Tristan ve Iseut - 7
Загальна кількість слів становить 3879
Загальна кількість унікальних слів становить 1977
31.8 слів у 2000 найпоширеніших слів
45.5 слів у 5000 найпоширеніших слів
52.4 слів у 8000 найпоширеніших слів
Perinis araştırmaya çıktı, sonunda Tristan ile Kaherdin'i buldu, Kraliçe'nin sözlerini onlara bildirdi. Tristan:
- Kardeş, diye bağırdı, ne dedin? Ben nasıl Bleheri'den kaçarmışım? Görüyorsun ya, atlarımız bile yok. Gorvenal ile bir seyis onları koruyorlardı, kararlaştırdığımız yerde onları bulamadık, hâlâ da arıyoruz.
O anda Gorvenal'le Kaherdin'in adamı döndüler; başlarına geleni anlattılar. Tristan:
- Benim sevgili kardeşim, acele hanımına dön. Ona selam ve sevgi yolladığımı söyle; ona bağlılıkta kusur etmediğimi, bütün kadınlar arasında onu sevdiğimi söyle; beni bağışladığını bildirmek için seni bir daha bana yollasın; burada senin gelmeni bekleyeceğim.
Bunun üzerine Perinis Kraliçe'ye döndü, gördüklerini, işittiklerini ona anlattı. Ama Kraliçe inanmadı:
- Ah Perinis, sen benim özel ve sadık adamımdın, daha çocukken seni babam benim hizmetime ayırmıştı. Ama büyücü Tristan, seni de yalanlarıyla, armağanlarla elde etti. Sen de bana ihanet ettin!
Perinis onun önünde diz çöktü:
- Hanımım, ağır sözler duyuyorum! Yaşamımda böyle büyük acı duymadım. Ama kendimi düşünüyorum; size üzülüyorum, Senyörüm Tristan'ı aşağılıyorsunuz, iş işten geçince pişman olacaksınız.
- Git buradan, sana inanmıyorum; sen de Perinis, sadık Perinis bana ihanet ettin!
Tristan uzun zaman, Perinis'in Kraliçenin onu bağışladığı haberini getirmesini bekledi. Perinis gelmedi.
Sabahleyin Tristan, döküntü bir harmaniyeye büründü. Yüzünü yer yer kırmızı boya ve ceviz kabuğuyla boyadı, cüzzam hastalığından bitkinleşmiş bir hastaya benzedi. Eline damarlı bir ağaçtan yapılmış bir dilenci çanağı, bir de cüzzamlı cırcırı aldı.
Saint-Lubin sokaklarına girdi ve sesini değiştirerek gelen geçenden dilenmeye başladı. Acaba Kraliçe'yi görebilecek miydi?
Sonunda Kraliçe şatodan çıktı; Brangien ile hizmetçileri, uşakları ve çavuşları ona eşlik ediyorlardı. Kraliçe kiliseye doğru giden yolu tuttu.
Cüzzamlı, uşakların peşine takıldı, cırcırını öttürdü, üzünçlü bir sesle yalvarmaya başladı:
- Kraliçe, bana biraz sadaka versenize, ne kadar yoksul olduğumu bilemezsiniz!
Güzel vücudundan Iseut onu tanıdı. Bütün vücudu ürperdi ama ona bakmaya gönül indirmedi bile. Cüzzamlı yalvardı, onu işitmek içler acısıydı; Kraliçe'nin arkasından sürükleniyordu:
- Kraliçe, size yaklaşmaya cesaret ediyorsam bana kızmayın; bana acıyın, bunu hak ediyorum!
Kraliçe uşakları, çavuşları çağırdı:
- Şu cüzzamlıyı kovun buradan, dedi.
Uşaklar onu itip kakarak dövdüler. Tristan direndi, "Kraliçe, acıyın," diye bağırdı.
O zaman Iseut bir kahkaha attı. Kiliseye girerken kahkahası hâlâ sürüyordu. Onun güldüğünü işitince, cüzzamlı alıp başını gitti. Kraliçe kilisenin önünde birkaç adım attı, ama eli ayağı kesildi. Önce diz üstü düştü, sonra başı arkaya devrilerek taşlara çarptı.
Aynı gün Tristan, Dinas'la esenleşti. Öyle üzüntü içindeydi ki, aklını yitirmiş gibiydi. Gemisi Brötanya'ya doğru yollandı.
Yazık, çok geçmeden Kraliçe pişman oldu. Tristan'ın üzünç içinde gittiğini Dinas de Lidan'dan öğrenince, Perinis'in doğru söylediğine inandı; Tristan, Iseut'nün adı söylenince kaçmamıştı; onu haksız yere kovmuştu. Kendi kendine, "Ne yaptım!" diyordu, "Tristan, dostum, sizi kovdum! Artık siz benden nefret edersiniz, sizi bir daha göremeyeceğim. Nasıl pişman olduğumun, nasıl vicdan ezinci çektiğimin bir kanıtı olsun diye sizin için kendi kendime eziyet ettiğimi bilmeyeceksiniz!" dedi. Sarışın Iseut, o günden sonra, yanılgısından ve çılgınlığından dolayı kendini cezalandırmak için tenine kaba kumaştan bir gömlek giydi.
XVIII
TRISTAN SOYTARI
Tristan Brötanya'ya döndü. Carhaix'yi, Dük Hoel'i, karısı ak elli Iseut'yü yeniden gördü. Hepsi onu güzel karşıladılar, ama sarışın Iseut onu kovmuştu; artık başka hiçbir şeyin değeri yoktu. Uzun zaman ondan uzakta sarardı soldu; sonra bir gün, onu yeniden adamlarına acımasızca kovduracak olsa bile, Iseut'yü görmek istediğini düşündü. Ondan uzak kaldıkça ölümünün kesin ve yakın olduğunu biliyordu; her gün yavaş yavaş ölmektense birden ölmek daha iyi! Acılar içinde yaşayan, ölü gibidir. Tristan ölümü istiyor, ama hiç olmazsa Kraliçe, onun aşkı yüzünden öldüğünü bilsin! Bunu öğrenirse Tristan daha rahat ölecek.
Kimseye haber vermeden Carhaix'den ayrıldı, ailesine de, dostlarına da haber vermedi; sevgili arkadaşı Kaherdin'e bile bir şey söylemedi. Sefil bir kılıkta yaya olarak gitti. Yollarda yürüyen zavallı serserilere kimse dikkat etmez. Kıyıya varıncaya dek yürüdü.
Limanda büyük bir tüccar gemisi kalkmaya hazırlanıyordu. Gemiciler yelkenleri çekiyorlar, denize açılmak için demir alıyorlardı.
- Sizi Tanrı korusun efendiler, yolculuğunuz hayırlı olsun! Hangi toprağa doğru gideceksiniz? diye sordu.
- Tintagel'e doğru.
- Tintagel'e mi? Ah efendiler! Beni de götürsenize!
Gemiye bindi. Uygun bir rüzgâr yelkeni şişirdi, gemi dalgaların üzerinde koşmaya başladı.
Beş gün beş gece, dosdoğru Cornouailles yönünde yol aldı, altıncı gün Tintagel limanında demir attı.
Limanın ötesinde, her yanı sımsıkı kaplı şato, denizin üzerinde yükseliyordu; ancak tek bir kapıdan içeri girilebilirdi, iki bekçi gece gündüz bu kapıyı bekliyorlardı. İçeri nasıl girmeli.
Tristan gemiden indi, kıyıda oturdu. Oradan geçen bir adamdan, Marc'ın şatoda olduğunu ve o günlerde baronlarıyla toplantı yaptığını öğrendi.
- Peki Kraliçe nerede? Ya güzel hizmetçisi Brangien?
- Onlar da Tintagel'de, az önce gördüm; Kraliçe Iseut, her zamanki gibi üzgün görünüyordu.
Iseut'nün adını işitir işitmez Tristan içini çekti; ne hileyle, ne de ustalıkla dostunu bir daha görebileceğini düşündü; Kral Marc onu öldürürdü.
Kendi kendine, "Ama beni öldürürse ne çıkar? Iseut, ben aslında sizin aşkınızdan ölecek değil miyim? Her gün ölmekten başka ne yapıyorum ki? Siz bile Iseut, burada olduğumu bilseydiniz, acaba dostunuzla konuşmaya gönül indirir miydiniz? Beni adamlarınıza kovdurtmaz mıydınız? Evet, bir hileye baş vuracağım... Bir soytarı, bir deli kılığına bürüneceğim, bu delilik büyük bir akıllılık olacak. Beni sevda delisi sanan, benden akılsızı bulunacaktır elbet, evinde daha delisi olan da beni soytarı, deli sanacaktır." diye söylendi.
Koca başlıklı, tüylü bir harmaniye giymiş olan bir balıkçı, ona doğru geliyordu. Tristan onu görüp işaret etti, bir yana çekti:
- Dostum, şu giysilerini benimkilerle değiştirmez misin? Gömleğini bana ver, hoşuma gitti, der.
Balıkçı Tristan'ın giysilerine baktı, kendininkilerden iyi buldu, hemen aldı; bu değiş tokuştan hoşnut, durmadan gitti.
Sonra Tristan, güzel sarı saçlarını, kafasının üzerine bir haç biçimi vererek kazıdı. Ülkesinden gelen sihirli bir ottan yapılmış bir suyu yüzüne sürdü, yüzünün görünüşü ve rengi, birdenbire öyle garip bir biçimde değişti ki dünyada onu kimse tanıyamazdı. Bir çitten bir kestane dalı kopardı, kendine bir çomak yapıp boynuna astı; yalın ayak doğru şatonun yolunu tuttu.
Kapıcı onu gerçekten soytarı sandı.
- Yaklaşın, dedi, bu denli uzun zaman nerede kaldınız?
