yılları boyunca bir kere bile başkaldırmamıştı belki. Bütün
kini, bütün hıncı şimdi ortaya çıkıyordu. Kulakları parçalayan
çığlıkları, dar boğazda, kayalarda yankılanıyordu. Eyerin üstünde
korkudan sinmiş kocasının üstüne saldırdı; gübre, taş, çamur fırlattı.
Bir yandan da bağıra bağıra ileniyordu:
Dilerim bastığın yerde ot bitmesin! Ölün ortalarda kalsın, gözlerini
kuzgunlar oysun! Suratını bir daha görmek kısmet olmasın bana!
Defol, köpek, defol, defol!.
Bir an soluk aldıktan sonra saçları rüzgarda uçuşarak, bağıra bağıra
uzaklaştı.
Bir kabus gibiydi bu. Başım dönüyordu; ezilmiştim, yıkılmıştım.
Duyşen atımı yularından tutmuş götürüyordu. Sarılı başını önüne
eğmiş, sessizce yürüyordu.
Sonunda o kötü boğazı arkamızda bıraktık. Askerler epey
uzaklaşmıştı bizden. Duyşen atı durdurdu, gözlerinde acıyla yüzüme
baktı. İlk bakışıydı bu.
Sana kötülük ettim, seni koruyamadım, Altınay, dedi. Bağışla beni.
Elimi tutup yanağına bastırdı.

Sen bağışlasan bile ben kendimi bağışlamayacağım.
Atın yelesine kapanıp hıçkırmaya başladım. Duyşen yanımda
duruyor, tek kelime söylemeden saçlarımı okşuyordu. Ağlamama
engel olmaya kalkmıyordu.
Sonunda: Gel, Altınay, gidelim, dedi. Bir şey söyleyeceğim sana. İki
gün önce kasabaya indim. Şehre, okumaya gideceksin.
Gürül gürül akan duru bir derenin yanına geldik.
Duyşen durdu. Cebinden bir kalıp sabun çıkararak:
Yüzünü yıka, Altınay, dedi. Al şunu, sabunları. İstersen atı otlamaya
götüreyim... sen de elbiselerini çıkarıp bir güzel yıkan. Başından
geçenlerin hepsini unut. Bir daha da hatırlama. Yüz, Altınay, kendine
gelirsin.
Tamam mı?
Başımı salladım. Duyşen uzaklaşınca, elbiselerimi çıkarıp suya
girdim. Dipteki beyaz, mavi, yeşil, kırmızı çakıllar bana bakıyorlardı.
Mavi su, bir anda ayak bileklerimi sardı. Avuçlarıma biraz su alıp
göğsüme çarptım. Ürperdim. Üç gündür ilk kez güldüm. Ne güzel
şeydi gülmek! Yeniden, yeniden su çarptım gövdeme, sonra dereye
daldım. Akıntı hemen sığ yerlere götürdü beni. Ayağa kalkıp
köpüklerin arasına atladım yine.
Ah, dere, diye fısıldadım, şu üç günün bütün kirini, bütün kötülüğünü
götür gövdemden... Kendin gibi temiz yap beni.
Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?
Niye kalmaz? Duyşen'le birlikte indiğimiz o dağ yolunu
bulabilseydim, kendimi yere atar, öğretmenimin ayak izlerini öperdim.
O dağ yolu, dünyanın bütün yollarından daha değerlidir benim için. O
güne, o yola, beni ışığa, taze umutlara götüren o dağ yoluna şükürler
olsun... O gün parıldayan güneşe, toprağa şükürler olsun...
İki gün sonra, Duyşen istasyona götürdü beni. Başıma gelenlerden
sonra artık köyde kalmak istemiyordum. Yeni hayatım yeni bir yerde
başlamalıydı. Saykal'la Kartanbay yolculuğa hazırladılar beni.
Üstüme titrediler, bol bol yemek yedirdiler, çocuklar gibi ağladılar.
Komşuların çoğu güle güle demeye geldi. Huysuz Satımkul bile geldi.
Herkes gitmemi hoş görüyordu.
Satımkul:
Tanrı yardımcın olsun yavrum, dedi. Yolun açık olsun. Korkma,
öğretmeninin dediklerini yap; her şeyi başarırısın. Sen nasıl istersen
öyle düşün, ama biz de dünyayı daha iyi anlamaya başladık.
Sınıf arkadaşlarım arabanın arkasından koşup uzun uzun el salladılar...
