Tanri Kulundan Dinlediklerim - 01

Süzlärneñ gomumi sanı 3963
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2206
27.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
ONU NASIL TANIDIM?
O
Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...
İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti.
Ağrıyan akıl dişimdi.
Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları sayıp dökmeye yetmez.
Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.
Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç senedi imzalamış mıdır?
Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.
İmam-ı Gazalinin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve (Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...
Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal, maddeden daha katı bir hayâl anlatacağım;
Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir saik diye haber veriyorum!
Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık kâinat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.
Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî körlüğümün nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şey görmemek yerine, ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı.
Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allahın gölgesini gördüm.
Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri düzenleyip Allaha yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım...
Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın geçmiye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!
İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "İlm-i Hâl" kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık, Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi enseme nasıl indi, bilseniz!., Bir geceydi...
Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları kütleşmiş birkaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem göğsümde, enseme inen balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.
Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa zor attığımı hatırlıyorum.
Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi kendime verdiğim "uyu" emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben...
Her şey yepyeni ve bambaşka.
O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en küstahlariyle müdafaa ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda ve namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir tarafa...
Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir (metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsizlık vehmi çekiyordum. Vehim ve şüphe!.
. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi.
Bakınız:
- Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her-şeyiyle, doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?
Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor.
Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum:
- Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim işte! Söyleyin bana herşeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın ve içyüzlerini gösterin!
Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı.
Daha ne istiyorsunuz?
Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman, mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum.
Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayâl uçsa kanatları kana boyanır.
Herşey, amma herşey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey, kendisinden başka herşeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu.
- Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Herşey o kadar yok ki, yalnız Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...
Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşındanberi, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı. İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!
Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benîm, yıllarca araştırdı, durdu:
Kırdığı her cevizin içi bomboş...
Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî siyah bir zenci...
Zenciye:
- Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve bulamıyorum. Bana yol göster!
Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten sonra genç adama dondu, mırıldandı:
- Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok! İrşad edicin benim!
Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."
İçimde, her biri bine bölünen yankılar: - Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize iklimlerinin İrşad edicilerini bu asırda bulmak....
Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle beni tarttı.
Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:
- Kimsin sen? Söyle!
Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
- İrşad edicinin habercisi!
- Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir İrşad edici?
- Her zamanda bir irşad edici var!
Gökte bir yıldız düşürken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle atıldım:
- Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!
- İlle bir tarif mi istiyorsun?
- İlle bir tarif istiyorum!
Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge, büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:
- "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!...
Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu.
(1943)

VE O GÜN, BU GÜN...
Sırvermez'e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim. Sağa saptım. "Kapalı cami" sokağına girdim. Yürüdüm, yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9" numara... İki kanadı açık bir bahçe kapısı.,. Girdim. Ne tuhaf!... Bahçe sandığım yer küçük bir mezarlık... Daha doğrusu bahçenin bir kenarında, parmaklıkla bölünmüş bir sıra mezar... Orta yerde şadırvan gibi bir şey... Etrafta, cepçevre, teker katlı, birbirine bağlı, içice geçme, ahşap damaltları... Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen kocaman bir oda... Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de Öbek öbek kâğıt kaplı pencereler... Hepsi perdesiz... Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi çırçıplak, cılk tahtalar... Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma; ve asmanın altında birkaç tahta iskemle...
Bir ân, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp kaderimin tecellisini beklemek diye bir his düştü. Asmanın altındaki boş iskemlelerden birine çöktüm.
O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir mescide benzer bir şekil belirtiyor. Kemer biçiminde baklava baklava demir parmaklıklı pencereler, içerdeki müthiş boşluğu, hendeseleştirmekte... İçeride, taşla örtülü kor kuyular gibi, meçhulün kilitli kapısı hâlinde bir duvar oyuğu... Galiba mihrap...
Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı mı açıldı, ne; odada, mihrabın içinden fışkırmış gibi bir adam peydahlanmıştı; yürüyordu, bana doğru yürüyor, tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam, mescidin bahçeye açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı demir ve çürük tahtanın boğuk homurdanışlariyle açıldı.
Evet, bir adam...
Bir kat aşağıdan geliyormuş gibi kısık bir ses:
- Hoş geldiniz, dedi, buyurun, oturun!
