Tristan ve Iseut - 2

الفاظ کی کل تعداد ہے 3952
منفرد الفاظ کی کل تعداد ہے 1994
32.7 الفاظ 2000 سب سے عام الفاظ میں ہیں
45.3 الفاظ 5000 سب سے عام الفاظ میں ہیں
52.7 الفاظ 8000 سب سے عام الفاظ میں ہیں
ہر بار فی 1000 سب سے عام الفاظ کے الفاظ کی فیصد کی نمائندگی کرتا ہے۔
  İlkin Tristan, Weisefortlulara, arkadaşlarının, İngiltere'den dostça alış veriş yapmaya geldiklerini anlatıp onları inandırdı. Ama bu tüccarlar bütün günlerini, tavla gibi, satranç gibi kibar oyunlarla geçiriyor, buğdaydan çok zarları denemekten hoşlanıyorlardı. Bundan dolayı da, Tristan tanınmaktan korkuyor, işe de nereden başlayacağını bilemiyordu.
  Derken bir sabah, şafakla birlikte, korkunç bir ses işitti, gök gürültüsüne benzer bir ses. Hiç böyle hayvan sesi duymamıştı. O denli korkunç, o denli de olağanüstü. Limandan geçen bir kadına seslendi:
  - Bu ses nereden geliyor, söyler misiniz efendim? Ama doğru söyleyin.
  - Elbette doğru söyleyeceğim, beyim; ses, gururlu, aynı zamanda dünyanın en iğrenç yaratığı bir hayvandan geliyor. Her gün ininden çıkar, kentin kapılarının birinin önünde durur. Ejdere bir genç kız teslim edilmedikçe o kapıdan kimse ne girebilir, ne de çıkabilir; onu pençeleri arasına aldı mı öyle çabucak yiyiverir ki, hani insan oncacık zamanda bir "pater noster" (5) duası bile okuyamaz.
  - Efendim, benimle alay etmeyin de söyleyin, insanoğlunun, onu dövüşerek ortadan kaldırması olanaklı değil mi acaba?
  - Doğrusunu istersen efendiciğim, bilmem. Ama bildiğim bir şey varsa, o da, şimdiye dek, yirmi deneyimli şövalyenin bu işi denemiş olmaları. Çünkü İrlanda Kralı, tellal bağırttırıp canavarı öldürene kızı sarışın Iseut'yü vereceğine söz vermişti. Ancak, canavar bunların hepsini yuttu.
  Tristan kadından ayrıldı, gemisine döndü. Gizlice silahlandı. Bu tüccar gemisinin içinden, böyle değerli bir savaş atıyla çalımlı bir şövalyenin çıkması hoş bir görünüm oldu. Ama limanda kimse yoktu, şafak yeni söküyordu, kadının söylediği kapıya dek kimse bu yürekli şövalyeyi görmedi. Derken, birdenbire, yol üzerinde beş adam belirdi, dizginleri bırakmışlar, atlarını mahmuzlamışlar, dört nala kente doğru geliyorlardı. Tristan, aralarından birini, yanından geçerken örgülü kırmızı saçlarından yakaladı, öyle sıkı tuttu ki atından düşürdü; sonra yakasından tutarak:
  - Tanrı sizi korusun efendim; dedi, canavar hangi yoldan geliyor?
  Kaçan adam yolu gösterince, Tristan onu bıraktı.
  Canavar yaklaşıyordu. Başı bir yılan başıydı; gözleri kor gibi kırmızıydı; alnında iki boynuz vardı; kulakları uzun ve tüylüydü; pençeleri aslan pençesine, kuyruğu yılan kuyruğuna benziyordu; vücudu söylencelerdeki hayvanlar gibi pullarla kaplıydı.
  Tristan, atını hızla ona doğru sürdü, korkudan yeleleri kabaran hayvan canavarın üzerine atıldı. Tristan'ın mızrağının canavarın pullu vücuduna çarpmasıyla parçalanması bir oldu. O zaman aslan Tristan kılıcını çekti, havaya kaldırdı, canavarın kafasına indirdi, ama kılıç canavarın derisini çizemedi bile. Canavar saldırıyı duyumsayınca, pençesiyle kalkana vurdu, parçaladı. Göğsü açıkta kalan Tristan, yeniden kılıcıyla saldırdı; canavarın böğürlerine doğru öyle yeğin bir darbe indirdi ki gürültüsü dünyayı tuttu. Boşuna; onu yine yaralayamamıştı. O zaman ejder, burun deliklerinden zehirli alevler püskürtmeye başladı; Tristan'ın zırhı sönmüş kömür gibi karardı, atı yere yıkıldı, öldü. Tristan yeniden ayağa kalktı, güçlü kılıcını bu kez canavarın ta ağzının içine daldırdı. Kılıç tümüyle içeri girip yüreğini ikiye böldü. Ejder, işte o zaman acı acı bağırarak öldü.
  Tristan canavarın dilini kesti, ayakkabısının içine yerleştirdi. O acı dumanın etkisiyle serseme dönmüştü, biraz su içip de açılmak için ilerde ışıldayan durgun suya doğru yürüdü. Ama ejderin dilinden çıkan zehir, vücudunu yakmıştı. Suyun kıyısındaki yüksek otların arasına yıkıldı; kıpırdamıyordu.
