Pierre ve Jean - 8

Загальна кількість слів становить 4036
Загальна кількість унікальних слів становить 2048
35.0 слів у 2000 найпоширеніших слів
49.5 слів у 5000 найпоширеніших слів
56.8 слів у 8000 найпоширеніших слів
Кожна смужка відображає відсоток слів на 1000 найпоширеніших слів
- Peki, öyleyse söyleyeyim, böylelikle hiç değilse seni aldatmış olmam, seninle oturmamı istiyorsun, değil mi? Öyleyse dinle: Yüz yüze bakabilmemiz, konuşabilmemiz, her an yüz yüze gelebilmemiz için -zira ağabeyini görüvereceğim diye odaların kapılarını açamaz oldum- beni yalnızca bağışlaman yeterli değil, bağışlanmanın verdiği acı kadar kötü bir şey olamaz, bunun ne demek olduğunu bilirim. Şimdiye kadar olup biten şeylere aldırmaman, yüzün kızarmadan, bana kızmadan: ''Ben Roland'ın oğlu değilim'' demen gerek ve bunu söyleyebilmek için kendini herkesten güçlü, üstün duyumsamalısın. Ben yeterince acı çektim... hem de çok çektim, dayanamam artık... yok, artık dayanamam!... Hem yeni de değil, nice zamandır... Ama sen bunu asla anlayamazsın! Yeniden birlikte yaşayabilmemiz, sevişebilmemiz için benim küçücük Jean'ım, şunu anlaman gerek: Babanın metresi olmakla birlikte onun karısından, öz karısından farklı değildim; metresi olmaktan bugün ne utanıyorum, ne de bunun için üzülüyorum, öldü; ama onu hâlâ seviyorum, yine seveceğim. Yaşamda ondan başka kimseyi sevmedim; yaşamım, neşem, umudum, avuntum, her şeyim oydu; her şeyim, nice zamanlar her şeyim o oldu. Dinle yavrum: Tanrı tanıktır, eğer karşıma baban çıkmasaydı, yaşamdan hiçbir şey anlayamayacaktım; sevecenlik nedir, tatlılık nedir bilmeyecektim. İnsanı yaşlılıktan ürküten o güzel anlardan hiçbirini yaşayamayacaktım. Her şeyimi ona borçluyum. Yaşamda ondan ve ikinizden, kardeşinle senden başka kimsem yoktu. Siz olmasaydınız, yaşamda her şey boş ve karanlık olacaktı. Sevgi, istek nedir bilmeyecektim, anlamayacaktım. Yalnızca bol bol gözyaşı dökecektim... zira çok ağladım Jeancığım, çok!... Ah hele buraya yerleştiğimizden bu yana ne ağladım, ne ağladım! Kendimi sonsuza değin ona vermiştim, bunu seve seve yaptım; Ulu Tanrı ikimizi de birbirimiz için yaratmıştı, on yıldan fazla karı kocalık ettik. Tanrı tanıktır. Ve sonunda anladım ki o beni daha az sevdi, bana karşı hep iyi davrandı, beni hoş tuttu, ama ben artık onun için, eski sevgili değildim. Artık her şey bitmişti! Ah ne ağladım, ne ağladım! Ah yaşam ne boş şey! Neyin sonu var ki, onun da olsun... Buraya geldik, sonra da artık bir daha onu göremedim, gelmedi... Her mektubunda geleceğine söz veriyordu, hep bekliyordum, bir daha göremedim! Şimdi de öldü... Ama seni unutmadığına göre bizi hep sevdi... Onu son soluğuma kadar seveceğim; yadsımayacağım, seni de onun oğlu olduğun için seviyorum; karşında, onun yüzünden hiçbir utanç duymuyorum! Anladın mı şimdi, niye kalamam? Eğer kalmamı istiyorsan, oğlu olduğunu kabul et ve ara sıra seninle ondan söz edelim, birazcık olsun onu sev, birbirimizi gördükçe onu anımsayalım. Eğer kabul etmezsen, bunu yapmak elinden gelmezse, elveda yavrum, artık birlikte kalmamıza olanak yok! Kararını ver, ona göre davranayım.
Jean tatlı bir sesle:
- Kal, anne, dedi.
Oğlunu kolları arasına aldı, ağlamaya başladı, sonra yanağını yanağına vererek:
- Peki ama Pierre ne olacak? Onu ne yapacağız?
Jean:
- Bir çare buluruz elbette, artık onunla yaşayamazsın.
Büyük oğlunu anımsayınca annesi acıdan kıvrandı:
- Yok, yaşayamam artık, hayır, hayır! dedi.
Ve Jean'ın boynuna atılarak acı içinde:
- Beni ondan sen kurtaracaksın yavrum, ne yap yap, beni ondan kurtar diye haykırdı.
- Olur anneciğim, çaresine bakarız.
- Şimdi derhal hemen yapmalısın. Yanımdan ayrılma! Ondan çok korkuyorum... çok...