Onu size anlatmayacağım. Anlatamıyacağım için değil, anlatılamıyacak bir hâdiseyi boşuna zorlamamak için buna davranmıyacağım. Yalnız bir şey söyliyeyim: Gözleri!... Evet, evet, gözleri!... Gözleri, bana bakarken ne kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu gözler, en uzak yıldızdan görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu. Alçıdan heykel gözleri gibi, bu dünyaya ait her şeye kapalı; bambaşka ve harikulade bir dünyanın seyircisi gözler!.. Artık bu gözlerin etrafında; ahenkli bir baş, bembeyaz bir sakal, muhteşem bir alın, vekarlı bir burun; onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber "anlatılmaz"ın tâ kendisini terkip ediyordu.
Birden, denize bir gemiden demir atılması gibi, beynime bir duygu çöktü: Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı bu adamdaydı.
Hazinenin yanı başına gelmiştim. İş, sadece:
- Açıl, susam, açıl! Demeğe kalmıştı.
Ilık, son derece yumuşak ve ılık:
- Seni bekliyordum!
Dedi.
Şaşırdım:
- Olabilir efendim. Fakat ben isminizi bilmeden geldim buraya.
- İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri için konmuş yaftalar... Daha doğrusu, bizim kendi kendimizi kaybetmememiz için; kendi kendimize sahip olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim Tanrıkulu.,.
- Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz?
- Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız bırakmaz.
Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilâve etti:
- Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört yaşındayım.
Manâlı, mânâsız, atıldım:
- İrşad edicim sizsiniz!
- Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç izbelere çekilir miydim? Meydanlara çıkardım!
- Demin beni beklemekte olduğunuzu söylemediniz mi?
Ses kısıldı, kısıldı; gözleriyle beraber uzaklara kaçtı:
- Ben, her ân, herkesi beklerim.
- Kapamayın bana kapınızı!
- Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içeride hiçbir
şey yok...
Bütün cephe boyunca saldırmaktan başka çarem kalmıyordu:
- İslâm tasavvufuna dair okuduğum bütün kitaplar "mürşid-i kâmil"den bahsediyor; üstün irşad ediciden... O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde mutlaka bir tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama onu nasıl ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak için, istemek, gezmek, aramak yeter... Onu bulmak şartiyle Çin Seddine kadar yayan yürüyebilirim. Fakat orada da bulacağım, yine buralardaki kalabalıkların bir eşi değil mi? Nasıl olabilir; nasıl, nasıl?
Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi, içindeki dünyadan çekerek yüzüme baktı:
- İrşad edicini bulsaydın, ondan ne isterdin, ne öğrenmek dilerdin?
- Kendimin ve bütün insanlığın dâvalarını...
- Yanlış kapı çaldın! Kitabın sana bahsettiği irşad edici, bu dünyanın basamak olduğu başka bir dünyanın habercisidir. Yolu, irşad ediciden beklemiyorsun da, sen ona yol gösteriyorsun! Senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?
Ve bir ân, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri kesik kesik tekrarlıyormuşcasına bir haber verdi:
- Merak etme, istediğin oldu. Senin, bu dünyanın basamak olduğu başka bir dünyaya geçebilmen için bu dünyayı bitirmen lâzımdır... Bu dünyayı tüketeceksin!.. Belki yola çıkamıyacaksın!.. Yol Ötelerde... Fakat buranın keçi yollarını tüketeceksin!,. Keçi yollarında kaybedecek zamana ne yazık!.. Bir gün ana yolun başına ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana ağlayacaksın... Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi, sensin!
Ağlarcasına haykırdım:
- Bana bu dünya lâzım; dediğiniz gibi ötekinin basamağı olarak!...
Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı hızlı yürümeğe başladı. Ben, arkasında, evi yanan bir insan gibi şaşkın ve bitkin bakınırken, mırıldandı:
- Ben namaza gidiyorum! Merak etme, merak etme, istediğin olacak... Sana bu dünyanın keçi yollarını, bir ucundan, öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım, yolu bulabilecek misin?
Ve o gün, bugün onun dizi dibindeyim!
(1943)

KELİMELER, KELİMELER.
Dedi:
- Beni, hangi mevzuda olursa olsun, hemen görebilmen için tek çare, sadece düşünmendir. Meşhur masalda, parmağındaki yüzüğü oğar oğmaz "dile benden ne dilersin!" diye karşısına bir zenci köle çıkan çocuk gibi, elini hangi fikrin madenine değdirecek olursan önünde beni
bulursun.