Tristan sesini değiştirerek yanıtladı:
- Dostlarımdan olan Rahip Mont'un düğünündeydim. Bir rahibeyle evlendi, örtülü kocaman bir kadınla. Besançon'dan Mont'a kadar bütün papazlar, rahipler bu evlenmeye çağrılıydı. Hepsi ellerinde sopalar, asalar, açık havada, ağaçların gölgesinde oynayıp zıplayıp dans ediyorlar. Ama ben onları bıraktım, buraya geldim. Bugün Kral'ın masasında hizmet etmem gerek.
Kapıcı:
- İçeri girin efendim, Kıllı Urgan'ın oğlu, dedi; siz de onun gibi iri yarı ve kıllısınız, hem babanıza da çok benziyorsunuz.
Çomağını sallayarak şatonun kapısını geçince uşaklar, seyisler çevresinde toplandılar, kurt kovalar gibi arkasından koştular.
- Deliye bakın! Yuh!
Üzerine taş atarak sopalarıyla saldırdılar; o zıplaya hoplaya onlarla başa çıktı, kendini savunmadı; soldan saldırdılar mı, o sağa dönüp vuruyordu.
Gülüşmeler ve yuhlar arasında, arkasına toplananları sürükleyerek kapının eşiğine vardı; orada tahtırevanda, Kraliçe'nin yanında Kral Marc oturuyordu. Tristan kapıya yaklaştı, çomağını boynuna astı, içeri girdi. Kral onu görünce:
- İşte hoş bir arkadaş, dedi, yaklaştırın şunu.
Boynunda asılı çomağıyla onu getirdiler.
- Hoş geldin, dost!
Tristan garip bir tonda değiştirdiği sesiyle yanıt verdi:
- Efendim, Kralların en iyisi, en soylusu, sizi görünce yüreğimin sevgiden eriyeceğini biliyordum. Tanrı sizi korusun, sevgili senyör!
- Buraya ne aramaya geldin dostum?
- Pek çok sevdiğim Iseut'yü. Benim bir kız kardeşim var, güzeller güzeli Brunehaut, onu size getirdim. Siz artık kraliçeden bıktınız, bunu deneyin; değiş tokuş yapalım. Ben size kız kardeşimi veriyorum, siz de bana Iseut'yü bağışlayın; onu alırım, size de minnetle hizmet ederim.
Kral güldü, soytarıya:
- Sana Kraliçe'yi verecek olursam onu ne yaparsın? Nereye götürürsün?
- Ta yukarıya, gökle bulut arasındaki güzel camdan evime. Güneş ışınları içine girer, rüzgârlar onu hiç sarsamaz; ben Kraliçe'yi billurdan güllerle süslü bir odaya götüreceğim, sabahleyin güneş vurduğu zaman pırıl pırıl parlar.
Kral ile baronlar birbirlerine:
- İşte güzel bir soytarı, dediler, söz söylemekte usta!
Tristan bir halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı Iseut'ye bakıyordu. Marc ona:
- Dostum, dedi, Kraliçemin senin gibi iğrenç bir deliye önem vereceğini aklına nereden koydun?
- Bu benim hakkım da ondan, Efendim. Ben onun için ne işler gördüm, hem onun yüzünden deli oldum.
- Kimsin sen, bakalım?
- Ben Tristanım, Kraliçe'yi pek çok sevmiş olan ve ölüme dek sevecek olan Tristan.
Bu adı işitince Iseut iç çekti, renk değiştirdi, öfkelenerek:
- Git buradan, dedi. Kim içeri aldı seni ? Git, uğursuz deli!
Soytarı onun öfkesini görünce:
- Kraliçe Iseut, dedi, Morholt'nun zehirli kılıcıyla yaralı olarak, denizin beni arpımla kıyılarınıza attığını anımsamıyor musunuz? Siz beni iyileştirdiniz. Unuttunuz mu, Kraliçe?
Iseut yanıt olarak:
- Git buradan deli, dedi, kendin de oyunların da hoşuma gitmiyor.
Bunun üzerine deli, baronlara döndü, bağıra bağıra onları kapıya doğru kovaladı:
- Deliler, defolun buradan. Bırakın Iseut ile yalnız görüşeyim, buraya onu sevmek için geldim.
Kral güldü. Iseut kızardı:
- Şu deliyi kovun, Efendim, dedi.
Ama deli garip sesiyle yeniden söze başladı:
- Kraliçe Iseut, toprağınızda öldürdüğüm koca ejderi anımsamıyor musunuz? Dilini çorabımın içine saklamıştım, zehiri bütün vücudumu yakınca bataklığın kıyısına düşmüştüm. O zaman ben, yaman bir şövalyeydim!... Orada ölümü beklerken gelip beni kurtardınız.
Iseut:
- Sus, dedi, şövalyeleri aşağılıyorsun, sen doğuştan delinin birisin. Seni denize atacaklarına buraya getiren gemicilerin Tanrı belasını versin!
Soytarı bir kahkaha attı ve sözünü sürdürdü:
- Kraliçe Iseut, beni kılıcımla içinde öldürmek istediğiniz banyoyu anımsamıyor musunuz? Sonra sizi yatıştıran altın saç teli öyküsünü? Sonra sizi alçak Saray Bakanı'ndan nasıl kurtardığımı?
- Susun, masal uydurucu! Ne diye gelip bu düşlerinizi bize anlatıyorsunuz? Belki de dün akşam sarhoştunuz, sarhoşluktan düş gördünüz.
- Evet sarhoşum, hem öyle bir içkiden ki, bu sarhoşluğum hiçbir zaman geçmeyecek. Kraliçe Iseut, deniz üzerindeyken öyle güzel, öyle sıcak olan o günü anımsıyor musunuz? Susamıştınız, unuttunuz mu kral kızı? İkimiz de aynı kaseden içtik. O gün bu gün ben hep sarhoşum, hem de pek sarhoşum...
Iseut, anlamını ancak onun anlayabileceği bu sözleri duyunca başını mantosunun içine gizledi, kalkıp gitmek istedi. Ama Kral onu ermin pelerininden tuttu ve yanına oturttu:
- Iseut, biraz durun dostum, şu saçmaları sonuna kadar dinleyelim. Deli, senin uğraşın nedir?
- Kralların, kontların hizmetinde bulundum.
- Doğru söyle, köpeklerle, kuşlarla avlanmayı bilir misin?
- Elbette; canım ormanda avlanmak isterse, tazılarımla havada uçan turnaları yakalarım; iri av köpeklerimle kuğu kuşlarını, boz ve beyaz kazları, yaban güvercinlerini avlarım; okumla da, karabataklarla balaban kuşlarını vururum.
Hepsi gülmekten katıldılar. Kral sordu:
- Ya tatlı su avında neler yakalarsın, kardeşim?
- Ne bulursam yakalarım. Doğanlarımla, orman kurtlarını ve büyük ayıları, sungurlarımla yaban domuzlarını, şahinlerimle karacaları ve alageyikleri; atmacalarımla tilkileri, bozdoğanlarımla da tavşanları yakalarım. Sonra beni konuk eden eve girdim mi, çomakla oynamasını da bilirim; seyislere dayak atmasını, arpımı düzenleyip türkü söylemesini, sonra ırmaklara iyice yontulmuş tahta parçası atmasını da bilirim. Doğru söyleyin, iyi bir çalgıcı değil miyim? Sopayı nasıl kullandığımı bugün gördünüz.
Çomağıyla çevreyi dövmeye başlar.
- Haydi gidin buradan Cornouailles senyörleri, diye bağırır. Ne duruyorsunuz hâlâ. Yemeğinizi bitirmediniz mi? Tıkabasa yiyemediniz mi?
Kral, soytarıdan hevesini aldığından, atını, şahinlerini istedi, şövalyeleri ve seyisleriyle ava çıktı. Iseut Kral'a:
- Efendim, dedi, ben yorgun ve üzgünüm. İzin verirseniz gidip odamda dinleneyim; bu saçmalıkları artık dinleyemeyeceğim.
Düşünceli bir durumda odasına çekildi, yatağının üzerine oturdu, dertlenmeye başladı:
- Nasıl da mutsuzum! Ne diye dünyaya gelmişim? Yüreğim üzüntü içinde. Brangien, sevgili kardeşim; yaşamım öyle acı, öyle sıkıntılı ki ölsem daha iyi! Şurada bir deli var, saçları haç biçiminde kazınmış, buraya uğursuzluk getirmeye gelmiş bu soytarı, bu çalgıcı, ya sihirbaz, ya bilici, çünkü varlığımın, yaşamımın her noktasını biliyor; siz, ben ve Tristan'dan başka kimsenin bilmediği şeyleri biliyor. Büyüyle onları biliyor bu serseri.
Brangien:
- Tristan'ın kendisi olmasın, diye yanıt verdi.
- Hayır, çünkü Tristan güzeldir, şövalyelerin en iyisidir; oysa bu adam iğrenç ve biçimsiz. Tanrı belasını versin! İlenç olsun doğduğu saate, denizlerde derin dalgaların içinde onu boğacağına buraya getiren gemiye ilenç olsun.
Brangien:
- Yatışın biraz hanımım, dedi. Bugün ne güzel de bela okumasını, kötü dua etmesini biliyorsunuz. Bu mesleği nereden öğrendiniz? Belki bu adam Tristan'ın bir habercisidir?
- Sanmıyorum, onu tanımadım. Haydi dostum, git onu bul, bakalım tanıyacak mısın?
Brangien salona gitti, orada bir sıranın üzerinde oturan soytarı yalnız kalmıştı. Tristan kızı tanıdı, çomağını indirdi, ona:
- Brangien, dedi, dürüst Brangien, Tanrı aşkına bana acıyın.
- Küstah deli, kim size adımı öğretti?
- Güzelim, ben onu çok eskiden öğrendim. Eskiden sarışın olan başım için, akıl şu kafamdan gittiyse, neden olan sizsiniz güzelim. Deniz açıklarında içtiğim o içkiyi siz koruyacak değil miydiniz? Sıcakta, ben ondan gümüş bir kadehten içtim, sonra kadehi Iseut'ye uzattım. Bunu yalnızca siz bilirsiniz güzelim, anımsamıyor musunuz?
