Zeytindağı - 6
Süzlärneñ gomumi sanı 4017
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2250
29.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Çöl bedevilerinin ancak kibar olanlarının derileri üstünde bezden bir entari, siyah bir maşlah, agel ve kefiye, ayaklarında yalnız tabanı kapayan ve ince bir meşin halka ile başparmaklara bağlı köseleler bulunur. Bu eşya, herkesin servetine göre, en fena örme bezden en güzel ipek kumaşlara kadar değişir. Kadınların esvap ve süsleri siyah entari, başa sarıları siyah bez, boyun, kol ve ayak bilezikleri ile bakır ve gümüş halkalardan ibarettir.
Bedevi; koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, açık alın, sivri başlı, oynak bakışlı bir adamdır.
Her kabilenin bir şeyhi var. Şeyhler asil, cesur, cömert olmalıdır. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kasas memuru bulunur. Şeyhler urbanı kendi keyifleri için ve kendi âdetlerine göre idare ediyorlar. Mahkemelerde kadınlar için kadı başkadır. Mahrem olmayan hiç kimse hâkim karşısında kadınlarla beraber bulunamaz.
Şeyhlerin ceza usulleri için garip hikâyeler işittim. Mesela, bikrini arzusuyla izale ettiren kadınla erkeği kendi babalarına, yahut kardeşlerini idam ettirmek adetmiş. Katiller ya diyet veriyor, yahut öldürülüyor. Diyet kırk adi deve, bir beyaz dişi hecin, evlenilebilir bir kızdan ibarettir. Bu kız, ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadınna götürülür ve bir erkek çocuğu doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik eder. Doğurduğu çocuk sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırdığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez katilin zavallı kızı, Şeyhler Meclisi'nin huzuran çıkar ve efendisine:
- Bu çocuk kimindir? Der, eğer adam:
- Yemin ederim ki, benimdir!
Cevabını verirse, çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle ilgisini keser ve familyasının yanma döner.
Vaktiyle bir bedevi düğünü ile bedevi ziyafetinde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı: "Çölün, amcazadesi olmayan kızları, şehir kızlarından bile bahtiyardırlar. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilirler. Fakat her kız için amcazadeye varmak mecburiyeti var, hatta bu amcazadenin birkaç karısı olsa bile...
Geçen gün bir kabilede nikâh ve düğüne çağırılmıştım. Nikâh günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki:
- Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin! Allahın ve Peygamberin emri ile beni kendine erkek diye kabul eder misin?
Kız cevap verdi:
- Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin! Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.
Bu sözleri üç defa tekrar ettiler. Sonra kaynata elindeki çöpü, damadına verdi ve damat bu çöpü ageliyle kefiyesi arasına koydu. Çölde nişan alameti işte bu çöptür. Damat demek istiyor ki: "-Kızınız bir çöp de olsa, başımın üstündedir."
Güveyi bir aba, bir entari, demir halhal, saça takmak için bir sicime dizili boncuk, bir çift bilezik, kakülden gerdana kadar burnu örterek asılmak üzere gümüş İngiliz paraları dikilmiş bir bez parçası hediye etti. Sonra gelin, ta küçükten beri, bugün için ayırıp sakladığı cins hecinin burnuna kendi saçından ördüğü halkayı taktı ve bir kadın kalabalığı arasında güveyinin çadınna girdi.
Ben geç kalmamak için ordugâha dönmeye mecburdum. Aklı başında bir adam olan delilime geceki eğlencenin ne olacağını sordum, şöyle anlattı:
- Şimdi güveyi ortadan kaybolup bir köşeye gidecek; urban silah atıp oynayacak. Geç vakit güveyi ile gelin biraz hasbihal ettikten sonra erkek, kıza meyil gösterecek ve kız da cilvelenip kumlara doğru koşacak! En nihayet güveyi ve gelin, sesleri işitilmeyecek kadar koştuktan sonra, kız kendini çukur bir yere fırlatıp teslim olur.
Çöl düğününün tek vuslat saatleri işte uzak kumlar üstünde gündüzden hazırlanan böyle bir çukurda geçiyor.
Bir gün de ziyafetlerinde bulundum. Güya mevlit daveti idi. Güneş hafifledikten sonra sofra etrafına dizildik. Her sekiz kişinin önüne geniş yemek leğenleri koydular. Bu leğenlere haşlanmış et ve ekmek doğranmıştı. Herkes elini dirseğine kadar sıvadı ve büyük bir avuca güç sığan lokmalarla bu garip yemeği yedi. Sofrada oturmaya hakkı olmayanlar, geride ve ayak üstünde bir müddet bekleştiler. Sonra davet sahibi:
- Al cömertlerden!
diyerek her birinin ağzına avucundaki et parçasını tıktı. Yemekten sonra, Şeyhe:
- Mevlüt ne zaman? dedim.
- Mevlüt bundan ibarettir, yemeklerimizi yedik ve peygamberimize gönderdik! cevabını verdi."
Zengin bedeviler pirinç yiyor. Birçoğunun gıdası hurma, deve, koyun ve keçi sütünden ibarettir. Aynı dostum Sina'da ihtiyar bir bedevinin doğduğu günden beri yalnız deve sütü içtiğini anlattı, bu adam:
- Deve sütü bütün gıdalardan mukaddestir! diyormuş.
Hicaz Arapları yüz çeşit hurmanın yalnız beyaz cinsini yer, ambere ve çelebi cinslerini hediyeler için ayırır veya satarlar.
Serseri ve çıplak sınıf müstesna, asil bedeviler silahsız ve devesiz yaşayamazlar. Çölde yük götüren vasıta develer, insan taşıyan vasıta hecinlerdir. Kabileleri gazveden gazveye koşturan hecinlerin develerden farkı ince, uzun boyunlarıyla, ince bacakları, çekik karınları, küçük başları ve yuvarlak tüyleridir. Bir hecin saatte sekiz kilometre yol gider. Hecinsüvarlarımız bazan günde elli kilometre kadar gitmişlerdir. Hecinler iki üç gün su içmeyebilirler. Başlarını ufuklara doğru kaldırıp çöllerin ebedi konaklarını sükûn ve tahammülle geçen bu hassas, asabi hayvanlar, en uzak tehlikeleri vaktinde sezer ve sahiplerine haber verirler.
Süvarilerimiz bu yeni arkadaşlarına pek güç alıştılar. Bir Alman albayı yere çökmemiş bir hecinin yanına gitmiş ve başını kaldırıp:
- Bunun merdiveni nerede? diye sormuştu.
Hecin üstünde kısa rahvan en rahat yürüyüştür. Bizim genç süvari zabitlerimiz, bu hayvanlara İngiliz süratlisi ve mania talimleri bile öğrettiler. Bir gün Halet hecinini Halep'te bir kısa çukurdan geçirmiş ve bize:
- Bakınız, deve nasıl hendek atlıyor! demişti.
Bedeviler için deve her şeydir. Öyle kabileler var ki, çadırları, maşlahları, abaları, heybeleri ve bütün eşyaları deve tüyünden örülmüştür.
Hecinler kumdan, çıplak, esmer adamdan başka her şeyden ürkerler. Kaç defa deve kafilelerinin bir at sesi yüzünden ortalığa perişanlık verdiğine rasgeldim. Hiçbir deve bir yabancı sesi sükûn ile dinlemez. Fakat en sonra onlar da sese, ateşe, hatta hücuma alıştılar.
Kum çöllerinde izin büyük şiirini duymuştum. Kaybolmuş yolcular için sapsarı mesafeler üstünde ayak çizgileri bulmaktan daha büyük talih olabilir mi? Çöl ölü bir şeydir, insan, izlerde bu cesedin çarpan kalbini ve uyanan canını görür.
İzlerin yerliler için daha başka kıymetleri vardır. Akşam üstü kervanlar konaklara geldikten sonra, Şeyh bedevilerine bir daire gösterir ve bu dairenin dışında ne kadar iz varsa, hepsini onlara elleriyle sildirir ve artık rahat uyur. Çünkü bu daireden çıkan şüpheli bir misafiri izinin arkasından gidip çöller ortasında bulmak kolaydır.
Her bedevi, daha çocukken kendi ayağının izini görür ve tanır. Sonra bazıları o kadar alışıyor ki, kendi sürülerini izlerinden bilenler az değildir; bazan geçtikleri yerlerde sürü izleri görenler, oradan geçip giden kabilenin ismini bile haber veriyorlar.
Bu iz kâhinliği gitgide inanılmaz bir şekle girmiştir. Bir gün bir dostumun bedevi uşağı iki iz gösterip:
- Şu bir âşık kızın, öteki bir gebe kadının izidir! demiş.
Artık buna istediğiniz kadar hayalperestlik katınız. Rivayete göre, gebe kadın izinden doğacak çocuğun erkek veya kız olacağını sezenler bile var.
Bedevilerin burunları, gözleri kadar kuvvetlidir. Gene bu arkadaşımın şu hikâyesini dinleyiniz:
- Bir gece Kanal'a giderken delilim durdu, burnunu kaldırdı. Sonra bana civarda, kadınlarla kızların oturduğunu söyledi.