- Olur anneciğim, çaresine bakacağım, sana söz veriyorum.
- Ah ama çabuk, çabuk! Onu gördüğüm zaman neler geçirdiğimi bilemezsin. Sonra hafifçe kulağına eğilerek:
- Beni burada, yanında alıkoy, dedi.
Jean düşündü taşındı, bu düzenin tehlikeli olacağını kestirdi.
Fakat annesinin bu korku ve çılgınlığını yatıştırmak için saatlerce uğraşmak, tartışmak, bin dereden bin su getirmek zorunda kaldı.
Annesi:
- Yalnızca bir gece, yalnızca bu gece kalayım, diyordu. Yarın Roland'a hastalandı, dersin.
- Olanağı yok anne, zira Pierre evde. Hadi biraz cesaret göster, yarından tezi yok her şeyi yoluna koyacağım, söz veriyorum. Saat dokuzda oradayım. Hadi şapkanı giy, götüreyim.
Korkak ve minnet duyan bakışlarla baktı, bir çocuk gibi uysallık göstererek:
- Peki, dedi, sen ne dersen onu yapacağım.
Kalkmaya çalıştı, ama bu onu çok sarstı, ayakta duramıyordu. Oğlu şekerli su getirdi, içirdi, amonyak koklattı, sirkeyle şakaklarını ovdu. Tıpkı doğumdan kurtulmuş bir kadın gibi bitkinlik ve erinç içinde kendini salıverdi.
Sonunda oğlunun koluna girerek yürümeye başladı. Belediyenin önünden geçerlerken saat üçü vuruyordu.
Kapının önüne geldikleri zaman Jean annesini kucakladı ve: ''Allahaısmarladık anne, cesur ol'' dedi.
O, tenha merdivenleri bir hırsız gibi çıkarak odasına girdi, çabucak soyundu, eski ihanet günlerinin heyecanını bir daha yaşayarak horuldayan Roland'ın koynuna sokuldu.
Evde yalnızca Pierre uyumuyordu, annesinin geldiğini işitmişti.

VIII
Eve dönünce Jean kendini bir sedire attı; kardeşine bir hayvan gibi kaçıp koşma isteği veren üzüntü onda, onun uysal yaratılışında bambaşka bir etki yaratmış, elini kolunu bağlamış, dizlerini çözmüştü. Öyle gevşemişti ki, yerinden kıpırdayacak, yatağına bile gidecek gücü kalmamıştı; kendini ruhça, vücutça bitkin, yorgun, yıkılmış duyumsuyordu. Bu olay Pierre'i annesine karşı beslediği temiz sevgisinden etmiş, onun gururlu ruhları saran gizli onuruna dokunmuştu; ancak Jean'a gelince, etkisi başka olmuştu; o daha çok en değerli çıkarlarına dokunan bir talih darbesine uğramıştı.
Ruhu yatışıp tıpkı çalkalandıktan sonra durulan bir su gibi, kafası yerine gelince, durumu şöyle bir gözden geçirdi. Dünyaya gelişinin gizini başka bir biçimde öğrenmiş olsaydı, kuşkusuz çok üzülecek, onuruna dokunacaktı; ancak bu kavgadan, kardeşinin sinirleri bozan bu kabaca, hoyratça arabozuculuğundan, annesinin yürekler acısı itirafının doğurduğu heyecandan sonra, artık onda başkaldıracak güç kalmamıştı. Bu durum duyarlığını o kadar etkilemişti ki, önüne geçilmez bir acıma duygusuyla bütün boşinançları, en kutsal ahlak kuralları bir anda içinden siliniverdi, zaten dayanıklı bir adam da değildi. Herhangi bir kimseyle çatışmak şöyle dursun, kendi nefsiyle çatışmayı bile sevmezdi; onun için kaderine boyun eğdi. Yaşamının dingin ve tatlı geçmesini isterdi, rahatına düşkündü, karşılaşacağı güçlüklerden de yıldığı için, bu işin bir an önce çaresini bulmak gerekirdi. Bu güçlüklerin alnının yazısı olduğunu seziyordu, bunları önlemek için de insan gücünün üstünde bir güç ve etkinlik göstermeye karar verdi.
Hemen, yarından tezi yok, bu güçlükleri yenmeliydi, birdenbire bütün bu sorunları kökünden çözme gereksinimi içini sardı; zaten bu gibi işlere uzun zaman dayanamayan zayıf yaratılışlıların gücü de burada değil midir? Karışık durumları düzeltmeye, incelemeye, düzeni bozuk ailelerde dirliği bulmaya alışık olan hukukçu kafası, kardeşindeki bu ruh durumunun doğuracağı sonuçları kestiriverdi. Bir ahlaksızlık olayından sonra müşterilerinin durumlarını düzenler gibi, mesleki bir görüşle bu işin sonuçlarını istemeye istemeye gözden geçiriyordu. Hoş, Pierre ile hep birlikte yaşamasına olanak yoktu, kendi evinde ayrı oturarak bu durumu kolayca önleyecekti, ama artık annesinin büyük oğluyla aynı çatı altında kalması mümkün değildi.
