Küçük Dünyam - 01

Süzlärneñ gomumi sanı 4039
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2283
27.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
39.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
SUNUŞ
11 yaşında bir çocuktu, ilkokulu bitirmiş ve din eğitimi yapan bir müessesenin eleme imtihanını kazanarak kaydını yaptırmıştı...
ilkokul öğretmeninin ona karşı ayrı bir ilgi ve alakası vardı. O da öğretmenini seviyordu. Belki de ilk defa öğretmeninin isteğine uymamıştı. Buna u-yamamıştı demek daha uygun olurdu. Öğretmeni yatılı okula gitmesini isterken, biraz da ailesinin zoruyla Kur'an kursu hüviyetindeki bir müesseseye kaydını yaptırmış, orada okumaya niyetlenmişti.
Oysa ilkokul öğretmeni onu hangi telkinlerle yetiştirmişti. 'Sen büyük bir adam olacaksın' onun alışageldiği iltifatlardan sadece birisiydi. Ama şimdi o, büyüklüğe giden bütün yolları kendi eliyle tıkamıştı... 'Yobaz' ve 'Gerici' yetiştiren bir yerde okuyacaktı...
Son görüşmesinde öğretmeni ona buna benzer laflar söylemişti...
Sanki havada birkaç ıslık çalmış ve ardından gelip onun okuma hevesinin üzerine saklamıştı... Yaralanmıştı çocuk... Büyük olma yolunun tıkandığına cam sıkılmış ve sebep olanlara kin duymaya başlamıştı...
Yatılı okulu kazanmış olmasına rağmen gidememek içine iyice işlemişti. Bir gün öğretmenine içini döktü... Ondan üniversiteyi bitirinceye kadar destek olacağı garantisini aldı... Artık ailesi karşı çıksa da önemli değildi... Öğretmeni ona her türlü desteği verecekti..
Kur'an kursundan kaçtı. Zor da olsa ailesini ikna etti. Ama kimliği, ilkokul diploması kursta kalmıştı. Onlarsız okula kaydolması imkansızdı.
Kursa gitti. Talebeler dersteydi. Kimseye görünmeden ikinci kata çıktı. Burası kursun yatakhanesiydi. Kimliği ve diploması bavulundaydı. Kurstan kaçarken dikkat çekmesin diye bavulunu yanına almamış, kimliğini ve diplomasını almayı da unutmuştu.
Acele acele alacaklarını aldı, bavulunu kapatıp eski yerine koydu. Nasıl olsa daha sonra gelir alırım, diye düşündü.
Merdivenlerden indi. Dış kapıdan çıktığı an iş bitmiş, hürriyetine kavuşmuş olacaktı.
Yüreği heyecandan bir güvercin yüreğine dönmüştü. Koşar adımla dış kapıya doğru yürüdü. Tam kapıdan dışarıya adımını atacaktı ki, ensesine bir
el yapış iverdi. Çırpınışları fayda vermedi, ensesindeki elden kurtulamadı. Biraz sonra 'Hoca'sının huzuruna çıkarıldı. Meğer Hocası emir vermiş 'Gören yakalasın ve bana getirilmeden bırakılmasın' demiş. Görevli de vazifesini yapmış ve onu elinden tutup hocasının yanına götürmüştü.
Talebe, kendini buradan nasıl kurtaracağını düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Hocasına karşı alabildiğince küstahlaşacak, o da böyle küstah talebe işe yaramaz diyecek ve onu kovacaktı. Böylece kurtulmuş olacaktı.
Düşündüğü gibi de yaptı. Hocanın karşısındaki sandalyeye kuruldu, burnunu havaya dikip olurdu.
Uzun bir sessizlikten sonra Hoca, birkaç kere tepeden aşağıya süzdüğü talebeye 'Burada okumak istemiyor musun?'diye sordu. Mağrur talebe, haşin bir sesle 'istemiyorum' dedi. ikisi de sustular. Hocası sordu: 'Nerede okumak istiyorsun?'
'Yatılı okulda' diye cevap verdi talebe bu soruya.
Hocası sorusunu değiştirdi: 'Ne olmak istiyorsun?' diye sordu. 'Cumhurbaşkanı ' dedi talebe.
- 'Peki kaç sene yaşayacağını düşünüyorsun?' diye bir başka soru sordu hocası... 'En fazla yüz sene'karşılığını verdi.
- 'Yüz sene yaşadın diyelim, bunun kaç senesi uykuda geçer?'
- 'Yaklaşık yarısı'
- 'Kaç sene Cumhurbaşkanlığı yaparsın?'
- "Yedi sene. Ama millet isterse bir yedi sene daha'(O zaman öyleydi.)
- 'Peki 14 sene diyelim. Bunun kaç senesi uykuda geçer, insan uykusunda da Cumhurbaşkanı olmaz ya?'
- '7' senesi.
- 'Yani en fazla yedi sene Cumhurbaşkanlığı yaparsın değil mi?'
