Stuttgart Cücesi - 1

Süzlärneñ gomumi sanı 4133
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2219
32.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
53.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk aşama, insan varlığının en somut anlatımı olan sanat yapıtlarının benimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce öğeleri en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir ulusun, diğer ulusların edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğrusu kendi düşüncesinde yinelemesi; zekâ ve anlama gücünü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz, bu bakımdan önemli ve uygarlık davamız için etkili saymaktayız. Zekâsının her yüzünü bu türlü yapıtların her türlüsüne döndürebilmiş uluslarda düşüncenin en silinmez aracı olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyatın, bütün kitlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir etkisi vardır. Bu etkinin birey ve toplum üzerinde aynı olması, zamanda ve mekânda bütün sınırları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi ulusun kitaplığı bu yönde zenginse o ulus, uygarlık dünyasında daha yüksek bir düşünce düzeyinde demektir. Bu bakımdan çeviri etkinliğini sistemli ve dikkatli bir biçimde yönetmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen Türk aydınlarına şükran duyuyorum. Onların çabalarıyla beş yıl içinde, hiç değilse, devlet eliyle yüz ciltlik, özel girişimlerin çabası ve yine devletin yardımıyla, onun dört beş katı büyük olmak üzere zengin bir çeviri kitaplığımız olacaktır. Özellikle Türk dilinin bu emeklerden elde edeceği büyük yararı düşünüp de şimdiden çeviri etkinliğine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okurunun elinde değildir. 23 Haziran 1941.
  Milli Eğitim Bakanı
  Hasan Âli Yücel
 
  SUNUŞ
 
  Cumhuriyet'le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi'nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır.
  Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir "Aydınlanma Kitaplığı'' kazandırmak istedik.
  Bu çerçevede, 1940'lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık.
  Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz.
  Cumhuriyet
 