Yastıklara gömülü bir durumda, kıpırdamadan saatlerce birçok çare aradı, düşündü taşındı, çözemedi, hiçbirine aklı yatmıyordu.
Birdenbire aklına şu düşünce geldi ve kendi kendine: ''Namuslu bir adam konduğu bu serveti elinde tutar mıydı?'' diye düşündü. Önce ''hayır, tutamaz; yoksullara vereyim", diye düşündü. Bu çok güç gelecekti ama çaresiz... bütün eşyalarını satacak, herkes gibi, bir işe yeni başlayan herhangi bir insan gibi, çalışacaktı. Mertçe verilen bu zor karar cesaretini kırbaçladı, yerinden kalktı, gelip alnını pencereye dayadı. Vaktiyle yoksuldu, yine yoksullaşacaktı. Ne olacak, bunda ölüm yoktu ya! Gözleri sokağın öbür tarafında yanan havagazı fenerindeydi. O sırada evine geç kalmış bir kadın kaldırımdan geçiyordu, birdenbire Madam Rosémilly'yi anımsadı, acımasız bir düşüncenin üzerimizde uyandırdığı derin bir heyecanla yüreği sarsıldı, birdenbire verdiği kararın umut kırıcı sonuçları hep birden gözünün önüne geliverdi. Bu kadınla evlenmekten, mutluluktan, her şeyden vazgeçmesi gerekiyordu. Söz vermişti, bunu yapabilir miydi? Kadın onu zengin olarak kabul etmişti. Yoksul olarak da kabul ederdi ama ondan bu özveriyi istemeye, ona bu öneriyi yapmaya hakkı var mıydı? İlerde yoksullara bırakacağı bu parayı, bir emanet gibi saklamak daha iyi olmayacak mıydı?
Doğruluk maskesine bürünen bencilliği, kılık değiştiren çıkarları ruhunda çarpışıyor, boğuşuyordu. Önceki kuruntular yerine önlemli akıl yürütmeler başgösteriyor, sonra yine kuruntular başlıyor ve yine kayboluyordu.
Yeniden oturdu, içinden gelen doğruluk duygusunu kandırma duraksamalarına bir son vermek için güçlü bir bahane, kesin bir neden aramaya koyuldu. Şimdiye kadar belki yirmi kez kendi kendine: ''Madem ben bu adamın oğluyum, bunu biliyorum ve kabul ediyorum, öyleyse servetini de kabul etmem çok doğal!'' diye düşünmüştü. Ama, bu kanıt vicdanının derinliklerinden yükselen ''hayır'' sözünün önüne geçmeye yetmiyordu.
Birdenbire şöyle düşündü: ''Madem babam sandığım adam benim babam değil, öyleyse ne sağlığında, ne de öldükten sonra servetinden yararlanacağım; zaten bu ne bana yakışır, ne de doğru bir şey olur, bu kardeşimi dolandırmak olur. Bu yeni görüş biçemi onu avutup vicdanına biraz erinç verdikten sonra, yine pencereye döndü.
''Evet, diyordu, madem aynı babadan değilim, ailemin mirasından vazgeçip hepsini Pierre'e bırakmam gerek. Bu doğru bir iş olur. Öyleyse benim de, kendi öz babamın servetine konmam aynı derecede doğru değil midir?''
Roland'ın servetinden yararlanamayacağını anladıktan, olduğu gibi hepsini onlara bırakmaya karar verdikten sonra Maréchal'ınkini kabul etmeye razı oldu, eğer ikisini de geri çevirecek olursa, dilenci gibi ortada kalacaktı.
Bu nazik sorunu bir kez yoluna koyduktan sonra, iş Pierre'in evde bulunması sorununa kaldı. Onu nasıl uzaklaştırmalı? Çaresini bulamadığı için umutsuzlanıp dururken, o sırada limana giren bir vapurun düdüğü sanki ona yanıt verdi, kafasında birdenbire bir düşünce belirdi.
Soyunmadan yatağına uzandı, sabaha kadar karmakarışık düşler gördü.
Saat dokuza doğru, tasarısının uygulanması mümkün mü, değil mi? diye anlamak için dışarı çıktı. Birkaç girişim ve ziyaretten sonra babasının evine döndü. Annesi odasına kapanmış, onu bekliyordu.
- Eğer sen gelmeseydin aşağı inmeye cesaret edemeyecektim, dedi.
Roland merdiven başından:
- Ulan bugün yemek yenmeyecek mi be? diye haykırıyordu.
Kimse yanıt vermeyince:
- Ulan Joséphine be! Ne yapıyorsunuz orada? diye gürledi.
Bodrumdan gelen hizmetçinin sesi:
- Burdayım efendim, ne istiyorsunuz? diye yanıtladı.
- Hanım nerde?