Fakat bu, o kadar fevkalade bir hüner değildir. Kadınlar, yüzlerine sadeyağdan, yahut başka şeylerden keskin ıtırlar sürüyor. Bu koku, en hafif rüzgârla burnu kuvvetli bir adama uzaktan kendini hissettirecek kadar ağırdır.
-2-
Biz İngiliz ordusunun Gazze'ye geldiği gibi, Kanal'a tren içinde gitmemiştik.
Biz geçtiğimiz zamanlar, Sina çölü, Peygamber Musa'nın geçtiği zaman kadar ıssız, boş, kuru ve çoraktı.
Fakat biz, Allah ile konuşup kudret helvasına ağız açmadık. Biz Filistin sonlarından Kanal'a doğru, bütün çölde Türk kudretinin yumruğu ile taşı, toprağı ve kumu dövdük; her tarafı elektrik, makine, su, bahçe ve kasabalarla donattık.
Kanal'da birinci keşif harbi (1914-1330) senesi Şubat'ında olmuştur.
Şu tabloya dikkatle bakınız: Mısır'a gidiyoruz, insanlarımız ve hayvanlarımız Rumeli'den, Şark ve Garp Anadolusu'ndan ve Suriye'den, fenni şeyler silah ve mühimmat, Avrupa ve İstanbul'dan, Bağdat, Şimal Suriyesi'nden, Halep ve Adana'dan gelecektir. Henüz ne menzillerimiz, ne de askeri şoselerimiz var. Anadolu'dan gelen demiryolunu bir defa, Konya ile Adana arasında Toros Dağları, Adana ile Halep arasında da Amanos Dağları kesiyor. Bu dik, sarp ve yolsuz dağları arabalar, katırlar ve otomobillerle aşacaksınız. Dahası var. Deniz yolu olmadığı için Adana hattına ve Suriye hattına ne yeni vagon, ne de ağır malzeme getirilebilir. Bu, kabiliyeti artmayan, her gün kuvvetten düşen ve odun yakan bir hattır. Onun için, menziller için, yol yapmak için Kanal'a götürdüğünüz insanların birkaç mislini arkanızda bırakacaksınız.
Sonra yiyeceği düşününüz: Kudüs sancağı, Beyrut, Şam ve Akka şehirleri. Lübnan sancağı, hemen bütün sahil kasabaları hepsi yemek ister ve aynı demiryolu ile onlara da buğday götürmek lazımdır. Üst tarafta yalnız Havran ve Gerek sancakları müstahsil iseler de, medeni vasıtaları yoktur.
Bütün müstehlikler, ordu ve şehirler cenupta idi. Her şeyi bu kırık dökük demiryolundan bekliyorduk.
Ya çöl? Ordunun geçtiği yerlerde ilk yolları develerimizin ayak izleriyle açmıştık. Tih Sahrası üç köşeye benzer. Birçok yerinde hiç insan yoktur. Urban denilen fakir bedeviler, odun bulunabilecek yerlerde ve su çukurlarının dibinde otururlar. Çölün başlıca güzergâhlarından birisi Süveyş ile Akabe'yi bağlayan caddedir. Bu eski güzergâh bile hakikatte bir izdir. Yalnız gece gündüz üstünden gelip geçen hayvan ayakları yolun rengini, iki tarafının renginden ayırmıştır. Büyük rüzgâr olursa, bu renk ayrılığı da ortadan kalkar; günlerce boş ve ümitsiz ufuklar içinde kalırsınız.
Üç köşenin Akdeniz yakasında Cefir badiyesi, ortasında Tih badiyesi, cenupta Sina badiyesi vardır.
Filistin ve Mısır'ın eski yolu Cefir badiyesinden geçiyor. Kervanlar eski zamanda buradan işlediği gibi, îsrailoğulları-nm kırk sene kaybolduğu çöl de burası idi. Badiyede hiç imar hatıraları yok değildir. Fakat eski saray ve mabetlerden taş, toprak ve tuğla yığınlarından başka bir şey kalmamıştır.
Ariş'ten geçenler bir evliya türbesinin etrafını çeviren mezarlığın taşlarından birinde şu kelimeleri okur: "Yeniçeri Ağası Emir-i Emiran". Türklerin eski Mısır seferinden belki çöller içinde yalnız bu dört kelime kalmıştır. Biz ise çölde silinmez ve unutulmaz bir ümran destanı bıraktık.
Her sene hazirana doğru Cefir badiyesinin havasını korkunç sinek sürüleri basıyor. O vakit kervan develerini bile beze sarmak, konak yerlerinde tütsü yakmak lazımdır.
Tih sahrası sert taştan bir dağ silsilesi ile yarılmıştır. Kum daha azdır.
Cenupta Sina badiyesinin dağları uzaktan renkli görünür. Bu müthiş badiyede hiç kaynak suyu yoktur. Kışın büyük seller, buradan, yuvarlanan bir kaya gibi gelip geçer.
Biz eski fatihlerin yolundan değil, Tih üzerinden hecin develeriyle geçtik. Böyle bir sefer, imparatorluğun rüyasına bile girmediği için, sulh zamanı bir deve teşkilatı yapılmamıştı. Develere hususi bir itina ile bakılmak, yüklerini, seferlerini kendi âdetlerine göre idare etmek için yetişmiş adamlarımız yoktu. Çabuk hastalanıp ölen bu develerin yerine, çölde aşiret bulup, deve satın alıyor ve altın bulup veriyorduk.
Hafir ile Nahil'den başka hiçbir yerde ne ağaç, ne ot vardı. Urban, dağ gölgelerinde, kaya diplerinde yatıyor. Erzak vermek değil, bu bedbahtlar arasında at gübresinden arpa ayıklayanlar ve atılan kemiği kemirenler az değildir.
- Çadırın nerede?
Diye sorduğumuz zaman, çoğu size eğri bir taşın babasından kalma gölgesini gösterebilir.
Geçtiğimiz yer bir istikamettir: Ne yol, ne de işaret vardır. Bugün tekerleğin oyduğu izi bir fırtına silip bozar. Nişan koyduğunuz tepe, yerini değiştirir. O vakitler resmi tebliğlerde mesela, İbin gibi isimler işitirdiniz: Bunlar, ne köy ne kasaba, ne vaha, yalnız çadır kurulmuş toprak ve kum konakları idiler. Bir büyük şehir kadar şöhret kazanan İbin, çadırlarla birlikte, veya bir fırtına koptuğu zaman kaybolup giderdi.
Bir-i Hasana denen noktadan sonra artık sapsarı, ayak bileklerine kadar geçen kumdan başka bir şey yoktur, insan bu kumda, bir batakta gibi yürür, ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar.
Çölle sıcak, insana suyu düşündürür: Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir delikten ateş kuyusuna iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan mukaddes ne olabilir? Sina taze su kuyularından mahrumdu. Yalnız Şimal'deki badiyede tatlı ve tuzlu bazı kaynaklar varsa da, bedeviler koyunlarla develere içirdikleri için bu sular pis ve hastalıklıdır. Bazı meçhul suları yalnız urban bilir, fakat hiç kimseye haber vermez. Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir. Biz yağmur birikintilerinden istifade etmiştik. Bunların arasındaki mesafe bile yirmi beş kilometreden aşağı değildi.
On seneden beri yalnız sefer zamanı Tih Sahrası'na yağmur düştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur sellerini tutturdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için yirmi dört saatte bir matra suya izin veriyor ve fazla su için birikintilere tecavüz edenleri pek ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnız kumandanın, büyük bir ordu içinde tek bir kişinin, yüzünü yıkamak için ikinci bir matra su kullanmak hakkı vardı. Ordu kumandanı kendi karargâhı ümerasından birinin haftalardan beri su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu esirgedi. Her parça su, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir itina ile ve kafi emir almış süngülü neferlerle sakınılmıştır. Bu ufak çukurlar, bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle dolu idi. Hatta bir gün, ordu kumandanının yaveri, pek pis bir çukurdan matrasının bardağını doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor:
- Sıhhiye başkanı sıfatıyla, size bu sudan içmeyi men ederim, dedi.
Kadehi dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde hiddet bir ateş gibi yandı; bu kimbilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla, serinliğini ruhunda duyarak içti ve bu bir içimlik su ancak içindeki böcekleri ıslatmaya kâfi idi.
Kıtalar Kanal'a kadar, katı peksimetler yedi. Yemleri kalmayan develere, insanlardan artan peksimet kırıntılarını verdiler, tahammül edemeyen develerden birçoğu yollarda ölüp gitti.
Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen kıtalardan biri, Kanal'a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki son geçirecekleri bu akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matra suları vardı. Nafile taşıdıkları karavanalarını zayıf tahtalarla yaktıkları ateşlerin üzerine koydular ve tepenin dibinde yatan ölü bir devenin başını kesip pişirmeye başladılar. Karavanada, hep beraber bir deve başını güç ıslatan, kıymettar sular tebahhur ediyordu. Fakat talih, akşam üstü hafif çizgi halinde Kanal suyunu gören ve Mısır hikayeleriyle sarhoş olan bu kıt'adan yaşamak için bir son geceyi çok gördü. Aldıkları emir üzerine ölü deve başını, yarı kaynamış sularını kumlar üstüne döktüler. Tulumlarını alıp Kanal'a gittiler.