Benimle birlikte birkaç çocuk daha gidiyordu Taşkent'deki çocuklar
yurduna. Deri ceketli bir Rus kadın istasyonda bizi bekliyordu.
Sonraları, kavakların gölgelediği o istasyondan birçok kere geçtim!
Yüreğimin yarısını orada bırakmışım galiba! O bahar akşamının
leylak rengi aydınlığında öyle hüzünlü, öyle yürek paralayıcı bir şey
vardı ki... Alacakaranlık bile ayrılacağımızı biliyordu sanki. Duyşen
üzüntülü olduğunu göstermek istemiyordu; ama ben ne kadar üzgün
olduğunu biliyordum onun. Aynı sıcak şey gelip benim boğazıma da
tıkanmıştı. Gözlerimin içine bakarak duruyordu öğretmenim; saçımı,
yüzümü, hatta ceketimin düğmelerini okşuyordu.
Elimden gelse seni bırakmazdım, Altınay, ama sana engel olmaya
hakkım yok. Okumalısın. Bilirsin, ben de pek öyle okumuş biri
değilim. Gitmelisin, senin için en iyisi bu... Günün birinde sahici bir
öğretmen olursun belki, okulumuzu hatırlar, belki de gülersin. En iyisi
bu, en iyisi bu...
Uzaklardan, trenin boğazda yankılanan düdüğü duyuldu; ışıkları
göründü. Bekleyenler kıpırdanmaya başladılar.
Sesi titreyerek:
Biraz sonra gideceksin, dedi Duyşen. Mutlu ol, Altınay. Çalış, çok
çalış. Önemli olan çalışmaktır.
Konuşamıyordum; yaşlar tıkamıştı beni. Duyşen gözlerimi sildi:

Ağlama, Altınay. Sonra birden hatırladı:
Seninle diktiğimiz o kavaklar var ya, onlara kendi ellerimle
bakacağım. Önemli bir insan olarak köye döndüğünde o kavakların ne
kadar güzel olduklarını göreceksin. Tren istasyona girmişti.
Duyşen kollarının arasına aldı beni, alnımdan öptü.

Artık ayrılıyoruz. Talihin açık olsun. Güle güle bir tanem...
Korkma, her zaman cesur ol...
Basamaklara atlayıp omuzumun üstünden baktım. O anı hiç
unutmayacağım. Duyşen, bir kolu askıda, yaşlı gözlerle bakıyordu
bana. Bir daha dokunmak istermiş gibi eğilmişti... tren hareket etti.
Güle güle, Altınay! Güle güle, parıldayan ışığım, diye bağırdı.
Hoşça kal, öğretmenim! Hoşça kal benim sevgili öğretmenim! Duyşen trenin
yanı sıra koşmaya başladı. Geride kalınca daha da hızlandı.
Altınay! diye bağırdı.
Sesinde öyle bir acelecilik vardı ki, söylemek istediği çok önemli bir
şeyi ansızın hatırlamış gibiydi. Geç kalmıştı artık; geç kaldığını kendi
de biliyordu. Çok derinlerden, içinin derinliklerinden kopup gelen o
ses hala kulaklarımdadır.
Tren bir tünele girdi, sonra düzlüğe çıktı; hızlanarak Kazak
ovalarından yeni hayatıma götürdü beni...
Hoşça kal, öğretmenim; hoşça kal ilkokulum, çocukluğum; ilk
sevgim, hoşça kal...
Duyşen'in düşlerindeki büyük şehirde yaşadım, bize anlattığı
geniş pencereli okullardan birinde okudum. Ortaokulu bitirdikten
sonra, bir enstitüye yazılmak için Moskova'ya gönderdiler beni.
O uzun öğrencilik yıllarında ne güçlükler çıktı karşıma... bu
kadar bilgiyi öğrenemeyeceğim diye zaman zaman umutsuzluğa
kapıldım. Ama bırakmadım okumayı, bırakmaya cesaret edemedim,
ilk öğretmenime çok şeyler borçluydum. En güç zamanlarımda bile
onu düşünmek yeni bir tutku verdi bana. Başkalarının bir kerede
kavradıkları şeyleri ben uzun uzun çalışarak anlayabiliyordum. Her
şeye en baştan başlamıştım.
Orta okuldayken, Duyşen'e bir mektup yazmış, onu sevdiğimi,
beklediğimi bildirmiştim. Cevap vermedi. Ben de bir daha yazmadım.
