Çocukluk - 06

Total number of words is 3821
Total number of unique words is 2019
34.2 of words are in the 2000 most common words
48.0 of words are in the 5000 most common words
56.2 of words are in the 8000 most common words
Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
Bu soru bana büyük bir hoşnutluk ve hafiflik verdi. Eldivenin Karl İvanoviç'in
olduğunu anlattım. Dahası, Karl İvanoviç'ten de alaylı bir dille söz ettim.
Kırmızı takkesini çıkarınca nasıl gülünç olduğunu, bir kez de attan yeşil
pardesüsüyle su birikintisi içine nasıl düştüğünü vb. anlattım. Biz nasıl
olduğunu anlamadan Kadril bitti.
Bunların hepsi hoş, ama ne diye Karl İvanoviç'ten böyle alaylı alaylı söz ettim?
Kendisine karşı duyduğum sevgi ve saygıyla onu anlatsaydım, acaba Soniçka'nın
ilgisini mi yitirirdim?
Kadril bitince, Soniçka sanki kendisinin teşekkürünü gerçekten hak etmişim gibi
sevimli bir yüzle, bana: "Merci" (51) dedi. Heyecan içindeydim, sevinçten deliye
dönmüş, kendimi tanıyamıyordum: Bu cesaretin, kendine güvenin, dahası, bu
cüretin nerden geldiğini bilemiyordum. Salonda gelişigüzel dolaşırken, "Dünyada
beni utandıracak hiçbir şey yoktur, her şeye hazırım," diye düşünüyordum.
Seryoja, dansta kendisiyle vis-à-vis (52) olmamızı önerdi. Damım olmadığı halde,
bulacağımı umarak:
- Peki, dedim.
Salonu ciddi ciddi süzdükten sonra, konuk odasının kapısındaki büyük bir kızdan
başka bütün damların tutulmuş olduğunu gördüm.
Uzun boylu genç bir adam, sanırım dans önermek için ona yaklaşıyordu; bu adam
kızdan iki adım uzaktaydı, bense salonun öbür ucundaydım. Göz açıp kapayıncaya
dek onu benden ayıran uzaklığı, parkede zarifçe kayarak uçuverdim; kızın önünde
eğilip ciddi bir sesle kendisini yeni dansa çağırdım. Büyük kız hoşgörüyle
gülerek elini bana uzattı ve genç adam damsız kaldı. Kendimi öyle güçlü
duyumsuyordum ki, genç adamın üzüntüsüne aldırış bile etmedim. Ama sonra, bu
genç adamın, "Önüme çıkıp da burnumun dibinden damımı elimden alan bu dik saçlı
oğlan da kim?" diye sorduğunu duymuştum.