Brangien:
- Hayır, diye yanıt verdi. Sonra şaşkın bir durumda Iseut'nün odasına koştu; ama deli de arkasından, "Acıyın bana!" diye bağırarak geldi.
Odaya girdi, Iseut'yü gördü, kollarını açarak ona doğru koştu, göğsüne bastırmak istedi; ama utanç içinde ve sıkıntı teri döken Iseut geri çekildi, delinin onu kucaklamasına engel oldu; onun kendisinden kaçtığını gören Tristan, utancından ve öfkesinden titreyerek, duvara doğru, kapının yanına dek geriledi. Hâlâ değişik olan sesiyle:
- Iseut'nün benden kaçtığı, beni sevmeye gönül indirmediği, beni iğrenç bulduğu günü görecek miydim ben? Ah Iseut, çok seven zor unutur! Geniş ve duru sularla akan, çevreye yayılan, bol suyu olan bir kaynak ne güzel, ne değerli şeydir Iseut; kuruduğu gün, artık hiç değeri kalmaz. Tükenen bir aşka benzer artık.
Iseut yanıt olarak:
- Kardeş, dedi, size bakıyorum, kuşkulanıyorum, korkuyorum, bilmiyorum, Tristan'ı tanıyamıyorum.
- Kraliçe Iseut, ben sizi pek çok sevmiş olan Tristanım. Yataklarımızın arasına un serpen cüceyi anımsamıyor musunuz? Ya sıçrayışımı ve yaramdan akan kanı? Ya size yolladığım armağanı, büyülü çıngıraklı Petit Cru adlı köpeği? Irmağa attığım, ince yontulmuş tahta parçalarını amımsamıyor musunuz?
Iseut ona baktı, içini çekti; ne diyeceğini, neye inanacağını bilemedi. Adamın her şeyi bildiğini görüyor, ama onun Tristan olduğunu kabul etmenin delilik olduğunu düşünüyordu.
Tristan:
- Kraliçe! Benden vazgeçtiğinizi biliyorum, sizi ihanetle suçluyorum. Ama güzelim, beni sevdiğiniz günleri de gördüm. Ormanın içlerinde, yaprak kulübedeyken. Size sadık köpeğim Husdent'ı verdiğim günü anımsamıyor musunuz? Ah, o beni hâlâ seviyordur, benim için sarışın Iseut'yü bırakabilir. Nerede o? Ne yaptınız onu? Hiç olmazsa o beni tanırdı.
- Sizi tanır mıydı? Söylediğiniz anlamsız bir şey; çünkü Tristan gittiğinden beri, orada kulübesinde yatıyor. Yanına kim yaklaşırsa üzerine atılıyor. Brangien getirin onu bana.
Brangien köpeği getirir. Tristan:
- Gel bakayım Husdent, der, sen benimdin, geri alıyorum seni.
Husdent onun sesini duyunca, Brangien'in elinden zincirini kurtarır, efendisine koşar, ayaklarında yuvarlanır, ellerini yalar, sevincinden havlar.
Soytarı:
- Husdent, diye bağırır, seni büyütmek için verdiğim emek helal olsun. Beni, o denli sevdiğim insandan daha iyi karşıladın. O beni tanımak istemiyor. Acaba, ayrılış gününde, bana göz yaşları ve öpüşler içinde verdiği bu halkayı tanımayacak mı? Bu akik yüzük benden hiç ayrılmadı, çok kez dertlerimin arasında ondan yardım istedim, çok kez bu yeşil akiği sıcak göz yaşlarımla ıslattım.
Iseut yüzüğü görür. Kollarını iyice açar:
- İşte seninim Tristan, al beni.
O zaman Tristan kendi sesiyle konuşur:
- Dostum, nasıl beni bunca zaman tanıyamadın? Köpekten de daha zor tanıdın. Bu yüzüğün ne önemi var? Yalnızca eski aşkımızın anımsatmasıyla tanınmanın bana daha tatlı geleceğini anlamıyor musun? Sesimin ne önemi vardı? Sen yüreğimin sesini duyacaktın.
Iseut:
- Dostum, dedi, belki sandığından önce onu duydum; ama çevremiz hilelerle dolu; bu köpek gibi duygularıma kapılarak, seni ele verdirip gözümün önünde öldürtmek tehlikesini nasıl göze alırdım? Kendimi de, seni de ele vermek istemiyordum. Ne eski yaşamını anımsatman, ne kendi sesin, ne de bu halka bir şey kanıtlamaz. Hileci bir büyücünün oyunları olabilirler. Buna karşın halkayı görür görmez teslim oluyorum. Onu görünce, öleceğimi de bilsem, akıllıca bir davranış ya da çılgınlık olsun, istediğini yapacağıma ant içmemiş miydim? Akıllılık ya da delilik; işte seninim, al beni Tristan!
Kendinden geçmiş bir durumda, dostunun kollarının arasına düştü. Kendine geldiğinde Tristan ona sarılmış, gözlerini, yüzünü öpüyordu. Iseut'yle birlikte yatağın perdelerinin altına girdiler. Kraliçe kollarının arasındaydı.
Uşaklar, soytarıyla alay olsun diye, onu salonun merdivenleri altında yatırdılar; kulübesi içinde bir köpek gibi. Alaylarına, dayaklarına sessizce dayanıyordu, çünkü arada bir yeniden kendi görünümünü ve güzelliğini alarak kulübesinden Kraliçe'nin odasına geçiyordu
Birkaç gün sonra, iki oda hizmetçisi hileden kuşkulandılar, Andret'ye haber verdiler.
O da kadınların odalarının önüne üç silahlı casus koydu. Tristan kapıdan geçmek isteyince:
- Çekil, diye bağırdılar, git de samanın üzerinde yat.
Soytarı:
- Ne diyorsunuz sevgili senyörler? dedi. Bu akşam gidip Kraliçe'yi öpmeyecek miyim? Beni sevdiğini, beni beklediğini bilmiyor musunuz?
Tristan çomağını havaya kaldırdı; korktular, geri çekildiler. Tristan, Iseut'yü kolları arasına aldı:
- Dostum, artık kaçmam gerek, çünkü çok geçmeden kim olduğumu anlayacaklar. Kaçmalıyım, belki de artık hiç dönmeyeceğim. Ölümüm yakın, sizden uzak oldukça özlemim öldürecek beni.
- Dostum, beni kollarının arasına al, öyle sıkı sar ki bu sarılışta yüreklerimiz parçalansın, ruhlarımız uçsun gitsin. Eskiden söz ettiğin o mutlu ülkeye götür beni. Kimsenin dönmediği, eşsiz müzisyenlerin sonsuz şarkılar okuduğu ülkeye.. oraya götür beni.
- Evet, seni yaşayanların mutlu ülkesine götüreceğim. Zamanı yaklaşıyor; zamanı gelince, seni çağırırsam gelir misin, Iseut?
- Çağır beni dostum, bilirsin ki gelirim.
- Dost! Tanrı senden razı olsun!
Tristan kapının eşiğinden geçince, casuslar üzerine atıldılar. Ama soytarı bir kahkaha attı, çomağını sallamaya başladı.
- Sevgili senyörler, beni kovuyorsunuz ama boşuna, dedi. Artık burada benim işim kalmadı ki, sevgilim beni uzaklara, ona söz verdiğim saydam evi hazırlamaya yolluyor. Çiçeklerle süslü, sabahleyin güneş ışığında parıldayan billur evi.
- Haydi git öyleyse, deli. Tanrı belanı versin!
Uşaklar yol verdiler, soytarı da hiç acele etmeden, dans ede ede uzaklaştı.
XIX
ÖLÜM
Küçük Brötanya'ya, Carhaix'ye döner dönmez, Tristan sevgili dostu Kaherdin'e yardım eetmek için Bedalis adında bir barona karşı savaştı. Bedalis ile kardeşlerinin tuzağına düştü. Yedi kardeşi de öldürdü, ama kendisi de bir mızrak vuruşuyla yaralandı, mızrak da zehirliydi.
Carhaix şatosuna dek zor geldi, yaralarına baktırdı. Sayısız hekim geldi, ama hiçbiri onu zehirden kurtaramadı, çünkü zehirin ne olduğunu anlayamadılar. Zehiri vücuttan dışarı atmak için bir merhem bile yapamadılar; boş yere kökler, otlar topladılar, ezdiler, dövdüler, içki hazırladılar. Tristan gittikçe kötülüyor, zehir bütün vücuduna yayılıyordu; rengi soluyor, kemikleri görünmeye başlıyordu.
Yaşamının bittiğini duyumsadı; öleceğini anladı. Sarışın Iseut'yü bir daha görmek istedi. Ama ona nasıl gidecekti? Öyle güçsüzdü ki bir deniz yolculuğu onu öldürebilirdi. Cornouailles'a dek gidebilse de düşmanlarının elinden nasıl kurtulabilirdi? Üzüldü durdu, gittikçe daha çok ezinç çekiyordu; böylece ölümü bekledi.
Derdini dökmek için gizlice Kaherdin'i çağırttı, birbirlerine bağlılık ve sevgi duyuyorlardı. Tristan odasında Kaherdin'den başka kimsenin kalmamasını, bitişik odalarda bile kimsenin bulunmamasını istedi. Karısı Iseut, bu garip isteğe için için şaştı ve korktu. Konuşmalarını duymak istedi. Odanın dışında, Tristan'ın yatağının dayalı olduğu duvara yaslanıp dinlemeye hazırlandı. Kimse görmesin diye de hizmetçilerinden birini dışarıya gözcü bıraktı.