Çalışmalarımı sürdürebilmem için kendisini de, beni de bu
mutluluktan yoksun bırakıyordu galiba. Belki de haklıydı... Yoksa
başka bir sebep mi vardı? O sıralarda aklımdan geçen kuşkuları,
çektiğim acıları kimse bilemez!
İlk derecemi Moskova'da, tezimi verdikten sonra aldım. Benim için
büyük, önemli bir zaferdi bu. Durmadan çalıştığım için köyüme bir
kerecik bile gidemedim. Sonra savaş patladı. O yıl, güz aylarından
birinde, Frunze'ye giderken Duyşen'den ayrıldığım küçük istasyonda
indim. Şansım varmış: köyümüze bir araba gidiyormuş. Ancak şimdi,
o kötü savaş günlerinde gidebiliyordum sevgili köyüme. Değişen
ovada yeni köyler, ekilmiş tarlalar, bilmediğim yollar, köprüler
gördükçe seviniyordum; ama savaş, sevincimi gölgeliyordu.
Köye yaklaşırken tepeden tırnağa bir heyecan kapladı beni. Uzaktan,
yeni sokakları, evleri, bahçeleri seçmeye çalıştım bir süre; sonra,
eskiden okulumuzun bulunduğu tepeye baktım. İki kavak yan yana
duruyordu. Onları görünce soluğum kesilir gibi oldu. Meltemde
hafif hafif salınıyorlardı. Hayatımda ilk kez kendi adıyla seslendim
ona; öğretmenim demedim.
Duyşen, diye fısıldadım. Benim için yaptıklarına teşekkür ederim,
Duyşen! Beni hiç aklından çıkarmadın demek... sözünü tuttun...
Gözlerim yaşardı.
Arabacı merakla:

Neyiniz var, diye sordu. Bir şeyim yok. Bu köyden kimseyi tanır
mısınız?
Tabii. Herkesi tanırım.

Duyşen'i de tanır mısınız? Eskiden öğretmenlik ederdi.

Duyşen mi? Askere gitti... Onu askerlik şubesine ben götürdüm.
Bu arabayla. Beni orada bırakmasını söyledim genç arabacıya. Ne
yapacaktım? Ev ev dolaşıp beni hatırlayanları mı ziyaret edecektim?
Böyle bir zamanda yapamazdım bunu. Duyşen uzaklardaydı,
savaşıyordu. Üstelik teyzemle amcamın evine adım atmamaya da
yemin etmiştim. İnsan birçok şeyi bağışlayabilir, ama onların
yaptıklarını bağışlamak elde mi? Köye döndüğümü bilmelerini bile
istemiyordum. Arabadan inince tepeye, kavakların yanına tırmandım.
Ah, kavaklarım benim, güzel kavaklarım! Bir zamanlar incecik
fidanlardınız siz... ne sular aktı köprülerin altından! Sizi diken, sizi
büyüten insanın bütün dedikleri doğru çıktı! Neden öyle hüzünle,
yasla mırıldanıyorsunuz? Yazın geçtiğine mi yanıyorsunuz yoksa;
soğuk rüzgarlar yapraklarınızı koparıyor, ona mı üzülüyorsunuz?
Yoksa gövdeleriniz, halkımızın kederiyle, acısıyla mı inliyor?
Evet, kış gelecek, soğuk geceler, tipiler göreceksiniz; ama sonra
bahara kavuşacaksınız yine...
Uzun zaman kaldım orada; sararan yaprakların hışırtısını dinledim.
Ağaçların dibindeki su yolu yeni temizlenmişti; suların üstünde sarı
yapraklar yüzüyordu. Oradan, yapılmakta olan yeni okulun çatısını
görebiliyordum. Tepedeki eski okulun ise hiç izi kalmamıştı...
Yola indim; karşıma çıkan ilk arabaya atlayıp istasyona gittim.
Savaş bitti, zafer kazanıldı. Çocuklar, kitaplarını babalarının harita
çantalarıyla götürmeye başladılar okula. Kocalar cepheden dönüp
erkek işlerini yapmaktan kurtardılar kadınları. Dulların gözlerinde yaş
kalmamıştı artık, yalnızlıklarına alıştılar. Sevdiklerinin yollarını hala
gözleyenler de vardı.