- Hanımefendi, Mösyö Jean'la yukardalar.
Roland, yukarı kata bakarak öfkeyle:
- Louise! diye bağırdı.
Madam Roland kapıyı araladı:
- Ne var, canım?
- Yemek yemeyecek miyiz be?
- Şimdi canım, geliyoruz.
Jean arkasından indi.
- Vay, sen misin? Bak hele, şimdiden evinde canın sıkılıyor.
- Hayır, baba, bu sabah annemle konuşulacak şeylerimiz vardı da...
Jean elini uzatarak ona doğru yürüdü, yaşlı adamın babalık duygusuyla dolu el sıkışını parmakları üzerinde duyumsayınca acayip, ani bir heyecan, bir daha dönmemek üzere ayrılmalardaki o heyecan içini sardı.
Madam Roland:
- Pierre gelmedi mi? diye sordu.
Kocası omuzlarını silkerek:
- Hayır, canı isterse, hep geç kalır zaten. Onsuz başlarız.
Annesi Jean'a dönerek:
- Git onu getir yavrum, beklemeyince alınıyor.
- Peki anne, gidiyorum, diyerek çıktı.
Dövüşmeye giden ürkek bir adamın heyecanıyla merdivenleri çıktı.
Kapıyı vurunca Pierre:
- Girin, diye seslendi.
Girdi. Masası üzerine eğilmiş, yazı yazıyordu.
Jean:
- Günaydın, dedi.
Pierre kalkarak:
- Günaydın.
Ve sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi ellerini uzattılar.
- Yemeğe inmiyor musun?
- İneceğim ama... şey... çok işim var da...
Büyüğün sesi titriyordu, endişeli gözlerle küçüğe ne diyecek diye bakıyordu.
- Seni bekliyorlar.
- Ya! Şey... Annemiz aşağıda mı?
- Evet, hatta seni o çağırıyor, beni gönderdi.
- Ya! Öyleyse iniyorum.
Yemek odasının önüne gelince, Pierre önce mi girsin, sonra mı diye duraksadı, derken sarsak sarsak kapıyı açtı, annesiyle babasını masada karşı karşıya oturmuş gördü. Annesine yaklaştı, eskisi gibi, onu yanaklarından öpeceği yerde, birkaç zamandan bu yana yaptığı gibi, ona yine alnını uzattı. O dudaklarını yaklaştırdı ama değdirmedi. Bu yapmacıklı hareketten sonra Pierre heyecanla doğruldu.
Kendi kendine: ''Benden sonra acaba ne konuştular?'' diye düşünüyordu.
Jean durmadan sevecenlikle ''anne'', ''anneciğim'' diyerek annesinin üstüne düşüyor, ona hizmet ediyor, bardağını dolduruyordu. Pierre, o zaman ikisinin de birlikte üzülüp ağladıklarını anladı; ancak düşüncelerinin ne olduğunu kestiremedi. Jean, acaba annesini mi suçlu buluyor, yoksa kardeşini mi ahlaksız sanıyordu?
Bu çirkin şeyi söylediği için şimdiye kadar duyduğu bütün üzüntüler yeniden onu sardı, çeneleri kilitlenmiş, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu bu insanlardan, artık kendisinin olmayan bu evden kaçıp kurtulma isteği içini yiyordu. Artık her şeyin bittiğini, aralarında yaşayamayacağını, aralarında bulunmakla bile elinde olmayarak onlara işkence edeceğini, onların da kendisine acı vereceğini duyumsadı, hemen o dakika nereye olursa olsun alıp başını gitmek istedi.
Jean, Roland'la konuşuyor, çene çalıyordu. Pierre, dinlemediği için işitmiyordu bile; ancak sesinin bir tuhaf olduğunu duyumsayınca anlamını kavramaya çalıştı.
Jean:
- Söylediklerine göre bu gemi en güzeliymiş. Altı bin beş yüz tonilatodan söz ediyorlar. İlk yolculuğunu gelecek ay yapacakmış.
Roland şaşarak:
- Ne çabuk! Bu yaz denize çıkacağını hiç ummazdım.
- Yoo... İlk seferini güzden önce yapsın diye işi sıkı tuttular... Bu sabah kumpanyaya uğradım, müdürlerden biriyle konuştum.
- Ya! Öyle mi, hangisiyle?
- Yönetim kurulu başkanının yakın arkadaşı M. Marchand'la.
- Ne, sen onu tanır mısın?
- Evet, hem ondan, ufak bir şey de rica etmeyi düşünmüştüm.
- Ya, öyleyse Lorraine limana girer girmez, bana gemiyi iyice gezdirsin olmaz mı?
- Tabii, o kolay canım!