  GİRİŞ
 
  Gootfried Keller bir yazısında Eduard Mörike'nin kişiliğini: "Horatius'un (1) ve Şıvablı (2) kibar bir hanımın oğlu" sözleriyle çizmiştir. Gerçekten bu şairin özelliği bundan daha iyi belirtilemezdi. O, dünyada klasikle doğal-gizemli arasında yurdunu bulmuştu; titreşim ve duygularda fırsat buldukça sayrılıya dek giden bir ince duyuş, işte onun şiirinin ve öykülerinin olgunlaştığı besi toprağı buydu. Bu nedenle, yarattığı yapıtlarda, onu doğanın bir parçası gibi gösteren şaşmaz bir hava vardır.
  Herhalde böyle ince dokunmuş bir sanat yaradılışının dış dünyada güçlüklerle karşılaşmış olmasına hiç de şaşmamalı. Çok doğal olarak, Mörike'nin bir kentli olarak geçirdiği yaşam bir başarı olmaktan çok uzaktır. Eduard Mörike 8 Eylül 1804'te Stuttgart yakınında Ludwigsburg'da bir hekimin oğlu olarak dünyaya geldi. 1822-1826 arasında Tübingen Vakfı'nda dinbilim okudu. Şiirlerinin Peregrinası ve sanatçı romanı "Maler Nolten"in "Elisabeth"i olan Maria Mayer'le karşılaşması bu öğrenciliği zamanına raslar. Mörike, bu karşılaşmadan derin bir biçimde etkilenmişti. Sonra hemen hemen sekiz yılını Şıvab köylerinde papaz yardımcılığı yaparak geçirdi, sonunda 1834'te Cleversulzbach'da papaz oldu. Ancak hiç sevmediği bu görevden bıkarak daha 1843 yılında emekliye ayrıldı. Mergentheim'da birkaç yıl boş oturduktan sonra 1851'de Stuttgart'ta Katharin Vakfı'nda, ancak pek az zamanını dolduran, bir yazın öğretmenliği görevi aldı, arkasından evlendi. 1866'da bu işini de bıraktı. Evliliği de pek mutlu olmamıştı, sonunda evlilerin ayrılmasıyla bitti. Mörike ömrünün son yıllarını Lorch ve Nürtingen'de darlık içinde geçirdi ve en sonunda yeniden Stuttgart'a döndü. Ölüm döşeğinde karısıyla barıştığı halde, yaşama gözlerini kapadığı 4 Haziran 1875'te yanında kimse yoktu.
  Mörike'nin değeri ancak ölümünden sonra anlaşıldı; özellikle Schumann, Robert Franz, Brahms ve Hugo Wolf'ün seslendirdiği şiirleri onu halka mal etti. Yaşamda olduğu sırada değerini bilenler yalnızca onun genişçe dost çevresi olmuştu. Bu çevrede yurdunun en iyi insanlarına yer vardı. Başlıcaları: David Friedrich Straus, Friedrich Theodor Vischer, Wilhelm Waiblinger, ama aynı zamanda Theodor Storm, Moritz von Schwind ve Paul Heyse. Bunlarla dostluğu ve mektuplaşmaları Mörike'nin yaşadığı yaşama pek az ışık tutar - öyle bir yaşam ki, görünüşe bakılırsa, pek dar bir çevre içinde geçmemiştir. Mörike, birkaç kısa yolculuktan başka Şıvab ülkesinden hiç ayrılmamıştır; fakat onun zaten büyük bir dış çevreye gereksinmesi yoktu, çünkü kendi içinde zengin bir dünya taşıyordu, bu dünya, en çok onun şiirlerinde temiz ve açık bir biçimlenmeye ulaşmıştır. Goethe'den sonra en büyük lirik şair olduğu yolundaki ününü de bu içten ve derin ruh zenginliği sayesinde kazanmıştır.
  Şiirlerinin sevimliliği, sessiz karamsarlığı ve şakacı rahatlığı onun düzyazısında da yer alır.
  "Mozart Prag Yolunda" Alman uzun öykülerinin en güzellerinden biri ve belki de en güzelidir. Onda kendini gösteren ve neşeyle yakın ölüm arasında dolaşan duygu durumu, Mozart'ın kişiliğini birçok büyük yaşamöyküsünden daha iyi yansıtır.
  "Stuttgart Cücesi" ise Alman yazınının en gelişmiş sanat masallarından biridir. Masal havası burada Şıvab halk biçemiyle aynı düzeyde ve katıksız bir özelliktedir, öyle ki belli bir görüşe bağlanmış olmayan bir okur burada çok eski bir halk söylentisinden doğma bir masal karşısında bulunduğunu sanır.
  Ölümünden sonra, Mörike'nin yaşam yapıtı bütün halk çevrelerinde çok çabuk sürekli bir iz yarattı; bu izde onu seven dostlarının büyük çabaların katkısı da vardır. Friedrich Theodor Vischer, Mörike'nin mezarı başında, bu şairin kişiliği üzerine derin bir anlayışı göstermesi bakımından aşılamayacak sözler söylemesini bilmiştir: "Evet, hepsinin nedeni sevgiydi: Her yabancı duruma yürekten girebilmesi, insanların nedenliği, yaşamı ve acıları, ne varsa hepsine ve her birine, hatta dilsiz hayvanların zavallı karanlık ruhuna da düşünce olarak girebilmesi de hep sevgidendi. O, her duyguyu anlıyor, düşünceleri daha dudaklara varmadan keşfediyordu. Bu anlatış gücü, bu ayrıntılara kadar gidiş, bölümlere ayırma, verme ve aktarma yeteneği ve ayrıca onun, incitecek kadar bir keskinliğe gitmeksizin, insanlığın zayıf yönleri üzerine öyle yumuşak ve candan gülerek, özgür ve neşeli bir betimlemeyle budalalığın anlamsızlığını açığa vuran ince zekası ve taşkın gülmecesi; işte bütün bunlar hep birlikte bir toplam yarattılar. Bu toplam, çevresindeki bütün ruhları, karşılıklı ilişkilerin alışveriş seli içine daldırır ve oradan hiç kimse erince kavuşmuş, yüreği ferahlamış olmadan ve kendini gençleşmiş duyumsamadan dışarı çıkmazdı."
 
  Gerhard Herrmann
 
 
  STUTTGART CÜCESİ
 
  Ben, ülkenin her yanında,
  Kentte ve taşrada,
  İyi tanınan bir cinim.
 
  Kunduracılıktır uğraşım benim;
  Yedi yüz yıl önce geçti bu serüvenim.
 
  Kuru yemiş çöreğini ben buldum.
  Nice garip oyunun sahibi oldum.
 