  Şunu da bilin ki, o örülmüş kızıl saçlı adam, İrlanda Kralı'nın Saray Bakanı Kızıl Aguynguerran'dı. Sarışın Iseut'de gözü vardı. Korkağın biriydi, ama aşkın gücüne bakın, her sabah silahlarını kuşanır, canavara saldırmak üzere yolunu beklerdi. Ama canavarın sesini duyar duymaz kaçmaya başlardı. O gün nasılsa, arkasından gelen dört arkadaşıyla birlikte, geri dönmeyi göze alabilmişti.Canavarı yere serili, atı ölü, kalkanı da parçalanmış görünce, canavarı yenen adamın oralarda bir yerde can vermek üzere olacağını düşündü. Canavarın başını kesti, Kral'a götürdü, söz verilen güzel ödülü istedi.
  Kral onun bu yiğitliğine inanmadı, ama hakkını da vermek gerekirdi. Uyruklarına, üç gün sonra sarayda toplanmaları için haber yolladı; toplanan baronların önünde Saray Bakanı Aguynguerran zaferinin kanıtını gösterecekti.
  Sarışın Iseut, kendisinin bu korkağa verileceğini öğrenince, önce uzun uzadıya bir alay etti; ama sonra üzülmeye başladı. Ertesi gün, işin içinde bir dalavere olmasın diye, yanına sadık uşağı sarışın Perinis'i ve hem hizmetçisi, hem de arkadaşı olan Brangien'i aldı; üçü birlikte gizlice canavarın inine gittiler. Iseut yolda acayip izler gördü; oradan geçen at, kesinlikle bu ülkede nallanmamıştı. Daha sonra başsız canavarla ölü atı buldu; onun da koşumu İrlanda yöntemine göre takılmamıştı. Ejderi kesinlikle bir yabancı öldürmüştü; ama acaba hâlâ yaşıyor muydu?
  Iseut, Perinis ve Brangien, onu uzun zaman aradılar; sonunda Brangien, bataklığın otları arasında yiğitin zırhının parladığını gördü. Henüz soluk alıyordu. Perinis, onu atının üzerine aldı ve gizlice kadınların odasına götürdü. Orada Iseut, olanları annesine anlattı ve yabancıyı ona emanet etti. Kraliçe onun zırhlarını çıkarırken canavarın zehirli dili çorabından düştü. Bunun üzerine İrlanda Kraliçesi yaralıyı şifalı bir otla diriltti, sonra ona dedi ki:
  - Yabancı! Canavarı öldürenin sen olduğunu biliyorum. Ama bizim saray bakanımız, yalancı korkağın biri, canavarın başını kesmiş, ödül olarak da kızım sarışın Iseut'yü istiyor. İki gün içinde onunla dövüşerek kendisinin haksız olduğunu kanıtlayabilir misin?
  Tristan:
  - Kraliçem, dedi, zaman pek kısa. Ama siz, sanırım, beni iki güne kalmaz iyileştirebilirsiniz. Iseut'yü, canavarı yenerek hak ettiğim gibi, belki Saray Bakanı'nı yenerek de hak ederim."
  Kraliçe onu ağırladı; şifalı ilaçlar hazırladı. Ertesi gün sarışın Iseut ona banyo hazırladı, annesinin hazırladığı bir merhemi yavaş yavaş vücuduna sürdü. Bakışları yaralının üzerinde durdu, güzeldi. Düşünmeye başladı: "Gözüpekliği de güzelliği gibiyse, bu delikanlı, sanırım benim için pek yaman dövüşecek." O anda suyun sıcaklığı ve kokulu ilaçların etkisiyle canlanan Tristan, ona bakıyordu; altın saçlı kraliçeyi elde ettiğini düşünerek gülümsedi. Iseut bunun anladı; kendi kendine; "Bu yabancı neden gülüyor? Acaba yakışıksız bir şey mi yaptım? Yoksa, bir genç kızın konuğuna karşı yapması gerekli olan görevleri mi savsakladım? Evet, belki de zehirle cilası bozulan silahlarını parlatmayı unuttum diye gülmüştür."
  Bunun üzerine, Tristan'ın silahlarının bulunduğu yere gitti; "Zırhı iyi çelikten yapılmış," diye düşündü, "Onu iyi korur. Bu miğfer de hem sağlam, hem hafif; bir kahramanın giyeceği gibi." Kılıcı sapından tuttu: "Kuşkusuz güzel bir kılıç, mert bir barona ancak böylesi yakışır."
  Üstündeki kanları silmek için, kılıcı, süslü kınından çekip çıkardı. Derince yarılmış olduğunu gördü. Bu yarığın biçimine dikkat etti; sakın Morholt'nun başında parçalanan kılıç olmasın? İlkin duraksadı, emin olmak için bir daha baktı. Morholt'nun kafatasından çıkarılan çelik parçasını sakladığı odaya koştu. Parçayı kılıcın oyuk yerine yaklaştırdı, tıpatıp uyuyordu.