XXII

MAZURKA

Damını kaptığım genç, mazurkada, birinci çift olarak dans ediyordu. Damını
elinden tutarak yerinden sıçradı ve Mimi'nin bize öğrettiği pas de Basques (53)
yapacağına, yalnızca koşmaya başladı ve köşeye yaklaştıktan sonra durakladı,
ayaklarını açtı, topuklarına vurdu, döndü ve sıçrayarak ileriye koşmayı
sürdürdü.
Mazurka için damım olmadığından, büyükannemin yüksek koltuğunun arkasında "Bu
yaptıkları nasıl şey?" diye kendi kendime düşünmeye daldım, "Mimi'nin bize
öğrettiği gibi değil; O, Mazurka'da herkesin ayak ucuna basıp yavaş yavaş
ayaklarıyla sarmallar çizerek dans ettiğini büyük bir güvenle söylerdi; oysa
öyle değilmiş.; bunlar başka türlü dans ediyorlar. İşte İvinler, Etyen ve herkes
pas de Basques yapmadan dans ediyor. Valodya bile bu yeni biçimi kapmış. Pek de
kötü değil! Hele Soniçka nasıl da güzel!.. İşte geçiyor..." Bol bol
eğleniyordum.
Mazurka sona eriyordu; birkaç yaşlı erkek ve kadın esenleşmek için büyükanneme
yaklaşıyor ve gidiyorlardı; uşaklar dans edenlerden sakınarak sofra takımlarını
arka odalara taşıyorlardı. Büyükannemin yorgun olduğu besbelliydi; sözcükleri
isteksiz isteksiz uzatarak konuşuyordu; orkestra otuzuncu kez tembel tembel aynı
parçayı çalmaya başlıyordu. Dans ettiğim büyük kız figür yaparken beni gördü.
Haince gülümseyerek, sanırım büyükanneme yaranmak için Soniçka'yı ve prenslerden
birini benim yanıma getirdi:
- Rose ou hortie? (54) diye, sordu.
Büyükannem koltuğunda dönerek:
- Ha, sen burada mısın? Haydi git, haydi yavrucuğum, dedi.
O dakika büyükannemin oturduğu koltuğun arkasından çıkmaktansa, altına başımı
sokarak saklanmayı yeğlerdim. Ama, gitmemek elimde miydi? Kalktım:
- Rose, dedim, sıkılarak Soniçka'ya baktım.
Daha kendime gelmeden birinin beyaz eldivenli elini elimde buldum. Ayaklarımla
ne yapacağımı hiç bilmediğimi kestiremeyen prenses, olağanüstü bir gülümsemeyle
ileri atlıyordu.
Pas de Basques'ın yerinde olmadığını, tümüyle beni rezil edecek bir devinim
olduğunu biliyorduk. Ama, Mazurkanın bildiğim ezgilerini alan kulaklarım, işitme
duygumu uyandırıyor, bu duygu da ayaklarımı, kendilerine göre devindiriyordu; ve
bu zavallıcıklar da parmak uçlarına basarak, ayrımında olmadan ve bütün
seyircileri şaşırtan, ters, yuvarlak, pek ağır adımlar atmaya başladılar. Düz
yürüyüş sürdüğü sürece, şöyle böyle gidiyorduk. Gerekli önlemleri almazsam,
kesinlikle ondan çok uzaklaşacağımı, dönüş noktasında anladım. Böyle can sıkıcı
bir duruma düşmemek için, ilk sırada oynayan bir gencin çok güzel figürünü
yinelemek için durakladım. Tam ayaklarımı açarak hoplamaya hazırlandığım sırada
Prenses, hızla çevremde dönerek, burada anlamsız bir merak ve şaşkınlıkla
ayaklarıma baktı. Bu bakış beni yerin dibine geçirdi. Öyle şaşırdım ki, dans
edecek yerde, hiçbir şeye benzemeyen, tempoya uymayan tuhaf bir biçimde yerimde
saymaya başladım ve sonunda büsbütün durdum. Herkes bana bakıyor, kimi
şaşkınlıkla, kimi merakla, kimi alayla, kimi de acıyarak; yalnızca büyükannem
ilgisiz bakıyordu. Babam ta kulağımın dibinde öfkeli bir sesle:
- İl ne fallait pas danser si vous ne savies pa! (55) dedi ve beni hafifçe
iterek, damımın elinden tutup eski dans yöntemine göre, seyircilerin pek
gürültülü beğenişleri arasında, bir tur yaptırıp yerine getirdi. Mazurka da o
anda bitti.
- Tanrım, bu korkunç cezayı bana niçin verdin?...
...........................
Herkes benden nefret ediyor, her zaman da edecek, dostluğa, aşka, saygıya, her
şeye giden yollar kapandı, her şey mahvoldu!.... Valodya, bana yararı dokunmayan
ve herkesin ayrımında olduğu işaretleri niçin yaptı? Bu ters tavırlı Prenses de
ayaklarıma niçin öyle baktı? Niçin Soniçka.... O şeker şey; ama niçin o zaman o
da gülümsedi? Niçin babam kızardı ve elimden yakaladı? Acaba benim yüzümden o da
utanmış mıydı? Of! Bu çekilmez bir şey! İşte annem burada olsaydı Nikolenkası
için hiç de kızarmazdı.... Düşlemim bu sevimli gölgenin peşinde uzaklara dalıp
gitti. Evimizin önündeki çayırı, bahçemizin yüksek ıhlamurlarını, üstünde
kırlangıçlar uçuşan tertemiz havuzu, beyaz, saydam bulutların durduğu mavi göğü,
taze kokulu ot demetlerini gözümün önüne getiriyor, altüst olan düşlemimde daha
pek çok dingin, sevimli anılar dolaşıyordu.