Tristan gücünü topladı, doğruldu, duvara dayandı; Kaherdin de yanına oturdu. Başbaşa, tatlı tatlı ağladılar. Böyle çabuk sona eren silah arkadaşlıklarına ağladılar, büyük dostluklarına, sevgilerine ağladılar. Birbirleri için ağladılar. Tristan:
- Sevgili dostum, dedi, ben yabancı bir topraktayım, sizden başka akrabam yok. Bu ülkede bana yalnızca siz sevinç ve avunç verdiniz. Ölmeden önce sarışın Iseut'yü görmek istiyorum. Nasıl bir yolunu bulsam da, ona gereksinmem olduğunu bildirsem? Ah! Ona gitmeye razı olacak bir haberci bulsam, Iseut beni öyle sever ki, kesinlikle gelir. Kaherdin! Sevgili kardeşim, dostluğumuza, yüreğinizin soyluluğuna, arkadaşlığımıza güvenerek sizden rica ediyorum; şu tehlikeli işi benim için bir deneyin. Haberimi ona götürürseniz, köleniz olur, sizi herkesten çok severim.
Tristan'ın ağladığını, sızladığını, üzüldüğünü görünce, Kaherdin'in yüreği sevgiden yumuşadı; yavaş yavaş, sevgiyle yanıt verdi.
- Sevgili arkadaşım, ağlamayın artık, istediklerinizin hepsini yapacağım. Evet dostum, sizin için yaşamımı bile tehlikeye koyarım. Ne baskı, ne sıkıntı, hiçbiri elimden geleni yapmama engel olamayacak. Kraliçeye ne haber yollayacağınızı söyleyin, ben de hazırlıklarımı yapayım.
Tristan yanıt verdi:
- Sağolun dostum! İşte ricam: Şu yüzüğü alın; bu onunla benim aramda bir işarettir. Onun toprağına varınca, kendinizi saraya tüccar diye tanıtın. Ona ipek kumaşlar gösterin, bu yüzüğü görmesini sağlayın. Hemen sizinle özel olarak görüşmek için bir hile bulacaktır; o zaman ona bütün yüreğimle selam yolladığımı söyleyin ve deyin ki, yalnızca onunla iyileşebilir, gelmezse ölürüm. Ona geçmiş zevklerimizi, üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, birbirimize bağlılığımızı ve derin aşkımızın acılarını anımsamasını söyleyin; deniz üzerinde birlikte içtiğimiz içkiyi anımsasın. Ah! Ölümmüş içtiğimiz. Ondan başka kimseyi sevmeyeceğime içtiğim andı anımsasın. Bu sözümü tuttum!
Bölme duvarının arkasında ak elli Iseut bu sözleri duydu! Az kalsın bayılıyordu.
- Acele edin de, dostum, çabuk dönün; gecikirseniz beni bir daha göremezsiniz. Bana kırk gün içinde sarışın Iseut'yü getirin. Gidişinizi kızkardeşinizden ya saklayın ya da bir hekim getirmeye gittiğinizi söyleyin. Benim gemime binin, yanınıza iki yelken alın; biri ak, öteki kara olsun. Kraliçe Iseut'yü getirirseniz, dönüşte ak yelkeni açın; onu getirmiyorsanız kara yelkeni çekin. İşte dostum, başka diyeceğim yok; Tanrı yolunuzu açık etsin, sağ esen dönersiniz umarım!
Tristan içini çekti, ağladı, sızladı. Kaherdin de ağladı, Tristan'ı öptü, esenleşti.
İlk rüzgâr çıkar çıkmaz gemiye bindi. Gemiciler demirleri çektiler, yelkenleri açtılar, hafif bir rüzgârda yol aldılar. Gemi, burnu yüksek ve derin dalgaları yararak gidiyordu. Değerli eşyalar götürüyorlardı: Az bulunur renklere boyanmış ipek kumaşlar, Tours işi sofra takımları, Poiton şarapları, İspanya akdoğanları. Bu hileyle Kaherdin, Iseut'ye yaklaşabileceğini umuyordu. Sekiz gün sekiz gece, dalgaları yara yara Cornoauilles'a doğru yol aldılar.
Kadın öfkesi korkunç şeydir. Sakınmalı! Bir kadın ne denli çok severse, hıncını da o denli acımasızca alır. Kolay severler, ama nefret etmeleri de kolay olur. Bir de nefret ettiler mi, bu, dostluklarından çok daha uzun sürer. Aşklarını durdurabilirler, ama kinlerini asla! Ayakta duvara dayalı duran ak elli Iseut, her sözcüğü duymuştu. Trisan'ı nasıl da sevmişti!... Sonunda onun başkasını sevdiğini öğreniyordu. Duyduğu şeyleri aklında tuttu: Günün birinde eline bir fırsat geçerse, dünyada en çok sevdiği şeyden ne güzel öç alacaktı! Ama hiçbir şey belli etmedi, kapılar açılır açılmaz Tristan'ın odasına girdi, öfkesini saklayarak, seven bir kadının yapacağı gibi ona hizmet etmeyi, ona özen göstermeyi sürdürdü. Onunla yavaş yavaş konuşuyor, dudaklarından öpüyor, Kaherdin'in onu iyileştirecek olan hekimi yakında getirip getiremeyeceğini soruyordu, ama bu arada hep öç almanın yolunu aramaktaydı.
Kaherdin'in gemisi, sonunda Tintagel limanına demir attı. Eline kocaman bir doğan, az bulunur renkte bir kumaş, bir de güzel işlenmiş bir kadeh aldı. Bunları Kral Marc'a armağan etti. Kont ya da mabeyncilerden zarar görmeden toprağında satış yapmak için, incelikle iznini ve korumasını diledi. Kral, bütün saray yetkililerinin önünde izin verdi.
Bunun üzerine Kaherdin, Kraliçe'ye saf altınla işlenmiş bir toka gösterdi:
- Kraliçem dedi, altını iyidir.
Sonra parmağından Tristan'ın yüzüğünü çıkararak tokanın yanına koydu:
- Bakın Kraliçem, bu tokanın altını daha değerli; bununla birlikte şu yüzüğün altınının da bir değeri vardır.
Iseut yeşil akik yüzüğü tanıyınca yüreği titredi, rengi değişti, işiteceği şeylerin korkusu içinde, sanki tokayı daha iyi görmek ve Kaherdin'le pazarlık etmek içinmiş gibi onu bir yana pencerenin önüne çekti. Kaherdin yalnızca:
- Kraliçem, dedi, Tristan zehirli bir kılıçla yaralandı, ölecek. Ancak sizinle iyileşebileceğini söylüyor. Birlikte çektiğiniz büyük üzüntüleri, büyük acıları size anımsatıyor. Bu yüzük sizde kalsın, onu size veriyor.
Iseut kendini yitirecek durumda yanıt verdi:
- Dostum, sizinle geleceğim, yarın sabah geminiz yola çıkmaya hazır olsun!
Ertesi gün, sabahleyin, Kraliçe şahin avına çıkacağını söyledi, köpeklerini, kuşlarını hazırlattı. Ama onu her an gözetleyen Dük Andret de birlikte ava çıktı. Denizin yakınındaki kırlara gelince, sülünlerden biri uçtu. Andret, onu alıp getirsin diye bir şahin salıverdi; hava açık ve güzeldi. Şahin havalandı, gözden yitti. Kraliçe:
- Bakın, Efendim Andret, dedi. Şahin orada, limanda tanımadığım bir geminin direğine konmuş. Kimin o gemi?
Andret:
- Kraliçem, dedi, dün size altın bir toka gösteren Brötanya'lı tacirin gemisi. Haydi gidelim de şahinimizi geri alalım.
Kaherdin, gemisinden kıyıya köprü gibi bir tahta dayanmıştı. Kraliçeyi karşılamaya geldi:
- Kraliçem isterseniz, gemimin içine girin de, size değerli eşyalarımı göstereyim.
Kraliçe:
- Sevinerek Efendim, dedi.
Atından indi, tahta köprünün üzerinden geçti, gemiye girdi. Andret de arkasından girmek istedi, tahtanın üzerine çıktı. Ama geminin küpeştesinde ayakta duran Kaherdin onu küreğiyle itti. Andret sendeledi, denize düştü. Suyun yüzüne çıkmak istedi. Kaherdin, küreğiyle ona yeniden vurup suların içine gömdü.
- Geber hain, diye bağırdı. İşte Tristan ile Kraliçe Iseut'ye çektirdiğin bütün üzüntülerin ödülü!
İşte böylece, Tanrı sevgililerin öcünü onlara onca kötülük eden hainlerden aldı. Dördü de öldüler: Guenelon, Gondoine, Denoalen, Andret.
Demir alınmış, direk takılmış, yelkenler çekilmişti. Sabahın serin rüzgârları halatların arasında hışırdıyor, yelkenleri şişiriyordu. Gemi, limandan çıktı, güneşin ışınları altında parıldayan denizin üzerinde yol almaya başladı ve bembeyaz uzaklaştı.
Carhaix'de Tristan günden güne güçten düşüyordu. Hep Iseut'yü bekliyor, başka hiçbir şeyle avunamıyordu. Ölmemesinin nedeni de onu beklemesiydi. Her gün kıyıya birini yolluyor, geminin gelip gelmediğini, yelkenin rengini soruyordu; yüreğinde başka hiçbir istek yoktu. Daha sonra kendisini Penmarch falezine götürttü. Güneş ufukta yitinceye dek uzaklara, denize bakıyordu.
- Kardeş, diye bağırdı, ne dedin? Ben nasıl Bleheri'den kaçarmışım? Görüyorsun ya, atlarımız bile yok. Gorvenal ile bir seyis onları koruyorlardı, kararlaştırdığımız yerde onları bulamadık, hâlâ da arıyoruz.
O anda Gorvenal'le Kaherdin'in adamı döndüler; başlarına geleni anlattılar. Tristan:
- Benim sevgili kardeşim, acele hanımına dön. Ona selam ve sevgi yolladığımı söyle; ona bağlılıkta kusur etmediğimi, bütün kadınlar arasında onu sevdiğimi söyle; beni bağışladığını bildirmek için seni bir daha bana yollasın; burada senin gelmeni bekleyeceğim.