Benden ayrılırken, beynin kıvrım kıvrım istifham dolu, kendini sokakların cereyanına bıraktın:
Bu adam da kimdir? Bu İzbede ne arıyor? Oturduğu damaltı ev midir, boş bir mescid mi, eski bir tekke mi, ne? Ona kimler bakıyor? Nerede doğdu, kimin nesi, nasıl yetişti, neler gördü ve geçirdi; ve nihayet ne oldu?
Heyhat ki, oğlum, senin bâzı fikirler etrafında muhtaç bulunduğun dekor eşyası müstesna, bu hususlarda elde edebileceğin hiçbir şey yok... Zira ben, yetmiş şu kadar senelik hayatım, Anadolunun bir köşesinde, bir cami ile bir çeşmeye ve çerden çöpten birkaç çatıya mâlik köyüm, nihayet beni sığındırdıkları köşe, bildiğim suratım ve hâlimle, senin için, kafa kâğıdı çerçevesinde bir merak mevzuu olmaya pek değmem, Vazgeç bütün bunlardan; istersen beni, bellibaşlı bir hayatı, doğum yeri, oturduğu yer, şuralı ve edası olan saf bir fikir diye ele al!.. Bunu yapamaz mısın? Farzet ki ben, sana bir başka cesedin, çehrenin ve birkaç müşahhas hususiyetin içinden seslenen, her istedikçe karşına çıkan ve her istedikçe karşısına çıkabileceğin saf ve mücerret bir fikirden ibaretim. Aynadaki hayâlinin nabzı, duvardaki gölgenin kanı, dağ başındaki çığlığının aksi, rüyadaki temasının vücudu, böyle birşey... Eğer beni mutlaka şahıslandırmak istiyorsan, sana, kendi hakkımda, gayet basit bir izah anahtarı verebilirim. Basitlerin basiti, üzerinde hiç durmadan geçilecek bir izah:
- Tanrıkulu, alelade bir müslümandır! Sen beni merak edip öğrenemezken, ben seni, merak etmeden öğrenmiş bulunuyorum:
Sen, şairmişsin; şair, muharrir, filân, falan... Yâni kelimeleri düzenleyip başkalarına okutmak ve dinletmek dâvasında bir adam. Eyvah; öyleyse insanların en dâvâlısına çattım demektir. Ama ziyanı yok; bizim mezhebimizde, her şeyi bıraktıktan sonra, bırakmayı da bırakmak bulunduğu için, esası dâvasızlık olan mezhebimizi, dâvasızlık dâvasına da düşmemek için, seninle her dâvada karşılaşmıya razı edebilirim. Zaten birbirimize karşı ahdimiz, seninle bu dünyanın dâvalarını çözmeğe çalışmak değil miydi?
Sen şair ve muharrirsin ha!.. Kelimelerin hokkabazı, mefhum takozlarının mimarı, mâna unsurlarının muhasebecisi... Dur bakalım, seninle bir hesap oyununa girişelim! Oyun dediğime bakma, mümkün olduğu kadar ciddî, hattâ müthiş bir oyun...
Bizim bütün düşüncelerimiz ve duygularımız, bir had, bir sınırla çevrili, değil mi? Lisan haddi, dil sınırı... Öyle bir had ki, ezelden başlayıp ebede kadar gitsek, nihayetini, ucunu, bucağını bulamayız. Ve bu had, birbirinin sağında ve solunda nisbete giren kelimelerin namütenahi tertiplerinden doğuyor; öyle mi, değil mi? Güzel!.. Elimize sadece dört tane kelime alalım: Meselâ "Tanrıkulu iyi adam değildir"... Alâ! Bu dört kelimenin birbirine nisbeti, birbirinin sağına ve soluna isabet etme ihtimâli kaç türlü olabilir? Bir dakika bekle, aramana lüzum yok... 1, 2, 3, 4... İşte sana dört tane rakam... Bu rakamları birbiriyle nisbet hâlinde kaç türlü kullanabiliriz?