  O zaman Iseut Tristan'ın üzerine atıldı, büyük kılıcı, yaralının başı üzerinde dolaştırarak bağırmaya başladı:
  - Sen Loonnoislı Tristan'sın, sevgili dayım Morholt'yu öldürensin. O nasıl öldüyse, sen de öyle öl.
  Tristan onun kolunu tutmaya çalıştı, ama boşuna; vücudu güçsüzdü, ne var ki kafası hâlâ çalışıyordu. Ustaca konuştu:
  - Peki, öleceğim, dedi; ama sonradan pişman olmak istemezsen dinle; kral kızı, şunu bil ki beni öldürmek senin elinde, hakkındır da. Evet yaşamım üzerinde senin hakkın var, çünkü iki kez yaşamımı kurtarıp bana bağışladın. İlkinde, bundan epey önce, Morholt'nun kargısının zehirlediği vücudumdan zehiri attığın zaman kurtardığın yaralı çalgıcı bendim. Genç kız, o yaraları iyileştirdiğin için utanç duyma, ben onları onurlu bir kavgada kazanmadım mı? Morholt'yu alçakça mı öldürdüm? Kendimi savunmayacak mıydım? İkinci kez beni sazlıkların arasından kurtardın. Ejderle, senin için dövüştüm, genç kız... Ama bunları bırakalım; ben yalnızca şunu söylemek istiyorum ki, beni iki kez ölüm tehlikesinden kurtarmış olduğun için yaşamım üzerinde hakkın var. Beni öldürmekle herkesin duasını alıp onur kazanacağını umuyorsan, öldür. Sanırım kahraman saray bakanının kolları arasında yattığın zaman, seni elde etmek için yaşamını tehlikeye koyan, seni almayı hak eden ve savunmasız bir durumdayken bu banyonun içinde öldürdüğün yaralı konuğunu düşünmek sana tatlı gelecek.
  Iseut haykırdı:
  - Aman ne olağanüstü sözler! Morholt'yu öldüren kimse neden beni elde etmek istedi acaba? Ya! Kuşkusuz, o zaman Morholt nasıl gemisine Cornouailles genç kızlarını almak istediyse, sen de şimdi, gösterişle, Morholt'un bütün genç kızlar arasında en çok sevdiğini alıp tutsağın olarak götürmekle övüneceksin...
  Tristan:
  - Hayır, kral kızı, dedi. Bir gün, iki kırlangıç Tintagel'e kadar uçup senin altın saçlarından bir tel getirdi. Ben de bu kuşların bana barış ve sevgi getirdiklerini sandım. İşte bunun için denizler aşarak seni almaya geldim. İşte bunun için canavara ve zehirine göğüs gerdim. Bak şu giysilerimin altın işlemeleri arasına geçirilen şu saç teline; altın ipliklerin rengi karardı, saçın altın rengi, parlaklığını yitirmedi.
  Iseut, koca kılıcı bıraktı, Tristan'ın giysisini eline aldı. Altın saç telini orada gördü, uzun süre sustu; sonra barış anlamında konuğunu dudaklarından öptü ve ona değerli giysiler giydirdi.
  Baronların toplandığı gün, Tristan, Iseut'nün uşağı Perinis'i gizlice gemiye yolladı, arkadaşlarına zengin bir kralın elçilerine yaraşacak gibi giyinip kuşanmaları, saraya da öyle gelmeleri için haber saldı. Artık o gün bu serüvenin sona ereceğini umuyordu. Gorvenal, yüz şövalyeyle birlikte, Tristan'ı yitirdikleri için, dört günden beri üzülüp duruyorlardı. Haberi alınca pek sevindiler. Şövalyeler bir sürü İrlandalı baronun toplanmaya başladığı salona, birer birer girdiler, aynı sırada arka arkaya yer aldılar. Kırmızı ve erguvan rengi ipekli giysileri değerli taşlarla donanmıştı. İrlandalılar birbirlerine, "Bu kibar efendiler, kimler acaba?" diye soruyorlardı, "Tanıyan var mı? Şu görkemli mantolarına bakın, samur kürklerle, sırmalı işlemelerle nasıl süslenmiş. Bakın kılıçların kabzalarında, giysilerinin tokalarında, yakutlar, gök zümrütler, yeşil zümrütler, daha adını bilmediğimiz bir sürü taşlar nasıl parıldıyor. Böyle görkem nerede görülmüş? Bu senyörler nereden geliyor? Acaba kimin adamları?" Ama yüz şövalye seslerini çıkarmıyor, içeri kim girerse girsin yerlerinden kımıldamıyorlardı.
  İrlanda Kralı tahtına oturunca, Saray Bakanı Kızıl Aguynguerran, canavarı öldürdüğünü, tanıkla da dövüşle de kanıtlayacağını ileri sürdü. Iseut'nün kendisine verilmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Iseut, babasının önünde eğildi ve "Kral," dedi, "Burada, sizin saray bakanınızın yalancının, alçağın biri olduğunu ileri süren bir adam var. Ülkenizi yıkımdan kurtardığını, kızınızı bir alçağa vermenizin uygun olmadığını kanıtlamaya hazır. Bu adamın eski suçlarını, ne denli büyük olursa olsun, bağışlayacağınıza söz verir misiniz?"