XXIII

MAZURKADAN SONRA

İlk sırada dans eden genç, yemekte bize ayrılan çocuklar masasında oturdu ve
bana ilgi gösterdi. Başıma gelen yıkımdan sonra bir şey duyumsayabilseydim, bu
ilgi onurumu pek okşardı. Ama, bu genç, sanırım her şeye karşın beni
neşelendirmeye ant içmişti; benimle şakalaşıyor, bana "delikanlı" diye
sesleniyor ve büyüklerden hiç kimsenin bize bakmadığı bir sırada hemen türlü
şişelerden şarap dolduruyor ve ısrar ederek bana içiriyordu. Yemeğin sonuna
doğru, başgarson peçeteye sarılmış şişeden ancak çeyrek bardak şampanya koyunca,
genç, doldurması için ısrar etti ve beni de bir solukta içmeye zorladı. O zaman
bütün vücudumda hoş bir sıcaklık, genç, neşeli koruyucuma karşı özel bir
bağlılık duymuş ve bilmem neden kahkahayla gülmüştüm.
Birdenbire salondan Grost Fater'in ezgileri duyuldu, sofradan kalkmaya
başladılar. Genç adamla olan arkadaşlığım hemencecik bitiverdi. O büyüklerin
yanına, ben de onun ardından gitmeyi göze alamadığım için kızıyla neler
konuştuğunu dinlemek için merakla Volohina'ya yaklaştım. Soniçka annesini
kandırmaya çalışarak:
- Yarım saatçik daha...
- Vallahi olmaz, meleğim.
Soniçka yalvararak:
- Rica ederim, hatırım için, ne olursunuz.
Bayan Volohina gülümsemek aymazlığında bulunarak:
- Ben yarın hastalanırsam hoşnut olur musun? diyordu.
Soniçka:
- A! İzin verdin, kalıyoruz, diye sevincinden sıçrıyordu.
- Ah! Sen yok musun? Haydi öyleyse dans et... dedi ve beni göstererek, işte sana
kavalye de hazır, diye ekledi.
Soniçka elini bana uzattı, birlikte salona koştuk.
İçtiğim şarap, Soniçka'nın neşesi ve yanımda bulunması, mazurkadaki o uğursuz
olayı tümüyle unutmama yardım etti. Ayaklarımla en gülünç devinimleri
yapıyordum. Kimi zaman köpeğe kızmış bir koyun gibi aynı yerde tepiniyordum.
Bunları yaparken candan ve gönülden gülüyor, bunun seyirciler üzerinde ne etki
bıraktığını hiç düşünmüyordum. Soniçka da durmadan gülüyordu; el ele tutuşup
döndüğümüze gülüyor, bir mendilden atlayan ve bunu yapmak çok zormuş gibi
ayaklarını yavaşça atan yaşlı bir beye kahkaha atıyor, çevikliğimi göstermek
için hemen hemen tavana kadar sıçrayışıma gülmekten katılıyordu.
Büyükannemin yazı odasından geçerken, aynaya şöyle bir baktım: Yüzüm gözüm ter
içinde, saçlar karmakarışık, perçemler her zamankinden daha dik; ama, yüzümün
genel görünüşü öyle şen ve sağlıklıydı ki, kendi kendimi beğendim.
'Her zaman şimdiki gibi olsaydım, kendimi başkalarına belki sevdirebilirdim...'
diye düşündüm.
Fakat, damımın olağanüstü güzel boyuna bosuna baktım, kendim de beğendiğim neşe,
sağlık ve kaygısızlık anlatımından başka, onda o denli ince ve kırılgan bir
güzellik vardı ki, kendi kendime kızdım ve böyle olağanüstü bir yaratığın
dikkatini üzerime çekme umudunun, nasıl da budalaca bir davranış olduğunu
anladım.
Karşılık göreceğimi ummuyor, düşünemiyordum bile. Yüreğim, gene mutlulukla
dolmuştu. Ruhumu sevinçle dolduran bu aşk duygusundan, bu duygunun sonsuza dek
sürmesinden başka, daha büyük nasıl bir mutluluk ve daha ne gibi şeyler
bekleyebilirdim? Buncasından bile hoşnuttum. Yüreğim kuş gibi çırpınıyor, kan
hiç durmadan yüreğime akıyordu, ağlamak istiyordum.
Koridorda, merdiven altındaki karanlık köşenin önünden geçerken içeri baktım: Ne
olurdu bütün ömrümü bu karanlık köşede onunla birlikte geçirseydim ve orada
olduğumuzu kimse bilmeseydi. Bu ne büyük bir mutluluk olurdu, diye düşündüm.
Yavaş, titrek bir sesle:
- Bu gece ne hoş bir geceydi, değil mi? dedim ve söylediklerimden değil,
söyleyeceklerimden korkarak adımlarımı sıklaştırdım. Başını bana öyle tatlı bir
bakışla çevirerek, "Evet, çok!" diye yanıt verdi ki korkum geçti ve özellikle
yemekten sonra:
- Biraz sonra gideceğinizi, bir daha görüşemeyeceğimizi bilmek beni nasıl da
üzüyor, dedim. (Kederlendiriyor, diyecektim, ama diyemedim.)
İskarpinlerimin burnuna dikkatle bakıp, önünden geçtiğimiz kafesli paravanaya
parmağını sürttükten sonra:
- Niçin görüşmeyelim ki? dedi, her salı ve cuma biz annemle Tverskoy bulvarına
gezmeye gideriz, siz oraya gezmeye gitmiyor musunuz?
- Salı günü kesinlikle izin isteyeceğim, bırakmazlarsa, kendi başıma şapkasız
kaçarım, yolu biliyorum, dedim.
Soniçka birdenbire:
- Bir şey söyleyeceğim. Biliyor musunuz? Bize gelen çocukların bazılarına sen
derim. Gelin sizinle de senli benli konuşalım, dedi; sonra, gözlerimin içine
bakıp başını sallayarak:
- İster misin? diye ekledi.
O dakika salona giriyorduk, Grost Fater'in ikinci ve pek canlı bölümü
başlıyordu. Orkestra, gürültü arasında sözlerimin işitilmeyeceği bir sırada:
- Elini... zi ver.... in, dedim.
Soniçka:
- Verin değil, ver, diye düzeltti ve güldü.
Grost Fater bitti, ama ben bu kipin birkaç kez geçtiği tümceleri durmadan
hazırladığım halde, "sen"li olan bir tanesini bile söylemeye fırsat bulamadım.
Bunu yapmak için cesaretim yetmiyordu. "İstiyor musun?" "Versene" sesleri
kulağımda çınlıyor, beni sanki sarhoş ediyordu; Soniçka'dan başka kimseyi,
hiçbir şeyi göremiyordum. Buklelerini toplayıp kulağının arkasına kıstırırken o
zamana dek hiç görmediğim alnının bir kısmını ve şakaklarının açıldığını gördüm.
Yalnızca burnunun ucunda küçücük bir delik bırakarak yeşil şala baştan aşağı
büründüğünü gördüm. Pembe minimini parmaklarıyla ağzının çevresinde küçücük bir
delik açmasaydı, boğulacağını da sandım ve merdivenden annesiyle inerken, hızla
dönerek başını salladığını ve kapıdan uzaklaştığını da gördüm.
Valodya, İvinler, genç Prens, ben, hepimiz Soniçka'ya âşık, merdiven başında
durup onu gözlerimizle uğurluyorduk. Özellikle hangimize başını salladığını
bilmiyorum; ama, o dakika benim için salladığına yüzde yüz emindim.
İvinler evden ayrılırken çok serbest, biraz da soğukça konuşup el sıktım. Ona
karşı olan sevgimin ve üstümdeki egemenliğinin bugünden sonra yittiğini
anladıysa, çok ilgisiz görünmek istemesine karşın, sanırım üzülmüştür.
Yaşamımda ilk kez sevgime ihanet ettim, ilk kez de bu duygunun tadını tattım. O
herkesçe bilinen bağlılığın eskimiş duygusunu, aşkın gizemlerle ve
bilinmeyenlerle dolu taze duygusuna çevirmekten sevinç duyuyordum. Üstelik, aynı
zamanda birinden soğurken, ötekini sevmeye başlamak da, eskisine karşın iki kat
sevmek değil midir?