Bunun üzerine Perinis Kraliçe'ye döndü, gördüklerini, işittiklerini ona anlattı. Ama Kraliçe inanmadı:
- Ah Perinis, sen benim özel ve sadık adamımdın, daha çocukken seni babam benim hizmetime ayırmıştı. Ama büyücü Tristan, seni de yalanlarıyla, armağanlarla elde etti. Sen de bana ihanet ettin!
Perinis onun önünde diz çöktü:
- Hanımım, ağır sözler duyuyorum! Yaşamımda böyle büyük acı duymadım. Ama kendimi düşünüyorum; size üzülüyorum, Senyörüm Tristan'ı aşağılıyorsunuz, iş işten geçince pişman olacaksınız.
- Git buradan, sana inanmıyorum; sen de Perinis, sadık Perinis bana ihanet ettin!
Tristan uzun zaman, Perinis'in Kraliçenin onu bağışladığı haberini getirmesini bekledi. Perinis gelmedi.
Sabahleyin Tristan, döküntü bir harmaniyeye büründü. Yüzünü yer yer kırmızı boya ve ceviz kabuğuyla boyadı, cüzzam hastalığından bitkinleşmiş bir hastaya benzedi. Eline damarlı bir ağaçtan yapılmış bir dilenci çanağı, bir de cüzzamlı cırcırı aldı.
Saint-Lubin sokaklarına girdi ve sesini değiştirerek gelen geçenden dilenmeye başladı. Acaba Kraliçe'yi görebilecek miydi?
Sonunda Kraliçe şatodan çıktı; Brangien ile hizmetçileri, uşakları ve çavuşları ona eşlik ediyorlardı. Kraliçe kiliseye doğru giden yolu tuttu.
Cüzzamlı, uşakların peşine takıldı, cırcırını öttürdü, üzünçlü bir sesle yalvarmaya başladı:
- Kraliçe, bana biraz sadaka versenize, ne kadar yoksul olduğumu bilemezsiniz!
Güzel vücudundan Iseut onu tanıdı. Bütün vücudu ürperdi ama ona bakmaya gönül indirmedi bile. Cüzzamlı yalvardı, onu işitmek içler acısıydı; Kraliçe'nin arkasından sürükleniyordu:
- Kraliçe, size yaklaşmaya cesaret ediyorsam bana kızmayın; bana acıyın, bunu hak ediyorum!
Kraliçe uşakları, çavuşları çağırdı:
- Şu cüzzamlıyı kovun buradan, dedi.
Uşaklar onu itip kakarak dövdüler. Tristan direndi, "Kraliçe, acıyın," diye bağırdı.
O zaman Iseut bir kahkaha attı. Kiliseye girerken kahkahası hâlâ sürüyordu. Onun güldüğünü işitince, cüzzamlı alıp başını gitti. Kraliçe kilisenin önünde birkaç adım attı, ama eli ayağı kesildi. Önce diz üstü düştü, sonra başı arkaya devrilerek taşlara çarptı.
Aynı gün Tristan, Dinas'la esenleşti. Öyle üzüntü içindeydi ki, aklını yitirmiş gibiydi. Gemisi Brötanya'ya doğru yollandı.
Yazık, çok geçmeden Kraliçe pişman oldu. Tristan'ın üzünç içinde gittiğini Dinas de Lidan'dan öğrenince, Perinis'in doğru söylediğine inandı; Tristan, Iseut'nün adı söylenince kaçmamıştı; onu haksız yere kovmuştu. Kendi kendine, "Ne yaptım!" diyordu, "Tristan, dostum, sizi kovdum! Artık siz benden nefret edersiniz, sizi bir daha göremeyeceğim. Nasıl pişman olduğumun, nasıl vicdan ezinci çektiğimin bir kanıtı olsun diye sizin için kendi kendime eziyet ettiğimi bilmeyeceksiniz!" dedi. Sarışın Iseut, o günden sonra, yanılgısından ve çılgınlığından dolayı kendini cezalandırmak için tenine kaba kumaştan bir gömlek giydi.
XVIII
TRISTAN SOYTARI
Tristan Brötanya'ya döndü. Carhaix'yi, Dük Hoel'i, karısı ak elli Iseut'yü yeniden gördü. Hepsi onu güzel karşıladılar, ama sarışın Iseut onu kovmuştu; artık başka hiçbir şeyin değeri yoktu. Uzun zaman ondan uzakta sarardı soldu; sonra bir gün, onu yeniden adamlarına acımasızca kovduracak olsa bile, Iseut'yü görmek istediğini düşündü. Ondan uzak kaldıkça ölümünün kesin ve yakın olduğunu biliyordu; her gün yavaş yavaş ölmektense birden ölmek daha iyi! Acılar içinde yaşayan, ölü gibidir. Tristan ölümü istiyor, ama hiç olmazsa Kraliçe, onun aşkı yüzünden öldüğünü bilsin! Bunu öğrenirse Tristan daha rahat ölecek.
Kimseye haber vermeden Carhaix'den ayrıldı, ailesine de, dostlarına da haber vermedi; sevgili arkadaşı Kaherdin'e bile bir şey söylemedi. Sefil bir kılıkta yaya olarak gitti. Yollarda yürüyen zavallı serserilere kimse dikkat etmez. Kıyıya varıncaya dek yürüdü.
Limanda büyük bir tüccar gemisi kalkmaya hazırlanıyordu. Gemiciler yelkenleri çekiyorlar, denize açılmak için demir alıyorlardı.
- Sizi Tanrı korusun efendiler, yolculuğunuz hayırlı olsun! Hangi toprağa doğru gideceksiniz? diye sordu.
- Tintagel'e doğru.
- Tintagel'e mi? Ah efendiler! Beni de götürsenize!
Gemiye bindi. Uygun bir rüzgâr yelkeni şişirdi, gemi dalgaların üzerinde koşmaya başladı.
Beş gün beş gece, dosdoğru Cornouailles yönünde yol aldı, altıncı gün Tintagel limanında demir attı.
Limanın ötesinde, her yanı sımsıkı kaplı şato, denizin üzerinde yükseliyordu; ancak tek bir kapıdan içeri girilebilirdi, iki bekçi gece gündüz bu kapıyı bekliyorlardı. İçeri nasıl girmeli.
Tristan gemiden indi, kıyıda oturdu. Oradan geçen bir adamdan, Marc'ın şatoda olduğunu ve o günlerde baronlarıyla toplantı yaptığını öğrendi.
- Peki Kraliçe nerede? Ya güzel hizmetçisi Brangien?
- Onlar da Tintagel'de, az önce gördüm; Kraliçe Iseut, her zamanki gibi üzgün görünüyordu.
Iseut'nün adını işitir işitmez Tristan içini çekti; ne hileyle, ne de ustalıkla dostunu bir daha görebileceğini düşündü; Kral Marc onu öldürürdü.
Kendi kendine, "Ama beni öldürürse ne çıkar? Iseut, ben aslında sizin aşkınızdan ölecek değil miyim? Her gün ölmekten başka ne yapıyorum ki? Siz bile Iseut, burada olduğumu bilseydiniz, acaba dostunuzla konuşmaya gönül indirir miydiniz? Beni adamlarınıza kovdurtmaz mıydınız? Evet, bir hileye baş vuracağım... Bir soytarı, bir deli kılığına bürüneceğim, bu delilik büyük bir akıllılık olacak. Beni sevda delisi sanan, benden akılsızı bulunacaktır elbet, evinde daha delisi olan da beni soytarı, deli sanacaktır." diye söylendi.
Koca başlıklı, tüylü bir harmaniye giymiş olan bir balıkçı, ona doğru geliyordu. Tristan onu görüp işaret etti, bir yana çekti:
- Dostum, şu giysilerini benimkilerle değiştirmez misin? Gömleğini bana ver, hoşuma gitti, der.
Balıkçı Tristan'ın giysilerine baktı, kendininkilerden iyi buldu, hemen aldı; bu değiş tokuştan hoşnut, durmadan gitti.
Sonra Tristan, güzel sarı saçlarını, kafasının üzerine bir haç biçimi vererek kazıdı. Ülkesinden gelen sihirli bir ottan yapılmış bir suyu yüzüne sürdü, yüzünün görünüşü ve rengi, birdenbire öyle garip bir biçimde değişti ki dünyada onu kimse tanıyamazdı. Bir çitten bir kestane dalı kopardı, kendine bir çomak yapıp boynuna astı; yalın ayak doğru şatonun yolunu tuttu.
Kapıcı onu gerçekten soytarı sandı.
- Yaklaşın, dedi, bu denli uzun zaman nerede kaldınız?
Tristan sesini değiştirerek yanıtladı:
- Dostlarımdan olan Rahip Mont'un düğünündeydim. Bir rahibeyle evlendi, örtülü kocaman bir kadınla. Besançon'dan Mont'a kadar bütün papazlar, rahipler bu evlenmeye çağrılıydı. Hepsi ellerinde sopalar, asalar, açık havada, ağaçların gölgesinde oynayıp zıplayıp dans ediyorlar. Ama ben onları bıraktım, buraya geldim. Bugün Kral'ın masasında hizmet etmem gerek.
Kapıcı:
- İçeri girin efendim, Kıllı Urgan'ın oğlu, dedi; siz de onun gibi iri yarı ve kıllısınız, hem babanıza da çok benziyorsunuz.
Çomağını sallayarak şatonun kapısını geçince uşaklar, seyisler çevresinde toplandılar, kurt kovalar gibi arkasından koştular.
- Deliye bakın! Yuh!
Üzerine taş atarak sopalarıyla saldırdılar; o zıplaya hoplaya onlarla başa çıktı, kendini savunmadı; soldan saldırdılar mı, o sağa dönüp vuruyordu.