İşte Anadolu çocukları Kanal'a böyle gittiler. Bu, Anadolu'nun her yerdeki, Çanakkale'deki, Erzurum dağındaki, Medine'deki destanıdır. Fakat Sina Çölü'nde Türk milletininbir ikinci destanı daha var ki, her Türk çocuğuna belletmek lazım gelir. Onu da yarın anlatacağım
Bu uzun destan, iki cümlelik bir İngiliz tebliği ile bitti:
"Düşman şubatın üçüncü günü üç buçukta Kanal'ı geçmek için azimli bir teşebbüste bulunmuşsa da eriyip gitmiştir."
Bir İngiliz raporu, Kanal'a kadar gelen Türk kuvvetini onbeş bin ve 6 batarya top olarak tespit etmiştir.
"Düşmanın planı Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Süveyş kasabalarına hücum edip, asıl kuvvet ile de Tarsum taraflarından Kanal'a geçmek idi..."
Yüzmek bilmeyen bir kıt'a tulum takınarak, Kanal'a atıldı. Bizim kenardan dişlerine kadar silahlı olarak suya giren bu Anadolu çocukları, öbür kenara esir olarak çıktılar, İngilizler bu askerleri soyup güneşte kuruttuktan sonra, Halife ve İmparatorluğu tezyif için, Kahire sokaklarında çıplak dolaştırdılar.
Bizim aramızda Kanal'ı geçerek yerli halkı ayaklandırıp Mısır'ı alacağımıza inananlar vardı. Bu kadar saf olmayan Almanların Türk ordusuna verdiği Kanal vazifesi ise daha basittir. Ara sıra birkaç bin Türk feda ederek ve ikide bir Kanal'ı zorlayarak, Mısır'da mümkün olduğu kadar İngiliz ordusu tutturmak! Mısır'da duran her İngiliz, Alman ordusunun karşısında azalmış bir fert demektir, İngiliz raporu diyor ki: "Bu vaka üzerine muhafız kuvvet otuz bine çıkarılmıştır."
Demek, Kanal'da Almanlar muvaffak olmuşlardır. Fakat Cemal Paşa'nın yanında bulunan Fon Kress Bey, bu kadarla doymamıştı. O:
- Bir defa buraya gelen kuvvetin vazifesi geri dönmek değil, ölmektir, diyordu.
Cemal Paşa, kumandan ve kurmaylarına sordu:
- Muvaffak olmak mümkün müdür, değil midir? Hepsi:
- Hayır, cevabını verdiler.
Ordu kumandanı, Fon Kress'in ısrarlarına rağmen, hemen ricat kararını verdi. Bu karar, on beş bine yakın Türk çocuğunun canını kurtarmıştır.
Bir ay sonra başlayan 1331 senesi, ikinci çöl destanının, büyük hazırlığının senesidir. Çölde hepsini kahramanca gö-ğüslediğimiz son harpler, 1332 senesinin son aylarında olduğuna göre, biz çölde bir sene içinde, beş altı ay kadar da harpler arasında çalıştık.
Bir taraftan cephe gerisinde, demiryolunun Amanos dağlarındaki eksiğini tamamladık, Toros dağlarındaki aralığı da dekoville kapadık. Demiryollarını Kudüs'e ve Kudüs'ten çöl ortasına Hafir'e kadar getirdik. Bizde cephe gerisi demek, birtakım kıtaların yerli yerinde cephe için çalışması demek değil, bizzat cephe gerisini yapması demek olmuştur.
On beş bin kişiye ancak birer matralık su veren çöl, boş, ıssız, aç ve çorak çöl, ne için hazırlanıyordu, bilir misiniz? 100 bin insan ve 100 bin hayvan için!
100 bin insan doyuncaya kadar yiyecek, 100 bin hayvan beslenecek, ağır toplar katı toprağın şoselerinden ve yumuşak kum üzerine serilecek portatif yollardan geçirilecekti.
Askeri hayal kimindi, bilmiyorum. Fakat Türk enerjisi ve zekâsı çölde bu kabiliyete yakın bir kabiliyet yaratmıştır.
Şimdi şu tabloyu seyrediniz. Başkumandanı Dördüncü Ordu hududunda, Pozantı'da karşılamıştık. Burası artık bir kasaba idi. Erzurum yolunun kapısı olan Ulukışla ile Dördüncü Ordu'nun kapısı olan Pozantı arasındaki fark insana şaşkınlık ve hayret verecek kadar büyüktü. Yeni şoselerimizden, düzelmiş trenlerimizden, geçerek Kudüs'e kadar geldik. Kudüs'ten sonra her adımda büyük hazırlığın eserlerini görüyorduk. Bir sene evvel atların güç söktüğü yollarda otomobili olanca hızıyla koşturabiliyorduk. Çöl başındaki Birüssebi'yi tanıyamadık. Burası fakir, harap bir köy iken, şimdi geniş caddeleri, bahçesi ve taş müesseseleri ile, modern bir kasaba olmuştu. Çölün içine artık izler üstünden girmeyecektik. Yüzseksen kilometrelik düz ve kuvvetli bir şose, Kanal'ın bir kumsalı gibi başlayan sarı ve yumuşak kuma kadar çölün bağrına saplanmıştı. Bir taraftan da raylarımızı döşüyorduk. Asluç'ta bayraklarla süslenmiş bir takın altında ilk istasyonun kuşat resmini yaptık. Burası portatif bir harp kasabasıydı. Karargâh, hastaneler, diğer müesseseler, hepsi muntazam yollarla çevrilmiş sağlam çadırlar içinde kurulmuştu.
Asluç'tan sonra, uğradığımız Hafir, geçen sene bir isimden ibaretti. Bu sefer o da uzaktan, bahçeler, binalar, hastaneler ve çadırlar arasında yeni bir kasaba gibi göründü. Hatta bir harabe bile keşfedilmişti ve birkaç adım sonra çöl, yüzde yüz çöl ve esmer taş çölü... Taş çölü, kum çölü kadar genişken, ruhu darlaştırır; göze görünmeyen bir dehliz, basık, sıkışık bir dehliz, bir adım sonra nefesi boğacak zannedilir.
Etrafta çölün meşhur olmuş adamlarını görüyordum: işte topal, yaşlı bir Alman ki, su havuzlarını, setleri, kanalları yaptı, işte beyaz sakallı bir mühendis ki, Kudüs hattını ve çöldeki Mısır hattını yaptı. Sonra hatırlanmayan Türkler, kimi subay, kimi er, fakat asıl işi ve eseri yaratmış olanlar görünüş ve gösterişe karşı kayıtsız, şurada burada dolaşıyorlar.
Kuseyme'de Sina'nın hiçbir zaman görmediği bir rüyayı bulduk: tçi temiz sularla dolu havuzlar ve Kuseyme sularını kilometrelerce uzağa taşıyan demir boru şebekesi...
Bir defa İngilizler bombaladığı için, şimdi havuzlar birçok bölmelere ayrılmıştı.
Bîr-i Hasanâ'ya kadar gittik. Burada başka bir çöl, sarı, yumuşak, denizi kurumuş bir kumsalı andıran çöl başlıyor. Hasana'da hasta çadırlarda pek büyük bol sudan başka, uzaktan getirilen karpuzlar bile vardı.
Göğüslerin nefes almak için kalkıp inmesi bile fütur veren badiye sokaklarında ağır demirle işleyen Türkler çölü diriltmişlerdi.
Çöle gömülen bir senelik Türk enerjisi, herhangi bir planın içine toplanır ve teksif olunursa, dört beş senede bir memleket yapmaya kâfidir.
Türk enerjisi, ancak, planlaşmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur ve Allah gibi yaratır.
Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire'ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu'yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı.
Türk, harpte kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhta ise bırakılmıştır.
"En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştır."
Şöyle bağıranlar:
- Altın değer ormanlarımız işlemiyor.
- Paha biçilmez madenlerimiz toprak altında yatıyor.
- Dünya değer mahsullerimiz tekniksizlikten ölüyor. Haksızsınız: Biz, ormanlarımızı, madenlerimizi, mahsullerimizi ve sanayiimizi değil, biz Türk'ümüzü işletmiyoruz.
ATEŞ VE GÜNEŞ
"Ateş ve Güneş "i Büyük Harp'in sonlarında, hemen birkaç gün içinde yazmıştım. Bozgun havası içinde Türk ordusunun bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabının unutulduğunu görüyordum. Orduya sövülmek moda idi.