XXIV

YATAKTA

Yatakta yatarken 'Nasıl oldu da, Seryoja'ya bu denli uzun bir zaman ve böylesine
güçlü bir bağla bağlandım?' diye düşünüyordum.
Hayır, o hiçbir zaman beni anlamamış, bana değer vermemişti, sevgimi de hak
etmiyordu... Ya Soniçka?...
Ne güzel şey! "İstiyor musun?", "Sen başlayacaksın" demesi...
Yüzükoyun döndüm ve yüzünü capcanlı gözümün önüne getirdim. Yorganı başıma
çektim; dört yanını da sıkıştırdım. Hiçbir yerinde bir delik kalmayınca, yattım
ve vücudumda tatlı bir ılıklık duyarak güzel düşlemlere, anılara daldım....
Pamuk yorganın astarına kımıltısız bakışlarımı dikiyor, onu bir saat önce
gördüğüm gibi çok açık görüyordum. Onunla düşlemsel olarak konuşuyordum, bu
konuşma, hiçbir anlamı olmadığı halde, bana anlatılamaz bir mutluluk veriyordu.
Çünkü içinde sen, sana, seninle, seninkiler gibi sözler durmadan yinelenip
duruyordu.
Bu düşlemler öylesine açıktı ki, tatlı bir coşkuyla uyuyamıyor ve içimden taşan
mutluluğu biriyle paylaşmak istiyordum. Öte yana dönerken işitilecek denli:
- Canım Soniçka, dedim! Valodya beni işitiyor musun?
O, uyku sersemliğiyle:
- Hayır. Ne var ki?
- Valodya ben âşığım, kesinlikle Soniçka'ya âşığım.
Valodya gerinerek:
- Peki, ne olacak? diye yanıtladı.
- Ah Valodya, içimdekileri düşünemezsin. Şimdi bile yorganın altında yatıyor,
onu öylesine açık görüyor, onunla öylesine açıkça konuşuyordum ki, şaşarsın.
Sana bir şey daha söyleyeyim mi? Yatıp onu düşündüğüm zaman, Tanrı bilir niçin,
hüzünleniyor ve ağlamak istiyorum.
Valodya kımıldadı. Ben konuşmamı sürdürerek:
- Yalnızca bir şey istiyorum; hep onun yanında olmak, hep onu görmek, o kadar.
Sen de âşıksın değil mi, Valodya? Gerçeği söyle.
Tuhaf, herkesin Soniçka'ya âşık olmasını ve herkesin bunu anlatmasını
istiyordum. Valodya bana dönerek:
- Bundan sana ne? Belki de...
Onun parlak gözlerinden, hiç de uykusu olmadığını anladım ve:
- Senin uykun yok! Yalancıktan uykun var gibi yapıyorsun, diye bağırdım ve
yorganımı attım. Haydi ondan söz edelim. Ne güzel şey değil mi? Öyle güzel ki,
"Nikolenka, şu pencereden atla" ya da "Kendini ateşe at," dese, ant içerim ki,
hemen sevinçle atarım... Ah ne cici şey, değil mi? Onu, çok canlı olarak
karşımda görüyordum ve bu düşlemden tam bir zevk duymak için, birden öte yana
döndüm ve başımı yastığın altına sakladım:
- Valodya, öylesine ağlamak istiyorum ki!
Valodya gülümseyerek:
- Aptal, sen de!... dedi ve biraz durduktan sonra:
- Bense bambaşka düşünüyorum. Elimden gelseydi, onunla yan yana oturup konuşmak
isterdim, dedi.
- Ya! Demek ki sen de âşıksın! diye sözünü kestim.
O ise tatlı bir gülümseyişle:
- Sonra da parmaklarını, gözlerini, dudaklarını, küçük burnunu, minik ayaklarını
öpmek isterdim, dedi.
Yastığın altından:
- Budalalık! diye bağırdım.
Valodya ise, beni aşağılayarak:
- Senin bir şeyden anladığın yok, dedi.
Gözyaşlarımın arasından:
- Hayır, ben anlıyorum, asıl sen anlamıyorsun, budalaca konuşuyorsun, dedim.
- Öyle olsun, ama bir kız gibi ağlamanın anlamı ne?