Gülüşmeler ve yuhlar arasında, arkasına toplananları sürükleyerek kapının eşiğine vardı; orada tahtırevanda, Kraliçe'nin yanında Kral Marc oturuyordu. Tristan kapıya yaklaştı, çomağını boynuna astı, içeri girdi. Kral onu görünce:
- İşte hoş bir arkadaş, dedi, yaklaştırın şunu.
Boynunda asılı çomağıyla onu getirdiler.
- Hoş geldin, dost!
Tristan garip bir tonda değiştirdiği sesiyle yanıt verdi:
- Efendim, Kralların en iyisi, en soylusu, sizi görünce yüreğimin sevgiden eriyeceğini biliyordum. Tanrı sizi korusun, sevgili senyör!
- Buraya ne aramaya geldin dostum?
- Pek çok sevdiğim Iseut'yü. Benim bir kız kardeşim var, güzeller güzeli Brunehaut, onu size getirdim. Siz artık kraliçeden bıktınız, bunu deneyin; değiş tokuş yapalım. Ben size kız kardeşimi veriyorum, siz de bana Iseut'yü bağışlayın; onu alırım, size de minnetle hizmet ederim.
Kral güldü, soytarıya:
- Sana Kraliçe'yi verecek olursam onu ne yaparsın? Nereye götürürsün?
- Ta yukarıya, gökle bulut arasındaki güzel camdan evime. Güneş ışınları içine girer, rüzgârlar onu hiç sarsamaz; ben Kraliçe'yi billurdan güllerle süslü bir odaya götüreceğim, sabahleyin güneş vurduğu zaman pırıl pırıl parlar.
Kral ile baronlar birbirlerine:
- İşte güzel bir soytarı, dediler, söz söylemekte usta!
Tristan bir halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı Iseut'ye bakıyordu. Marc ona:
- Dostum, dedi, Kraliçemin senin gibi iğrenç bir deliye önem vereceğini aklına nereden koydun?
- Bu benim hakkım da ondan, Efendim. Ben onun için ne işler gördüm, hem onun yüzünden deli oldum.
- Kimsin sen, bakalım?
- Ben Tristanım, Kraliçe'yi pek çok sevmiş olan ve ölüme dek sevecek olan Tristan.
Bu adı işitince Iseut iç çekti, renk değiştirdi, öfkelenerek:
- Git buradan, dedi. Kim içeri aldı seni ? Git, uğursuz deli!
Soytarı onun öfkesini görünce:
- Kraliçe Iseut, dedi, Morholt'nun zehirli kılıcıyla yaralı olarak, denizin beni arpımla kıyılarınıza attığını anımsamıyor musunuz? Siz beni iyileştirdiniz. Unuttunuz mu, Kraliçe?
Iseut yanıt olarak:
- Git buradan deli, dedi, kendin de oyunların da hoşuma gitmiyor.
Bunun üzerine deli, baronlara döndü, bağıra bağıra onları kapıya doğru kovaladı:
- Deliler, defolun buradan. Bırakın Iseut ile yalnız görüşeyim, buraya onu sevmek için geldim.
Kral güldü. Iseut kızardı:
- Şu deliyi kovun, Efendim, dedi.
Ama deli garip sesiyle yeniden söze başladı:
- Kraliçe Iseut, toprağınızda öldürdüğüm koca ejderi anımsamıyor musunuz? Dilini çorabımın içine saklamıştım, zehiri bütün vücudumu yakınca bataklığın kıyısına düşmüştüm. O zaman ben, yaman bir şövalyeydim!... Orada ölümü beklerken gelip beni kurtardınız.
Iseut:
- Sus, dedi, şövalyeleri aşağılıyorsun, sen doğuştan delinin birisin. Seni denize atacaklarına buraya getiren gemicilerin Tanrı belasını versin!
Soytarı bir kahkaha attı ve sözünü sürdürdü:
- Kraliçe Iseut, beni kılıcımla içinde öldürmek istediğiniz banyoyu anımsamıyor musunuz? Sonra sizi yatıştıran altın saç teli öyküsünü? Sonra sizi alçak Saray Bakanı'ndan nasıl kurtardığımı?
- Susun, masal uydurucu! Ne diye gelip bu düşlerinizi bize anlatıyorsunuz? Belki de dün akşam sarhoştunuz, sarhoşluktan düş gördünüz.
- Evet sarhoşum, hem öyle bir içkiden ki, bu sarhoşluğum hiçbir zaman geçmeyecek. Kraliçe Iseut, deniz üzerindeyken öyle güzel, öyle sıcak olan o günü anımsıyor musunuz? Susamıştınız, unuttunuz mu kral kızı? İkimiz de aynı kaseden içtik. O gün bu gün ben hep sarhoşum, hem de pek sarhoşum...
Iseut, anlamını ancak onun anlayabileceği bu sözleri duyunca başını mantosunun içine gizledi, kalkıp gitmek istedi. Ama Kral onu ermin pelerininden tuttu ve yanına oturttu:
- Iseut, biraz durun dostum, şu saçmaları sonuna kadar dinleyelim. Deli, senin uğraşın nedir?
- Kralların, kontların hizmetinde bulundum.
- Doğru söyle, köpeklerle, kuşlarla avlanmayı bilir misin?
- Elbette; canım ormanda avlanmak isterse, tazılarımla havada uçan turnaları yakalarım; iri av köpeklerimle kuğu kuşlarını, boz ve beyaz kazları, yaban güvercinlerini avlarım; okumla da, karabataklarla balaban kuşlarını vururum.
Hepsi gülmekten katıldılar. Kral sordu:
- Ya tatlı su avında neler yakalarsın, kardeşim?
- Ne bulursam yakalarım. Doğanlarımla, orman kurtlarını ve büyük ayıları, sungurlarımla yaban domuzlarını, şahinlerimle karacaları ve alageyikleri; atmacalarımla tilkileri, bozdoğanlarımla da tavşanları yakalarım. Sonra beni konuk eden eve girdim mi, çomakla oynamasını da bilirim; seyislere dayak atmasını, arpımı düzenleyip türkü söylemesini, sonra ırmaklara iyice yontulmuş tahta parçası atmasını da bilirim. Doğru söyleyin, iyi bir çalgıcı değil miyim? Sopayı nasıl kullandığımı bugün gördünüz.
Çomağıyla çevreyi dövmeye başlar.
- Haydi gidin buradan Cornouailles senyörleri, diye bağırır. Ne duruyorsunuz hâlâ. Yemeğinizi bitirmediniz mi? Tıkabasa yiyemediniz mi?
Kral, soytarıdan hevesini aldığından, atını, şahinlerini istedi, şövalyeleri ve seyisleriyle ava çıktı. Iseut Kral'a:
- Efendim, dedi, ben yorgun ve üzgünüm. İzin verirseniz gidip odamda dinleneyim; bu saçmalıkları artık dinleyemeyeceğim.
Düşünceli bir durumda odasına çekildi, yatağının üzerine oturdu, dertlenmeye başladı:
- Nasıl da mutsuzum! Ne diye dünyaya gelmişim? Yüreğim üzüntü içinde. Brangien, sevgili kardeşim; yaşamım öyle acı, öyle sıkıntılı ki ölsem daha iyi! Şurada bir deli var, saçları haç biçiminde kazınmış, buraya uğursuzluk getirmeye gelmiş bu soytarı, bu çalgıcı, ya sihirbaz, ya bilici, çünkü varlığımın, yaşamımın her noktasını biliyor; siz, ben ve Tristan'dan başka kimsenin bilmediği şeyleri biliyor. Büyüyle onları biliyor bu serseri.
Brangien:
- Tristan'ın kendisi olmasın, diye yanıt verdi.
- Hayır, çünkü Tristan güzeldir, şövalyelerin en iyisidir; oysa bu adam iğrenç ve biçimsiz. Tanrı belasını versin! İlenç olsun doğduğu saate, denizlerde derin dalgaların içinde onu boğacağına buraya getiren gemiye ilenç olsun.
Brangien:
- Yatışın biraz hanımım, dedi. Bugün ne güzel de bela okumasını, kötü dua etmesini biliyorsunuz. Bu mesleği nereden öğrendiniz? Belki bu adam Tristan'ın bir habercisidir?
- Sanmıyorum, onu tanımadım. Haydi dostum, git onu bul, bakalım tanıyacak mısın?
Brangien salona gitti, orada bir sıranın üzerinde oturan soytarı yalnız kalmıştı. Tristan kızı tanıdı, çomağını indirdi, ona:
- Brangien, dedi, dürüst Brangien, Tanrı aşkına bana acıyın.
- Küstah deli, kim size adımı öğretti?
- Güzelim, ben onu çok eskiden öğrendim. Eskiden sarışın olan başım için, akıl şu kafamdan gittiyse, neden olan sizsiniz güzelim. Deniz açıklarında içtiğim o içkiyi siz koruyacak değil miydiniz? Sıcakta, ben ondan gümüş bir kadehten içtim, sonra kadehi Iseut'ye uzattım. Bunu yalnızca siz bilirsiniz güzelim, anımsamıyor musunuz?
Brangien:
- Hayır, diye yanıt verdi. Sonra şaşkın bir durumda Iseut'nün odasına koştu; ama deli de arkasından, "Acıyın bana!" diye bağırarak geldi.
Odaya girdi, Iseut'yü gördü, kollarını açarak ona doğru koştu, göğsüne bastırmak istedi; ama utanç içinde ve sıkıntı teri döken Iseut geri çekildi, delinin onu kucaklamasına engel oldu; onun kendisinden kaçtığını gören Tristan, utancından ve öfkesinden titreyerek, duvara doğru, kapının yanına dek geriledi. Hâlâ değişik olan sesiyle:
- Iseut'nün benden kaçtığı, beni sevmeye gönül indirmediği, beni iğrenç bulduğu günü görecek miydim ben? Ah Iseut, çok seven zor unutur! Geniş ve duru sularla akan, çevreye yayılan, bol suyu olan bir kaynak ne güzel, ne değerli şeydir Iseut; kuruduğu gün, artık hiç değeri kalmaz. Tükenen bir aşka benzer artık.