- 'Evet'
- 'Ama Cumhurbaşkanı olman garanti de değil'
- 'Elbette'
- 'Peki ya daha sonra?'
Bu son soru kafasına balyoz gibi inmişti. Küçük bir çocuktu. Ama dindar bir ailede yetiştiği için 'sonra'nın ahirete yönelik bir tarafı olduğunu da biliyordu. Dememişti, açıklamamıştı ama hocası bunu ima etmişti.
Sanki ona önemli olan Cumhurbaşkanı olmak değil, insan olmaktır, demek istemişti.
Kendisinin bir tahta kulübesi olduğundan bahisle, fakat ben hayatımdan o kadar memnunum ki, şu anda bana Cumhurbaşkanlığı teklif etseler burayı bırakıp gitmem, demişti.
Talebenin zihni önce allak-bullak oldu. Sonra karanlık sis bulutlarından aydınlığa kayıyor gibi hissetti kendini. Hocasının bir büyükle konuşur gibi o-nu karşısına alıp konuşması, bütün küstah davranış ve sözlerine rağmen ga-
yet hoşgörülü ve müsamahakâr davranması, içine ılık bir sevginin akışına sebep olmuştu...
Kararını verdi, burada kalacak, burada okuyacaktı.
Bu vak'a aynen vakidir. Çünkü o talebe bendim.
Şimdi maziye bakıyorum. Aradan yirmi sekiz sene geçmiş Fethullah Gülen Hocaefendi ile aramızda cereyan eden bu anekdotun üzerinden. Acı tatlı ama mutlaka neticesi itibariyle öğretici, yol gösterici hatıralarla dolu yirmi sekiz sene. Sadece çetelesi bile bir kitap tutacak o hatıraları burada aktarmam imkansız. Ama onlar arasında bir tarih örgülendiği muhakkak. Vuzuhu göz kamaştıran bu gerçeği bugün ifade ancak malumu ilam. Dünyayı aşmış-lık içinde dünya ile entegre bir sistematik çağa uygun süratle mekiğini dokuyor. Bu sosyolojik vakaya göz kapamak realitelere göz kapamakla eşdeğer. Hızla değişen dünyada merhale katetmelerin rekoru kırılıyor. Ama bu doku i-çinde değişmeyen sabit değerler var. Ve onlar kıyamete kadar değişmeyecekler. İhlas gibi, samimiyet gibi, yaşatma zevkiyle yaşama gibi, her türlü beklentiden uzak kalmak gibi, Allah'la irtibatı kavi tutmak gibi, varatılmışı yara-dandan ötürü sevmeyi bayraklaştırmak gibi, kine, nefrete, düşmanlığa geçil vermemek gibi, insanlardan bir insan olmayı ve öyle de kalmayı her türlü makam ve mansıba yeğlemek gibi, hoşgörü gibi. müsamaha gibi, milli, dini ve insani değerlere birinci elden sahip çıkmak gibi...
Olanlar ileride olacakların işaretleri. Bugün dünyanın dört bir yanına u-laşmış kültür seferberliği önümüzdeki çeyrek asırda semeresini hem de en olgun şekilde vereceğe benziyor. Ulaşılan hiçbir noktada geri adım atmama, i-lerleme sürecinin kader-denk çizgisiyle örtüştüğünü gösteriyor. Bu işin içtimai coğrafyası bütün dünya. Ve bu işin ruh mimarı seviyesinde günümüz temsilcisi, kendisinden önceki temsilcilerin hakkı her zaman mahfuz kalmak şartıyla Fethullah Gülen Hocaefendi. "Küçük Dünyam "in bu zeminde misyonu ise, yeni oluşumun başlangıç noktasını tesbit.
Bu mütevazı ismin muhtevasını hazırlamak benim için hiç de kolay olmadı. Aylarca süren ısrarlı talep yine aylarca süren doküman hazırlıkları.. Günlerce devam eden görüşmeler, konuşmalar, sohbetler.. Küçük Dünyam -ki o zaman ismi de yoktu- tarihe ilk elden malzeme sunmak gayesiyle hazırlandı. Sorular, sorgulamak değil hatırlatmak ve anlatımı kolaylaştırmak gayesiyle soruldu. Daha sonra bu soruların pek çoğu ayıklanarak yazıya dökülmedi ve konunun bütünlüğü böylece temin edilmeye çalışıldı. Bütün bu yoğun çalışmaların neticesi elbette elinizdeki eser değil. Şimdilik yayınlanmasında fayda görülmeyen büyük bir kısım buraya alınmadı.
"Küçük Dünyam", rüşeym haline gelmiş çekirdeğin dışla ilk teması. Şimdilerde görülen ve ileride daha da serpilip gelişeceğe benzeyen diğer temaslar ise onun bir uzantısı. Küçük Dünyam fanteziden uzak, zaruret kaynaklı bir çalışma. Ne var ki, hem önem hem de ağırlığı bakımından sorumluluğu-
nun şuurunda. Onu, ferdiyeti itibariyle belli bir şahsı öne çıkarma gayreti şeklinde yorumlamak eksik bir yaklaşım. Bana göre Küçük Dünyam, kolektif şuur anlayışının mayalanış serüveni. Ve beni cezbeden de meselenin bu yanı. Gaye çapında değere sahip bu yana kıyasla kişisel hak ve sorumluluklar bahane kabilinden saikler.