XXV

MEKTUP

Anlattığım günden hemen hemen altı ay sonra, Nisan'ın 16'ncı günü, ders
zamanında babamız yukarıya çıkıp bize bu gece hep birlikte köye gideceğimizi
haber verdi.
Bu haberi duyunca, yüreğim burkuldu ve hemen düşüncelerim annemin çevresinde
toplandı.
Böyle birdenbire yola çıkmamızın nedeni, aşağıdaki mektuptu.

"Petrovskoye, 12 Nisan.

3 Nisan tarihli sevimli mektubunu ancak şimdi, akşamın saat onunda aldım ve her
zaman olduğu gibi, hemen yanıtını yazıyorum. Feodor mektubu dün akşam kentten
getirmiş, ama geç olduğu için Mimi'ye ancak bu sabah vermiş. Mimi ise benim
biraz keyifsiz ve sinirli olduğumu düşünerek, bütün gün bana göstermemiş.
Gerçekten biraz ateşim vardı; doğrusu dört günden beri pek iyi değilim ve
yataktan kalkmıyorum.
Sevgili dostum, çok rica ederim, korkma, korkulacak denli kötü değilim. İvan
Vasilyiç izin verirse, yarın kalkmayı düşünüyorum.
Geçen hafta cuma günü çocuklarla gezmeye çıkmıştım; büyük yolun geçidinde ve
bana hep korku veren köprünün yanında atlar çamura saplandı. Hava çok güzeldi,
araba kurtarılıncaya dek büyük yola doğru yürümek aklıma esti. Küçük kiliseye
gelince yoruldum, dinlenmek üzere oturdum. Halk arabayı kurtarmaya toplanıncaya
dek, yarım saatlik bir zaman geçti; biraz üşümeye başladım, özellikle ayaklarım
üşüdü; çünkü ayağımdaki ince kösele tabanlı ayakkabılarım ıslanmıştı. Yemekten
sonra vücuduma bir titreme geldi ve ateş bastı. Ama her zamanki gibi dolaşıp
duruyordum; çaydan sonra da, Lüboçka ile dört elle çalmak üzere piyanoya geçtik.
(Görsen, şaşarsın, öyle ilerledi ki...) Şu var ki tempoyu sayamadığımın ayrımına
varınca, nasıl şaşırdığımı bilemezsin. Birkaç kez saymak istedimse de, kafamda
bir karışıklık, kulağımda tuhaf bir uğultu duyuyordum. 1, 2, 3 diye başlıyor,
sonra birdenbire 8, 15 diyor ve en önemlisi, yanlışımı anladığım halde, bir
türlü düzeltmek elimden gelmiyordu. Sonunda Mimi yardıma yetişti, beni sanki
zorlayarak yatağıma yatırdı.
İşte nasıl hastalandığımı ve bundaki suçumu gösteren ayrıntılı bir hesap, canım.
Ertesi gün ateşim oldukça yükseldi ve bizim iyi yürekli yaşlı İvan Vasilyiç
geldi. Hâlâ bizde kalıyor. Yakında beni dışarı çıkaracağına da söz verdi. Bu
İvan Vasilyiç ne olağanüstü bir adam. Ateşler içinde sayıkladığım zaman, sabaha
dek gözlerini kırpmadan başucumda bekledi.
Şimdiyse mektup yazdığımı bildiği için, kızlarla divanlı odada oturuyor, yatak
odamda kızlara Alman masalları anlattığını, onların da dinlerken katıla katıla
güldüklerini duyuyorum.
La belle Flamande adını verdiğim kız, annesi başka bir yere gittiği için iki
haftadan beri bizde kalıyor; dikkat ve ilgisiyle, bana olan en içten bağlılığını
gösteriyor.
Yüreğinin en gizli sırlarını bana açıyor. İyi bir elde olsaydı, güzel yüzü,
temiz yüreği ve bütün tazeliğiyle o, her bakımdan çok iyi bir kız olabilirdi;
ama anlattığına göre, yaşadığı çevrede büsbütün mahvolup gidecek. Bu kadar
çocuğum olmasaydı, onu yanıma alırdım ve çok iyi ederdim diye düşünüyorum.
Lüboçka sana, kendisi de mektup yazmak istiyordu, ama üç kezdir sayfayı
yırtıyor, "Babamın nasıl alaycı olduğunu biliyorum, tek yanlışım bile olsa
herkese gösterir," diyor. Katinka, eskisi gibi sevimli; Mimi, gene öyle sevecen
ve üzücü.
Şimdi ciddi şeylerden söz edelim: Bu kış işlerin iyi gitmediğini,
