Yeni yetmelik - 5
Süzlärneñ gomumi sanı 2280
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1276
37.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
56.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Altı hafta sonra, evimizdeki her yeniliğin değişmez habercisi olan Nikolay, büyükannemin, bütün mülkünü Lüboçka'ya bıraktığını, Lüboçka evleninceye kadar da yasal vekili olarak babamızı değil, Prens İvan İvanoviç'i seçtiğini söyledi.
XXIV
BEN
Üniversiteye girmeme ancak birkaç ay kalmıştı. İyi hazırlanıyordum. Öğretmenlerimi korkuyla beklemek şöyle dursun, çalışma odamdan adeta hoşlanmaya başlamıştım. İyi hazırladığım dersleri gayet güzel anlatmak beni sevindiriyordu. Matematik Fakültesi'ne girmeye hazırlanıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu fakülteye girmek istememin nedeni, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, diferansiyel vb. sözcüklerin aşırı hoşuma gitmesiydi.
Boyum Volodya'dan epey kısa, tıknaz, omuzlarım genişti. Eskisi gibi çirkindim, eskisi gibi buna üzülmekteydim. Özgün görünmek istiyordum. Beni avutan tek şey, bir gün babamın: "Senin çok zeki bir suratın var." demesiydi, ben de buna tümüyle inanıyordum.
St. Jérôme benden çok hoşnuttu. Beni övüyor, ben de ondan nefret etmiyordum. Hatta bazen bana: "Bu zekâ ve yetenekle şunu veya bunu yapmamak ayıptır" dediği zaman, onu sevdiğimi bile sanıyordum.
Kız hizmetçilerin odasını gözetlemeler çoktan bitmişti. Kapı arkasına saklanmaya utanıyordum. Aynı zamanda Maşa'nın Vasiliy'e karşı olan aşkına inanmam, beni kendisinden soğutmuştu.
Vasiliy'in evlenmesi, beni bu zavallı tutkudan tümüyle kurtardı. Onun ricasıyla bu evlenme için babamdan ayrıca izin almıştım.
Yeni evliler, ellerinde şeker tepsisiyle teşekkür etmek için babama geldikleri vakit, mavi kurdeleli başlıklı Maşa, nedense bize de teşekkür ederek omuzlarımızdan öptüğü sırada, heyecanlanmamış, yalnızca biryantinli saçlarından yayılan gül kokusunu duymuştum.
En büyük eksikliğim olan ve yaşamımda bana çok zarar getireceği anlaşılan her şeyi düşünme huyumdan başka, genellikle yeniyetmeliğimdeki bütün eksiklerimden yavaş yavaş kurtulmaya başlamıştım.
XXV
VOLODYA'NIN ARKADAŞLARI
Volodya'nın arkadaşları arasındaki durumum, gururumu kırıyordu. Gene de onun misafirleri olduğu zaman odasında oturmak, orada olupbitenleri sessizce incelemek çok hoşuma gidiyordu. Emir subayı Dubkov ile bir üniversiteli olan Prens Nehludov, başkalarına göre Volodya'ya daha sık geliyorlardı. Dubkov, ufak tefek, zayıf, esmer kısa bacaklı, pek de genç olmayan ama yakışıklı ve hep neşeli bir adamdı. O, her zaman bir şeye kapılan, çevreyi ancak bir yönden görebilen dar düşünceli, dar düşünceli olduğu için de hoşa giden insanlardandı.Bu gibilerin düşünceleri bir yanlı ve yanlış olmakla birlikte, çok içten ve sürükleyicidir. Bunların dar olan bencilliklerini dahi nedense sevimli bulur, bağışlayabilirsiniz. Bunlardan başka Dubkov'un Volodya ile benim için iki bakımdan bir çekiciliği vardı, biri asker görünüşlü olması, öteki ve en önemlisi de yaşıydı. Gençler çok önem verdikleri efendiliğin, nedense bu yaştaki insanlarda olduğunu sanırlar. Bununla birlikte Dubkov, gerçekten un homme comme il faut (27) idi. Hoşuma gitmeyen şey, bazı davranışlarımın Volodya'yı utandırması ve özellikle benim toyluğumdan utanır gibi görünmesiydi.
Nehludov çirkindi. Küçük kurşuni gözleri, dar, çıkık alnı, oransız bir biçimde uzun olan kolları ve bacaklarıyla yakışıklı sayılmazdı. Güzel denebilecek yanları, uzun boyu, yüzünün rengi, olağanüstü olan dişleriydi. Parlak, değişen gözleriyle bazen ciddi, bazen çocuk saflığıyla gülmesi, bu yüze öyle canlı, özgün bir anlam veriyordu ki, insanın dikkatini çekmemesine olanak yoktu.
Görünüşte çok utangaç olup en ufak bir şeyden kulaklarına kadar kızarırdı. Ama bu utangaçlığı benimkine benzemiyordu. Kızardıkça, yüzünün azimli anlatımı güçleniyordu. Sanki kendi zayıflığına kendisi kızıyor gibiydi.