Kitabın başında şunu diyordum:
"Ben de bilirim ki, Medine müdafaası, Çığtave gibi, Emden gibi, neticesiz bir eserdir, İstanbul'dan Aden'e üç bin asker yollamanın bir faydası olmadığını da düşünebiliriz. Fakat böyle bilmek ve düşünmek neye yarar? Biz Medine'de 1332 Mayıs’ından mütareke günlerine kadar toprağı kavuran ateş altında çarpışanları hatırlıyoruz. Aden seferine basit bir yola çıkar gibi, sessiz ve asil, yürüyüp giden Türk çocuklarının kalplerinin içini görünüz."
"Anadolu kiminden kar, kiminden güneş eksik olmayan sekiz cephede esrarlı varlığının yeni epopelerini yazdı. Okumak bile istemediğimiz resmi tebliğlerin her satırında bu cephelerin bir parçası vardır. Fakat ne yazık ki, bizim edebiyatımız, şişireceği yelkenlere inmeyen bir rüzgâr gibi, hep havadan, serseri ve yüksek geçiyor. Boş çığlığından başka hiçbir tesirini duymuyoruz."
"Ateş ve Güneş"in baş tarafını hiç sevmem. Çöl için yazdığım yazılar, "Zeytindağı"nda olanlardan farklı değildir. Bir kısmını da muhtelif bahislere karıştırdım.
Fakat çölde harp eden arkadaşları dinleyerek, bazı subayların aldığı notları okuyarak, biraz da raporlardan muharebe hikâyeleri yazmıştım. Bu hikâyeleri tekrar gözden geçirerek kitabıma ekliyorum.
Bunlar, cephenin içinde kaybolan bölük ve müfrezelerin hikâyeleridir; genç subayın ve köylünün destanıdır. Birinci defterde ilk Kanal seferini ve çöl içindeki harpleri ve ikinci defterde Gazze taarruzlarını okuyacaksınız.
Yazdıklarımın, yazılanların en iyileri değildir; yegâne yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum.
BiRiNCi DEFTER
Bu gündemleri 1914 (1330) senesinde ilk keşif seferine giden bir subayın harp notlarından alıyorum:
Kaç gündür kızgın yollardayız. Kıtama bir türlü tabii bir yürüyüş yaptıramadım. Konak araları nizamnamenin gösterdiği müddete değil, içilecek suların bulunduğu yerlere bağlıdır. Bir sudan, kalkıp öbür suya konuyoruz. Bu kadar güçlük içinde bile, hiç döküntü ve hasta bırakmadık.
Ve su içmek değil, yapışık çamur yutuyoruz. Kendi kendine bir çöl, hendesesiz, çizgisiz ve şekilsiz, büsbütün çöl! Aldığım nefes göğsümü tıkıyor, boğazımdan geçerken katı ve yuvarlak bir şeymiş gibi hissediyorum. Geceleri, güneşi az bir kış gününden daha parlak... Aynı ufuk geri çekiliyor gibi devam eden sarı fersahlarda günlerce ne hayat, ne yeşil bir ot kümesi var.
- Kanal'a gidip boğulsak diyordum. Emdiğim çamurdan, dizlerimi artık bir demir mengene gibi sıkan yorgunluktan o kadar usanmıştım. Havaya öyle ince bir kum karışıyor ki, bunu ancak, yavaş yavaş hançerelerimizde bir satıh gibi kabardıktan, saatlerimiz durduktan, otomatik tabancalarımız sıkıştıktan sonra hissediyoruz.
Her akşam, arkada bıraktığımız mamurelerden bir gün daha uzaklaştığımızı düşünüyorum. Doğrusu, pek az insanın dayanabileceği sıkıntılar çektik. Her adımı, içimden bir ıstırap çıkarır gibi atıyorum ve onu bir daha tekrar etmeyi hatırıma getirmiyorum. Dönülecek bir yere gittiğimizi bir an düşünürsem, bunu düşündüğüm yerden ileri gidemezdim. Gözüme Kahire yeşil, Mısır bahar içinde, Kanal ve Nil, Boğaziçi gibi serin geliyor.
Akşama doğru, ağırlığın başında bezgin neferlerime iş gördürmeye uğraşıyordum. Yedek subaylardan biri, yanımda durdu; dudakları kupkuru, derisi bakırlaşmış, omuzları sarkık.
- Nasıl, dedim, bu iş İstanbul gezintilerinden biraz farklı! Uzun uzun baktı:
- Şehirlere gitmeliyiz... diyordu.
Ve durulmuş gözlerini engine bırakarak:
- Beni İsrail buradan nasıl hicret etmiş? diye sordu.
Bir hurmalık kenarında geceliyorduk. Oldukça uzakta, kıtalardan biri develerini suluyordu. Su, bu hayvanların uzun, geniş boğazlarından halkalı bir gürültü ile geçiyor. Bomboş, yapayalnız çöl karartısı ortasında bu yabancı, kovalaşan ses bana ne garip geldi. Bütün gece hep Anadolu köylerinin inek seslerini işitir gibi oldum.
Nasıl oldu, ne olduk?
Birkaç saatte her şey olup bitti. Rüya görmüş gibiyim. Biraz evvel ordu karargâhından emir geldi. O yollardan geri döneceğiz.
Kargaşalık arasında biri omuzlarını silkti:
- Çöl hurmalanna dönüyoruz. Aylardan beri görmediğim bir arkadaştı.
- Sen ne yaptın? diye sordum.
- Hiç... Ateşin durduğu bir zamanda, Kanal'a koştum. Bir avuç su ile ağzımı yıkadım.
... Kanal'ın suları içinde ölmüş olanlar da var. Hemen hiç talim görmeyen tulumlu askerler, hakikaten büyük bir cesaretle su içine atladılar. Karşıya ancak küçük bir kıta geçti; üstlerinden sular sızan, yaralı ve yarasız, bu bir avuç adam, İngilizlerin demir çemberi içine sıkışıp kayboldu.
İngiliz ateşi, Kanal'in ortasını bir düz çizgi gibi yalıyordu. Şehitlerimizin çoğunu orada verdik. Kanal hücumundan, son hatıra, onların sular üstündeki solgun kan izleri kaldı...
Kanal seferinde, bizim için talih de aksi gitti. Yüzü acı acı döven, mesafeleri ve hedefleri karmakarışık eden şiddetli bir kum fırtınasına tutulduk. Gece yollarımızı kaybettik. Gündüz tayyarelerden sakınmak için, kum yığınları içine gömülüp çıktık.
Yaralılarımızı develer üstünde götürüyoruz. Yan yolda bir subay, bana diyor: "- Ah bilmezsin? Deve her adım attıkça, yaram, yeni bir yara gibi sızlıyor."
Kanal'da develerimizin çoğunu kaybetmiştik. Anadolu çocukları ne dayanıklı adamlardır. Bunca yorgunluktan sonra, daha az vasıtalarla, büsbütün zorlaşan geri seferini intizamla, fütursuz başardılar.
General Maksvel, sonraları okuduğum bir raporunda, İngiliz kıtaları için diyor ki:
- Kanal'ı müdafaa edenler, yüz millik cephe üzerinde çok basiretle vazife görmeye mecbur idiler. Kıtalar bu vazifeyi çok iyi yaparak haklı bir şöhret kazanmışlardır. Eğer başka askerler olsaydı, bu kadar yorgunluk ve zorluk içinde, maneviyatlarının tefessüh edeceğine şüphe yoktur.
Halbuki Türkler, Anadolu'yu, Suriye'yi, Filistin'i ve çölü geçip burada muharebe ettiler. Ve daha iki sene, hiçbir gün maneviyatları tefessüh etmeyerek, çöllere kaç kere gelip, kaç kere geri dönmüşlerdir.
Size "Tanin" gazetesinden bir telgraf alıyorum:
Atina, 3 Ağustos (M. A.) - Kuvvetli bir Osmanlı keşif kolu, Süveyş Kanalı'nı geçerek Kantara'nın iki buçuk kilometre şimalinde şimendifer hattına vazettiği mevaddı infilakiyeyi ateşleyip hattı tahrip ve Süveyş Kanalı'nı dolaşan bir İngiliz devriye motorunu gark ve avdet etmiştir.
Her gün gördüğümüz basit hâdiselerden biri, belki okumadan geçmişsinizdir. Bu küçük telgrafın hikâyesini dinler misiniz?
*
"... Ariş kasabasını muhafaza eden bölüğüme, dün İngilizlerin Kanal'daki hareketlerini tarassut etmek ve haber toplamak vazifesini verdiler.
İlk Kanal keşfinde, ordunun birçok Arişli bedeviler kullandığını biliyordum. En doğru tedbir, kendi müfrezeme mümkün olduğu kadar urban almaktı. Bir akşam üstü, keşif seferine giden bedevilerden birini çağırdım. Bozuk gözlü, orta boylu bir adam olan şeyh, belindeki kısa palasıyla ve omuzunda gra tüfeğiyle masamın kenarına oturdu. Önce kalıp kıyafetinden bir şey ummadım, fakat söz söylerken öyle cesur, açık, karşısındakine emniyet ve ferah veren bir hali vardı ki, hiç tereddüt etmeden maksadımı kendisine anlattım.