  Herhalde beş yüz yıl ve belki daha da önce, yürekli bir savaş kahramanı ve ünlü bir bey olan Kont Eberhard von Wirtemberg, Alman devlet büyükleriyle, Habsburglardan Rudolflerle ve onun ardıllarıyla, bundan başka daha çok kentle uzun süren korkunç savaşlar yaptı ve ondan sonra Schwaben (3) ülkesini yeniden erince ve barışa kavuşturdu. İşte o sıralarda Stuttgart'ta yaşayan Seppe adında bir kunduracı kalfası, hoşlanmadığı ustasına işinden ayrılacağını bildirmişti. Artık ne anası, ne babası kalmıştı, ne de kardeşleri yaşıyordu; o zamana kadar, doğduğu kentten pek uzaklaşmamış olduğu için de şimdi diyar diyar dolaşmak istiyordu.
  Yola çıkacağının son akşamı kalfaların odasında tek başına oturuyordu. O sırada öbür kalfalar hâlâ ya içki alemindeydiler ya da bir yere konuk gitmişlerdi. Ağzı iple bağlanmış olan torbası önünde duruyordu; yolcu sopasını da yana koymuştu. Ancak bu güzel oğlan, nedenini pek de bilmeden, başını önüne eğmiş derin derin düşünüyordu. Masanın üzerindeki lambada, yana yana büyücek bir kurum parçası birikmişti. Başını kaldırıp baktığı ve fitili düzeltmek için elini mandala uzattığı sırada, boş sandığının üstünde, yabancı bir küçük adamın oturmakta olduğunu gördü. Kısa ve basık yapılı bu yaratık onun beline bile erişemeyecek kadar küçük bir şeydi. Beline kirli bir deri önlük sarmış, ayaklarına terlik giymişti. Saçları kömür gibi karaydı; ama buna karşılık, açık mavi renkte, sevimli gözleri vardı.
  "Merhaba Seppe! Beni tanımıyor musun? Ben Karagün Dostu, yer cücesi, Hızırım. Senin iyi bir insan oğlu olduğunu, hep başkalarına ayakkabı diktiğini, ama kendine hiç de iyisini ayırmadığını biliyorum. Yarın yola çıkmak istediğin için sana, yol parası yerine, kendim emek vererek yaptığım iki çift uğur pabucu getirdim. İşte bak! Bir çiftini yarın sabah hemen ayağına giyersin; öbür çifti de yanına alır ve yolda giderken bir yere bırakırsın. Ama sözüme dikkat et! Hiç belli etmeden ve kimse görmeden! Belki bir zaman sonra kısmetin bir gün önüne çıkıverir. Hem bundan başka burada, çimlenmek için de bir şey var. Yuvarlak bir meyveli çörek. (4) Bundan ne kadar kesip alırsan al; geriye bir parmak kadar küçük bir kabuk bile kalsa, onu torbanın ya da kutunun içine at, sakla; kestiğin yer kadarı hep kendiliğinden yeniden büyüyüp bütünlenir. Onu hiçbir zaman sonuna kadar tüketme, yoksa biter. Tanrıya emanet ol, ne söyledimse hepsini eksiksiz yerine getir. Bir şey daha: Eğer yolun Oberland'a (5) düşerse Ulm'a ve Blaubeuren'e (6) doğru da git, oralarda bir külçecik kurşun bulursan, onu benim için al ve buraya getir!" - Seppe bütün bunları yapacağına söz verdi ve hepsi için, gerektiği gibi teşekkür etti; ama cüce adam bu sırada birdenbire gidince kalfa içindeki sevinci bağıra bağıra açığa vurmak istedi; hemen çörekten bir parça tattı; pabuçları iyice gözden geçirdi. Bunlar sanki kendisinin elinden çıkmış gibiydi. Yalnız şu ayrımla: Bunların çok ince, nefis dikişleri vardı ve yumuşak kırmızı deriyle astarlanmışlardı. Bir çiftini ayağına geçirdi ve besbelli öyle pek yakınlarda talihin herhangi bir cilvesine uğrayabileceğini düşünmediği için olacak, şimdilik oda içinde şöyle beş on kez gidip geldi. Sonra yatağına yattı; ertesi sabah tan yeri kızarıncaya kadar uyudu, o anda ona, bir yere iki üç kez belirli bir biçimde vuruluyor gibi gelmişti ve birden uyandı. Bunu öteki kalfalar da duymuş, ama aldırmayarak hemen yine uykuya dalmışlardı. Bunu kesin benim dört yemenim yapmıştır, diye düşündü ve çevreye kulak verdi; ama artık hiçbir şey ne kımıldadı, ne de ses etti.