Adetlerin ilminde basit düstur... Tam 24 türlü kullanabiliriz. Rakamları sıralamaya ihtiyacın yoktur her halde... Bir parça hesap bildiğini sanıyorum. Şimdi her kelimeyi bir rakam farzederek, mahut dört kelimeden kaç türlü nisbet doğacağını görelim! Tabiî aynı şey, tam 24 türlü... Bu defa sana her nisbeti ayrı ayrı gösteriyorum. Sıkılmadan takip et; bakalım bu nisbetlerden bir eksik veya bir fazlasını bulmak mümkün mü, muhal mi? İşte, işte:
Tanrıkulu iyi adam değildir... Tanrıkulu iyi değildir adam... Tanrıkulu adam değildir iyi... Tanrıkulu adam iyi değildir... Tanrıkulu değildir adam iyi... Tanrıkulu değildir İyi adam... İyi Tanrıkulu adam değildir... İyi Tanrıkulu değildir adam... İyi adam değildir Tanrıkulu... İyi adam Tanrıkulu değildir... İyi değildir adam Tanrıkulu... İyi değildir Tanrıkulu adam... Adam Tanrıkulu iyi değildir... Adam Tanrıkulu değildir İyi... Adam iyi değildir Tanrıkulu... Adam iyi Tanrıkulu değildir... Adam değildir Tanrıkulu iyi... Adam değildir iyi Tanrıkulu... Değildir iyi Tanrıkulu adam... Değildir iyi adam Tanrıkulu... Değildir adam iyi Tanrıkulu... Değildir adam Tanrıkulu iyi... Değildir Tanrıkulu adam iyi... Değildir Tanrıkulu iyi adam...
Gelelim neticeye! Bir lisanda kelimelerin sayısı muayyen mi? Elbette! Muayyen vâhidlerin birbirleriyle nisbetleri, kaç türlü ve ne kadar olursa olsun, muayyen midir? Elbette!
Aman oğlum, dikkat kesil, dikkât!!! Sana çok kolay görünüyor ama, en zor iş üzerindeyiz; yahut sana çok zor görünüyor ama, en kolay iş üzerinde... Sen yalnız dikkât kesil:
Sayılı vahitlerin birbirine kaç türlü nisbeti olursa, o şekiller de sayılı olmaya mahkûm bulunduğuna göre, bir lisan içindeki bütün tertipler, en duyulmadık deli saçmasından, en görülmedik ciddî esere, bir vatanı kurtaracak hamle sırrının İzahından, bir hastayı iyi edecek ilâcın terkip ifadesine, bütün yalanların yalan veya doğrusundan, bütün doğruların doğru veya yalanına kadar, hattâ bu cümle ve her cümle de beraber, evvelden muayyen, evvelden mukadder, evvelden malûm, evvelden mevcut şeyler değil midir? Dikkat et oğlum, dikkat et! Bu muayyenin, bu mukadderin, bu malûmun, bu mevcudun dışında, ne bir hasta sayıklayabilir, ne bir inkılâpçı yolunu bulabilir, ne bir âlim keşfini yapabilir, ne bir şair, edasını kalıplaştırabilir. Görüyorsun ki, her şey, amma her şey, oralarda, ötelerde, bizi aşan bir âlemde, hazır mevcutlar halinde bir ağacın dalları gibi üstüste bekliyor; ve biz boyumuzu uzatabildiğimiz nisbette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat yemişin kendisi bizim değil, ağacın... Gölgesi ve tesellisi de bizim...
Geçenlerde senin bir yazını okudum. Lisanı kâinatın plânı gibi bir şey farzediyorsun. Bu farzında sana hak verebilirim. İşte bir kâinatın kendi mekânında, kendi kendisine nazaran muamelesi, onun, gizli bir manto içinde nasıl sımsıkı kavranmış olduğunu akıl ve hesapla ispata yetiyor. Bize, kendi başına ve her defa ayrı ayrı mevcut gibi görünen her şey, aslî, esaslı ve tek bir mevcut önünde ya bütün varlığından soyunuyor; o zaman korkunç bir yokluk uçurumuna düşüyoruz; yahut mutlak ve sonsuz varlığın her mevcudu kahredici büyük tecellisine kavuşuyor; o zaman da prensiplerin, sistemlerin, neşelerin ve aşkların en üstüne erişiyoruz.