  Kral yanıt vermek için biraz düşündü; ama baronları hep birden:
  - Kabul edin, efendim, bağışlayın, diye bağırdılar.
  Kral:
  - Peki öyleyse, kabul ediyorum, dedi.
  Iseut Kral'ın ayaklarının dibine diz çöktü:
  - Baba, dedi, bana bir bağış ve barış öpücüğü verin; o adama da aynı şeyi vereceğinizin kanıtı olsun!
  Babası onu öptükten sonra, Iseut, Tristan'ı almaya gitti ve elinden tutarak toplantıya getirdi. Onu görünce, yüz şövalye hep birden ayağa kalktılar; kollarını haç biçiminde göğüslerinde kavuşturup selam verdiler, sonra yanı sıra dizildiler. O zaman İrlandalılar, Tristan'ın onların başı olduğunu anladılar. Ama o sırada birçoğu da onu tanıdılar. Büyük bir bağrışma oldu: "Bu Loonnoislı Tristan'dır, Morhol'u öldüren!" Kınlarından çıkan kılıçlar havada parıldadı, öfkeli sesler durmadan, "Ölsün!" diye bağırmaya başladı.
  Bunun üzerine, Iseut haykırarak:
  - Kralım, söz vermiştin, öp bakalım bu adamı ağzından, dedi.
  Kral Tristan'ı ağzından öptü, bağrışmalar kesildi:
  O zaman Tristan, ejderin dilini gösterip Saray Bakanı'na dövüş önerdi. Saray Bakanı bu işi kabul etmeyi göze alamadı ve suçunu itiraf etti. Bunun üzerine Tristan şöyle dedi:
  - Efendilerim, Morholt'yu öldüren benim, ama suçumu bağışlatmak için denizler aştım. Bu yıkımı onarmak için yaşamımı tehlikeye koydum, sizi canavardan kurtardım ve sarışın Iseut'yü, güzel Iseut'yü almayı hak ettim. Onu gemime alıp götüreceğim. Ama artık Cornouailles ve İrlanda toprakları arasında nefretin yerine sevginin geçmesi için, efendim Kral Marc'ın onunla evleneceğini size söyleyeyim. Kral Marc'ın sizden barış ve sevgi istediğine, Iseut'ye sevgili karısı olarak saygı göstereceğine, bütün Cornouailleslıların ona hanımları ve kraliçeleri olarak hizmet edeceklerine, işte burada gördüğünüz soylu yüz şövalye, azizlerin kutsal anıları üzerine ant içmeye hazırdırlar.
  Yüz şövalye Tristan'ın doğru söylediğine ant içtiler.
  Kral Iseut'yu elinden tuttu ve Tristan'a, onu efendisine onuruyla götürüp götürmeyeceğini sordu. Tristan yüz şövalyeyle baronların önünde ant içti.
  Sarışın Iseut, utançtan ve sıkıntıdan tirtir titriyordu. Demek Tristan onu almayı hak ettiği halde, böyle beğenmezlik ediyordu. O altın saç teli öyküsü de güzel bir yalandan başka bir şey değildi. Tristan onu başkasına bırakıyordu... O sırada Kral, Iseu'nün sağ elini Tristan'ın sağ eline verdi. Tristan da Cornouailles Kralı adına onu teslim aldığını göstermek için Iseut'nün elini elinde tuttu.
  İşte böylece, hile ve güçle, Tristan altın saçlı kraliçeyi, Kral Marc adına elde etmeyi başardı.
 
  IV
  SİHİRLİ İÇKİ
 
  Iseut'yü Cornouailleslı şövalyelere teslim etme zamanı gelince, annesi otlar, çiçekler, kökler topladı. Şarabın içinde karıştırıp etkili bir içki yaptı. Bu içkiyi bir takım dualarla büyüledi, bir kaba doldurdu, Brangien'e gizlice:
  - Kızım, dedi, sen Iseut ile birlikte Kral Marc'ın ülkesine gideceksin, onu sevdiğini, ona bağlı olduğunu biliyorum. Şu şarap şişesini al, sözlerimi aklında tut, onu öyle saklayacaksın ki, göz görmeyecek, ağız dokunmayacak. Ama gerdek gecesinde yeni evlileri yalnız bırakma zamanı gelince, bu otlu şarabı bir kadehe boşaltacak, Kral Marc'la Kraliçe Iseut'ye vereceksin. Ama dikkat et kızım, onlardan başka hiç kimse bu içkiden tatmasın. Çünkü onun öyle bir özelliği vardır ki, içenler bütün ömürleri boyunca birbirlerini severler, dedi.
  Brangien, Kraliçe'ye, isteğini yerine getireceğine söz verdi.