  Kalfa giyinip hazırlandıktan sonra keyifli keyifli ayaklarına bakarak: "Şimdi artık", dedi, şeytanın bir bacağı yok oluncaya kadar yürüyebiliriz! Bundan sonra kendimi hiçbir kontla değişmem!" Her şey tam ve eksiksizdi; yalnızca küçük bir yanlışlık yapmıştı, bir çiftin tekini öbür çiftin tekiyle değişmişti. Adam sen de, bunu ona şimdi kim anımsatabilirdi!
  Bu durumda, ustasını ve ailesini uyandırmamak için sessizce merdivenlerden indi; onlarla bir gün önce esenleşmişti. Sabah çorbası yerine de, yolda giderken, çöreğinden adamakıllı bir parça koparıp yedi. Şimdiye kadar hiç böyle bir şey ağzına koymamıştı. Gerçi ninesinden çok işitmişti; kadıncağıza bir gün çocukluğunda bir komşu kadının evinde bu ekmekten bir parça vermişler; çok da güzel bir şeymiş.
  Kentin yukarı kapısından çıktı. İki ya da üç ok atımı ilerleyince bir köprüye geldi; orada kısa bir süre oturup doğduğu kentin kulelerini, Kont'un şatosunu, evleri ve kale duvarlarını sabah güneşinin altında son bir kez daha seyretmek istedi. Yeniden yola çıkmadan önce de aklına pabuçlarının öteki çifti geldi. Bunları burada bırakabilirdi. Bu iş de bittikten sonra asıl yolculuk başladı. - Weinsteig denen yerden bir saat ilerde yeşil bir ormana ulaştı. Bir meşe ağacının dallarından "Der blaue Montag" (mavi pazartesi) adı verilen bir kuşun öttüğünü duyar gibi oldu. Bu ad, eğlence düşkünü olan kuşa, haftada bir gün işini bırakmasından ötürü verilmişti. O gün yalnızca eğlenceli havalar şakır ve başka kuşların yuva kurmalarını, kuluçkaya yatmalarını ve yavrularını beslemelerini tembel tembel seyrederdi. O sırada doğal olarak kendi yavruları da açlıktan ölürdü. İşte bu nedenle, o artık ender görülen kuşlardan biri olmuştur. Seppe: "Ah şunu bir yakalasam" diye düşündü. "Onu, yolda önüme çıkacak bir beye satarım. Böyle garip bir kuş çoğu kez iki danaya bedeldir. Hapsisaulılar (7) kiliselerinin yıllık kutlama törenini bir defasında bir guguk kuşuna feda etmemişler miydi! Eğer ben bir taler (8) ele geçirsem işim iştir. Acaba oraya nasıl çıkarım?" - Ömründe ağaca tırmanmasını becerememişti; ama bu kez başardı. Sanki altı kişi bir olup onu itmişti. Yukarıya ulaştığı zaman yuva içinde, uçuşa hazır, mavi başlı yedi yavru gördü - bir elini onlara doğru uzatır uzatmaz - çatırr! çürümüş dal kırıldı ve kunduracı yere düştü. - Bu sırada kafasını ve bacağını kırmamış olması inanılmaz bir şeydi. Ayağa kalktı ve kafasını ovuştururken "bilmem ki" dedi. "Karagün Dostumuz hakkında ne düşünmek gerek; bu hiç de yüreklendirici bir başlangıç olmadı".
  Sinirlerini yatıştırmak için çöreğini torbadan çıkardı ve onun gerçekten yine kendiliğinden artarak yusyuvarlak ve bütünlenmiş olduğunu gördü. Bu kez yürürken çörekten boyuna çimlendi durdu, ama sonunda artık o da fazla gelmeye başlamıştı. Bir atasözü, "artık boğazından geçmeyeni yalnızca yalamalı" dememiş boşuna!