Küçük Dünyam, daha önce Zaman Gazetesi'nde yayımlandı. Lehinde, a-leyhinde çok şeyler söylendi, yazıldı. Burası ne lehte yazanlara teşekkürün ne de aleyhte yazanlara cevabın yeri. Ancak yayın sırasında bazı yanlışlıkların olduğu da bir gerçek. Şimdi biz bu tür yanlışları tashih, yanlış anlaşıldığından dolayı yanlış yorumlara sebep olan kısımları da çıkararak eseri yeni baştan ele almış bulunmaktayız.
Küçük Dünyam'ın bu orijinal nüshası kitaplaşmak üzere ve ilk defa Milliyet Yayınlan 'na verildi. Diğer baskılar veya fotokopilerle çoğaltmalar bizim bilgimizin ve iznimizin dışındadır. Dolayısıyla bizi bağlayan tarafları da yoktur. Bu vesile ile başta Yalvaç Ural Bey olmak üzere bütün Milliyet Yayınlan yetkililerini tebrik eder, eserin hazırlanmasında emeği geçen bütün dost ve arkadaşlarıma da yürekten teşekkürlerimi bildiririm.
Latif ERDOĞAN
İslam, Anadolu'ya Ahlat'tan Girdi
Ahlat, Türk-İslam tarihinin dibâcesidir. O, doğudan iç Anadolu'ya ve batıya geçişte sanki bir köprü gibidir. Umumi bir geçit ü-zerinde olması ve lacivert bir gözü andıran Van Gölü'nün çevresinde siyah bir kaş gibi durması Ahlat'a ayrı bir cazibe, ayn bir güzellik verir. Onun içindir ki, büyüklü küçüklü nice devletler bu dilbere sahip olmak istemiş ve Ahlat çeşitli devletlerin elinde el değiştirip durmuştur. Ancak Ahlat Müslüman Türk'ün eline geçtikten sonra mutludur. Zira şu anda Ahlat'ın gözbebeğinde Müslüman Türk'ün tarihi ve bu tarihin simgesi durumundaki mimarisi bir sevinç kıvılcımı halinde parıldayıp durmaktadır. Van Gölü'nün büyüleyici güzelliği, Ahlat'la efsane haline gelir ve Ahlat'a ilk gelen kendini yaşanan bir efsaneye girmiş zanneder.
Ahlat'ta zaman yekparedir; ancak hep mazidir. Orada hayat yaşanmaz, sadece hatırlanır. Ahlat, mazi oluşunu bir iffet gibi korur. Hiçbir yenilik bu bekarete el uzatamaz, kem gözle bakamaz ve Ahlat'ı hal yapamaz.
O, bu durumuyla ve bu konumuyla daima cazibeli ve daima güzeldir. Rahatlıkla söylenebilir ki, istanbul'u topuyla, tüfeğiyle güç
ve kuvvetiyle fetheden askerdir ve o askere kumanda eden Fatih'tir; fakat istanbul'a ruh üfleyen ve onu bir Osmanlı şehri haline getiren daha doğrusu İstanbul'u Bizans kültürünün elinden kurtarıp islamlaştıran, Ahlat'tır. Çünkü islam bütün Anadolu'ya olduğu gibi istanbul'a da bu kapıdan girmiştir. Ve oradan geçen bütün Türk boylarının iliklerine kadar islam kültürü burada sinmiştir.
Ahlat, coğrafi yer itibariyle de diğer şark yörelerinden farklılık arzeder. O, gölün, insanın içine inşirah veren en güzide yerindedir. Bu coğrafi durum Ahlat insanına o kadar tesir etmiş veya Ahlat insanı bu coğrafi durumla o kadar bütünleşmiştir ki, ekseriyetle asabi ve müteheyyiç olan şark insanına kıyasla Ahlat'ın insanı "inşirah Suresi" okur gibidir, istikrarlı hareket Ahlat'lının mümeyyiz vasfıdır.
Ahlat'ta, masum bir zafer ihtirasının ışıktan izleri vardır. Bu izlerdir ki, her devrin ışık ordusunu kendine cezbetmiş ve onları dünya cennetinde bir müddet misafir ettikten sonra ebedi cenneti kazansınlar diye yola salıvermiştir. Saltuklan, Oğuzları Ahlat'a çeken bu cazibedir. Ancak Ahlat'ı bizler için ölümsüz bir belde yapan ve içimizde ona karşı bir medyuniyet duymaya bizi zorlayan husus onun eda ettiği ve tamamen ruhani olan fonksiyonla ilgilidir. Ondan dolayıdır ki, "Ruhaniyatlı şehir" diye anılma hakkı Bur-sa'dan evvel Ahlat'ın hakkıdır.