Habarovskoe'den gelen paraları almanın zorunlu olduğunu yazıyorsun. Bunun için
benim onayımı istemeni tuhaf buluyorum. Benim olan şey, aynı zamanda senin değil
midir?
Sen öyle iyi yüreklisin ki, sevgilim; beni üzme korkusuyla işlerinin nasıl
gittiğini gizliyorsun.
Ama, ne olursa olsun, pek çok zarar ettiğini seziyorum ve ant içerim ki, buna
hiç üzülmüyorum; onun için bu işi düzeltmek olanağı varsa, artık düşünme,
kendini boşuna üzme. Çocukların geleceği için, değil kumarda kazandığın
paralara, kusura bakma ama, senin bütün servetine bile güvenmemeye alıştım.
Kumardaki kazancına ne denli az seviniyorsam, yitirmene de öyle üzülüyorum.
Ancak, beni üzen, bana karşı beslediğin sevginin bir bölümünü çalan ve şimdi
yazdığım gibi, beni bu acı gerçekleri söylemek zorunda bırakan, kumara olan
uğursuz alışkanlığındır. Oysa, sana bunları yazmakla ne büyük acı çektiğimi
Tanrı bilir! Tanrı'ya tek bir şey için durmadan yakarıyorum: Bizi kurtarması
için... yoksulluktan değil (yoksulluk da ne ki?), ama korumak zorunda olduğum
çocuklarımızın çıkarlarıyla, bizim kişisel çıkarlarımızın karşılaştığı o korkunç
andan. Tanrı yakarılarımı şimdiye dek kabul etti ve sen, bizim değil de artık
çocuklarımızın olan serveti yitirmemek ya da düşünmekten bile korktuğum ama her
an bizi tehdit eden o korkunç yıkımı getirmemek için gerekli olan sınırı
aşmadın. Bu, Tanrının bize bağışladığı bir nimettir.
Çocuklardan söz ediyor ve gene eskiden beri tartışmaya yol açan, yatılı okula
verilmelerine benim de razı olmamı rica ediyorsun. Bu öğrenim konusundaki
düşüncemi bilirsin.
Benimle düşündeş misin, bilmem. Ama her olasılığa karşı, beni biraz seviyorsan,
ne olursun bunu ben sağken ya da Tanrı ayrılmamızı yazmışsa, öldükten sonra da
yapmayacağına söz ver; yalvarırım.
İşlerimiz için Petrograd'a gidip gelmenin zorunlu olduğunu yazıyorsun. Tanrı
esenlik versin, yavrum, git ve çabuk dön. Sensiz burası bize çok sıkıntılı
geliyor! İlkyaz olağanüstü güzel; balkona açılan kapının bir kanadını çıkardık
bile, limonluğa giden yol dört gün önce kupkuruydu. Şeftali ağaçları tümüyle
çiçek açmış. Yalnızca kimi yerlerde bir parça kar var: kırlangıçlar geldi ve
bugün Lüboçka bana ilkyaz çiçekleri getirdi. Doktor, üç gün sonra sapasağlam
olacağımı ve nisan güneşine çıkıp ısınacağımı, temiz hava alabileceğimi
söylüyor. Hoşçakal sevgili dostum. Yitirdiğin paraya da, benim hastalığıma da
üzülmemeni dilerim. Bir an önce işlerini bitirip çocuklarla birlikte yazı
geçirmek üzere bize gel. Yaz için olağanüstü planlarım var, ama onların
gerçekleşmesine senin yokluğun engel oluyor."
Mektubun geri kalan bölümü, ayrı bir kâğıt parçasına, sık ve düzensiz bir
yazıyla Fransızca olarak yazılıydı. Sözcüğü sözcüğüne çeviriyorum:
"Hastalığım konusunda sana yazdıklarıma sakın inanma; hastalığımın nasıl ağır
olduğunu kimse anlamıyor. Bildiğim bir şey varsa o da şu, artık yatağımdan
kalkamayacağım. Dakika bile geçirmeden çocukları al ve hemen gel. Belki seni
bir kez daha kucaklamam ve çocuklara hayır dua etmem nasip olur. Bu, benim en
son isteğimdir. Bu sözlerimle seni ne denli sarstığımı biliyorum, ama bunları
benden olmasa, er geç başkalarından duyacaktın.
Tanrının esirgemesine sığınıp bu yıkıma dayanmaya çalışalım. Onun yazdığına