  Kafası en çok Augsburg ya da Regensburg'a takılmıştı, çünkü bu kentlerin başka birçok kentten daha çok övüldüğünü işitmişti. Ama ne de olsa Ulm'a gitmek istiyordu.
  Çok geçmeden, Bempflinger Tepesi'nden, bir mavi duvar gibi yükselen Şvab Alplerini zevk ve hayranlıkla seyretti. Zaten o güzel mavi Glasberg Dağları'nın başka türlü olacağını da düşünmemişti. Nitekim onların ardında da, çocukluğunda kendisine anlattıklarına göre, Saba Melikesi'nin döner bahçeleri olacaktı. Bununla birlikte uzaklarda, bu dağların ötesinde başka köylere raslayacağını da biliyordu. Bu arada arka arkaya Böhringen, Zainingen, Feldstetten, Suppingen köylerinden geçmesi gerekiyordu.
  Şimdi bu yolda giderken peşine bir boyacı kalfası takılmıştı. Bu, dokunaklı ve alaylı konuşan çok kurnaz bir delikanlıydı. Gül gibi kırmızı yanakları, kıvılcım saçan gözleri ve kıvırcık kara saçları vardı. Ağzı hiç durmadan işliyor, ya gevezelik ediyor ya da ıslık çalıyordu. Ama Seppe ona pek aldırmadı. Zaten tam da şimdi kafasında dolaşan bir düşünce üzerinde kendi kendine sessizce düş kurmak istiyordu. Yol üzerinde bir meyve cenderesi gördü, teknesi, önünde yana devrilmiş duruyordu. Yol arkadaşı durmaz gider umuduyla cenderenin üzerine oturup bekledi. Ama öteki de yanı başındaki çimenin üzerine uzandı ve sıcaktan yorulmuş gibi, hemen bir uyku kestirmeye başladı. Çevre tümüyle sessizdi; yalnızca bir tanecik cırcır böceği hendeğin tozlu kıyısında kendi havasını tutturmuş durmadan ötüyordu.
  En sonunda Seppe kendi kendine, ama yine oldukça yüksek perdeden, söylenmeye başladı: "Şimdi artık ne yapacağımı biliyorum", dedi, "ben bir bıçak bileyicisi olacağım. Nereye gitsem ya da nerede dursam canım hep bir tekerlek çevirmek istiyor, hatta bu bir iplik çıkrığının tekerleği bile olsa!" - (Gerçekten de bu, duruma uygun bir istekti ve başka türlü de olamazdı; çünkü pabucunun bir teki bir kız için adanmış bulunuyordu.) "Bileyicilik", diye sözünü sürdürdü, "bir insanın hemen yapabileceği bir şey olsa gerek. Böyle bir kimse tezgahını bir el arabasının üstüne koydu mu, güle oynaya dünyayı dolaşır, her gün başka bir kent görür, orada bir pazar alanının köşesinde bir gölgeliğe konar ve taşını kıvılcımlar saça saça döndürür durur. Kim ne derse desin, bu, artık benim sanatım ve hünerim. Bunu bütün iliklerimde duyumsuyorum. Hem bu benim kısmetim de; çünkü rahmetli dayım bir gün Seppe'nin burcu bileği taşıdır, demişti."
  O bu sözleri söylerken, boyacı yamağı da yattığı yerden yarı doğrulmuştu. "Bu herif çıldırmışa benziyor" diye düşündü, "ben bunun yanında bir an bile canımdan emin olamam." - Yavaşça ayağa kalktı, oradan sıvışarak tarla içlerinden büyücek bir kıvrım yaptı ve doğruca yola çıktı. Sanki kuyruk sokumu ateş almış gibi Metzingen'e doğru seyirtti gitti. Sonunda kunduracı da ayağa kalkmıştı. Öbürünün ilerde koşa koşa uzaklaştığını görüyordu. Onun bu davranışını hiç garipsemeden, kendi kararından son derece hoşnut, aynı yere doğru yollandı. Yalnızca oraya gelince, çevresine baktığında bütün halkın başlarını pencerelerden çıkarıp ona baktığını gördü. Yol üzerinde bulunan yirmi kadar çocuk da bağıra bağıra arkasından koşmaya ve şu türküyü söylemeye başlamıştı.
 