Mesafelerin gide gide ulaşamadığı, sayıların yüksele yüksele yetişemediği, hadlerin bitişe bitişe yekpareleştiremediği son, büyük son; her şeyi mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihaî sebep ve netice, Allahtır. Ve işte hangi ticareti yaptığını ve nereden neyi alıp nereye sattığını bilmesi gereken kelimelerin tüccarına, kelimelerle verilecek ders bu kadardır.
Ben sana "başını kes ve arkamdan gel!" dememiş miydim? Zira mevcutların Ötesine geçmek ve hürriyetlerin üstüne çıkmak için tek çare, hudutsuzlukla aramızdaki biricik geçit olan ruhun yoluna girmek... ""İman tam olduğu zaman isbat yoktur"un sırrı da burada...
Seni, kelimelere duyduğun itimattan mahrum etmek istemem. Unutma ki, dâvamız bu dünya ile ve kelimelerle... Onlara, bir kerecik fikrin topyekûn dibini ve kökünü yokladıktan sonra yine itimat edebilirsin.
Elverir ki, aklın nihaî vazifesi kendi kendisini tahrip ve anlayamayacağını anlamak olduğu gibi, onun vasıtaları kelimelerin de iç yüzünü ve gizli işaretini yine onlarla keşfeder gibi olasın... Ondan sonra yine onlara güvenebilirsin!..
(1943)

ALLAHIM, SENİ İSTİYORUZ!
Yıllardır insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert, sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı. Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle yeryüzünün bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde hiçbirisiyle avunamıyor. Lâstik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor, motorlu fillerini, pervaneli atlarını yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere arkasını dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar gelemiyen güneşin toprak Üstündeki altın lekelerini seyrediyor. Bu hastalık, masallardaki dünya güzeli şehzadelerin derdi gibi bir şey... Başında bin doktor ve üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arıyadursun; o, günden güne fenalaşmakta...
Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf bir ülke kurdu. Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları, üstünde binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun boylu, cam gözlü, dört köşe omuzlu, az konuşan, konuştuğu zaman da kurbağa gibi sesler çıkaran bir insan örneği peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli değil... Yalnız bir paspasın üstünde, yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki çıplak insan boğuşurken; milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım kısa pantalonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı kovalarken; iki lâstik tekerlekli araba 80 derece meyille bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından naralar boşanıyor.
Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş harem ağaları gibi, içinin bütün zehirlerini sinirleriyle beraber söktürmüş olan bir insan Örneği, teselliyi cematlaşmakta aramanın korkunç misali...
İşte, bütün hârikası, sadece kemiyet plânını alabildiğine köpürtmekten ibaret (Yeni Dünya) isimli diyarın macerası!..
Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz (step)ler memleketinde başka kardeşleri, yıldızların bile duyduğu bir çığlık kopardılar: komünizma!..
Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke sabunu satan işportacıların kolay belâgatiyle dünyayı, asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları markaladılar. Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat istirahatten ibaret bir sınıfın İstırabı, insandaki büyük ve mücerret idrâk ıstırabının yerini almak istedi. O gün-denberi kâinatı dört köşe gören bir madde telâkkisi, hâdiselerin ebedî düğümünü ariyan ruh kavrayışına; sefil bir yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık murakabesine; Eskimolara bile vâdeden insaniyetçi dolandırıcılık, millet aşkına; sokak afişçiliği, saf ve hâlis san'ata; âdî vuzuh, ulvî muğdile düşman kesildi. Sonunda onlar da, ezelî ve ebedî kıymetlerin çoğuna, merkezinden mahrum olarak, sinsi sinsi dümen kırmakta aradılar muvazeneyi...
Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp Baltık sahillerinde kasırgalaşan, sonra dünya büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut tecrübeye: Faşizma ve Nazizma!...
Bu tecrübe, eşya ve hâdiselere tahakküm iktidarından düşen, öz terakkileri içinde boğulan (Greko - Lâtin) medeniyetinin kendi nefsine karşı bir aksülâmeli oldu. Bir aksülâmel; kendi kanunlarına, mukaddeslerine karşı bir isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi müsbet bilgiler, onu bir hançer gibi tutan elde, hiçbir başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir İmtiyaz ve tahakküm edasiyle mirasa konmak İstedi.
Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmıyan, sadece kâbuslarda bile görülmez bir iştiha ve ihtiras psikolocyasiyle şişmiş, ilim ve sistem sahibi bir canavarlık hamlesi kapladı. Netice malûm...
Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda!.. Bir zamanki sahte muvazeneleri ve sonra bu muvazeneyi allak bullak eden madde keşiflerinden sonra, rahimlerine bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve nihayet teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya mecbur olacak kadar bedbahtlaşan; şu ânda. maddede muzaffer, fakat mânada büsbütün müflis onlardır!
Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramiyor. O, kifayetsizi ve dalâleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil, fakat müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak, dâvaların davası...
Niçin o kadar tapındığı müsber ilimler ona tesellisini vermiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları; suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri; Londradaki fısıltıyı Tahranda dinleten kâşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil?..
Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekârın kulağına eski vecdin sesleri yerine sar'alı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın gözüne, eski ahenkli yüzler yerine, yedi başlı zebaniler ve kemik hastalıkları koğuşundan seçilmiş hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit, kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri aletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...
İnsanlık bunalıyor!!!
İşte bütün dâva; insanlık bunalıyor!!!
Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı kıyamete rağmen insanlık bunalıyor. Ve asıl bundan sonra bunalacak!...
Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda dolaştı; ve (Bunalma felsefesi) başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeğe çalıştı. Şimdi de insanlığın beklediği yeni ve büyük (metafizik)ten bahsediyorlar!
Artık anlıyoruz ki Allah dünyamızdan çekilmiştir!
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan çekilmedi; dünyanın kalbleri, kendilerini onun malından çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.
Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin ruhunu tüküren ham ve kaba softa mı? Adını bile anmayın!
Basit ve tabiatın üstünde, âlem içi âlem sezen yepyeni (fevkalâde) telâkkisi; sen neredesin? Kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbâle ve maveraya iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar gibi boynu kesilmiş büyük saffet ve teslimiyet; bizi Efendimize ancak sen kavuşturabilirsin!
Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?.. Ne diye bu âdi maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki ânı, hep bu gençliğin üstündeki durağı İfadelendirmek için...
Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir (harikulade) telâkkisi, ne bir sonsuzluk duygusu, ne bir gizlilik idrâki, ne bir yarın iştiyakı!..
Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar gibi ilk darbeyle yürüyor ve hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü! Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..
Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir çehreden sevginin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde takibi mümkün bir iş değil!.,.
Ve işte bunalıyoruz!!! Günün en ince çizgisi, bu... Rahatsızız; mahduda sığamıyor, hudulsuzu dolduramıyoruz.
Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...
Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez bir plânda, kâinat kadar büyük şahsiyetini ihtar edişinden doğmakta...
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine davet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yanyana gelmemecesine müthiş, patlama ânı var...
Allah'ım! Seni istiyoruz!..
(1943)

İNANMAK
Gözlerinde hep o kuşların gözlerindeki incecik perdeye benzer şeffaf bir tül... Fikri, göz yaşlarının içinden süzüyormuş gibi, ağlamaklı:
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Tanri Kulundan Dinlediklerim - 02
  • Büleklär
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 01
    Süzlärneñ gomumi sanı 3963
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2206
    27.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 02
    Süzlärneñ gomumi sanı 3985
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2258
    24.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 03
    Süzlärneñ gomumi sanı 3994
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2138
    25.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 04
    Süzlärneñ gomumi sanı 3903
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2348
    22.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    33.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 05
    Süzlärneñ gomumi sanı 3994
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2323
    24.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    35.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 06
    Süzlärneñ gomumi sanı 3966
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2257
    24.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    35.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 07
    Süzlärneñ gomumi sanı 3896
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2081
    21.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    32.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 08
    Süzlärneñ gomumi sanı 3817
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2127
    22.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    32.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 09
    Süzlärneñ gomumi sanı 3999
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2326
    24.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    36.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 3986
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2203
    21.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    30.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 11
    Süzlärneñ gomumi sanı 3956
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2368
    21.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    31.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    37.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 12
    Süzlärneñ gomumi sanı 3955
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2267
    23.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    32.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 13
    Süzlärneñ gomumi sanı 3933
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2291
    21.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    31.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    38.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 14
    Süzlärneñ gomumi sanı 3964
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2289
    22.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    32.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Tanri Kulundan Dinlediklerim - 15
    Süzlärneñ gomumi sanı 2238
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1432
    27.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.