Jean duraksar gibi oluyor, tümcelerini toparlıyor, evirip çevirip aynı konuya gelmeye çalışıyordu. Konuşmayı sürdürdü:
- Kısaca söyleyeyim mi? Bu kocaman transatlantikte sürülen yaşam pek hoş bir şey. Ayların yarısından çoğu karada New York ve Havre gibi çok güzel kentlerde geçiyor, geri kalanı da sevimli insanlar arasında denizde. Hatta insan orada, yolcular arasından, geleceği için çok yararlı, hoş kişilerle bile tanışabilir. Düşün ki kaptan kömürü tutumlu kullanarak yılda yirmi beş bin frank bir para artırıyor, belki de daha fazla...
Roland: ''Vay canına!'' deyip çocuk gibi sevindi, paraya ve kaptana karşı olan derin saygısını belli etti.
Jean yeniden söz aldı:
- Gemi komiserininkine gelince on bini bulur, doktorunki de pazarlıksız olarak beş bin tutar, tabii yeme, içme, oturma, bakım,vb. dışında. Hepsi en aşağı on bin franka gelir ki, pek hoş bir şey doğrusu...
Pierre, kardeşiyle göz göze geldi, ne demek istediğini anladı. Biraz durakladıktan sonra:
Bu transatlantiklerden birinin doktorluğunu almak çok güç bir şey mi acaba? diye sordu.
- Ne kolay, ne de zor. Duruma ve arkan olmasına bağlı.
Uzun bir susmadan sonra doktor yine sordu:
- Lorraine gelecek ay mı yola çıkıyor, dedin?
- Evet, yedisinde.
Gene sustular.
Pierre düşünüyordu. Vapurun doktorluğunu alıp giderse, bu kendisi için bir çözüm yolu olabilirdi. Sonunda da Allah büyük, belki de işi büsbütün bırakırdı. O zamana kadar da ailesinden hiçbir şey istemeden yaşamış olacaktı. Geçen gün saatini satmak zorunda kalmıştı, şimdi artık annesine de avuç açamıyor, bir şey isteyemiyordu. Başka hiçbir geliri de yoktu, oturulamaz duruma gelen bu evin ekmeğinden başka ne yiyecek bir lokması, ne yatacak bir yeri vardı. Biraz duraksayarak:
- Elimden gelse, bu vapurla seve seve çıkar giderim, dedi.
Jean:
- Niye elinden gelmiyormuş?
- Transatlantik kumpanyasından kimseyi tanımıyorum ki...
Roland da şaşırmıştı:
- Ya geleceğin için yaptığın o güzel tasarılar ne olacak?
Pierre hafif sesle:
- İnsan bazen her şeyden özveride bulunmayı, en güzel amaçlarından vazgeçmeyi bilmeli. Beş on bin frank toplayıp bir yere yerleşmem için bu zaten bir başlangıç olacak...
Babası hemen kanmıştı:
- Sahi, doğru. İki yılda yedi bin frank bir yana koyabilirsin, iyi kullanırsan bu para çok işine yarayabilir. Sen ne dersin Louise?
O hafif, adeta anlaşılmaz bir sesle:
- Pierre'e hak veriyorum... dedi.
Roland:
- Çok iyi tanıdığım M. Poulin'e bundan söz edeceğim. Ticaret mahkemesinde yargıçtır, kumpanyanın işlerine bakar. Başkan yardımcısının yakın dostlarından biri olan armatör M. Lenient'ı da tanırım.
Jean ağabeyine:
- Hemen bugün M. Marchand'ı bir yoklayayım mı? İster misin?
- Hay hay, sevinirim.
Pierre, birkaç dakika düşündükten sonra:
- En iyi çare, belki yine beni beğenen okulumdaki öğretmenlerime yazmak olacak. Bu vapurlara genellikle şöyle böyle doktorları alıyorlar. Profesör Mas-Roussel, Rémosot, Flache ve Borriquel'den gelme içten mektuplar işi bir saatte bütün kuşkulu önerilerden daha iyi çözer. Bu mektupları arkadaşın M. Marchand, kurul başkanına verdi mi iş tamam demektir.
Jean:
- Olağanüstü bir düşünce, olağanüstü! dedi.
Uzun zaman bu üzüntüyü çekemeyeceğini biliyordu ve bu işi başaracağından adeta emin olarak hoşnut, içi rahat gülümsüyordu.
- Onlara hemen bugün yaz, dedi.
- Birazdan, hemen yazarım. Şimdi gidiyorum. Bu sabah kahve içmeyeceğim, sinirlerim çok bozuk.
Kalktı ve çıktı.
Jean, annesine dönerek:
- Sen anne, ne yapacaksın!
- Hiç... Bilmem.
- Madam Rosémilly'ye kadar benimle gelmek ister misin?
- İyi ama... Peki olur... olur...
- Biliyorsun ya... bugün oraya gitmem gerek.
- Evet... evet... doğru.
Önünde konuşulan şeyleri anlamamayı huy edinmiş olan Roland:
- Niye gerekliymiş? diye sordu.
- Söz verdim de ondan...
- Ha pekâlâ. O zaman başka..., deyip piposunu doldurmaya başladı, o sırada da ana oğul şapkalarını giymek için yukarı çıktılar.