boyun eğelim.
Yazdıklarımın, bir hastanın düşleminde doğan bir şey olduğunu sanma; tersine, şu
dakikada zihnim çok açık ve ben, çok dinginim. Bunlar bir hasta ruhun doğurduğu
karışık kuruntulardır diye avutma. Hayır, ben duyumsuyorum, biliyorum; Tanrı
bunu bana bildirdiği için biliyorum ki, günlerim sayılıdır.
Sana ve çocuklara olan aşkım, ömrümle birlikte tükenecek mi? Bunun
olanaksızlığını anladım. Şu anda, kendisi olmayınca yaşamdan bir şey
anlayamadığım bu duyguyla, onun bir gün gelip de yok olacağını düşünemeyecek
denli doluyum. Beni yaşatan, size olan aşkımdır. Ruhumun sonsuz olarak
yaşayacağını biliyorum; çünkü, alnımda bunun bir gün söneceği yazılı olsaydı,
aşkım gibi bir duygu doğamazdı.
Aranızda bulunamayacağım; ama, aşkımın sizi hiçbir zaman bırakmayacağına
kesinlikle eminim ve bu düşünce yüreğime öyle açıklık veriyor ki, yaklaşmakta
olan ölümü dingin, korkusuz bekliyorum.
Çok dinginim ve Tanrı biliyor ki, ölüme, iyi bir yaşama geçmek için bir
aracıymış gibi bakıyorum; ama niçin gözyaşlarım beni boğuyor?.. Niçin çocukları,
sevdikleri annelerinden yoksun etmeli? Niçin sana böyle ağır ve beklenmeyen bir
darbe indirmeli? Aşkınızın, yaşamımı sınırsız mutlulukla doldurduğu şu dakikada,
niçin ölmeliyim?
Tanrı ne yazdıysa o olur!
Gözyaşlarımdan artık yazamıyorum. Belki de seni göremeyeceğim. Bu dünyada
yaşamımı mutlulukla dolduran eşsiz yaşam arkadaşıma teşekkür borçluyum. Öteki
dünyada, seni ödüllendirmesi için Tanrıya yalvaracağım. Hoşçakal sevgilim. Ben
gidiyorum. Ama, aşkım hiçbir zaman, hiçbir yerde seni bırakmayacak. Hoşçakal
Valodya, hoşçakal meleğim, hoşçakal en küçüğüm, benim Nikolenkam!
Acaba bir gün olur da beni unuturlar mı?"
Bu mektubun içinde Mimi'nin Fransızca yazdığı şu pusula da vardı:
"Sözünü ettiği o üzücü sezgileri doktor da kesin olarak doğruladı. Dün gece bu
mektubu hemen göndermemi söylemişti; bu sözleri, hastalık sabuklaması [hezeyan]
olarak söylediğini sanıp bu sabaha dek bekledim ve mektubu açmaya karar verdim.
Tam onu açtığım sırada Natalya Nikolayevna mektubu ne yaptığımı sordu ve
göndermemişsem yakmamı buyurdu. Durmadan mektuptan söz ediyor ve onun sizi
öldüreceğine beni inandırmaya çalışıyordu.
Bu meleği bizi bırakmadan görmek istiyorsanız, yolculuğunuzu geciktirmeyin. Bu
karalamamı bağışlayın. Üç gecedir uyumadım. Onu nasıl sevdiğimi bilirsiniz!"
11 nisan gecesini annemin odasında geçirmiş olan Natalya Savişna, ilk bölümünü
yazdıktan sonra, annemin, mektubu yanındaki masaya koyup uyuduğunu bana anlatmış
ve şunları söylemişti:
"Kendim de açıklayayım ki, koltukta uyuklamış kalmışım, çorap da elimden düşmüş.
Yalnızca uyku arasında -şöyle saat bire doğru- sanki onun konuştuğunu duydum;
gözlerimi açtım; bir de ne göreyim: O, yavrucuğum, yatakta oturmuş, söylece
elceğizini kavuşturmuş, gözyaşları seller gibi akıyordu.
Ancak, 'Demek ki, her şey bitti,' diyebilmiş ve ellerini yüzüne kapamıştı.
Yerimden şıçradım ve, 'Neniz var?' diye sordum.
'Ah, Natalya Savişna, kimi gördüğümü bir bilseniz?' dedi, sonra da ne denli
sorduysam da, başka hiçbir şey söylemedi. Yalnızca masayı getirmemi söyledi; bir
şeyler daha yazdı; mektubu yanımda kapatarak hemen yollamamı buyurdu. Bundan
sonra da günden güne kötüledi..."