  Scheraschleifer, wetz, wetz, wetz,
  lass dein Raedla schnurra!
 
  Stuttgart ist a grausse Stadt,
  Lauft a Gaensbach dura.
 
  Makas bileyicisi, cız, cız, cız,
  Tekerleği vızıldat dur,
  Stuttgart büyük bir kent, ortasından
  Bir kaz deresi akar durur.
 
  Seppe son derece kızmıştı, elindeki boğumlu sopasını birkaç kez bu haylaz sürüsünün arkasından savurdu, ama onlar bu kez daha da azgın bağırmaya başladılar. O da kurtuluşu bu eşek arısı yuvasından, elinden geldiği kadar çabuk kaçmakta buldu. Kasabanın son kulübesinin önünden geçerken zayıf bir sesin hâlâ rüzgârın içinden seslendiğini duyuyordu: Makas bileyicisi, cız cız, cız...
  Bu oyunu kendisine oynayan boyacıyı bir kez ele geçirmeyi ve derisini, hak ettiği gibi, yüzmeyi ne kadar isterdi. Ama ne çare ki boyacı, işi orada olduğu için, kasabada kalmıştı; yoksa asıl evi, kendisinin Seppe'ye yolda söylediğine bakılırsa, Büssingen'deydi.
  Seppe, kendisine oynanan bu kötü oyunun üzerinde çok durmadığı gibi, bu yüzden kararından da vazgeçmedi. Yolunda yürümeyi sürdürdü ve artık o gün başkaca hiçbir önemli olayla karşılaşmadı. Yalnızca arada bir sola gideceğine sağa saptı ve sonra bu kez sağa gitmesi gerekirken sola döndü. Bu gidiş, kuşkusuz, bir yere en az yorularak ulaşmak için yol rehberlerinde anlatılan yöntemlere hiç uymuyordu. Bununla birlikte yine de bir süre sonra Urach'a varabildi ve geceyi geçirmek için orada konakladı. Ertesi sabah dağlara doğru yükselen bir bayıra tırmandı. Ama bu, sıkıntısız olmamıştı.
  Dün de farkına vardığı gibi, pabucunun bir teki sıkmış, nasır yapmıştı. Bu ona hayli zorluk verdi. Bereket versin, tam yokuşun bittiği yerde, arabasına bir miktar marangozluk eşyası yüklemiş, Suppingen köyünden iyi bir adamla karşılaştı. O daha ağzını açmadan, köylü onu arabasına çağırıp oturttu.
  Bir süre böyle yan yana oturmuş, büyük ovada sessizce ilerledikten sonra, köylü konuşmaya başladı: "İzninizle merakımı gidermek için size sormak zorundayım; siz herhalde bir tornacı olmalısınız, öyle değil mi?" - "Neden?" - Köylücük kalfanın ayağına bakarak "kendi kendime; eh, dedim, durmadan çalıştığına bakılırsa, bu gidişle benim dört tekerleğimi de döndürmek zorunda kalacak, diye düşündüm". Seppe bu sözden biraz sıkıldı, ama içinden de çok sevindi, "köylü bu sözüyle bana bir ışık tutmuş oluyor, bir torna tezgahı önünde yaşama atılmalısın, başka bir yere artık gitmemelisin, demek istiyor", diye düşündü.
  Bu andan başlayarak kunduracımız, içi dışına çevrilmiş bir eldiven gibi, bambaşka bir insan olmuştu. Dili açılmış ve neşesi yerine gelmişti. Hemen çöreğini çıkardı ve kestiği parçayı tümüyle köylüye vererek: "Sevgili adam" dedi, "sizin, benim bir tornacı olduğumu keşfetmenize hoşnut oldum", köylü de: "Ha, evet!" ve kendini kastederek: "O iyi anlar" dedi. - Yaşlı köylü lokmasını çiğnemeye başlamıştı. Bunu yaparken de çok hoşlandığını belli etmek için, gözlerini iyice kapıyordu. Çöreğinden geri kalan parçayı evdeki karısına ve çocuklarına götürmek için sakladı. Bundan sonra dili açıldı; kalfaya dağdaki kendir ve keten ekimine ilişkin birçok şey anlattı. Bu arada kışın, damları samanla örtülmüş kulübelerinde ne kadar iyi barındıklarını, ayrıca adamların bu damları nasıl özel bir ustalıkla kurduklarını da söz konusu etti. Bunlardan başka vadide dev kayalar arasında kurulmuş olan Blaubeuren kasabacığından ve onun manastırından da anlatacak çok şey biliyordu. "Nasıl olsa oradan geçeceksin" diyordu, "bütün yabancıların yaptığı gibi Blautopf'u (9) da görmelisin".
  Fakat, ey meraklı okur, gel, bu ikisini bırakalım, aralarında istediklerini konuşsunlar ve birbirlerine Seppe'nin zamanından çok önce gelmiş geçmiş olmakla birlikte yine bu öyküyle ilişkili olan birçok şey anlatsınlar. Sen şimdilik aşağıda "Güzel Lau"nun o şirin, gerçek masalını dinle.
 