  Gemi, dalgaları yara yara, Iseut'yü götürüyordu. Ama İrlanda toprağından uzaklaştıkça genç kızın üzüntüsü artıyordu. Hizmetçisi Brangien ile birlikte, içine kapandığı çadırında oturuyor; ülkesini düşünerek ağlıyordu. Bu yabancılar onu nereye sürüklüyorlardı? Kime gidiyordu? Sonu ne olacaktı? Tristan yanına yaklaşıp da onu tatlı sözlerle avutmak istedikçe hırçınlaşıyor, onu yanından uzaklaştırıyor, yüreği kinle doluyordu. İşte, kız kaçırıcı, Morholt'nun katili Tristan gelmiş, onu hileleriyle anasından, yurdundan ayırmıştı; onu kendine almaya gönül indirmemiş, üstelik bir eşya gibi düşman toprağına götürmek istemişti. Iseut, kendi kendine, "Nasıl da mutsuzum," diyordu, "Beni taşıyan bu denize ilenç olsun! Orada yaşamaktansa, doğduğum yerde ölmeye razıydım!"
  Bir gün rüzgâr kesildi; yelkenler direğin üzerinden buruşarak sarkıyordu. Tristan gemiyi bir adaya yanaştırdı. Denizden usanan Cornouailleslı yüz şövalyeyle gemiciler kıyıya indiler. Gemide yalnızca Iseut ile küçük bir hizmetçi kız kalmıştı. Tristan Iseut'nün yanına geldi, onu avutmaya çalışıyordu. Güneş kızgın olduğundan susamışlardı, içecek bir şey istediler. Çocuk içecek ararken, Iseut'nün annesinin Brangien'e teslim ettiği şişeyi buldu, "Şarap buldum!" diye bağırdı. Hayır bu şarap değildi; sevdaydı, üzünçlü bir mutluluk, sonsuz bir acıydı ve ölümdü. Çocuk, bundan bir kadehe doldurup hanımına uzattı. Iseut içkiyi kana kana içti, sonra kadehi Tristan'a uzattı, o da kalan kısmı boşalttı.
  O anda Brangien içeri girdi, onları şaşkın ve hayran bir durumda sessizce birbirlerine bakar buldu. Önlerinde, hemen hemen boşalmış olan şişeyle kadehi gördü. Şişeyi eline aldı, geminin burnuna koştu, dalgalara fırlatıp inlemeye başladı:
  "Ah kötü talih! Bu dünyaya gelmez olaydım; bu gemiye binmez olaydım. Iseut, kardeşim, siz de Tristan, içtiğiniz şey ölümünüzdü."
  Gemi yeniden Tintagel'e doğru yollandı. Tristan'a öyle geliyordu ki, sivri dikenli, kokulu çiçekli, canlı bir böğürtlen fidanı yüreğinin kanında kök salıyor, vücudunu, aklını, bütün isteğini sımsıkı bağlarla Iseut'nün güzel vücuduna bağlıyordu. Şöyle düşünüyordu: "Andret, Denolan, Guenelon, Condoine, beni Kral Marc'ın toprağına göz dikmekle suçlayan hainler! Ah! Ben daha da alçağım, göz koyduğum şey yalnızca onun toprağı değil! Dayıcığım, siz ki beni yetim olarak, daha kızkardeşiniz Blanchefleur'ün oğlu olduğumu bilmeden sevdiniz. Siz ki beni yelkensiz küreksiz bir kayığa kollarınızda götürürken sevecenlikle ağlıyordunuz. Dayıcığım, ne diye size ihanet etmek için gelen serseri bir çocuğu daha ilk günden kovmadınız? Ah! Neler düşünüyorum? Iseut sizin karınız, bense uyruğunuzum; Iseut sizin karınız, ben oğlunuzum. Iseut sizin karınız. Beni sevemez."
  Ama Iseut onu seviyordu. Bir yandan da ondan nefret etmek istiyordu. Tristan onu beğenmezlik edip aşağılamamış mıydı? Ondan nefret etmek istiyordu, ama elinde değildi; nefretten daha acı dolu olan bu sevgiye için için kızıyordu.
  Brangien ezinç içinde onları inceliyordu; o daha çok acı duyuyordu, çünkü neden olduğu kötülüğü biliyordu. Onları iki gün gözetledi; hiçbir yiyecek, hiçbir içki istemediklerini, hiçbir sözü dinlemediklerini gördü. El yordamıyla birbirlerine doğru yürüyen körler gibi birbirlerini aradıklarını gördü, birbirlerinden ayrı oldukları zaman zaman sararıp soluyorlardı. Buluştukları zamansa, daha mutsuz, ilk itirafın dehşeti içinde titriyorlardı.
  Üçüncü gün, Tristan, Iseut'nün geminin güvertesinde kurulu çadırına gelirken, Iseut yavaşça:
  - Girsenize, senyör, dedi.
  Tristan:
  - Kraliçem, dedi, niçin senyör dediniz? Ben, tersine, sizin sadık bir kulunuzum; size kraliçem ve hanımım diye hizmet edecek, saygı ve sevgi gösterecek uyruğunuzum.