Esasen Bitlis yöresi bütünüyle öyledir. Emevi ve Abbasi zulmünden kaçarak Arap Yarımadası'nı terkeden ve sığınacak bir yer arayan Ehli Beyt ve onları sevip destekleyenler ekseriyetle kendilerine sığınak ve melce olarak Bitlis ve yöresini tercih etmişlerdir.
insanlık tarihinin yaşadığı en büyük trajedilerden biridir Allah Resulü'nün ciğerparelerine karşı işlenen utanç verici zulüm ve işkenceler... Beşeriyetin yüzaklan diyebileceğimiz Patıma neslinin bu seçkin evlatlarının üzerine Emevi ve Abbasi zulmü kara bir bulut gibi çökmüştür. Değil onlardan bir ferd olmak onları uzaktan seviyor olmak dahi o devrin hışmına uğramaya yeterli bir sebeptir. Öyle ki, hutbelerde Ehli Beyt'e sövmek ibadet kabul edilmektedir. Şekavet ve terörü devletin temsil ettiği bir zaman ve zeminde, dağlardaki vahşi hayvanlara rahmet okutacak hunharlıklar, o günün bu asil ve seçkin insanlarını öyle zorlar ki, onlar dağ başlarında ve yüksek tepelerde yaşamayı, böyle insanların arasında bulunmaya tercih ederler. Onlar için şehirden uzaklaşmak, yaşamak şansına a-dım adım yaklaşmak demektir. Onun için mümkün olduğu kadar uzaklara gitmeyi tercih etmektedirler. Ancak, Anadolu'da başka yerlere gitmeleri de mümkünken Bitlis ve civarının seçilmesi de manidardır.
işte bütün bunları düşündük ve Hocamıza ilk sorumuzu şöyle sorduk:
- Bilebildiğimiz kadarıyla ecdadınız Erzurum'a Ahlat'tan geldiler. Ahlat tarihi bir belde. Asırlarca Anadolu'ya geçiş yapan Türk'lere konaklık yapmış. Bir yönüyle Selçukluyu ve Osmanlıyı ilk defa o misafir etmiş. Bu tarihi misyonu itibariyle Ahlat'ı değerlendirir misiniz?
- Bitlis yöresinin seçilmesi kaderin garip bir cilvesidir. Geylâni-lerin ve diğer tarikat kollarının burada zuhuru, ancak Selçukluların Anadolu'ya gelip yerleşmesinden sonra olmuştur. Kar kış kalkmış, köhne Bizans hâkimiyeti bertaraf edilmiş, diğer taraftan da Emevi ve Abbasi zulmünden emin olunmuş ve bu seyyidler soyu, belli tarikatlann içinde ve başında kar çiçekleri gibi açmaya başlamışlardır, işte Bitlis'e bakarken böyle bakmak lazım. Bir Bediüzza-man'ın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerde zuhuru, yani o şecerenin, menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potansiyel güç meydana getirmiştir.
Meseleyi bir başka açıdan düşünecek olursanız: islam'a yeni a-çılan bir millet, Hicrî 5 ve 6. asırda kitleler halinde islam'a girmiştir. Bunlar, adab, ahlak ve kültür adına ve Islamî akide hesabına takviyeye ihtiyacı olan insanlardır. Selçuklular, Saltuklar, Karamanlar ve Anadolu'ya yerleşen bütün Oğuz boylan, dediğimiz hususlarda desteklenmelidir ki, islam adına yapacakları fetihler istenilen keyfiyeti daima koruyabilsin.
Sâdât ve onlann sempatizanları, dine cibilli olarak bağlıdırlar.
Adeta bu yöre "Mülteka'l Bahreyn" olmuş. Yani, esas devletteki gücü temsil eden Türk boylan ile Islamî ruhu bütün hakikatıyla temsil eden mana ve hakikat erleri sâdât birleşerek bir derya meydana getirmişler. Ve fizikî olarak bu deryayı Van Gölü temsil etmektedir.
Bu iki deryanın birleşmesi Türk tarih yazarlarınca da çok ö-nemli görülmektedir. Mesela Fuad Köprülü, Ortadoğu'da, Uzakdoğu'da yeni Türk tekevvünlerini anlatırken bunların arkasında hep böyle mana erlerinin bulunduğundan bahseder.
Anadolu'da, Türk boyunun eda edeceği nice fonksiyonlar vardır. Denilebilir ki, Türk boylan için tarihindeki geçmiş dirilişlerinin yanında islam'la yeniden dirilişe erme, islam'ın en yakını sayılan Ehli Beyt'le olmuştur. Buna bir manada telkih denebilir. Sanki Bitlis ve özellikle Ahlat, o aşılmaz dağ ve vadilerini, Ehli Beyt düşmanlanna karşı bir silah gibi kullanmış; ve zulümden kaçan veya islam'la bütün mana erlerine de bağnnı, sinesini alabildiğine açmış ve onlan koruma altına almıştır. Bitlis ve yöresi, mana adına öyle münbit bir toprağa sahiptir ki, Anadolu'yu ışık hüz-meleriyle yönlendirecek bütün seçkin insanlar burada yetişmiş, boy atmış ve dalbudak salmıştır.