Mısır tarlalarını tanıyan şeyh, ayrıca bana on .beş bedevi getireceğini de söyledi.
Bedevi; koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, açık alın, sivri başlı, oynak bakışlı bir adamdır.
Her kabilenin bir şeyhi var. Şeyhler asil, cesur, cömert olmalıdır. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kasas memuru bulunur. Şeyhler urbanı kendi keyifleri için ve kendi âdetlerine göre idare ediyorlar. Mahkemelerde kadınlar için kadı başkadır. Mahrem olmayan hiç kimse hâkim karşısında kadınlarla beraber bulunamaz.
Şeyhlerin ceza usulleri için garip hikâyeler işittim. Mesela, bikrini arzusuyla izale ettiren kadınla erkeği kendi babalarına, yahut kardeşlerini idam ettirmek adetmiş. Katiller ya diyet veriyor, yahut öldürülüyor. Diyet kırk adi deve, bir beyaz dişi hecin, evlenilebilir bir kızdan ibarettir. Bu kız, ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadınna götürülür ve bir erkek çocuğu doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik eder. Doğurduğu çocuk sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırdığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez katilin zavallı kızı, Şeyhler Meclisi'nin huzuran çıkar ve efendisine:
- Bu çocuk kimindir? Der, eğer adam:
- Yemin ederim ki, benimdir!
Cevabını verirse, çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle ilgisini keser ve familyasının yanma döner.
Vaktiyle bir bedevi düğünü ile bedevi ziyafetinde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı: "Çölün, amcazadesi olmayan kızları, şehir kızlarından bile bahtiyardırlar. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilirler. Fakat her kız için amcazadeye varmak mecburiyeti var, hatta bu amcazadenin birkaç karısı olsa bile...
Geçen gün bir kabilede nikâh ve düğüne çağırılmıştım. Nikâh günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki:
- Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin! Allahın ve Peygamberin emri ile beni kendine erkek diye kabul eder misin?
Kız cevap verdi:
- Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin! Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.
Bu sözleri üç defa tekrar ettiler. Sonra kaynata elindeki çöpü, damadına verdi ve damat bu çöpü ageliyle kefiyesi arasına koydu. Çölde nişan alameti işte bu çöptür. Damat demek istiyor ki: "-Kızınız bir çöp de olsa, başımın üstündedir."
Güveyi bir aba, bir entari, demir halhal, saça takmak için bir sicime dizili boncuk, bir çift bilezik, kakülden gerdana kadar burnu örterek asılmak üzere gümüş İngiliz paraları dikilmiş bir bez parçası hediye etti. Sonra gelin, ta küçükten beri, bugün için ayırıp sakladığı cins hecinin burnuna kendi saçından ördüğü halkayı taktı ve bir kadın kalabalığı arasında güveyinin çadınna girdi.
Ben geç kalmamak için ordugâha dönmeye mecburdum. Aklı başında bir adam olan delilime geceki eğlencenin ne olacağını sordum, şöyle anlattı:
- Şimdi güveyi ortadan kaybolup bir köşeye gidecek; urban silah atıp oynayacak. Geç vakit güveyi ile gelin biraz hasbihal ettikten sonra erkek, kıza meyil gösterecek ve kız da cilvelenip kumlara doğru koşacak! En nihayet güveyi ve gelin, sesleri işitilmeyecek kadar koştuktan sonra, kız kendini çukur bir yere fırlatıp teslim olur.
Çöl düğününün tek vuslat saatleri işte uzak kumlar üstünde gündüzden hazırlanan böyle bir çukurda geçiyor.
Bir gün de ziyafetlerinde bulundum. Güya mevlit daveti idi. Güneş hafifledikten sonra sofra etrafına dizildik. Her sekiz kişinin önüne geniş yemek leğenleri koydular. Bu leğenlere haşlanmış et ve ekmek doğranmıştı. Herkes elini dirseğine kadar sıvadı ve büyük bir avuca güç sığan lokmalarla bu garip yemeği yedi. Sofrada oturmaya hakkı olmayanlar, geride ve ayak üstünde bir müddet bekleştiler. Sonra davet sahibi:
- Al cömertlerden!
diyerek her birinin ağzına avucundaki et parçasını tıktı. Yemekten sonra, Şeyhe:
- Mevlüt ne zaman? dedim.
- Mevlüt bundan ibarettir, yemeklerimizi yedik ve peygamberimize gönderdik! cevabını verdi."
Zengin bedeviler pirinç yiyor. Birçoğunun gıdası hurma, deve, koyun ve keçi sütünden ibarettir. Aynı dostum Sina'da ihtiyar bir bedevinin doğduğu günden beri yalnız deve sütü içtiğini anlattı, bu adam:
- Deve sütü bütün gıdalardan mukaddestir! diyormuş.
Hicaz Arapları yüz çeşit hurmanın yalnız beyaz cinsini yer, ambere ve çelebi cinslerini hediyeler için ayırır veya satarlar.
Serseri ve çıplak sınıf müstesna, asil bedeviler silahsız ve devesiz yaşayamazlar. Çölde yük götüren vasıta develer, insan taşıyan vasıta hecinlerdir. Kabileleri gazveden gazveye koşturan hecinlerin develerden farkı ince, uzun boyunlarıyla, ince bacakları, çekik karınları, küçük başları ve yuvarlak tüyleridir. Bir hecin saatte sekiz kilometre yol gider. Hecinsüvarlarımız bazan günde elli kilometre kadar gitmişlerdir. Hecinler iki üç gün su içmeyebilirler. Başlarını ufuklara doğru kaldırıp çöllerin ebedi konaklarını sükûn ve tahammülle geçen bu hassas, asabi hayvanlar, en uzak tehlikeleri vaktinde sezer ve sahiplerine haber verirler.
Süvarilerimiz bu yeni arkadaşlarına pek güç alıştılar. Bir Alman albayı yere çökmemiş bir hecinin yanına gitmiş ve başını kaldırıp:
- Bunun merdiveni nerede? diye sormuştu.
Hecin üstünde kısa rahvan en rahat yürüyüştür. Bizim genç süvari zabitlerimiz, bu hayvanlara İngiliz süratlisi ve mania talimleri bile öğrettiler. Bir gün Halet hecinini Halep'te bir kısa çukurdan geçirmiş ve bize:
- Bakınız, deve nasıl hendek atlıyor! demişti.
Bedeviler için deve her şeydir. Öyle kabileler var ki, çadırları, maşlahları, abaları, heybeleri ve bütün eşyaları deve tüyünden örülmüştür.
Hecinler kumdan, çıplak, esmer adamdan başka her şeyden ürkerler. Kaç defa deve kafilelerinin bir at sesi yüzünden ortalığa perişanlık verdiğine rasgeldim. Hiçbir deve bir yabancı sesi sükûn ile dinlemez. Fakat en sonra onlar da sese, ateşe, hatta hücuma alıştılar.
Kum çöllerinde izin büyük şiirini duymuştum. Kaybolmuş yolcular için sapsarı mesafeler üstünde ayak çizgileri bulmaktan daha büyük talih olabilir mi? Çöl ölü bir şeydir, insan, izlerde bu cesedin çarpan kalbini ve uyanan canını görür.
İzlerin yerliler için daha başka kıymetleri vardır. Akşam üstü kervanlar konaklara geldikten sonra, Şeyh bedevilerine bir daire gösterir ve bu dairenin dışında ne kadar iz varsa, hepsini onlara elleriyle sildirir ve artık rahat uyur. Çünkü bu daireden çıkan şüpheli bir misafiri izinin arkasından gidip çöller ortasında bulmak kolaydır.
Her bedevi, daha çocukken kendi ayağının izini görür ve tanır. Sonra bazıları o kadar alışıyor ki, kendi sürülerini izlerinden bilenler az değildir; bazan geçtikleri yerlerde sürü izleri görenler, oradan geçip giden kabilenin ismini bile haber veriyorlar.
Bu iz kâhinliği gitgide inanılmaz bir şekle girmiştir. Bir gün bir dostumun bedevi uşağı iki iz gösterip:
- Şu bir âşık kızın, öteki bir gebe kadının izidir! demiş.
Artık buna istediğiniz kadar hayalperestlik katınız. Rivayete göre, gebe kadın izinden doğacak çocuğun erkek veya kız olacağını sezenler bile var.
Bedevilerin burunları, gözleri kadar kuvvetlidir. Gene bu arkadaşımın şu hikâyesini dinleyiniz:
- Bir gece Kanal'a giderken delilim durdu, burnunu kaldırdı. Sonra bana civarda, kadınlarla kızların oturduğunu söyledi.
Fakat bu, o kadar fevkalade bir hüner değildir. Kadınlar, yüzlerine sadeyağdan, yahut başka şeylerden keskin ıtırlar sürüyor. Bu koku, en hafif rüzgârla burnu kuvvetli bir adama uzaktan kendini hissettirecek kadar ağırdır.
-2-
Biz İngiliz ordusunun Gazze'ye geldiği gibi, Kanal'a tren içinde gitmemiştik.