Iseut yanıt olarak:
- Kardeş, dedi, size bakıyorum, kuşkulanıyorum, korkuyorum, bilmiyorum, Tristan'ı tanıyamıyorum.
- Kraliçe Iseut, ben sizi pek çok sevmiş olan Tristanım. Yataklarımızın arasına un serpen cüceyi anımsamıyor musunuz? Ya sıçrayışımı ve yaramdan akan kanı? Ya size yolladığım armağanı, büyülü çıngıraklı Petit Cru adlı köpeği? Irmağa attığım, ince yontulmuş tahta parçalarını amımsamıyor musunuz?
Iseut ona baktı, içini çekti; ne diyeceğini, neye inanacağını bilemedi. Adamın her şeyi bildiğini görüyor, ama onun Tristan olduğunu kabul etmenin delilik olduğunu düşünüyordu.
Tristan:
- Kraliçe! Benden vazgeçtiğinizi biliyorum, sizi ihanetle suçluyorum. Ama güzelim, beni sevdiğiniz günleri de gördüm. Ormanın içlerinde, yaprak kulübedeyken. Size sadık köpeğim Husdent'ı verdiğim günü anımsamıyor musunuz? Ah, o beni hâlâ seviyordur, benim için sarışın Iseut'yü bırakabilir. Nerede o? Ne yaptınız onu? Hiç olmazsa o beni tanırdı.
- Sizi tanır mıydı? Söylediğiniz anlamsız bir şey; çünkü Tristan gittiğinden beri, orada kulübesinde yatıyor. Yanına kim yaklaşırsa üzerine atılıyor. Brangien getirin onu bana.
Brangien köpeği getirir. Tristan:
- Gel bakayım Husdent, der, sen benimdin, geri alıyorum seni.
Husdent onun sesini duyunca, Brangien'in elinden zincirini kurtarır, efendisine koşar, ayaklarında yuvarlanır, ellerini yalar, sevincinden havlar.
Soytarı:
- Husdent, diye bağırır, seni büyütmek için verdiğim emek helal olsun. Beni, o denli sevdiğim insandan daha iyi karşıladın. O beni tanımak istemiyor. Acaba, ayrılış gününde, bana göz yaşları ve öpüşler içinde verdiği bu halkayı tanımayacak mı? Bu akik yüzük benden hiç ayrılmadı, çok kez dertlerimin arasında ondan yardım istedim, çok kez bu yeşil akiği sıcak göz yaşlarımla ıslattım.
Iseut yüzüğü görür. Kollarını iyice açar:
- İşte seninim Tristan, al beni.
O zaman Tristan kendi sesiyle konuşur:
- Dostum, nasıl beni bunca zaman tanıyamadın? Köpekten de daha zor tanıdın. Bu yüzüğün ne önemi var? Yalnızca eski aşkımızın anımsatmasıyla tanınmanın bana daha tatlı geleceğini anlamıyor musun? Sesimin ne önemi vardı? Sen yüreğimin sesini duyacaktın.
Iseut:
- Dostum, dedi, belki sandığından önce onu duydum; ama çevremiz hilelerle dolu; bu köpek gibi duygularıma kapılarak, seni ele verdirip gözümün önünde öldürtmek tehlikesini nasıl göze alırdım? Kendimi de, seni de ele vermek istemiyordum. Ne eski yaşamını anımsatman, ne kendi sesin, ne de bu halka bir şey kanıtlamaz. Hileci bir büyücünün oyunları olabilirler. Buna karşın halkayı görür görmez teslim oluyorum. Onu görünce, öleceğimi de bilsem, akıllıca bir davranış ya da çılgınlık olsun, istediğini yapacağıma ant içmemiş miydim? Akıllılık ya da delilik; işte seninim, al beni Tristan!
Kendinden geçmiş bir durumda, dostunun kollarının arasına düştü. Kendine geldiğinde Tristan ona sarılmış, gözlerini, yüzünü öpüyordu. Iseut'yle birlikte yatağın perdelerinin altına girdiler. Kraliçe kollarının arasındaydı.
Uşaklar, soytarıyla alay olsun diye, onu salonun merdivenleri altında yatırdılar; kulübesi içinde bir köpek gibi. Alaylarına, dayaklarına sessizce dayanıyordu, çünkü arada bir yeniden kendi görünümünü ve güzelliğini alarak kulübesinden Kraliçe'nin odasına geçiyordu
Birkaç gün sonra, iki oda hizmetçisi hileden kuşkulandılar, Andret'ye haber verdiler.
O da kadınların odalarının önüne üç silahlı casus koydu. Tristan kapıdan geçmek isteyince:
- Çekil, diye bağırdılar, git de samanın üzerinde yat.
Soytarı:
- Ne diyorsunuz sevgili senyörler? dedi. Bu akşam gidip Kraliçe'yi öpmeyecek miyim? Beni sevdiğini, beni beklediğini bilmiyor musunuz?
Tristan çomağını havaya kaldırdı; korktular, geri çekildiler. Tristan, Iseut'yü kolları arasına aldı:
- Dostum, artık kaçmam gerek, çünkü çok geçmeden kim olduğumu anlayacaklar. Kaçmalıyım, belki de artık hiç dönmeyeceğim. Ölümüm yakın, sizden uzak oldukça özlemim öldürecek beni.
- Dostum, beni kollarının arasına al, öyle sıkı sar ki bu sarılışta yüreklerimiz parçalansın, ruhlarımız uçsun gitsin. Eskiden söz ettiğin o mutlu ülkeye götür beni. Kimsenin dönmediği, eşsiz müzisyenlerin sonsuz şarkılar okuduğu ülkeye.. oraya götür beni.
- Evet, seni yaşayanların mutlu ülkesine götüreceğim. Zamanı yaklaşıyor; zamanı gelince, seni çağırırsam gelir misin, Iseut?
- Çağır beni dostum, bilirsin ki gelirim.
- Dost! Tanrı senden razı olsun!
Tristan kapının eşiğinden geçince, casuslar üzerine atıldılar. Ama soytarı bir kahkaha attı, çomağını sallamaya başladı.
- Sevgili senyörler, beni kovuyorsunuz ama boşuna, dedi. Artık burada benim işim kalmadı ki, sevgilim beni uzaklara, ona söz verdiğim saydam evi hazırlamaya yolluyor. Çiçeklerle süslü, sabahleyin güneş ışığında parıldayan billur evi.
- Haydi git öyleyse, deli. Tanrı belanı versin!
Uşaklar yol verdiler, soytarı da hiç acele etmeden, dans ede ede uzaklaştı.
XIX
ÖLÜM
Küçük Brötanya'ya, Carhaix'ye döner dönmez, Tristan sevgili dostu Kaherdin'e yardım eetmek için Bedalis adında bir barona karşı savaştı. Bedalis ile kardeşlerinin tuzağına düştü. Yedi kardeşi de öldürdü, ama kendisi de bir mızrak vuruşuyla yaralandı, mızrak da zehirliydi.
Carhaix şatosuna dek zor geldi, yaralarına baktırdı. Sayısız hekim geldi, ama hiçbiri onu zehirden kurtaramadı, çünkü zehirin ne olduğunu anlayamadılar. Zehiri vücuttan dışarı atmak için bir merhem bile yapamadılar; boş yere kökler, otlar topladılar, ezdiler, dövdüler, içki hazırladılar. Tristan gittikçe kötülüyor, zehir bütün vücuduna yayılıyordu; rengi soluyor, kemikleri görünmeye başlıyordu.
Yaşamının bittiğini duyumsadı; öleceğini anladı. Sarışın Iseut'yü bir daha görmek istedi. Ama ona nasıl gidecekti? Öyle güçsüzdü ki bir deniz yolculuğu onu öldürebilirdi. Cornouailles'a dek gidebilse de düşmanlarının elinden nasıl kurtulabilirdi? Üzüldü durdu, gittikçe daha çok ezinç çekiyordu; böylece ölümü bekledi.
Derdini dökmek için gizlice Kaherdin'i çağırttı, birbirlerine bağlılık ve sevgi duyuyorlardı. Tristan odasında Kaherdin'den başka kimsenin kalmamasını, bitişik odalarda bile kimsenin bulunmamasını istedi. Karısı Iseut, bu garip isteğe için için şaştı ve korktu. Konuşmalarını duymak istedi. Odanın dışında, Tristan'ın yatağının dayalı olduğu duvara yaslanıp dinlemeye hazırlandı. Kimse görmesin diye de hizmetçilerinden birini dışarıya gözcü bıraktı.
Tristan gücünü topladı, doğruldu, duvara dayandı; Kaherdin de yanına oturdu. Başbaşa, tatlı tatlı ağladılar. Böyle çabuk sona eren silah arkadaşlıklarına ağladılar, büyük dostluklarına, sevgilerine ağladılar. Birbirleri için ağladılar. Tristan:
- Sevgili dostum, dedi, ben yabancı bir topraktayım, sizden başka akrabam yok. Bu ülkede bana yalnızca siz sevinç ve avunç verdiniz. Ölmeden önce sarışın Iseut'yü görmek istiyorum. Nasıl bir yolunu bulsam da, ona gereksinmem olduğunu bildirsem? Ah! Ona gitmeye razı olacak bir haberci bulsam, Iseut beni öyle sever ki, kesinlikle gelir. Kaherdin! Sevgili kardeşim, dostluğumuza, yüreğinizin soyluluğuna, arkadaşlığımıza güvenerek sizden rica ediyorum; şu tehlikeli işi benim için bir deneyin. Haberimi ona götürürseniz, köleniz olur, sizi herkesten çok severim.
Tristan'ın ağladığını, sızladığını, üzüldüğünü görünce, Kaherdin'in yüreği sevgiden yumuşadı; yavaş yavaş, sevgiyle yanıt verdi.