Saltuklar, Ahlat'ta uzun müddet kaldıktan sonra Hasankale'ye gelir yerleşirler. Bu da enteresandır. Bu yönüyle Bitlis, Ahlat ikinci firar yeri denebilir. Burası islam'ın hameleleri için bir sığınaktır ve bu sığınak kendinden beklenen fonksiyonu hakkıyla eda etmiştir. Bitlis'i derinlemesine tetkik edip incelediğiniz zaman ne kadar antik eseri bağnnda sakladığını görürsünüz. O dağlann arasında sıkışmış bu küçücük şehir, ihtiva ettiği eserler itibariyle batıda payi-tahtlık yapmış nice büyük şehirlere denktir.
Değişik dönemlerde islam Kültür ve Medeniyetine beşiklik yapması itibariyle de bu yörenin kendine göre bir ağırlığı vardır. Ve Ahlat, istihale görmüş, yani Islamlaşmış haliyle, Cenabı Hakk'ın O'nun mahiyetine koyduğu bir kısım esaslı nüvelere teşne bulunmaktadır.
Ahlat için söylenebilecek diğer önemli nokta da şudur:
Nasıl doğuda Malazgirt bir başlangıç ve mukaddimedir. Selçuklular, Malazgirt'i fethettikten sonradır ki, ayaklannı yere basarlar ve senelerce yine bir Türk yurdu olacak olan Anadolu'yu istismar eden köhne Bizansla hesaplaşırlar. Öyle de Güneydoğu'dan gelen Türk boylan için de Ahlat aynı durumdadır. Ahlat, şarktan Anadolu'ya açılan bir kapıdır ve şarktan çok Anadolu'dan sayılmalıdır.. Tabii ki bütün bu söylediklerimiz, coğrafi konum itibariyledir. Yoksa şarkıyla garbıyla vatan bizim için bölünmez bir bütündür.."
- Ecdadınızın böyle bir beldeyi terk edip Erzurum'a gelmelerinin sebebi nedir?
- Bizim sülale bir namus meselesi yüzünden karşı tarafla silahlı çatışmaya girer. Halil Dedem'in kız kardeşi kaçınlmıştır. Vuruşma esnasında karşı taraftan biri ölür. Ve devlet meseleye el kor. Halil Dedem çok suçlu görülmez ki, sadece sürgün edilir. Önce Hasankale'ye sonra da Korucuk Köyü'ne yerleşir.
Halil Dedem, hep Ahlat'a geri dönme düşüncesiyle yaşamıştır. Onun içindir ki, Ahlat'taki mal varlığına dokunmamış, sadece taşınabilir mallanyla bu sürgün edildiği Hasankale'ye oradan da Ko-rucuk'a gelmiştir. Ancak hiçbirine bir daha Ahlat'a dönmek nasip olmayacaktır.
Halil Dedem'in çocuklan buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralannda paylaşırlar..
Korucuk bugün de 70-80 hanelik bir köydür. Bu hanelerden en az ellisi bizimle akrabadır. Köy günümüzde bakımsızdır. O eski, mamur ve zümrüt yeşili köyden bugün eser kalmamıştır. Bağnnda bir kutsal emanet gibi sakladığı büyüklerin mezarlan istisna edilecek olursa, köyde eski ruh saffetinin ve iman heyecanının da olduğu söylenemez.
- Dedeleriniz hakkında neler biliyorsunuz?
- Halil Dedemin oğlu, Hurşid Ağa'nın iki oğlu vardır. Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi, Molla Ahmed'tir.
Molla Ahmed benim dedem, Şamil Ağa'nın (Gülen) babasıdır: Molla Ahmed ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun a
ğır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir, işte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir. Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirir. Pehlivan yapılı, uzun boylu mehabet dolu fiziği görünümünün yanında onun bu surete denk bir de sîreti ve ruhî yapısı vardır. Riyazatı ömrü boyunca terk etmemiştir. Onu tanıyanlar, günde birkaç zeytinle iktifa
ettiğini söylemektedirler.
O'nun zühd ve takvası dillere destandır. Çünkü o varlık içinde bir zahid hayatı yaşamıştır. Zira, babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlardır. Teker teker saymak çok vakitlerini alacağı için böyle yapmışlardır. O devirlerde onların bu miras bölüşme keyfiyetleri de çok meşhur olmuş
bir hadisedir.
Süleyman Efendi, hep dünyaya açık yaşamış, her geçen gün malına mal katmış ve ticaret hayatına atılmış, muvaffak da olmuştur. O'nun evlat ve torunlarında da bu yön ağır basmıştır. Molla Ahmed ise tamamen bir ukba insanıdır. Tarlada çalışır, kitap okumaya düşkündür ve ibadetle meşgul olmayı hayatının gayesi haline getirmiştir. Babam Ramız Efendi, dedesinin bu davranışım biraz fazla bulur ve tenkid ederdi. Çünkü ona göre, Molla Ahmed kendisi yaşadığı ölçüde, evlatlarının dinî hayaü hususunda hassas davranmamıştır. Babamın, dedesini gördüğünü zannetmiyorum. Sanırım o da başkalarından duyduğu kadarıyla onu tanıyordu.