Ben de Duyşen'den hiç haber alamamıştım. Kurkuru'dan gelenler
kayıp listesinde olduğunu söylüyorlardı onun; köy Sovyetine öyle
haber gelmişti.
Belki de ölmüştür, diyorlardı. Aradan uzun zaman geçti, ondan hala
bir haber yok.
Demek öğretmenim dönmeyecekti. Birbirimizden ayrıldığımız gün
demek son olarak görmüştüm onu...
Şaşıyorum: yüreğimde ne kadar acı, ne kadar hüzün birikmiş.
Hayatımın eski sayfalarına baktıkça anlıyorum bunu.
1946 güzünün sonlarında, bilimsel bir görevle Tomsk Üniversitesi'ne
gönderildim. Sibirya'yı ilk geçişimdi. Güzün çok kederli görünüyordu
Sibirya. Yüzyıllık ormanlar, koyu bir duvar gibi geçiyordu
yanımızdan.
Aradaki açıklıklarda, bacalarından incecik dumanlar tüten kara damlı
kulübeler vardı. Soğuk, ıssız tarlalara ilk kar yağmıştı. Kargalar
bağırarak uçuşup duruyorlardı. Hava çoğu kez kapalıydı.
Ama trende hiç canım sıkılmadı. Yol arkadaşlarımdan biri, savaşta
yaralanmış koltuk değnekli bir adam, askerdeyken başından geçmiş
eğlenceli olayları anlattı bize. Anlattığı komik, iğneli, zararsız,
gerçeğe dayanan hikayeler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Herkes
adama ısınıvermişti. Novosibirsk'i geçince, tren bir makas başında
durdu. Adamın son anlattığı fıkraya gülerek pencereden dışarı
bakıyordum.
Hareket ettik, makasçının küçük kulübesinin önünden geçiyorduk ki,
ansızın irkildim. Az kalsın bayılacaktım. Yüzümü pencereye dayadım.
Duyşen'i görmüştüm, oradaydı! Elinde küçük bir bayrak, aşağıda
duruyordu. Aklımı kaçırıyorum sandım.
Sesimin olanca gücüyle:Durun! diye bağırdım.

Ne yapacağımı bilmeden kompartımandan fırladım, koridorun ucuna
kadar koştum. Gözüme ilişen imdat kolunu çektim.
Vagonlar birbirine çarptı. Lokomotif bir anda durdu. Bavullar düştü;
kadınlar çığlık atmaya, çocuklar ağlamaya başladı. Biri:
Tren bir adama çarptı! diye bağırdı.
Ben sahanlığa çıkmıştım bile. Hiçbir şeye aldırmadan yere atlayıp
Duyşen'e, makasçının kulübesine doğru koştum. Kondüktörlerin
düdükleri duyuluyordu arkamdan. Yolcular da yere atlamış, peşimden
koşuyorlardı.
Treni boydan boya geçtim. Duyşen de bana doğru koşuyordu artık.
Duyşen! Öğretmenim! diye bağırdım. Duyşen'di bu, tabii Duyşen'di;
yüz onun yüzü, gözler onun gözleriydi. Biraz yaşlanmış, bıyık
bırakmıştı.
Kazakça:

Bir şey mi oldu kardeş? diye sordu. Yanılıyorsunuz. Ben makasçıyım.
Adım Beynu.
Beynu mu?
Acıdan, umutsuzluktan, utançtan bağırmamak için dişlerimi sıktım.
Ne yapmıştım? Ellerimle yüzümü kapayıp başımı önüme eğdim. Yer
yarılsaydı da içine girseydim keşke! Kendilerini korkuttuğum için
yolculardan özür dilemeliydim... makasçıdan da. Ama ağzımı bile
açamıyordum. Yolcular da bir tuhaf olmuşlardı, garip bir sessizlik
içindeydi hepsi. Bana kızacaklar, söylenecekler sanıyordum. Hiçbiri
konuşmuyordu. O büyülü sessizliği bir kadının hıçkırıkları bozdu:
Zavallıcık, ya kocası ya da kardeşi sandı makasçıyı! Herkes kendine
geldi.
Biri, derinlerden gelen bir sesle: Yazık, diye mırıldandı.
Bir kadın sesi titreyerek:
Savaşta neler olmadı ki, başımızdan neler geçmedi ki, dedi. Makasçı
ellerimi yüzümden çekti:

Gidelim. Sizi kompartımanınıza kadar götüreyim. Hava gittikçe
soğuyor. Bir koluma o, bir koluma da tanımadığım bir adam girdi.