- Sevgili arkadaşım, ağlamayın artık, istediklerinizin hepsini yapacağım. Evet dostum, sizin için yaşamımı bile tehlikeye koyarım. Ne baskı, ne sıkıntı, hiçbiri elimden geleni yapmama engel olamayacak. Kraliçeye ne haber yollayacağınızı söyleyin, ben de hazırlıklarımı yapayım.
Tristan yanıt verdi:
- Sağolun dostum! İşte ricam: Şu yüzüğü alın; bu onunla benim aramda bir işarettir. Onun toprağına varınca, kendinizi saraya tüccar diye tanıtın. Ona ipek kumaşlar gösterin, bu yüzüğü görmesini sağlayın. Hemen sizinle özel olarak görüşmek için bir hile bulacaktır; o zaman ona bütün yüreğimle selam yolladığımı söyleyin ve deyin ki, yalnızca onunla iyileşebilir, gelmezse ölürüm. Ona geçmiş zevklerimizi, üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, birbirimize bağlılığımızı ve derin aşkımızın acılarını anımsamasını söyleyin; deniz üzerinde birlikte içtiğimiz içkiyi anımsasın. Ah! Ölümmüş içtiğimiz. Ondan başka kimseyi sevmeyeceğime içtiğim andı anımsasın. Bu sözümü tuttum!
Bölme duvarının arkasında ak elli Iseut bu sözleri duydu! Az kalsın bayılıyordu.
- Acele edin de, dostum, çabuk dönün; gecikirseniz beni bir daha göremezsiniz. Bana kırk gün içinde sarışın Iseut'yü getirin. Gidişinizi kızkardeşinizden ya saklayın ya da bir hekim getirmeye gittiğinizi söyleyin. Benim gemime binin, yanınıza iki yelken alın; biri ak, öteki kara olsun. Kraliçe Iseut'yü getirirseniz, dönüşte ak yelkeni açın; onu getirmiyorsanız kara yelkeni çekin. İşte dostum, başka diyeceğim yok; Tanrı yolunuzu açık etsin, sağ esen dönersiniz umarım!
Tristan içini çekti, ağladı, sızladı. Kaherdin de ağladı, Tristan'ı öptü, esenleşti.
İlk rüzgâr çıkar çıkmaz gemiye bindi. Gemiciler demirleri çektiler, yelkenleri açtılar, hafif bir rüzgârda yol aldılar. Gemi, burnu yüksek ve derin dalgaları yararak gidiyordu. Değerli eşyalar götürüyorlardı: Az bulunur renklere boyanmış ipek kumaşlar, Tours işi sofra takımları, Poiton şarapları, İspanya akdoğanları. Bu hileyle Kaherdin, Iseut'ye yaklaşabileceğini umuyordu. Sekiz gün sekiz gece, dalgaları yara yara Cornoauilles'a doğru yol aldılar.
Kadın öfkesi korkunç şeydir. Sakınmalı! Bir kadın ne denli çok severse, hıncını da o denli acımasızca alır. Kolay severler, ama nefret etmeleri de kolay olur. Bir de nefret ettiler mi, bu, dostluklarından çok daha uzun sürer. Aşklarını durdurabilirler, ama kinlerini asla! Ayakta duvara dayalı duran ak elli Iseut, her sözcüğü duymuştu. Trisan'ı nasıl da sevmişti!... Sonunda onun başkasını sevdiğini öğreniyordu. Duyduğu şeyleri aklında tuttu: Günün birinde eline bir fırsat geçerse, dünyada en çok sevdiği şeyden ne güzel öç alacaktı! Ama hiçbir şey belli etmedi, kapılar açılır açılmaz Tristan'ın odasına girdi, öfkesini saklayarak, seven bir kadının yapacağı gibi ona hizmet etmeyi, ona özen göstermeyi sürdürdü. Onunla yavaş yavaş konuşuyor, dudaklarından öpüyor, Kaherdin'in onu iyileştirecek olan hekimi yakında getirip getiremeyeceğini soruyordu, ama bu arada hep öç almanın yolunu aramaktaydı.
Kaherdin'in gemisi, sonunda Tintagel limanına demir attı. Eline kocaman bir doğan, az bulunur renkte bir kumaş, bir de güzel işlenmiş bir kadeh aldı. Bunları Kral Marc'a armağan etti. Kont ya da mabeyncilerden zarar görmeden toprağında satış yapmak için, incelikle iznini ve korumasını diledi. Kral, bütün saray yetkililerinin önünde izin verdi.
Bunun üzerine Kaherdin, Kraliçe'ye saf altınla işlenmiş bir toka gösterdi:
- Kraliçem dedi, altını iyidir.
Sonra parmağından Tristan'ın yüzüğünü çıkararak tokanın yanına koydu:
- Bakın Kraliçem, bu tokanın altını daha değerli; bununla birlikte şu yüzüğün altınının da bir değeri vardır.
Iseut yeşil akik yüzüğü tanıyınca yüreği titredi, rengi değişti, işiteceği şeylerin korkusu içinde, sanki tokayı daha iyi görmek ve Kaherdin'le pazarlık etmek içinmiş gibi onu bir yana pencerenin önüne çekti. Kaherdin yalnızca:
- Kraliçem, dedi, Tristan zehirli bir kılıçla yaralandı, ölecek. Ancak sizinle iyileşebileceğini söylüyor. Birlikte çektiğiniz büyük üzüntüleri, büyük acıları size anımsatıyor. Bu yüzük sizde kalsın, onu size veriyor.
Iseut kendini yitirecek durumda yanıt verdi:
- Dostum, sizinle geleceğim, yarın sabah geminiz yola çıkmaya hazır olsun!
Ertesi gün, sabahleyin, Kraliçe şahin avına çıkacağını söyledi, köpeklerini, kuşlarını hazırlattı. Ama onu her an gözetleyen Dük Andret de birlikte ava çıktı. Denizin yakınındaki kırlara gelince, sülünlerden biri uçtu. Andret, onu alıp getirsin diye bir şahin salıverdi; hava açık ve güzeldi. Şahin havalandı, gözden yitti. Kraliçe:
- Bakın, Efendim Andret, dedi. Şahin orada, limanda tanımadığım bir geminin direğine konmuş. Kimin o gemi?
Andret:
- Kraliçem, dedi, dün size altın bir toka gösteren Brötanya'lı tacirin gemisi. Haydi gidelim de şahinimizi geri alalım.
Kaherdin, gemisinden kıyıya köprü gibi bir tahta dayanmıştı. Kraliçeyi karşılamaya geldi:
- Kraliçem isterseniz, gemimin içine girin de, size değerli eşyalarımı göstereyim.
Kraliçe:
- Sevinerek Efendim, dedi.
Atından indi, tahta köprünün üzerinden geçti, gemiye girdi. Andret de arkasından girmek istedi, tahtanın üzerine çıktı. Ama geminin küpeştesinde ayakta duran Kaherdin onu küreğiyle itti. Andret sendeledi, denize düştü. Suyun yüzüne çıkmak istedi. Kaherdin, küreğiyle ona yeniden vurup suların içine gömdü.
- Geber hain, diye bağırdı. İşte Tristan ile Kraliçe Iseut'ye çektirdiğin bütün üzüntülerin ödülü!
İşte böylece, Tanrı sevgililerin öcünü onlara onca kötülük eden hainlerden aldı. Dördü de öldüler: Guenelon, Gondoine, Denoalen, Andret.
Demir alınmış, direk takılmış, yelkenler çekilmişti. Sabahın serin rüzgârları halatların arasında hışırdıyor, yelkenleri şişiriyordu. Gemi, limandan çıktı, güneşin ışınları altında parıldayan denizin üzerinde yol almaya başladı ve bembeyaz uzaklaştı.
Carhaix'de Tristan günden güne güçten düşüyordu. Hep Iseut'yü bekliyor, başka hiçbir şeyle avunamıyordu. Ölmemesinin nedeni de onu beklemesiydi. Her gün kıyıya birini yolluyor, geminin gelip gelmediğini, yelkenin rengini soruyordu; yüreğinde başka hiçbir istek yoktu. Daha sonra kendisini Penmarch falezine götürttü. Güneş ufukta yitinceye dek uzaklara, denize bakıyordu.
Ви прочитали 1 текст із Турецька література.
Далі - Tristan ve Iseut - 8
- Частини
- Tristan ve Iseut - 1Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3890Загальна кількість унікальних слів становить 208630.9 слів у 2000 найпоширеніших слів44.1 слів у 5000 найпоширеніших слів51.3 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 2Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3952Загальна кількість унікальних слів становить 199432.7 слів у 2000 найпоширеніших слів45.3 слів у 5000 найпоширеніших слів52.7 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 3Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3889Загальна кількість унікальних слів становить 200332.8 слів у 2000 найпоширеніших слів46.9 слів у 5000 найпоширеніших слів54.1 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 4Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3893Загальна кількість унікальних слів становить 202430.9 слів у 2000 найпоширеніших слів45.0 слів у 5000 найпоширеніших слів52.6 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 5Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3944Загальна кількість унікальних слів становить 200431.8 слів у 2000 найпоширеніших слів44.8 слів у 5000 найпоширеніших слів52.1 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 6Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3931Загальна кількість унікальних слів становить 197132.4 слів у 2000 найпоширеніших слів44.5 слів у 5000 найпоширеніших слів53.1 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 7Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 3879Загальна кількість унікальних слів становить 197731.8 слів у 2000 найпоширеніших слів45.5 слів у 5000 найпоширеніших слів52.4 слів у 8000 найпоширеніших слів
- Tristan ve Iseut - 8Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слівЗагальна кількість слів становить 808Загальна кількість унікальних слів становить 54641.1 слів у 2000 найпоширеніших слів54.3 слів у 5000 найпоширеніших слів61.4 слів у 8000 найпоширеніших слів