Sokağa çıkınca Jean annesine:
- Koluma girmek ister misin anne? diye sordu. Hiçbir zaman ona kolunu vermezdi, yan yana yürümeye alışıktılar. Kabul etti, yaslandı. Bir süre konuşmadılar, sonra Jean:
- Görüyorsun ya, Pierre gitmeye iyice razı.
- Zavallı oğlan!
- Niye zavallıymış? Lorraine'de canı sıkılmayacak ki.
- Hayır... biliyorum ama, neler düşündüğümü bir bilsen!
Başı yerde, adımlarını oğlununkine uydurarak uzun zaman düşündü, sonra uzun, gizli bir düşünceyi sonuçlandırırken takınılan garip bir sesle:
- Yaşam çirkin şey! İnsan onda, bir kezcik olsun, biraz tat bulup kendini kaptırdı mı, yandı gitti... sonra da pek pahalıya ödüyor...
Jean, alçak bir sesle:
- Artık bundan söz etme anne, dedi.
- Mümkün mü hiç? Her an aklımda.
- Unutacaksın.
Yine sustu, sonra pişmanlıkla:
- Ah! Keşke başka birisiyle evlenseydim, ne kadar mutlu olacaktım!
Bütün günahının, mutsuzluğunun nedenini Roland'ın çirkinliğinde, budalalığında, sarsaklığında, mankafalığında, bayağı görünüşünde bularak ona kızıyordu. İşte bu yüzden, bu adamın bayağılığı yüzünden bu duruma düşmüştü. Oğlunun birini umutsuzca bir karamsarlığa düşürmüş, ötekine de annelerin ancak yüreği kanaya kanaya yapabileceği çok acı bir itirafta bulunmuştu.
''Benim kocam gibi bir kocayla bir genç kızın evlenmesi ne korkunç şey!'' diye mırıldandı. Jean yanıt vermiyordu. Şimdiye kadar babası sandığı adamı düşünüyordu, belki de uzun zamandan bu yana babasını basmakalıp bulması, kardeşinin sürekli alayları, başkalarının onu aşağı görmeleri ve ilgi göstermemeleri, hatta hizmetçinin bile sevmemesi, bütün bunlar ruhunu annesinin o korkunç itirafına hazırlamış bulunuyordu. Başkasının oğlu olmak şimdi ona daha zararsız geliyordu. Bir gün önce o korkunç heyecandan sonra annesinin çok korktuğu kızgınlığı, öfkeyi, başkaldırıyı göstermemesinin nedeni de nice zamandan bu yana bu hamhalat budalanın oğlu olmaktan duyduğu acı yüzündendi.
Madam Rosémilly'nin evinin önüne gelmişlerdi.
Sainte-Adresse caddesi üzerinde kendisinin olan kocaman bir yapının ikinci katında oturuyordu. Pencerelerden bütün Havre limanı görünüyordu. Önce içeri Madam Roland girdi, onu görür görmez, her zamanki gibi elini uzatacağı yerde, kollarını açıp kucakladı; çünkü bu gelişlerindeki amacı anlamıştı.
Salonun kadife mobilyaları hep örtülerle kaplıydı. Çiçekli kâğıtlarla kaplı duvarlarda ilk kocası kaptanın satın aldığı dört resim asılıydı. Bunlar denizcilikle ilgili birtakım duygusal sahneleri betimliyordu.
Birincisinde bir balıkçı karısı, kocasını götüren ve ufukta kaybolmaya başlayan yelkenliye kıyıdan mendil sallıyordu. İkincisinde, yine aynı kadın aynı kıyıda diz çökmüş, korkunç dalgalar arasında batmak üzere olan kocasının kayığına bakarak kollarını uzatıyordu.
Öbür iki resim de yine aynı sahneleri toplumun yüksek tabakasında canlandırıyordu.
Genç, sarışın bir kadın, uzaklaşan kocaman bir vapurun parmaklığına dayanmış, düşlere dalmıştı. Uzaklarda kalan kıyıya yaşlı gözlerle, pişmanlıkla bakıyordu.
Acaba kimleri bırakıp da ayrılıyordu?
Sonra yine aynı genç kadın, okyanusa bakan pencerenin yanındaki koltuğa düşüp bayılmış, dizlerinden de halının üzerine bir mektup düşmüştü.
Bir ölüm haberi!.. Ne yıkım!
Konuklar genellikle bu saf ve şairane konuların bayağı hüznünden hoşlanır, bundan heyecan duyarlardı. Bunları anlamak için açıklamalara, araştırmalara gerek yoktu, hemen anlaşılıyordu. Bu dördüncü tablodaki kadının acısının ne olduğu pek bilinmediği halde, yine de insan bu umarsız kadınların hepsine acıyordu. Ama özellikle bu kuşku insanı düşleme yöneltiyordu. Bu dördüncü tablodaki kadın belki nişanlısını yitirmişti. Odaya girer girmez, gözler sanki büyülenmiş gibi bu dört konuya takılıyordu. Gözler dönüp dolaşıp birbirine kardeş gibi benzeyen bu iki kadının dört çeşit anlatımı üzerine toplanıyordu. Moda olan gravürler biçeminde özenilmiş bezenilmiş fotoğraf gibi düzgün olan bu resimden, pırıl pırıl yanan çerçeveden temizlik ve düzgünlük akıyordu, odadaki diğer eşyalar da bu izlenimi bir kat daha güçlendiriyordu.