Dedem Şamil Ağa'nın babasına benzer yönleri vardı. O da bir ukba adamı gibiydi. En şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini
görmedim.
Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı.
Çok ciddi bir insandı. Belki tebessüm ettiğini görmüş olabilirim, hatırlamıyorum, fakat güldüğünü hiç görmedim. Onun bu ciddiyet ve vakan köy halkının üzerinde bir mehabet ve korku tesiri yapardı. Bütün köylü ondan korkar aynı zamanda ona çok ciddi saygı duyarlardı.
Şamil Dedemin hakiki ulemaya çok saygısı vardı. Fakat, o gerçek veliyi babası Molla Ahmed'in şahsında görmüş, tanımıştı. Molla Ahmed ki, yemez içmez, kimseden hediye dahi kabul et-
mez, sabahlara kadar namaz kılar, bir zeylinle yetinir, günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi, işte dedeme göre velinin tarifi buydu. O, bu tarifin dışında kalanları meşayıhtan kabul etmez ve "Bunlar şeyh değil pilavcı takımı" derdi.
Kendi çevresinden olup da kabullendiği insanlar da vardı. Mesela, Korucuk Köyü'nde otuz kırk sene imamlık yapmış, sâdâttan olma ihtimali olan Mehmed Efendi adındaki zat bunlardandı. Hatta dedem bu zat ile ilgili olarak şöyle bir hadise anlatmıştı:
"Cihan Harbinden evvel çok şiddetli bir zelzele olmuştu. Köyde yıkılmadık bina kalmamıştı. Herkes harman yerinde yatıyor, evlerine gidemiyordu. Halbuki kış bastırmıştı ve kar da yağmıştı. Bir gün ben de harmana gidiyordum. Karşıma Mehmed Efendi çıktı. Bana "Şamil Ağa! Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Harmana" diye cevap verdim. "Git evinde yat! Bir tek taş dahi düşerse getir o-nu benim kafama çal" dedi. "Hoca niye?" dedim.
Bana şunları söyledi: "Bu gece bu köye Fahri Kâinat Efendimiz geldi. Arkasında Raşid Halifeler vardı. Hz. Ali'nin elinde ise bir çok kazık bulunuyordu. Ben hemen koştum ve yanlarına vardım. Efendimiz bana dönerek:
-Molla Muhammedi Bu köy senin mi? diye sordu. Ben de "E-vet ya Rasulallah! benimdir" dedim. Bunun üzerine Fahri Kainat Efendimiz Hz.Ali'ye döndü ve "Ya Ali! Bu köye de bir kazık çak, bir daha bu köy de sallanmasın" dedi. O da elindeki kazıklardan birini oraya çaktı.." Dedem Şamil Ağa, bu hadiseyi çok defa anlatmıştı. Her defasında da "işte manaya açık, ruh insanı bir tek şahıs var. O da Mehmed Efendi'dir" derdi. Yani, dedemin manaya inanmama gibi bir durumu yoktu. Fakat babasında gördüğü gerçek mana eri olma gibi durumu başkalarında göremediğinden veya onları babası ölçüsünde bulamadığından itimadında bir sarsılma vardı.
Dedem, babam ölçüsünde olmasa bile, Vehbi Efendi'yi de takdir ederdi. En azından başkaları için söylediği o yukarıdaki cümleyi Vehbi Efendi için söylemezdi.
Şamil Dedem gaddar görünürdü. Güldüğünü gören olmadığı gibi ağladığını da gören olmamıştı. Sadece bir defa ağladığını gördüm:
Babam Ramiz Efendi Âlvar Köyü'ne imam olunca ailece biz de yanında gittik. Ben sekiz dokuz yaşlarındaydım. Aradan bir hafta kadar bir müddet geçmişti ki, babam beni köye gönderdi. "Git bizim bahçedeki kavaklardan getir de evin önüne dikelim" dedi. Köy burnumda tütüyordu. Uçarak gittim. Öyle sevinçliydim. Bahçede dedemi gördüm. O da beni görmüştü. Yanıma geldi. Beni bağrına bastı. Sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bana bu ağlayışı bir dağın ırgalanması gibi gelmişti. Hayret etmiştim. Demek ki, Şamil dedem de ağlıyordu. Hayretim geçince ben de ağlamaya başladım. Bu arada dedemin dudaklarından dökülen şu mısraları da hayatım boyunca hiç unutmadım. Hem ağlıyor hem de: "Gitti gül gitti bülbül ister ağla ister gül" diyordu.