Biz geçtiğimiz zamanlar, Sina çölü, Peygamber Musa'nın geçtiği zaman kadar ıssız, boş, kuru ve çoraktı.
Fakat biz, Allah ile konuşup kudret helvasına ağız açmadık. Biz Filistin sonlarından Kanal'a doğru, bütün çölde Türk kudretinin yumruğu ile taşı, toprağı ve kumu dövdük; her tarafı elektrik, makine, su, bahçe ve kasabalarla donattık.
Kanal'da birinci keşif harbi (1914-1330) senesi Şubat'ında olmuştur.
Şu tabloya dikkatle bakınız: Mısır'a gidiyoruz, insanlarımız ve hayvanlarımız Rumeli'den, Şark ve Garp Anadolusu'ndan ve Suriye'den, fenni şeyler silah ve mühimmat, Avrupa ve İstanbul'dan, Bağdat, Şimal Suriyesi'nden, Halep ve Adana'dan gelecektir. Henüz ne menzillerimiz, ne de askeri şoselerimiz var. Anadolu'dan gelen demiryolunu bir defa, Konya ile Adana arasında Toros Dağları, Adana ile Halep arasında da Amanos Dağları kesiyor. Bu dik, sarp ve yolsuz dağları arabalar, katırlar ve otomobillerle aşacaksınız. Dahası var. Deniz yolu olmadığı için Adana hattına ve Suriye hattına ne yeni vagon, ne de ağır malzeme getirilebilir. Bu, kabiliyeti artmayan, her gün kuvvetten düşen ve odun yakan bir hattır. Onun için, menziller için, yol yapmak için Kanal'a götürdüğünüz insanların birkaç mislini arkanızda bırakacaksınız.
Sonra yiyeceği düşününüz: Kudüs sancağı, Beyrut, Şam ve Akka şehirleri. Lübnan sancağı, hemen bütün sahil kasabaları hepsi yemek ister ve aynı demiryolu ile onlara da buğday götürmek lazımdır. Üst tarafta yalnız Havran ve Gerek sancakları müstahsil iseler de, medeni vasıtaları yoktur.
Bütün müstehlikler, ordu ve şehirler cenupta idi. Her şeyi bu kırık dökük demiryolundan bekliyorduk.
Ya çöl? Ordunun geçtiği yerlerde ilk yolları develerimizin ayak izleriyle açmıştık. Tih Sahrası üç köşeye benzer. Birçok yerinde hiç insan yoktur. Urban denilen fakir bedeviler, odun bulunabilecek yerlerde ve su çukurlarının dibinde otururlar. Çölün başlıca güzergâhlarından birisi Süveyş ile Akabe'yi bağlayan caddedir. Bu eski güzergâh bile hakikatte bir izdir. Yalnız gece gündüz üstünden gelip geçen hayvan ayakları yolun rengini, iki tarafının renginden ayırmıştır. Büyük rüzgâr olursa, bu renk ayrılığı da ortadan kalkar; günlerce boş ve ümitsiz ufuklar içinde kalırsınız.
Üç köşenin Akdeniz yakasında Cefir badiyesi, ortasında Tih badiyesi, cenupta Sina badiyesi vardır.
Filistin ve Mısır'ın eski yolu Cefir badiyesinden geçiyor. Kervanlar eski zamanda buradan işlediği gibi, îsrailoğulları-nm kırk sene kaybolduğu çöl de burası idi. Badiyede hiç imar hatıraları yok değildir. Fakat eski saray ve mabetlerden taş, toprak ve tuğla yığınlarından başka bir şey kalmamıştır.
Ariş'ten geçenler bir evliya türbesinin etrafını çeviren mezarlığın taşlarından birinde şu kelimeleri okur: "Yeniçeri Ağası Emir-i Emiran". Türklerin eski Mısır seferinden belki çöller içinde yalnız bu dört kelime kalmıştır. Biz ise çölde silinmez ve unutulmaz bir ümran destanı bıraktık.
Her sene hazirana doğru Cefir badiyesinin havasını korkunç sinek sürüleri basıyor. O vakit kervan develerini bile beze sarmak, konak yerlerinde tütsü yakmak lazımdır.
Tih sahrası sert taştan bir dağ silsilesi ile yarılmıştır. Kum daha azdır.
Cenupta Sina badiyesinin dağları uzaktan renkli görünür. Bu müthiş badiyede hiç kaynak suyu yoktur. Kışın büyük seller, buradan, yuvarlanan bir kaya gibi gelip geçer.
Biz eski fatihlerin yolundan değil, Tih üzerinden hecin develeriyle geçtik. Böyle bir sefer, imparatorluğun rüyasına bile girmediği için, sulh zamanı bir deve teşkilatı yapılmamıştı. Develere hususi bir itina ile bakılmak, yüklerini, seferlerini kendi âdetlerine göre idare etmek için yetişmiş adamlarımız yoktu. Çabuk hastalanıp ölen bu develerin yerine, çölde aşiret bulup, deve satın alıyor ve altın bulup veriyorduk.
Hafir ile Nahil'den başka hiçbir yerde ne ağaç, ne ot vardı. Urban, dağ gölgelerinde, kaya diplerinde yatıyor. Erzak vermek değil, bu bedbahtlar arasında at gübresinden arpa ayıklayanlar ve atılan kemiği kemirenler az değildir.
- Çadırın nerede?
Diye sorduğumuz zaman, çoğu size eğri bir taşın babasından kalma gölgesini gösterebilir.
Geçtiğimiz yer bir istikamettir: Ne yol, ne de işaret vardır. Bugün tekerleğin oyduğu izi bir fırtına silip bozar. Nişan koyduğunuz tepe, yerini değiştirir. O vakitler resmi tebliğlerde mesela, İbin gibi isimler işitirdiniz: Bunlar, ne köy ne kasaba, ne vaha, yalnız çadır kurulmuş toprak ve kum konakları idiler. Bir büyük şehir kadar şöhret kazanan İbin, çadırlarla birlikte, veya bir fırtına koptuğu zaman kaybolup giderdi.
Bir-i Hasana denen noktadan sonra artık sapsarı, ayak bileklerine kadar geçen kumdan başka bir şey yoktur, insan bu kumda, bir batakta gibi yürür, ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar.
Çölle sıcak, insana suyu düşündürür: Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir delikten ateş kuyusuna iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan mukaddes ne olabilir? Sina taze su kuyularından mahrumdu. Yalnız Şimal'deki badiyede tatlı ve tuzlu bazı kaynaklar varsa da, bedeviler koyunlarla develere içirdikleri için bu sular pis ve hastalıklıdır. Bazı meçhul suları yalnız urban bilir, fakat hiç kimseye haber vermez. Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir. Biz yağmur birikintilerinden istifade etmiştik. Bunların arasındaki mesafe bile yirmi beş kilometreden aşağı değildi.
On seneden beri yalnız sefer zamanı Tih Sahrası'na yağmur düştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur sellerini tutturdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için yirmi dört saatte bir matra suya izin veriyor ve fazla su için birikintilere tecavüz edenleri pek ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnız kumandanın, büyük bir ordu içinde tek bir kişinin, yüzünü yıkamak için ikinci bir matra su kullanmak hakkı vardı. Ordu kumandanı kendi karargâhı ümerasından birinin haftalardan beri su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu esirgedi. Her parça su, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir itina ile ve kafi emir almış süngülü neferlerle sakınılmıştır. Bu ufak çukurlar, bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle dolu idi. Hatta bir gün, ordu kumandanının yaveri, pek pis bir çukurdan matrasının bardağını doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor:
- Sıhhiye başkanı sıfatıyla, size bu sudan içmeyi men ederim, dedi.
Kadehi dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde hiddet bir ateş gibi yandı; bu kimbilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla, serinliğini ruhunda duyarak içti ve bu bir içimlik su ancak içindeki böcekleri ıslatmaya kâfi idi.
Kıtalar Kanal'a kadar, katı peksimetler yedi. Yemleri kalmayan develere, insanlardan artan peksimet kırıntılarını verdiler, tahammül edemeyen develerden birçoğu yollarda ölüp gitti.
Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen kıtalardan biri, Kanal'a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki son geçirecekleri bu akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matra suları vardı. Nafile taşıdıkları karavanalarını zayıf tahtalarla yaktıkları ateşlerin üzerine koydular ve tepenin dibinde yatan ölü bir devenin başını kesip pişirmeye başladılar. Karavanada, hep beraber bir deve başını güç ıslatan, kıymettar sular tebahhur ediyordu. Fakat talih, akşam üstü hafif çizgi halinde Kanal suyunu gören ve Mısır hikayeleriyle sarhoş olan bu kıt'adan yaşamak için bir son geceyi çok gördü. Aldıkları emir üzerine ölü deve başını, yarı kaynamış sularını kumlar üstüne döktüler. Tulumlarını alıp Kanal'a gittiler.