  Iseut yanıt olarak:
  - Hayır, dedi, biliyorsun, senyörüm ve efendim olduğunu biliyorsun. Gücünün etkisi altında olduğumu ve senin tutsağın olduğumu biliyorsun. Ah neden o zaman yaralı çalgıcının yaralarını azdırmadım? Canavarı öldüreni ne diye bataklığın otları arasında ölsün gitsin diye bırakmadım? Banyonun içinde yattığı zaman niçin havaya bile kaldırmış olduğum kılıcı üzerine indirmedim? Ah! O zaman bugün bildiğimi bilmiyordum.
  - Iseut, bugün bildiğiniz nedir ki? Sizi üzen nedir, söylesenize?
  - Ah, bütün bildiklerim, bütün gördüklerim bana acı veriyor. Şu gök, şu deniz, bedenim, ruhum hepsi!
  Kolunu Tristan'ı omzuna dayadı; gözleri yaşlarla dumanlandı, dudakları titredi. Tristan yineledi:
  - Sizi üzen nedir, dostum?
  Iseut yanıt verdi:
  - Sizin aşkınız.
  O zaman Tristan, dudaklarını onun dudaklarına götürdü.
  İkisi de ilk kez aşkın tadını tadarken, onları gözetleyen Brangien bir çığlık kopardı, kollarını uzatarak, göz yaşları içinde kendini onların ayaklarına attı:
  - Ah mutsuzlar, durun, henüz elinizdeyse geri dönün! Ama hayır, bu yolun dönüşü yok; sizi aşkın gücü sürüklüyor, bundan sonra acısız bir zevk duyamayacaksınız. Sihirli şarabın etkisindesiniz Iseut, annenizin bana emanet ettiği aşk içkisinin. Onu Kral Marc, yalnız sizinle içecekti. Ama yazgı üçünüze de oyun oynadı. Kadehi siz boşalttınız. Dostum, Tristan, kardeşim Iseut, görevimi yapamadığıma göre, cezasını çekmeliyim; yaşamımı işte size bırakıyorum. Çünkü o ilençli kadehten aşkı ve ölümü içmeniz benim yüzümden oldu!
  Sevgililer kucaklaştılar, güzel vücutları istekle ürperiyordu.
  Tristan:
  - Haydi gelsin ölüm, dedi.
  Akşam olunca, Kral Marc'ın toprağına doğru gittikçe hızlanan gemide birbirlerine sonsuza dek bağlanmış olan sevgililer, kendilerini aşka bıraktılar.
 
 
  V
  BRANGIEN TUTSAKLARA VERİLİYOR
 
  Kral Marc, sarışın Iseut'yü kıyıda karşıladı. Tristan onu elinden tuttu, Kral'ın önüne götürdü; Kral da Iseut'yü elinden tutarak teslim aldı. Büyük bir saygıyla onu Tintagel Şatosu'na götürdü. Orada Iseut, salonda uyruklarının ortasında görününce, güzelliği ortaya öyle bir ışık saçtı ki, bütün duvarlar güneş vurmuş gibi aydınlandı. O zaman Kral Marc, ona altın saçının telini getiren kırlangıca şükretti; gemilere binip ta oralara giden, ona bu gözünün nuru, gönlünün sultanı güzel kızı getiren Tristan'a ve yüz şövalyeye şükretti. Ama, ne yazık! Gemi size de soylu Kral, size de acılar, size de üzüntüler getirmişti.
  On sekiz gün geçtikten sonra, Kral baronlarını topladı, onların da önünde sarışın Iseut'yü kendisine eş olarak kabul etti. Gece olunca, gerdek yatağında, Iseut'nün yerini Brangien aldı. Amacı Kraliçe'nin namusundaki lekeyi saklamak, böylece onu ölümden kurtarmaktı. Sadık kız, bir yandan gemideki önlemsizliğini ödemek uğruna, bir yandan da arkadaşlık adına, eldeğmemiş bedenini krala verdi. Bereket, gecenin karanlığı kızın hilesini de, utancını da gizledi.
  Öyküyü anlatanlar, burada derler ki: "Brangien, sevgililerin tümüyle içmediği büyülü şarap şişesini denize atmamış da, düğün gecesinin sabahı, Kraliçe Kral Marc'ın yatağına girdiği zaman, artan içkiyi bir kadehe boşaltmış, yeni evlilere sunmuş; Marc iyice içmiş, Iseut ise kendi payını gizlice atmış." Ama şunu bilin ki, bu öykücüler, masalın gerçek akışını bozmuşlar. Bu yalanı uydurmaları, Marc'ın Kraliçe'ye beslemekten bıkmadığı aşırı sevgiyi anlamamış olmalarından gelir. Şurası kesin ki, bütün sıkıntılarına, bütün üzüntülerine, bütün acılarına karşın, Marc yüreğinden ne Iseut'yü atabildi, ne de Tristan'ı. Bunu ilerde göreceğiz. Ama efendilerim, kim ne derse desin, Kral büyülü şaraptan içmemişti. Ne sihir, ne büyü. Ona sevmeyi esinleyen, yalnızca yüreğinin sevgi dolu soyluluğuydu.