Kanepelerin bir kısmı duvara, bir kısmı da masa çevresine düzgünce dizilmişti. Sakız gibi beyaz perdelerin kırmaları o kadar düzgündü ki, insanın eline alıp biraz buruşturacağı geliyordu. Diz çökmüş Atlas'ın (1) tuttuğu yuvarlak haritada bir saksıda yetişen kavun gibi duran Ampir biçemindaki yaldızlı saatin yuvarlağında bir tek toz bile yoktu.
Otururken kadınların ikisi de sandalyelerin yerlerini biraz oynattı.
Madam Roland, Madam Rosémilly'ye:
- Bugün hiç çıkmadınız, değil mi? diye sordu.
- Hayır, doğrusunu isterseniz biraz yorgunum, dedi ve Jean'la annesine teşekkür etmek ister gibi avdan, gezmeden duyduğu zevki anlattı.
- Biliyor musuinuz, diyordu, bu sabah tekeleri yedim, olağanüstü lezzetliydiler. İsterseniz bir gün bu gezintiyi bir daha yineleriz.
Genç adam sözünü keserek:
- Birini bitirmeden ikincisine başlamayalım, dedi.
- Ne diyorsunuz? Sanırım birincisi çoktan bitti.
- Ah! Hanımefendi, Saint-Jouin kayalığında yakaladığım bir av var ki, onu evime götürmek istiyorum.
Kadın işi saflığa vurarak:
- Siz mi? Ne o? Ne yakaladınız?
- Bir kadın! Annemle ben bu sabah acaba düşüncesini değiştirdi mi, değiştirmedi mi diye sormaya geldik.
Gülümsemeye başladı:
- Hayır, beyefendi, ben hiçbir zaman düşüncemi değiştirmem.
Bunun üzerine önce Jean elini uzattı, kadın da canlı ve kesin bir devinimle elini verdi. Jean:
- Mümkün olduğu kadar çabuk, değil mi? diye sordu.
- Ne zaman isterseniz.
- Altı hafta?
- Bilmem... Gelecekteki kayınvalideme soralım.
Madam Roland hüzünlü bir gülümsemeyle:
- Ah! Ben hiçbir şey diyemem, yalnızca Jean'ı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim, onu mutlu edeceksiniz, dedi.
- Elimden geldiği kadar çalışacağım, anne.
Madam Rosémilly ilk kez olarak biraz heyecanlanmıştı, kalktı, kollarını açarak bir çocuk gibi Madam Roland'ı iyice kucakladı. Bu yeni sevgi karşısında zavallı kadının yaralı yüreği heyecanla doldu. Duyumsadığı şeyi anlatamıyordu; bu hem acı, hem de tatlıydı. Oğlunun birini, büyüğünü yitirmişti, onun yerine şimdi bir kız, yetişmiş bir kız kazanmıştı.
Kanepelerine oturup karşı karşıya geçtikleri zaman, iki kadın el ele verip uzun zaman bakıştılar, birbirlerine gülümsediler ve adeta Jean'ı unutmuş gibiydiler.
Sonra bu evlenme işi için gereken birçok şeyden söz ettiler; her şey kararlaştırılınca, Madam Rosémilly'nin birdenbire aklına bir şey geldi:
- Mösyö Roland'a danıştınız, değil mi? diye sordu.
Ana oğul ikisinin de birdenbire yüzü aynı biçimde kızardı, annesi:
- Hayır! Gerek yok! diye yanıtladı.
Sonra açıklama yapmak gerektiğini sezdi ve duraksayarak dedi ki:
- Biz hiçbir şeyi ona sormayız. Ona yalnızca kararımızı bildiririz.
Madam Rosémilly buna hiç şaşmadı, adamcağızı o kadar hiçe sayıyordu ki, bunu çok doğal bularak gülümsedi.
Madam Roland sokağa çıkınca oğluna:
- Sana gitsek, öyle dinlenmek istiyorum ki! dedi.
Evinden ürküyordu, kendini yersiz yurtsuz duyumsuyordu.
Jean'ın evine gitti.
Arkasından kapının kapandığını duyar duymaz, sanki bu kilit onu güvenliğe almış gibi derin bir soluk çekti. Biraz önce söylediği gibi, dinlenecek yerde dolapları açmaya, çamaşırları gözden geçirmeye, mendilleri, çorapları saymaya başladı. Bir ev kadını gözüyle çamaşırlara daha hoş bir biçim vermek için eski düzenini bozuyor, yeni biçimler arıyordu. Her şeyi istediği gibi yerleştirdikten, havluları bir yana, don gömlekleri özel yerlerine koyduktan, bütün çamaşırları da iç çamaşırları, yatak takımları, sofra takımları diye başlıca üç bölüme ayırdıktan sonra, yapıtını seyretmek için bir yana çekildi ve:
- Jean, gel bak ne güzel oldu, dedi.