XXVI

KÖYDE BİZİ NELER BEKLİYORDU?

25 Nisan günü Petrovskoe'deki evin kapısının önünde arabamızdan iniyorduk.
Moskova'dan çıkarken babam çok düşünceliydi. Valodya, annemin hasta olup
olmadığını sorunca ona üzüntüyle baktı ve susarak başını salladı. Yolculuk
sırasında, görünür derecede yatışmıştı. Evimize yaklaştıkça yüzünü kaplayan
üzüntü yavaş yavaş çoğalıyor, arabadan inerken, soluk soluğa koşup gelen
Foka'ya:
- Natalya Nikolayevna nerede? diye sorarken sesi titriyor ve gözleri
yaşarıyordu.
İyi yürekli yaşlı Foka, çekinerek yüzümüze baktı, gözlerini indirdi ve girişin
kapısını açarken başını çevirip:
- Altı gündür odalarından çıkmıyorlar, diye yanıtladı.
Sonradan anlattıklarına göre, annemin hastalandığı günden beri durmadan acı acı
uluyan Milka, neşeli neşeli babama koştu; onun üzerine atlıyor, vıyklıyor,
ellerini yalıyordu. Babam onu iterek konuk odasına, oradan annemin odasına bakan
sedirli odaya geçti. Odaya yaklaştıkça, davranışlarından heyecanının da o kadar
arttığı görülüyordu. Sedirli odaya girdiğinde, zorla soluk alıyor, ayak ucuna
basarak ilerliyordu; kapının kilidine dokunmadan önce bir istavroz çıkardı. Bu
sırada, ağlamaktan gözleri şişen zavallı Mimi, koridordan koşarak çıktı,
fısıldayarak, umutsuzluk dolu bir sesle:
- Ah, Piotr Aleksandroviç! dedi ve babamın kapı tokmağını çevirmek üzere
olduğunu görünce, zor işitilen bir sesle, buradan geçemezsiniz, yol kızların
odasındandır, diye ekledi.
Bunların hepsi, korkunç sezişlerle büyük bir acıya hazırlanmış olan çocuk
ruhumda, ne derin etkiler bırakıyordu.
Kızların odasına gittik; koridorda, yüzüne verdiği görünümlerle bizi her zaman
eğlendiren aptal Akim'i gördük. Ama, bu dakikada onun gülünç görünmesi şöyle
dursun, hiçbir anlamı olmayan ilgisiz durumu, bana çok dokundu. Odada bulunan
iki kız, bizi görünce selam vermek için öyle üzgün bir görünüşle ayağa kalktılar
ki, içimi korku bürüdü. Mimi'nin odasına geçtikten sonra, babam annemin odasının
kapısını açtı, biz de girdik. Kapının sağında, üzerine şallar gerilmiş iki
pencere vardı. Onlardan birinin önünde, burnunda gözlüğü olan Natalya Savişna
oturmuş çorap örüyordu. Her zaman yaptığı gibi, bizi öpmedi, yalnızca yerinden
kalktı, Gözlüğünün üzerinden bize baktı; gözlerinden dolu gibi yaşlar akıyordu.
Eskiden bize çok ilgisiz davrananların bile, şimdi bizi görür görmez ağlamaya
başlamaları hiç de hoşuma gitmedi.
Kapının solunda bir paravana duruyor, arkasında karyola, üstü ilaç dolu komodin
ve doktorun uyukladığı büyük bir koltuk; karyolanın önünde beyaz sabahlığıyla,
genç, çok sarışın olağanüstü güzel bir kız duruyor ve kollarını biraz sıvayarak,
o dakikada görünmeyen annemin başına buz koyuyordu. Bu kız annemin sözünü ettiği
la belle Flamande'dı. Odaya girer girmez, annemin başında olan elini kaldırıp
sabahlığının göğsündeki kıvrımları düzeltti ve sonra fısıldayarak:
- Kendini yitirdi, dedi.
O dakikada çok acı çekiyordum; bununla birlikte, bütün ayrıntıların
farkındaydım. Oda, hemen hemen karanlık, sıcak, nane, kolonya, papatya ve lokman
ruhu kokularıyla doluydu.
Bu koku beni o kadar sardı ki, onu yalnızca duyduğumda değil, anımsadığımda
bile, düşlemim bir anda bu iç karartıcı, havasız odaya gider ve o korkunç
You have read 1 text from Turkish literature.
Next - Çocukluk - 07
  • Parts
  • Çocukluk - 01
    Total number of words is 3710
    Total number of unique words is 2069
    30.2 of words are in the 2000 most common words
    43.6 of words are in the 5000 most common words
    51.3 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 02
    Total number of words is 3738
    Total number of unique words is 2138
    32.0 of words are in the 2000 most common words
    46.8 of words are in the 5000 most common words
    54.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 03
    Total number of words is 3625
    Total number of unique words is 2141
    32.5 of words are in the 2000 most common words
    46.4 of words are in the 5000 most common words
    53.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 04
    Total number of words is 3701
    Total number of unique words is 2083
    32.5 of words are in the 2000 most common words
    46.4 of words are in the 5000 most common words
    53.6 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 05
    Total number of words is 3775
    Total number of unique words is 2061
    32.0 of words are in the 2000 most common words
    46.1 of words are in the 5000 most common words
    53.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 06
    Total number of words is 3821
    Total number of unique words is 2019
    34.2 of words are in the 2000 most common words
    48.0 of words are in the 5000 most common words
    56.2 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 07
    Total number of words is 3745
    Total number of unique words is 2081
    31.0 of words are in the 2000 most common words
    44.9 of words are in the 5000 most common words
    52.1 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 08
    Total number of words is 3666
    Total number of unique words is 2081
    30.9 of words are in the 2000 most common words
    44.5 of words are in the 5000 most common words
    53.4 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 09
    Total number of words is 3758
    Total number of unique words is 2102
    32.5 of words are in the 2000 most common words
    45.7 of words are in the 5000 most common words
    52.9 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 10
    Total number of words is 3661
    Total number of unique words is 2047
    32.4 of words are in the 2000 most common words
    46.6 of words are in the 5000 most common words
    54.8 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 11
    Total number of words is 3682
    Total number of unique words is 2071
    31.4 of words are in the 2000 most common words
    46.2 of words are in the 5000 most common words
    54.0 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.
  • Çocukluk - 12
    Total number of words is 3578
    Total number of unique words is 1937
    32.9 of words are in the 2000 most common words
    45.1 of words are in the 5000 most common words
    52.5 of words are in the 8000 most common words
    Each bar represents the percentage of words per 1000 most common words.