  Güzel Lau Masalı
 
  Blautopf denen göl, hemen manastırın arkasında yalçın bir kaya duvarının dibindeki olağanüstü bir kaynağın büyük, yuvarlak kazanıdır. (Bunun için onu burada Mavi Kazan ya da Gökgöl diye anacağız). Bunun doğu tarafından Blau ırmağı adında bir su çıkar ve Tuna'ya akar. Bu gölcük, içe doğru derin bir huni biçimindedir ve suyu, sözle anlatılamayacak kadar hoş mavi renktedir; ama oradan alınıp bir kaba konursa tümüyle açık görünür.
  Pınarın en dipteki tabanı üzerinde eski zamanlarda, uzun akıcı saçları olan Sukızı yaşıyormuş. Vücudu her bakımdan doğal, güzel bir kadının vücudu gibiymiş. Yalnızca bir farkla: El ve ayak parmaklarının araları, suda yüzmesini kolaylaştıran, çiçek gibi beyaz ve bir gelincik yaprağından daha ince bir deriyle kaplıymış. Kasabada bugün de eski bir yapı vardır. Önceleri bu yapı bir kadın manastırıymış; sonra büyük bir hana çevrilmiş ve bu nedenle Nonnenhof (Rahibeler) adını almıştır. Orada Sukızı'nın daha altmış yıl öncesine kadar, is ve dumanın ve yılların etkisine karşın, hâlâ boyaları pekâlâ seçilen bir resmi asılı duruyordu. Bu resimde Sukızı ellerini çapraz olarak göğsünde kavuşturmuştu; yüzü beyaza çalıyordu, başındaki saçlar kara, ama çok iri olan gözleri maviydi. Halk ona "Die arge Lau im Topf" (kazandaki kötü Lau) derdi; ama "Schöne Lau" (güzel Lau) diye de anarlardı. İnsanlara bazen surat eder, bazen da iyi olurdu. Zaman zaman, kızgın olunca "Gumpen"i, (10) yani su dolu kazanı taşırırsa hem kasaba hem de manastır için tehlike başgösterirdi. O zaman kasaba halkı bir tören düzenleyerek onu altından ya da gümüşten kap kacak, kupa, kase, küçük bıçak (11) ve benzeri armağanlarla yine iyi tarafına çevirmeye çalışırdı. Buna manastırın keşişleri, bir dinsizlik geleneği ve puta tapanların göreneği olduğunu söyleyerek en sonunda tümüyle vazgeçilinceye kadar şiddetle karşı çıkmıştır.
  Sukızı'nın, manastıra karşı bir hayli düşmanlık duymakla birlikte, başpapaz Emeran'ın org çaldığı zamanlarda, yakınlarda hiç kimse bulunmazsa, güpegündüz yarı beline kadar su üstüne çıkıp dinlediği pek ender olmayan bir şeydi. Böyle anlarda çoğu kez başının üstünde, geniş yapraklardan örülmüş bir çelenkle boynunda yine buna benzer bir süs bulunurdu.
  Küstah bir çoban yamağı, bir gün çalılar arasından onu gözetlerken: "Hey, yeşil kurba!" diye bağırdı, "nasıl, hava güzel olacak mı?" Kız, şimşekten daha hızlı ve bir engerekten daha zehirli bir atılışla sudan dışarı fırladı, oğlanı perçeminden yakaladığı gibi suyun dibine çekti ve kendisinin ıslak odalarından birine kapadı. Baygın bir durumda olan oğlan orada açlıktan eriyip gidecekti. Ama çabuk kendine geldi; bir kapı bulup oradan çıktı; basamaklardan, yollardan ve birçok odadan geçerek güzel bir salona ulaştı. Burası, kış ortasında bile sevimli ve ılık bir yerdi. Bir köşede, gece ışığı olarak, altından kuş biçiminde ayakları olan, yüksek bir şamdan üzerinde bir lamba yanıyordu. Lau ile hizmetçileri hep uyuyorlardı. Duvar boyunca dizilmiş birçok değerli ev eşyası vardı. Duvarlar ve yerler her renkten dokunmuş halılarla döşenmişti. Çocuk, lambayı çabucak ayaklığından aşağıya aldı ve daha ne alıp götürebileceğini anlamak için ivedi çevreyi araştırdı. Bir dolapta torba içinde bir şey buldu. Son derece ağır olan bu nesneyi altın sandı ve yanına alarak oradan ayrıldı. Koşa koşa küçük bir metal kapıya vardı; kalınlığı belki iki yumruk kadardı. Sürgüsünü çekerek açtı; bir demir merdivenden bazen sola, bazen yeniden sağa dönerek, herhalde dört yüz basamak tırmanarak yukarı çıktı ve orada, içi taş yığınlarıyla dolu yarıklara rasladı; lambayı orada bırakması gerekti ve böyle karanlıkta, yaşamını tehlikeye atarak daha bir saat kadar tırmandıktan sonra başı birden havaya çıkıverdi. Vakit gece yarısı ve bütün çevresi sık ormanlıktı. Uzun süre yanlış yollarda dolaştıktan sonra sonunda sabahın ilk ağartısının yardımıyla üzerinden insan geçmiş keçiyolları buldu ve kayaların tepesinden aşağıdaki kasabacığı gördü. Yanına aldığı torbada ne olduğunu gündüz gözüyle görmek istedi. Bir de ne görsün! Bu bir kurşun parçası değil miymiş! Bir karış boyda ve huni biçiminde bir kurşun parçası. Tepesine yakın bir deliği vardı ve eskiliğinden bembeyaz olmuştu. Bu hurda parçayı bütün kızgınlığıyla aşağıdaki vadiye doğru fırlattı. Artık utancından kimseye, yaptığı bu hırsızlıkla ilgili bir şey söylemedi. Ama halk arasındaki, Sukızı'nın eviyle ilgili ilk bilgiler ondan gelmiştir. Şimdi, bilinmesi gereken bir gerçek varsa, o da güzel Lau'nun o ülkeden olmadığıdır. Bu yaratık aslında ana tarafından yarı insan kanı taşıyan bir prensin kızıydı ve Karadenizde Tunalı bir yaşlı Superisi prensiyle evlendirilmişti. Birbiri arkasına hep ölü çocuk doğurduğu için kocası onu sürgüne yolladı. Bu da onun, hiçbir neden olmaksızın hep üzgün bir tavır takınmasından ileri geliyordu. Kaynanası onun bu tavrına ilenmiş ve beş kez bütün kalbiyle gülmeden canlı bir çocuk yüzü görmesin, demişti. Beşinci kez gülüşünde bir şey olacaktı, ama bunu ne Lau, ne de yaşlı kocası bilecekti. Ev halkı ne kadar çaba