Gidelim yoldaş, dedi adam. Seni anlıyoruz. Yol açtılar. Bir cenaze
törenindeydim sanki... sanki kocam ölmüştü de herkes benim acımı
paylaşıyordu. Yolcular arkamızda, ağır ağır yürüdük. Trenin
yanındakiler de sessizce bu törene katıldılar. Biri bir şal attı
omuzlarıma. Koltuk değnekli adam, hemen arkamda yürüyordu. Ara
sıra yanıma yaklaşıyor, üzüntüyle yüzüme bakıyordu.
Bu neşeli, temiz yürekli, korkusuz adam nedense kasketini başından
çıkarmıştı. Galiba ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. Ağır ağır trenin
yanında yürüdük. Vızıldayan, ıslık çalan telgraf tellerinde bir cenaze
marşının seslerini duyuyordum.
Bir daha göremeyeceğim onu.
Kompartımana girerken, şeftiren önümü kesti. Öfkeliydi; parmağını
sallayarak, bağıra bağıra sorumluluklardan, cezalardan söz açtı.
Kendimi savunmak için tek kelime bile söylemedim. Hiçbir şeye
aldırmıyordum. Bir kağıt tutuşturdu elime, gösterdiği yeri imzalamamı
söyledi. Ama uzattığı kalemi tutamayacak kadar güçsüzdüm.
Koltuk değnekli adam, kağıdı kaparak:
Rahat bırak onu! diye bağırdı şeftirene. Ver, ben imzalayayım. İmdat
kolunu ben çektim. Sorumluluğu da ben üstüme alıyorum. Kaybettiği
zamanı kazanmak için, Sibirya'da, eski Rus toprakları üstünde hızla
gitmeye başladı tren. Biri gitar çalıyordu; gitarın sesi, büyük bir hüzün
katıyordu geceye. Kocaları ölmüş Rus kadınlarını anlatan o parçayı,
savaştan sonra acı bir karşılaşmanın anısı olarak yüreğimde taşıdım...
Yıllar geçti. Gelecek, irili ufaklı dertleriyle önümüzdeydi. Sonraları
evlendim. Kocam iyi bir insan. Çocuklarımız, mutlu bir yuvamız var.
Felsefe doktoramı verdim. Birçok yolculuklar ettim. Birçok ülkeler
gördüm. Ama Kurkuru'ya dönmedim bir daha. Kendime göre
sebeplerim, özürlerim vardı. Köyümle olan bağlarım kötü bağlar,
bağışlanmaz bağlar. Geçmişi unutmadım. Unutabilir miyim hiç? Ama
ondan uzaklaştım.
Aklıma dağlardaki o dereler geliyor. Yeni bir yol yapılmış, kaynağa
çıkan o eski yol unutulmuş. Yolcular su içmek için artık tırmanmıyor
o yolu. Kaynağın kenarlarını otlar, çalılar bürümüş. Yakında izi bile
kalmaz.
Sıcak bir günde birinin aklına gelir belki, ana yoldan sapıp
susuzluğunu gidermek için onu arar. Yanına varır, çalıları aralayarak
kaynağa eğilir... derin, kıpırtısız suyun duruluğuna şaşar. İçinde
kendini görür, güneşi, gökyüzünü, dağları görür. Böyle bir yeri
unutmuş olmanın acısını duyar, kaynaktan arkadaşlarına söz açmaya
karar verir. Ama çok geçmez, unutulur.
Ara sıra böyle şeyler de oluyor hayatta. Kim bilir, belki de böyle
olmalı...
Kurkuru'ya son gelişimde bunları düşündüm.
Ansızın gitmem sizi şaşırtmıştır tabii. Bunları oradakilere anlatamaz
mıydım diyeceksiniz. Anlatamazdım. Kendimden öyle utanıyordum
ki, bir an önce gitmeye karar verdim. Duyşen'i göremeyeceğimi, onun
gözlerinin içine bakamayacağımı biliyordum. Kendimi toparlamam,
her şeyi rahat bir kafayla yeni baştan düşünmem gerekiyordu. Bunu
yalnız Kurkuru'lulara değil, bütün insanlara anlatmalıydım.
Beni utandıran bir başka sebep daha vardı: o toplantının en önemli
kişisi ben değildim aslında, onur yeri bana verilmemeliydi. O onur
yeri ilk öğretmenimizin, köyümüzün ilk sosyalisti olan Duyşen'indi.