İşte Anadolu çocukları Kanal'a böyle gittiler. Bu, Anadolu'nun her yerdeki, Çanakkale'deki, Erzurum dağındaki, Medine'deki destanıdır. Fakat Sina Çölü'nde Türk milletininbir ikinci destanı daha var ki, her Türk çocuğuna belletmek lazım gelir. Onu da yarın anlatacağım
Bu uzun destan, iki cümlelik bir İngiliz tebliği ile bitti:
"Düşman şubatın üçüncü günü üç buçukta Kanal'ı geçmek için azimli bir teşebbüste bulunmuşsa da eriyip gitmiştir."
Bir İngiliz raporu, Kanal'a kadar gelen Türk kuvvetini onbeş bin ve 6 batarya top olarak tespit etmiştir.
"Düşmanın planı Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Süveyş kasabalarına hücum edip, asıl kuvvet ile de Tarsum taraflarından Kanal'a geçmek idi..."
Yüzmek bilmeyen bir kıt'a tulum takınarak, Kanal'a atıldı. Bizim kenardan dişlerine kadar silahlı olarak suya giren bu Anadolu çocukları, öbür kenara esir olarak çıktılar, İngilizler bu askerleri soyup güneşte kuruttuktan sonra, Halife ve İmparatorluğu tezyif için, Kahire sokaklarında çıplak dolaştırdılar.
Bizim aramızda Kanal'ı geçerek yerli halkı ayaklandırıp Mısır'ı alacağımıza inananlar vardı. Bu kadar saf olmayan Almanların Türk ordusuna verdiği Kanal vazifesi ise daha basittir. Ara sıra birkaç bin Türk feda ederek ve ikide bir Kanal'ı zorlayarak, Mısır'da mümkün olduğu kadar İngiliz ordusu tutturmak! Mısır'da duran her İngiliz, Alman ordusunun karşısında azalmış bir fert demektir, İngiliz raporu diyor ki: "Bu vaka üzerine muhafız kuvvet otuz bine çıkarılmıştır."
Demek, Kanal'da Almanlar muvaffak olmuşlardır. Fakat Cemal Paşa'nın yanında bulunan Fon Kress Bey, bu kadarla doymamıştı. O:
- Bir defa buraya gelen kuvvetin vazifesi geri dönmek değil, ölmektir, diyordu.
Cemal Paşa, kumandan ve kurmaylarına sordu:
- Muvaffak olmak mümkün müdür, değil midir? Hepsi:
- Hayır, cevabını verdiler.
Ordu kumandanı, Fon Kress'in ısrarlarına rağmen, hemen ricat kararını verdi. Bu karar, on beş bine yakın Türk çocuğunun canını kurtarmıştır.
Bir ay sonra başlayan 1331 senesi, ikinci çöl destanının, büyük hazırlığının senesidir. Çölde hepsini kahramanca gö-ğüslediğimiz son harpler, 1332 senesinin son aylarında olduğuna göre, biz çölde bir sene içinde, beş altı ay kadar da harpler arasında çalıştık.
Bir taraftan cephe gerisinde, demiryolunun Amanos dağlarındaki eksiğini tamamladık, Toros dağlarındaki aralığı da dekoville kapadık. Demiryollarını Kudüs'e ve Kudüs'ten çöl ortasına Hafir'e kadar getirdik. Bizde cephe gerisi demek, birtakım kıtaların yerli yerinde cephe için çalışması demek değil, bizzat cephe gerisini yapması demek olmuştur.
On beş bin kişiye ancak birer matralık su veren çöl, boş, ıssız, aç ve çorak çöl, ne için hazırlanıyordu, bilir misiniz? 100 bin insan ve 100 bin hayvan için!
100 bin insan doyuncaya kadar yiyecek, 100 bin hayvan beslenecek, ağır toplar katı toprağın şoselerinden ve yumuşak kum üzerine serilecek portatif yollardan geçirilecekti.
Askeri hayal kimindi, bilmiyorum. Fakat Türk enerjisi ve zekâsı çölde bu kabiliyete yakın bir kabiliyet yaratmıştır.
Şimdi şu tabloyu seyrediniz. Başkumandanı Dördüncü Ordu hududunda, Pozantı'da karşılamıştık. Burası artık bir kasaba idi. Erzurum yolunun kapısı olan Ulukışla ile Dördüncü Ordu'nun kapısı olan Pozantı arasındaki fark insana şaşkınlık ve hayret verecek kadar büyüktü. Yeni şoselerimizden, düzelmiş trenlerimizden, geçerek Kudüs'e kadar geldik. Kudüs'ten sonra her adımda büyük hazırlığın eserlerini görüyorduk. Bir sene evvel atların güç söktüğü yollarda otomobili olanca hızıyla koşturabiliyorduk. Çöl başındaki Birüssebi'yi tanıyamadık. Burası fakir, harap bir köy iken, şimdi geniş caddeleri, bahçesi ve taş müesseseleri ile, modern bir kasaba olmuştu. Çölün içine artık izler üstünden girmeyecektik. Yüzseksen kilometrelik düz ve kuvvetli bir şose, Kanal'ın bir kumsalı gibi başlayan sarı ve yumuşak kuma kadar çölün bağrına saplanmıştı. Bir taraftan da raylarımızı döşüyorduk. Asluç'ta bayraklarla süslenmiş bir takın altında ilk istasyonun kuşat resmini yaptık. Burası portatif bir harp kasabasıydı. Karargâh, hastaneler, diğer müesseseler, hepsi muntazam yollarla çevrilmiş sağlam çadırlar içinde kurulmuştu.
Asluç'tan sonra, uğradığımız Hafir, geçen sene bir isimden ibaretti. Bu sefer o da uzaktan, bahçeler, binalar, hastaneler ve çadırlar arasında yeni bir kasaba gibi göründü. Hatta bir harabe bile keşfedilmişti ve birkaç adım sonra çöl, yüzde yüz çöl ve esmer taş çölü... Taş çölü, kum çölü kadar genişken, ruhu darlaştırır; göze görünmeyen bir dehliz, basık, sıkışık bir dehliz, bir adım sonra nefesi boğacak zannedilir.
Etrafta çölün meşhur olmuş adamlarını görüyordum: işte topal, yaşlı bir Alman ki, su havuzlarını, setleri, kanalları yaptı, işte beyaz sakallı bir mühendis ki, Kudüs hattını ve çöldeki Mısır hattını yaptı. Sonra hatırlanmayan Türkler, kimi subay, kimi er, fakat asıl işi ve eseri yaratmış olanlar görünüş ve gösterişe karşı kayıtsız, şurada burada dolaşıyorlar.
Kuseyme'de Sina'nın hiçbir zaman görmediği bir rüyayı bulduk: tçi temiz sularla dolu havuzlar ve Kuseyme sularını kilometrelerce uzağa taşıyan demir boru şebekesi...
Bir defa İngilizler bombaladığı için, şimdi havuzlar birçok bölmelere ayrılmıştı.
Bîr-i Hasanâ'ya kadar gittik. Burada başka bir çöl, sarı, yumuşak, denizi kurumuş bir kumsalı andıran çöl başlıyor. Hasana'da hasta çadırlarda pek büyük bol sudan başka, uzaktan getirilen karpuzlar bile vardı.
Göğüslerin nefes almak için kalkıp inmesi bile fütur veren badiye sokaklarında ağır demirle işleyen Türkler çölü diriltmişlerdi.
Çöle gömülen bir senelik Türk enerjisi, herhangi bir planın içine toplanır ve teksif olunursa, dört beş senede bir memleket yapmaya kâfidir.
Türk enerjisi, ancak, planlaşmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur ve Allah gibi yaratır.
Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire'ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu'yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı.
Türk, harpte kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhta ise bırakılmıştır.
"En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştır."
Şöyle bağıranlar:
- Altın değer ormanlarımız işlemiyor.
- Paha biçilmez madenlerimiz toprak altında yatıyor.
- Dünya değer mahsullerimiz tekniksizlikten ölüyor. Haksızsınız: Biz, ormanlarımızı, madenlerimizi, mahsullerimizi ve sanayiimizi değil, biz Türk'ümüzü işletmiyoruz.
ATEŞ VE GÜNEŞ
"Ateş ve Güneş "i Büyük Harp'in sonlarında, hemen birkaç gün içinde yazmıştım. Bozgun havası içinde Türk ordusunun bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabının unutulduğunu görüyordum. Orduya sövülmek moda idi.
Kitabın başında şunu diyordum:
"Ben de bilirim ki, Medine müdafaası, Çığtave gibi, Emden gibi, neticesiz bir eserdir, İstanbul'dan Aden'e üç bin asker yollamanın bir faydası olmadığını da düşünebiliriz. Fakat böyle bilmek ve düşünmek neye yarar? Biz Medine'de 1332 Mayıs’ından mütareke günlerine kadar toprağı kavuran ateş altında çarpışanları hatırlıyoruz. Aden seferine basit bir yola çıkar gibi, sessiz ve asil, yürüyüp giden Türk çocuklarının kalplerinin içini görünüz."