Dedem gerek bana, gerekse diğer torunlarına karşı sevgisini a-çıkça belli etmezdi. Dernek bana sarılıp ağladığında bütün tahammül cidarlarını zorlamış, fakat hepsi bir bir yıkılınca boynuma sa-rılıp ağlamıştı. Sert bir insandı. O'nun için ondan gelen küçük bir iltifat bizler adına unutulmaz bir mazhariyet oluyordu. Bazan bizi dövdüğü de olurdu. Hatta babamı dahi dövdüğünü hatırlıyorum. Şu kadar var ki, torunları arasında bana karşı ayrı bir alaka duyduğunu hissettirirdi. Çünkü, beni iki-üç defa hafifçe sevmişti.. Ve o-nun bu iltifatları beni onunla öyle bütünleştirdi ki, dedemden ayn bir dünyayı düşünemez hale geldim. O benim için, saygı duyulması gereken bir abide şahsiyetti...
Şamil Dedem'le alakalı olarak unutamadığım bir hatıram da şudur:
1968 senesinde, Kestanepazarı'nda bulunuyordum. Hacca gide-memek, Ravzai Tahire'ye yüz sürememek benim için hicranların en ızdırap vericisiydi. O güne kadar niceleri hacca giderken hep onları gıpta ile seyretmiş ve bazan da tanıdıklarımın eline bir name tutuşturup bunu parmaklıkların arasından içeriye atmasını söylemiştim. Çünkü dayanamayacağım ölçüde özlemiştim. Ama imkanım olmadığı için de gidemiyordum. içim cayır cayır yanıyordu. Bazan kalbim duracak hale geliyordu. Hasretimi bir iki satırlık mektupla dile getirmeye çalışıyor ve Allah Rasulünün hayatta olacağı mülahazasıyla mektubumu ona gönderiyordum.
Belki bana bir vesile eliyle uzanır ve beni de huzuruna kabul e-der, diye ümitleniyordum.
O sene, şimdi ismini hatırlayamayacağım talebelerden biri bana: "Hocam hacca gitmeyi düşünmüyor musunuz" dedi. Yarama öyle bir tuz basmıştı ki dayanılacak gibi değildi.
"Ben kim, oralar kim?" dedim ve ağlayarak sınıfı terk ettim. Müdür odasında başımı masaya dayadım ve duygularımı masanın camına döktüm. Zaten camın altında Ravzai Tahire'ye ait çeşitli resimler bulunuyordu. Ben de hicranımı doğrudan oraya anlatıyordum.
Aradan kaç saat geçti bilmiyorum. Bildiğim ve hatırladığım gözyaşlarımın bir türlü dinmek bilmeyişiydi. Ben bu vaziyette o-tururken idareci arkadaşlardan biri içeriye girdi ve "Hocam, sizi telefondan istiyorlar" dedi. "Kim?" diye sordum. '"Galiba Lütfi Doğan" cevabını verdi.
Lütfi Doğan o sırada Diyanet işleri Reis Muaviniydi. Hemen telefona koştum. Karşıda hakikaten Lütfi Doğan vardı ve o tatlı, yumuşak sesiyle bana hitaben şöyle diyordu:
"Arkadaşlarla kararlaştırdık, bu sene, hacıların durumunu kontrol için Diyanet adına üç kişiyi hacca göndereceğiz. Biri Denizli Müftüsü ibrahim Değirmenci, ikincisi Eskişehir Müftüsü Ahmed Baltacı, üçüncüsü de siz."
Kendimi bir ara rüyada zannettim. Biraz evvelki hicranım neydi, şimdi neler duyuyordum...
Hemen Ankara'ya gidip muameleleri tamamladım. Orada anladım ki, bu zemini Yaşar Hocaefendi (Tunagür) hazırlamış. Ona da çok dua ettim.
Gittiğim bu ilk hacc, benim için çok bereketli oldu. Tabii ki Cenabı Hakk'ın rızası ölçüsünü bilemem. Fakat iç âlemim itibariyle bu haccdan çok istifade ettim.
Bir iki defanın dışında Beytullah'tan hiç ayrılmadım. Gece gündüz orada kalıyor, sadece abdest almaya çıkıyordum. Açlığım dayanılamayacak dereceye varırsa hurma veya bisküvit gibi şeylerle açlığımı yatıştırıyor ve yine ibadetime devam ediyordum. Her gün üç umre yapıyordum. Tabiiki o sırada gençlik de var. Buna güç yetirebiliyordum.
Efendimiz'den başlayarak sırasıyla Raşid Halifeler için umre yaptım.
Benim gibi birinin yaptığı umre onlar namına olur mu olmaz mu bunu düşünmedim. Çünkü ben her şeyimi onlara borçluydum ve kendimi onlar için umre yapmaya mecbur hissediyordum. Bu mecburiyet hissinin zorlamasıyla cesaret ediyor ve yaptığım umrelerin sevabını onlara bağışlıyordum. Bu arada kendi yakınlarım için de umre yaptım. Başta üstadım için sonra da annem, babam, ninem ve dedelerim için umre yaptım.