  Iseut kraliçeydi ve mutluluk içinde yaşıyormuş gibi görünüyordu. Iseut kraliçeydi, ama büyük üzüntülerle yaşıyordu. Kral Marc ona sevecenlik, baronlarsa saygı gösteriyorlardı. Onu halk da seviyordu. Iseut günlerini, güzel renklerle süslenmiş, her yanına çiçekler serpili odalarda geçiriyordu. Değerli taşları, erguvan rengi kumaşları, Tesalya'dan gelme halıları vardı. Arpçıları, çalgıcıları gözünün içine bakıyordu. İçinde parslar, kartallar, papağanlar, binbir çeşit orman ve deniz hayvanları bulunan kafesleri vardı. Canlı, güzel bir aşk serüveni vardı. Tristan, istediği gibi gece gündüz yanındaydı; çünkü, kibarların ileri gelenlerinde görenek olduğu gibi, Kral'ın yakınlarıyla birlikte onun odasında yatıyordu. Buna karşın Iseut korkuyordu. Ama nedendi? Sevişmelerini gizli tutmuyor muydu? Tristan'dan kim kuşkulanabilirdi? Bir oğuldan kim şüphe duyabilirdi? Iseut'yü gören, gözetleyen mi vardı? Evet, biri onu gözetliyordu: Brangien... Brangien pusudaydı, onun yaşamını yalnızca Brangien biliyordu; Brangien ona her istediğini yapabilirdi. Aman Tanrım! Ya ilk kez kendisinin yattığı o yatağı bir hizmetçi gibi düzeltmekten bıkar da her şeyi Kral'a haber verecek olursa! Ya bu ihaneti yüzünden Tristan ölürse!.. Böylece korku, Kraliçe'yi çılgına döndürdü. Hayır, sıkıntısı Brangien'den değil, kendisinden geliyordu. Dinleyin bakın, efendilerim, ne büyük bir ihanet tasarladı; ama göreceğiniz gibi, Tanrı ona acıdı, siz de acıyın.
  O gün Tristan ile Kral uzaklarda ava çıkmışlardı; onun için, Tristan'ın bu suçtan haberi olmadı. Iseut iki tutsak çağırttı, istediğini yaparlarsa onları özgür bırakacağına, ayrıca altmış "besant" (6) vereceğine söz verdi. Tutsaklar, yapacaklarına ant içtiler.
  - Size bir genç kız vereceğim, dedi, onu ormana yakın olsun, kimsenin göremeyeceği bir yere götüreceksiniz, orada onu öldürecek, dilini de bana getireceksiniz. Söyleyeceği sözleri aklınızda tutun, bana bildireceksiniz. Haydi gidin. Bu işten döndüğünüz zaman, hem özgür insanlar olacaksınız, hem zengin.
  Sonra Brangien'i çağırdı:
  - Kardeşim, görüyorsun nasıl bitkin, nasıl acılıyım; bu hastalığa iyi gelecek otları aramaya ormana gider misin? İşte şu iki tutsak seni götürsünler; şifalı otların nerede yetiştiğini biliyorlar. Onlarla birlikte git kardeşim. Seni ormana, inan ki yaşamım tehlikede olduğu için gönderiyorum.
  Tutsaklar kızı alıp götürdüler. Ormana varınca Brangien durmak istedi, çevresinde bol bol şifalı ot vardı. Ama onu daha uzağa sürüklediler:
  - Gel, kız, asıl yer burası değil, diyorlardı.
  Tutsaklardan biri önden yürüyor, arkadaşıysa Brangien'in arkasından geliyordu. Artık yoldan iz kalmamış, böğürtlenler, çalılar, devedikenleri birbirine karışmıştı. Önden yürüyen adam birdenbire kılıcını çekti, arkasına döndü; kız yardım istemek için ötekine doğru atıldı; onun da elinde kınından çıkmış bir kılıç vardı. Brangien'e:
  - Kız, seni öldürmemiz gerekiyor, dedi.
  Brangien otların üzerine düştü, kolları kılıçların uçlarını itmeye çalışıyordu, öyle acıklı, öyle tatlı bir sesle, "Bana acıyın" diye bağırıyordu ki!
  - Kız, dediler; senin de bizim de hanımımız olan Kraliçe Iseut ölmeni istiyor; sen ona kesinlikle büyük bir kötülük yapmışsındır.
  Brangien:
  - Bilmem ki dostlarım, dedi. Ben topu topu bir tek kusurumu anımsıyorum. İrlanda'dan ayrıldığımızda, ikimiz de en değerli ziynet olarak, yanımıza kar gibi beyaz birer gömlek almıştık, bu gömlek düğün gecemiz içindi. Biz deniz üzerinde yoldayken, Iseut gelinlik gömleğini yırttı, ben de düğün gecesi ona kendi gömleğimi verdim. İşte dostlarım, ona yaptığım bütün kötülük bu. Ama o ölmemi istiyorsa, ona selamlar, sevgiler yolladığımı söyleyin; çocukken korsanlar tarafından kaçırıldıktan sonra, annesine satılıp onun hizmetine verildiğim günden beri bana yaptığı bütün iyiliklere teşekkür ettiğimi söyleyin. Tanrı acıyıcıdır. Ondan dileğim namusunu ve sağlığını koruması. Haydi kardeşler, vurun artık.