"Anadolu kiminden kar, kiminden güneş eksik olmayan sekiz cephede esrarlı varlığının yeni epopelerini yazdı. Okumak bile istemediğimiz resmi tebliğlerin her satırında bu cephelerin bir parçası vardır. Fakat ne yazık ki, bizim edebiyatımız, şişireceği yelkenlere inmeyen bir rüzgâr gibi, hep havadan, serseri ve yüksek geçiyor. Boş çığlığından başka hiçbir tesirini duymuyoruz."
"Ateş ve Güneş"in baş tarafını hiç sevmem. Çöl için yazdığım yazılar, "Zeytindağı"nda olanlardan farklı değildir. Bir kısmını da muhtelif bahislere karıştırdım.
Fakat çölde harp eden arkadaşları dinleyerek, bazı subayların aldığı notları okuyarak, biraz da raporlardan muharebe hikâyeleri yazmıştım. Bu hikâyeleri tekrar gözden geçirerek kitabıma ekliyorum.
Bunlar, cephenin içinde kaybolan bölük ve müfrezelerin hikâyeleridir; genç subayın ve köylünün destanıdır. Birinci defterde ilk Kanal seferini ve çöl içindeki harpleri ve ikinci defterde Gazze taarruzlarını okuyacaksınız.
Yazdıklarımın, yazılanların en iyileri değildir; yegâne yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum.
BiRiNCi DEFTER
Bu gündemleri 1914 (1330) senesinde ilk keşif seferine giden bir subayın harp notlarından alıyorum:
Kaç gündür kızgın yollardayız. Kıtama bir türlü tabii bir yürüyüş yaptıramadım. Konak araları nizamnamenin gösterdiği müddete değil, içilecek suların bulunduğu yerlere bağlıdır. Bir sudan, kalkıp öbür suya konuyoruz. Bu kadar güçlük içinde bile, hiç döküntü ve hasta bırakmadık.
Ve su içmek değil, yapışık çamur yutuyoruz. Kendi kendine bir çöl, hendesesiz, çizgisiz ve şekilsiz, büsbütün çöl! Aldığım nefes göğsümü tıkıyor, boğazımdan geçerken katı ve yuvarlak bir şeymiş gibi hissediyorum. Geceleri, güneşi az bir kış gününden daha parlak... Aynı ufuk geri çekiliyor gibi devam eden sarı fersahlarda günlerce ne hayat, ne yeşil bir ot kümesi var.
- Kanal'a gidip boğulsak diyordum. Emdiğim çamurdan, dizlerimi artık bir demir mengene gibi sıkan yorgunluktan o kadar usanmıştım. Havaya öyle ince bir kum karışıyor ki, bunu ancak, yavaş yavaş hançerelerimizde bir satıh gibi kabardıktan, saatlerimiz durduktan, otomatik tabancalarımız sıkıştıktan sonra hissediyoruz.
Her akşam, arkada bıraktığımız mamurelerden bir gün daha uzaklaştığımızı düşünüyorum. Doğrusu, pek az insanın dayanabileceği sıkıntılar çektik. Her adımı, içimden bir ıstırap çıkarır gibi atıyorum ve onu bir daha tekrar etmeyi hatırıma getirmiyorum. Dönülecek bir yere gittiğimizi bir an düşünürsem, bunu düşündüğüm yerden ileri gidemezdim. Gözüme Kahire yeşil, Mısır bahar içinde, Kanal ve Nil, Boğaziçi gibi serin geliyor.
Akşama doğru, ağırlığın başında bezgin neferlerime iş gördürmeye uğraşıyordum. Yedek subaylardan biri, yanımda durdu; dudakları kupkuru, derisi bakırlaşmış, omuzları sarkık.
- Nasıl, dedim, bu iş İstanbul gezintilerinden biraz farklı! Uzun uzun baktı:
- Şehirlere gitmeliyiz... diyordu.
Ve durulmuş gözlerini engine bırakarak:
- Beni İsrail buradan nasıl hicret etmiş? diye sordu.
Bir hurmalık kenarında geceliyorduk. Oldukça uzakta, kıtalardan biri develerini suluyordu. Su, bu hayvanların uzun, geniş boğazlarından halkalı bir gürültü ile geçiyor. Bomboş, yapayalnız çöl karartısı ortasında bu yabancı, kovalaşan ses bana ne garip geldi. Bütün gece hep Anadolu köylerinin inek seslerini işitir gibi oldum.
Nasıl oldu, ne olduk?
Birkaç saatte her şey olup bitti. Rüya görmüş gibiyim. Biraz evvel ordu karargâhından emir geldi. O yollardan geri döneceğiz.
Kargaşalık arasında biri omuzlarını silkti:
- Çöl hurmalanna dönüyoruz. Aylardan beri görmediğim bir arkadaştı.
- Sen ne yaptın? diye sordum.
- Hiç... Ateşin durduğu bir zamanda, Kanal'a koştum. Bir avuç su ile ağzımı yıkadım.
... Kanal'ın suları içinde ölmüş olanlar da var. Hemen hiç talim görmeyen tulumlu askerler, hakikaten büyük bir cesaretle su içine atladılar. Karşıya ancak küçük bir kıta geçti; üstlerinden sular sızan, yaralı ve yarasız, bu bir avuç adam, İngilizlerin demir çemberi içine sıkışıp kayboldu.
İngiliz ateşi, Kanal'in ortasını bir düz çizgi gibi yalıyordu. Şehitlerimizin çoğunu orada verdik. Kanal hücumundan, son hatıra, onların sular üstündeki solgun kan izleri kaldı...
Kanal seferinde, bizim için talih de aksi gitti. Yüzü acı acı döven, mesafeleri ve hedefleri karmakarışık eden şiddetli bir kum fırtınasına tutulduk. Gece yollarımızı kaybettik. Gündüz tayyarelerden sakınmak için, kum yığınları içine gömülüp çıktık.
Yaralılarımızı develer üstünde götürüyoruz. Yan yolda bir subay, bana diyor: "- Ah bilmezsin? Deve her adım attıkça, yaram, yeni bir yara gibi sızlıyor."
Kanal'da develerimizin çoğunu kaybetmiştik. Anadolu çocukları ne dayanıklı adamlardır. Bunca yorgunluktan sonra, daha az vasıtalarla, büsbütün zorlaşan geri seferini intizamla, fütursuz başardılar.
General Maksvel, sonraları okuduğum bir raporunda, İngiliz kıtaları için diyor ki:
- Kanal'ı müdafaa edenler, yüz millik cephe üzerinde çok basiretle vazife görmeye mecbur idiler. Kıtalar bu vazifeyi çok iyi yaparak haklı bir şöhret kazanmışlardır. Eğer başka askerler olsaydı, bu kadar yorgunluk ve zorluk içinde, maneviyatlarının tefessüh edeceğine şüphe yoktur.
Halbuki Türkler, Anadolu'yu, Suriye'yi, Filistin'i ve çölü geçip burada muharebe ettiler. Ve daha iki sene, hiçbir gün maneviyatları tefessüh etmeyerek, çöllere kaç kere gelip, kaç kere geri dönmüşlerdir.
Size "Tanin" gazetesinden bir telgraf alıyorum:
Atina, 3 Ağustos (M. A.) - Kuvvetli bir Osmanlı keşif kolu, Süveyş Kanalı'nı geçerek Kantara'nın iki buçuk kilometre şimalinde şimendifer hattına vazettiği mevaddı infilakiyeyi ateşleyip hattı tahrip ve Süveyş Kanalı'nı dolaşan bir İngiliz devriye motorunu gark ve avdet etmiştir.
Her gün gördüğümüz basit hâdiselerden biri, belki okumadan geçmişsinizdir. Bu küçük telgrafın hikâyesini dinler misiniz?
*
"... Ariş kasabasını muhafaza eden bölüğüme, dün İngilizlerin Kanal'daki hareketlerini tarassut etmek ve haber toplamak vazifesini verdiler.
İlk Kanal keşfinde, ordunun birçok Arişli bedeviler kullandığını biliyordum. En doğru tedbir, kendi müfrezeme mümkün olduğu kadar urban almaktı. Bir akşam üstü, keşif seferine giden bedevilerden birini çağırdım. Bozuk gözlü, orta boylu bir adam olan şeyh, belindeki kısa palasıyla ve omuzunda gra tüfeğiyle masamın kenarına oturdu. Önce kalıp kıyafetinden bir şey ummadım, fakat söz söylerken öyle cesur, açık, karşısındakine emniyet ve ferah veren bir hali vardı ki, hiç tereddüt etmeden maksadımı kendisine anlattım.
Mısır tarlalarını tanıyan şeyh, ayrıca bana on .beş bedevi getireceğini de söyledi.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Zeytindağı - 7
- Büleklär
- Zeytindağı - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3829Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215129.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3797Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215127.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3902Unikal süzlärneñ gomumi sanı 237527.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3906Unikal süzlärneñ gomumi sanı 215828.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3789Unikal süzlärneñ gomumi sanı 218027.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4017Unikal süzlärneñ gomumi sanı 225029.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3895Unikal süzlärneñ gomumi sanı 226426.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Zeytindağı - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2200Unikal süzlärneñ gomumi sanı 133631.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.