Herkesten çok o hak etmişti onur yerini. Öyle olmadı. Biz yiyip
içerken, o, altın yürekli adam, telgraflarımızı getiriyordu dörtnala;
sonra da dağıtımı tamamlamaya gitti.
Kurkuru'lu gençler, Duyşen'in ne kadar iyi bir öğretmen olduğunu
bilmezler. Yaşlıların çoğu hayatta değil. Duyşen'in öğrencilerinin
çoğu da savaşta öldü.
Onun için, bizden sonraki kuşaklara öğretmen Duyşen'i anlatmak
görevini ben yükleniyorum. Benim yerimde kim olsa böyle yapardı.
Ama Kurkuru'ya gitmemiştim bir daha, Duyşen'den haber
alamamıştım, yüzü, müzenin sessizliğinde saklanan değerli bir
kabartma olmuştu benim için.
Gidip öğretmenimi göreceğim, sorularına cevap vereceğim onun;
beni bağışlamasını dileyeceğim.
Moskova'da işimi bitirdikten sonra Kurkuru'ya dönüp yeni okula
Duyşen'in adını vermelerini isteyeceğim. Evet, Duyşen'in, kolhozun
bir üyesinin, postacının... Sizin de beni desteklemenizi istiyorum.
Yalvarırım, destekleyin beni.
Şimdi gecenin biri. Balkonda durup şehir ışıklarının denizine
bakarken, Kurkuru'ya dönüp öğretmenimi göreceğimi, onun beyaz
sakalını öpeceğimi düşünüyorum...
Pencerelerimi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya.
Yeni resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun loşlukta, göz
atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan başlamıştım
çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha. Asıl şeyi
bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek, düşünerek,
düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin içimde kalacağını
sanırım hep...
Yine de, bitmemiş resmimden söz açmak istiyorum size. Yardımınızı
istiyorum. Anlamışsınızdır tabii, resmi köyümüzün ilk öğretmenine,
ilk sosyalistine; yaşlı Duyşen'e adayacağım.
Ama bilmiyorum, bu savaşçının hayatını, o hayatta önemli bir yer
tutan amaçları, tutkuları renklerle verebilir miyim... Bu dolu bardağı
taşırmamalıyım; sizlere, çağdaşlarıma taşırmadan verebilmeliyim
onu. Ama nasıl yapacağım? Yalnız kendi düşüncelerimi yansıtmak
istemiyorum; ortak bir yaratıcılıkla yapmalıyım resmimi. Ama nasıl
yapacağım?
Bu resmi mutlaka yapmalıyım, güçsüzüm, kuşkular içindeyim, ama
yapmalıyım.
Umutsuzluğa kapılıyorum. Düşünüyorum da, ressam olmak bin bir
güçlükle karşılaştırıyor insanı. Acı bir şey bu. Bazen kendimi öyle
güçlü buluyorum ki, bıraksalar dağları bile delebilirim! O zaman
şunları söylüyorum kendi kendime: incele, çalış, seç. Duyşen'le
Altınay'ın kavaklarını, onları çiz. En tepedeki dallara çıkmış,
esrarengiz uzaklıklara büyülenmiş gibi bakan yalınayak bir çocuğun
resmini çiz.
SON
You have read 1 text from Turkish literature.
  • Parts
  • Cemile - 1
    Total number of words is 3891
    Total number of unique words is 2243
    30.0 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    51.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Cemile - 2
    Total number of words is 3816
    Total number of unique words is 2027
    29.0 of words are in the 2000 most common words
    44.4 of words are in the 5000 most common words
    51.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Cemile - 3
    Total number of words is 3840
    Total number of unique words is 2080
    28.9 of words are in the 2000 most common words
    44.1 of words are in the 5000 most common words
    52.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Cemile - 4
    Total number of words is 3896
    Total number of unique words is 2114
    33.1 of words are in the 2000 most common words
    47.5 of words are in the 5000 most common words
    55.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Cemile - 5
    Total number of words is 3923
    Total number of unique words is 2083
    31.8 of words are in the 2000 most common words
    46.2 of words are in the 5000 most common words
    54.7 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Cemile - 6
    Total number of words is 3232
    Total number of unique words is 1875
    32.4 of words are in the 2000 most common words
    47.1 of words are in the 5000 most common words
    54.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.