Enteresandır; Şamil Dedem için umre yaparken birden bire bende bir hal değişmesi oldu. Safa ile Merve arasında gidip gelirken ayaklarım yerden kesiliyor ve ben, ruhanî bir atmosferde adeta havada uçuyordum. Vücudumdan raşeler dökülüyordu.
Her insanda olduğu gibi bende de bazan fevkaladeden haller olmuştur.
Belki de bu gibi durumlar Efendimiz'in "Li zamanün" dediği hallerden biridir. O andaki konsantreyi ve kazanılan durumu başka zaman yakalamak mümkün olmaz. Müsbet manada beni çıldırtacak derecede yaşadığım haller vardır. Fakat Şamil Dedem için umre yaparken elde ettiğim durum bunların hepsinin üstünde ve ö-tesinde bir durumdur ve tarifi mümkün dedildir.
O günü tarihiyle tesbit ettim. Zaten unutmam mümkün değil. Daha sonra Erzurum'a geldiğimde validem gördüğü bir rüyasını anlattı. Şamil Dedem'i, melekler gibi bulutlar üstünde yüzüyor görmüştü. Rüyanın görüldüğü tarih, benim o hali yaşadığım tarihti.
Rahmetli Ömer Kirazoğlu da bana yazdığı bir mektupta: "Sizin için umre yaparken, Beytullah'ın kenarında birden bire başkalaş-tım" demişti.
Demek ki, bizahr'il gayb yapılan tavaf ve umreler çok ciddi dualar nevindendir ki, Cenabı Hakk böyle bir hal ihsan etmektedir.
işte Şamil Dedemin bende unutamadığım böyle bir hatırası da vardır.
- Bu hal niçin Şamil Dedenizle ilgili umrede oldu?
- Bir yönüyle böyle bir hal yapılan umrenin kabul edildiğini gösterir. Ben öyle bir kabule layık olmasam dahi, Rabbimin lütfü
ve keremi çok engindir, îkinci olarak, bu bir frekans mevzuudur. Ruh haleti itibariyle benim gönderme yaptığım bir yerde onun almacı bunu almaya müsaitmiş, ikimiz de aynı ruh halini paylaşıyor-muşuz.
Üçüncüsü de, dışa karşı çok kapalı gibi duran dedem, torunlarından birine çok ciddi alaka duyuyormuş ve adeta her ikisi bir biriyle bütünleşiyorlarmış...
- Sîzin üzerinizde validenizin mi babanızın mı daha çok tesiri olmuştur? Ve çevrenizde size tesir eden başka kimler vardır?
- ikisinin de kendisine göre tesiri vardır. Bunlar gayri şuurî, gayri idrakidir. Eğer bir tesirden bahsedilecekse, benim üzerimde büyükannemin (Munise Hanım) daha çok tesiri vardır.
Büyükannem, çok az konuşan ve haliyle islam'ı bütünüyle aksettirmeye çalışan bir kadındı. Ağlayan, düşünen, büyüklere, ulemaya, meşayıha saygı duyan müstesna bir durumu vardı. Bana karşı duyduğu alaka ve ilgi ise kelimelerle anlatılmayacak ölçüdeydi. Bütün beraberliğimiz müddetince bir defaya mahsus dahi bana kaşlarını çattığını hatırlamıyorum. Zaten tabiat itibariyle çok yumuşaktı.
Babamın, anneme bir defa kızdığını hatırlıyorum. Kaşlarını çatmış annemin üzerine yürüyecekti. Derhal büyükannem araya girdi ve "Ramiz, sütümü emeğimi sana haram ederim" dedi. Öyle melek gibi bir kadındı.
Tekrar ederek söyleyeyim ki, eğer üzerimde bir tesirden bahsedilecekse, ben babamdan annemden önce büyükannemi idrak ettim, onu tanıdım. O'nun öyle sessiz, durgun deryalar gibi derinliği benim üzerimde büyük bir tesir bıraktı, inanmayı ve Allah'la irtibatı onda gördüm. Belki eskiden gülmüştür, mütebessim bir kadındı, ama ben, öyle kahkaha attığım hiç görmedim. Çok onurluydu.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Küçük Dünyam - 02
  • Büleklär
  • Küçük Dünyam - 01
    Süzlärneñ gomumi sanı 4039
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2283
    27.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 02
    Süzlärneñ gomumi sanı 4191
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2216
    29.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 03
    Süzlärneñ gomumi sanı 4171
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2215
    29.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 04
    Süzlärneñ gomumi sanı 4087
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2262
    28.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 05
    Süzlärneñ gomumi sanı 4045
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2160
    29.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    42.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 06
    Süzlärneñ gomumi sanı 4146
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2180
    29.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    50.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 07
    Süzlärneñ gomumi sanı 4029
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2148
    27.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    47.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 08
    Süzlärneñ gomumi sanı 3961
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2241
    28.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    40.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 09
    Süzlärneñ gomumi sanı 4010
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2149
    29.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 10
    Süzlärneñ gomumi sanı 3967
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2237
    27.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    39.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Küçük Dünyam - 11
    Süzlärneñ gomumi sanı 3265
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1778
    31.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.