gösterdiyse, onu bir türlü güldüremediler. En sonunda yaşlı kral onun sarayında kalmasını istemedi ve onu, kendi kız kardeşinin oturmakta olduğu Yukarı Tuna'ya pek uzak olmayan bu şimdiki yere gönderdi. Kaynanası kendisine, hizmetinde bulunmak ve vaktini hoş geçirmek için birçok oda hizmetçisi ve halayık vermişti; bunlar, dünyada yaşamış ördek ayaklı kızların en neşelileri ve en akıllılarıydı. (Su kadınlarının düşük soyundan gelenlerin hepsi, ayrımsız, ördek ayaklı olurlardı.) Bunlar Lau'ya, salt can sıkıntısına karşı oyalamak için, günde altı kez ve her defasında başka başka giysiler giydiriyorlardı. O da sonra, bu değerli giyimlerle su dışına çıkıyordu; ama doğal olarak, yalın ayak! - Kızlar ona eski zaman masalları ve öyküler anlatıyor, önünde çalgı çalıyor, dans ediyor ve bin türlü şaka yapıyorlardı. Çoban yamağının girmiş olduğu salonun bitişiğinde Prenses'in yuvası, yani yatak odası bulunuyordu; oradan bir merdivenle Gökgöl'e çıkılırdı. Lau birçok güzel gününü ve yaz gecesini, daha serin olduğu için, orada geçirirdi. Onun kuşlar, ada tavşanları ve maymun gibi türlü eğlence hayvanları vardı. Ama bunların arasında en hoşu, bir cüce tıflıydı. Bu tıflı, bir zamanlar Prenses'in bir amcasının tıpkı onunkine benzeyen üzgün görünüşünü iyi etmesini bilmişti. Prenses onunla her akşam ya dama, ya satranç ya da kurt-kuzu oyunu oynardı. O, beceriksiz bir atılım yaptığı zaman suratına öyle tuhaf biçimler verirdi ki, hiçbiri öbürüne benzemez, hayır, hep biri öbüründen daha kızgın görünürdü, öyle ki, bu durumda onu bilge Süleyman Peygamber görse, o bile herhalde buna gülmeden duramazdı. Kaldı ki, orada seyredenler de hizmetçilerdi ve elbette, bunlar kendilerini hiç tutamıyorlardı. Hatta, eğer orada olsaydınız, sevgili okurumuz, siz de dayanamaz gülerdiniz. Ama ne çare! Güzel Lau yine hiç renk vermiyordu. Hatta ağzının bir iki kez oynadığı bile görülmüştür, denemez.
  Her yıl kış başında yurttan ulaklar gelir, salonun kapısına çekiçle vururlardı. O zaman genç kızlar sorardı:
  "Kim vuruyor böyle? İnsanın korkudan yüreği ağzına gelecek!
  Ve onlar konuşurlardı:
  "Kral gönderiyor! Bize doğru dürüst bildirin, bütün bu zaman içinde, iyilik olarak neler başardınız?"
  Kızlar yanıt verirdi:
  "Biz geçen yılki türküleri söyledik, geçen yılki dansları yaptık. Başarılarsa bir kıl ucu bile yok. - Bir yıl sonra yine gelin, sayın efendiler."
  Böylece ulaklar yine yurda dönerler, ama kadıncağız, elçilerin gelişinden önce olduğu gibi gidişinden sonra da hep öyle üzgün, hatta bir kat daha üzgün görünürdü. Nonnenhof (Rahibeler) adındaki hanın şişman bir sahibi vardı; bu, Bayan Betha Seysolffin adında güler yüzlü, dürüst, sapına kadar Hıristiyan, konuşkan, iyi huylu bir kadındı. Bundan başka kadıncağız, gurbette iş aramaya çıkmış yoksul iş kalfalarına sevecen bir garipler anası gibi davranırdı. Hanı çoğu zaman en büyük oğlu Stephan yönetirdi. Bir başka oğlu olan Xaver de manastırın aşçılığını yapıyordu. Başka iki kızı daha vardı; bunlar da onun yanında yaşıyordu. Hancı kadının kent dışında Gökgöl'ün hemen yanı başında, mutfak gereksinimlerini karşılamaya yarayan küçük bir bahçesi vardı. İlkyazın ilk kez sıcak yaptığı bir gününde oraya gitmişti; lahana ve salata tohumu ekmek, fasulye ve soğan dikmek için yataklar hazırlamakla uğraşırken, şöyle bir çevreye bakıp çit üzerinden güzel mavi suyu zevkle seyretmek istedi. Bu sırada gözü, biraz yana düşen eski bir çirkin süprüntü yığınına ilişti, bundan tiksinti duydu. Bu pislik oraya hiç yakışmıyordu. Bu nedenle, işini bitirir bitirmez, bahçe kapısını da iyice kapadıktan sonra, çapayı yeniden eline aldı, en göze batan yabanıl otları çabucak kopardı, sonra kendi tohum sepetinden bir miktar kabak çekirdeği seçti ve yığının şurasına burasına soktu. Meğer tam o sırada manastır başpapazı yukarda pencerenin önünde duruyormuş: Ak pak bir kadın olduğu için hancıdan pek hoşlanırdı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Stuttgart Cücesi - 2
  • Büleklär
  • Stuttgart Cücesi - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4133
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2219
    32.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4169
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2195
    33.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4019
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2123
    32.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4208
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2148
    33.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 3999
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2236
    29.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 6
    Süzlärneñ gomumi sanı 4037
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2179
    33.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    54.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Stuttgart Cücesi - 7
    Süzlärneñ gomumi sanı 3668
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2009
    32.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.