Oğlu kalktı, gönlü olsun diye seyretti. Yerine oturduğu zaman, annesi yavaşça geldi, koltuğa yaklaştı, kolunu boynuna doladı, öbür eliyle beyaz bir kâğıda sarılı, ufacık bir paketi şöminenin üzerine koydu ve onu kucakladı. Jean:
- Nedir o? diye sordu.
Annesi yanıtlamayınca çerçevenin biçiminden onu tanıyarak:
- Ver, dedi.
O duymamış gibi göründü, dolaba doğru gitti. Jean kalktı, bu acı anıyı çabucak aldı, odayı geçerek yazıhanesinin çekmecesine kilitlemeye gitti. Madam Roland, elinin ucuyla gözünün yaşını silerek titrek bir sesle:
- Şimdi de gidip yeni hizmetçin mutfağı iyi tutuyor mu, tutmuyor mu bir bakayım. Hazır evde yokken her şeyi denetleyeyim, dedi.
IX
Profesör Mas-Rousel, Rémusot, Flache ve Borriquel, öğrencileri Doktor Pierre Roland için övgü dolu, olağanüstü salık verme mektupları yazmışlardı ve mektupları da M. Marchand transatlantik kumpanyasının yönetim kuruluna sunmuştu; Ticaret Mahkemesi Başkanı M. Poulin, zengin armatör Lenient ve Kaptan Beausire'in dostlarından biri olan Havre Belediye Başkan Yardımcısı da bu işe aracılık etmişti.
Lorraine'e henüz doktor atanmamıştı. Pierre'in de şansı yardım etti, birkaç gün içinde atanıverdi.
Bir sabah tam yüzünü gözünü yıkamış, tuvaletini bitirmek üzereyken, hizmetçi kız Joséphine gelip mektubu verdi.
Ölüme mahkûm bir insana, cezanı hafiflettik diye haber verildiği zaman nasıl heyecan duyarsa, onun da bu ilk heyecanı öyle oldu; altında kayıp giden, onu beşik gibi sallayan denizi, bu gezgin, dingin yaşamı ve bu ayrılışı düşününce üzüntüsünün birdenbire azaldığını duyumsadı.
Babasının evinde şimdi tıpkı bir yabancı gibi sessiz ve çekingen yaşıyordu. Keşfettiği bu alçakça gizi kardeşinin yanında ağzından kaçırdığı akşamdan bu yana, ailesine olan en son bağların da kırıldığını duyumsuyordu ve Jean'a bunu söylediği için, hep bir vicdan azabı duyuyordu. Kendini iğrenç, kötü, pis bir insan olarak görüyordu ama bir yandan da söylediği için içi rahatlamıştı.
Artık ne annesiyle ne de kardeşiyle göz göze gelebiliyordu; ikisinin de gözleri bunu önlemek için şaşırtıcı bir çeviklik kazanmış, karşılaşmaktan korkan bir düşmanın kurnazlığını takınmıştı: ''Acaba annem Jean'a ne dedi, itiraf mı etti, yoksa sakladı mı? Kardeşim ne sanıyor? Annem hakkında, benim hakkımda ne düşünüyor?'' diye hep kendi kendine soruyor, kestiremiyor, çılgına dönüyordu. Zaten artık onlarla hemen hemen hiç konuşmuyor gibiydi; yalnızca Roland orada olunca iş değişiyor, anlamasın diye konuşmak zorunda kalıyordu.
Atanmasını bildiren mektubu alır almaz, hemen o gün ailesine gösterdi. Her şeye sevinen babası ellerini çırptı. Jean neşe içindeydi, ciddi bir tavırla:
- Seni bütün kalbimle kutlarım, çünkü birçok rakibinin bulunduğunu biliyorum. Tabii bunu öğretmenlerinden gelen mektuplara borçlusun.
Annesi de başını önüne eğerek hafif sesle:
- Başarılı olduğundan dolayı ben de çok sevindim, dedi.
Öğle yemeğinden sonra işleri hakkında açıklama alabilmek için kumpanyanın bürosuna gitti. Ertesi gün yola çıkacak olan Picardie vapurundaki doktorun adını sordu, ondan bu yeni yaşamına ilişkin olarak en ince noktasına kadar birçok şey soracak, karşılaşacağı bütün özel durumlar hakkında bilgi alacaktı.
Doktor Pirette gemideydi, onu buldu, kardeşine benzeyen kumral sakallı bu genç adam, onu küçük bir vapur kamarasına aldı, uzun süre konuştular.
Ви прочитали 1 текст із Турецька література.