  Tutsaklar kıza acıdılar. Aralarında konuştular; belki de böyle bir suç ölüme değmezdi; onu bir ağaca bağladılar.
  Sonra bir küçük köpek öldürdüler, biri dilini kesti, giysisinin bir yanına sıkıştırdı; ondan sonra da, birlikte yeniden Iseut'nün yanına çıktılar.
  Kraliçe kaygı içinde:
  - Bir şey söyledi mi? diye sordu.
  - Evet, Kraliçemiz. Bir tek suçundan dolayı ona kızgın olduğunuzu söyledi. İrlanda'dan getirdiğiniz kar gibi beyaz bir gömleği yolda yırtmışsınız, o da düğün gecenizde size kendisininkini vermiş. Söylediğine göre bütün suçu buymuş. Çocukluğundan beri sizden gördüğü iyiliklere teşekkür etti. Onurunuzu, yaşamınızı koruması için Tanrı'ya dua etti. Size selamlar, sevgiler yolladı... İşte bu da dili.
  Iseut:
  - Katiller, diye bağırdı, bana Brangien'i getirin, sevgili hizmetçimi getirin bana. Bilmiyor musunuz ki o benim tek dostumdu? Katiller, geri getirin onu bana.
  - Kraliçemiz, kadın kısmı çabuk değişir, bir kadın aynı zamanda hem güler, hem ağlar, hem sever, hem de nefret eder derler ya, çok doğruymuş. Ne yapalım, siz buyruk verdiniz, biz de öldürdük.
  - Ben nasıl buyruk verirmişim? Hangi suçu için? O benim en tatlı, en bağlı, en güzel, en sevgili dostum değil miydi? Siz bunu biliyordunuz, katiller; ben onu şifalı otlar toplasın diye size emanet ettim. Sizin onu öldürdüğünüzü söyleyeceğim, ateşler içinde yanacaksınız.
  - Kraliçemiz o yaşıyor. Size onu sağ esen getireceğiz.
  Ama Iseut inanmıyordu, şaşkına dönmüştü; durmadan, bir katillere, bir kendine ileniyordu. Tutsaklardan birini yanında alıkoydu, öteki koşa koşa Brangien'i bağlı bıraktıkları ağaca gitti.
  - Güzel kız, Tanrı size acıdı, dedi, hanımınız sizi çağırıyor!
  Iseut'nün karşısına çıkınca, Brangien yere diz çöktü, kusurlarının bağışlanmasını diledi; Kraliçe de onun önünde diz çökmüştü, ikisi de uzun zaman öpüştüler, ağlaştılar.
 
 
  VI
  BÜYÜK ÇAM AĞACI
 
  Sevgililer, sadık Brangien'den değil asıl kendilerinden korkmalıydılar. Ama aşk ateşiyle gözlerini öyle bir duman bürümüştü ki, çevrelerini görecek durumları yoktu. Susuzluk, ölümü yaklaşan geyiği nasıl dereye doğru sürüklerse, aşk da onları öyle sürüklüyordu. Ya da uzun zaman aç kalan bir atmaca özgür bırakılınca, avının üzerine nasıl birden atılır, onu nasıl sürüklerse, işte tıpkı öyle sürüklüyordu. Ama sevgi gizlenemez. Evet, Brangien'in dikkati sayesinde kimse Kraliçe'yi sevgilisinin kolları arasında yakalayamadı; ama her an, her yerde onları titreten, baskı altına alan ve fıçısından taşan yeni şarap gibi bütün duygularından taşan isteği herkes görmüyor muydu?
  Yiğitliğinden dolayı Tristan'a kin besleyen saraydaki dört alçak, Kraliçe'nin çevresinde dolaşıp davranışlarını gözetlemeye çoktan başlamışlardı. Bu güzel aşk serüveninin içyüzünü öğrenmişlerdi bile. Hırstan, kinden, sevinçten için için yanıyorlardı. Haberi Kral'a götürecekler; aşkının öfkeye dönüşmesini, Tristan'ın kovuluşunu ya da öldürülüşünü, kraliçenin de üzüntüsünü göreceklerdi. Bununla birlikte, yine de Tristan'ın öfkesinden korkuyorlardı; ama sonunda kinleri korkularından üstün geldi. Bir gün bu dört baron, Kral Marc'ı bir toplantıya çağırdılar. Andret:
  - Sevgili Kral, dedi, kuşkusuz yüreğinin erinci kaçacak, dördümüz da buna çok üzülüyoruz; ama, öğrendiklerimizi sana bildirmemiz gerekiyor. Sen Tristan'a yüreğini verdin; ama o, senin onurunu lekelemek istiyor. Sana haber vermiştik; ne var ki, aldırmadın; bir tek adama olan sevgin yüzünden akrabalarını ve bütün baronlarını aşağılıyorsun, hepimizi savsaklıyorsun. Bil ki, Tristan Kraliçe'yi seviyor; kanıtlanmış bir gerçektir. Türlü türlü dedikodular bile oluyor.
آپ نے ترکی سے 1 متن پڑھا ہے ادب۔