Dubkov'la Volodya çok dost göründükleri halde, bir raslantıyla birleştikleri anlaşılıyordu. Zevkleri bambaşkaydı. Volodya ile Dubkov'un her türlü duygudan, ciddi düşüncelerden kaçınıyormuş gibi bir görünüşleri vardı. Nehludov ise heyecanlıydı, alay edilmesine karşın sık sık felsefe ve gönül sorunları üzerine düşünceler ileri sürmeye başlardı. Volodya ile Dubkov sevgililerinden konuşmayı severlerdi, bunların birkaçını birden ve aynı kimseleri sevdikleri olurdu. Nehludov ise tersine, bir kızıl saçlıya âşık olduğunu söyledikleri vakit gerçekten darılırdı.
Volodya ile Dubkov sık sık kendi akrabalarıyla alay ettikleri halde, tapınırcasına saygı duyduğu teyzesinin kötü bir yanına dokunulması, Nehludov'u çileden çıkarabilirdi. Volodya ile Dubkov akşam yemeklerinden sonra Nehludov'dan ayrı olarak bir yerlere gezmeye gider, ona eldeğmemiş diye takılırlardı.
Prens Nehludov, daha ilk görüşmemizde konuşmasıyla beni etkilemişti. Zevklerimiz arasında benzer yanlar olduğu halde, belki de yalnızca bu nedenden, kendisini ilk kez gördüğümde, bende bıraktığı izlenim hiç de iyi değildi. Keskin bakışı, tok sesi, gururlu görünüşü, hepsinden fazla da bana karşı olan ilgisizliği hiç hoşuma gitmiyordu. Konuşurken hep ters yanıtlar vermek, gururunu kırmak için tartışmada onu yenmek, bana hiç önem vermemesine bakmadan ne kadar akıllı olduğumu göstermek istiyordum. Ama utangaçlığım buna olanak vermiyordu.
XXVI
DÜŞÜNCELER
Her zamanki gibi, akşam derslerinden sonra odasına girdiğimde Volodya, divana uzanmış, koluna dayanarak bir Fransız romanı okuyordu. Bana bakmak için başını bir an kitaptan kaldırdı, sonra yine okumasını sürdürdü. Bu çok doğal, çok önemsiz davranışı, kızarmama neden oldu. Bana öyle geldi ki, bakışlarında niçin geldiğimi soran bir anlatım, başını çabuk çevirişinde de, bu bakışları gizlemek isteyen bir hali vardı. En basit davranışlara bile bir anlam verme alışkanlığı, o çağın en çok göze çarpan bir özelliğiydi. Masaya yaklaştım, ben de bir kitap aldım. Okumaya başlamadan önce, bütün gün görüşmediğimiz halde, birbirimize iki sözcük söylememenin ne kadar gülünç olduğunu düşündüm:
- Bu akşam evde misin? dedim.
- Bilmiyorum, dedi. Niçin sordun?
Konuşmamızın sürmeyeceğini anlayınca:
- İş olsun diye sordum, diyerek kitabı açtım, okumaya başladım.
Gariptir, Volodya ile saatlerce baş başa kaldığımız vakit susarız; ama hiçbir şey konuşmasa bile, başka birisinin aramızda bulunması, çeşitli, merak verici konular bulmamıza yeter. Birbirimizi çok iyi tanıdığımızı duyumsuyorduk. Oysa insanların birbirini çok tanıması da, az tanıması gibi, aynı derecede içten olmalarını engeller.
Koridordan Dubkov'un:
- Volodya evde mi? dediği işitildi. Volodya ayaklarını yere indirip kitabını masanın üzerine koyduktan sonra:
- Evet, dedi.
Dubkov'la Nehludov, kaputlu, şapkalı olarak odaya girdiler:
- Nasıl Volodya? Tiyatroya gidiyor muyuz?
Volodya:
- Hayır, işim var dedi, kızardı.
- İşin sırası mı? Ne olursun gidelim...
- Bilet de almadım.
- Kapıda istediğin kadar bilet var. Volodya duraklayarak:
- Dur biraz, şimdi gelirim, dedi, omzunu silkerek odadan çıktı. Volodya'nın, Dubkov'un önerdiği tiyatroya gitmeye can attığını, ama gitmek istememesinin parasızlıktan ileri geldiğini, şimdi de vekilharcımızdan ay başına kadar beş ruble almak için çıktığını çok iyi biliyordum. Dubkov elini bana doğru uzatarak:
- Nasılsın diplomat? dedi.
Volodya'nın arkadaşları beni diplomat diye çağırıyorlardı. Bunun nedeni de: bir gün rahmetli büyükannemin yemekten sonra onların yanında bizim ilerideki yaşamımız üzerine konuşurken, Volodya'yı asker, beni de siyah fraklı ve saçı 'à la çoğ' taranmış bir diplomat -ona göre böyle saç taramak diplomatlarda görülen bir özellikti- olarak görmeyi umduğunu söylemesiydi.
Nehludov:
- Volodya nereye gitti acaba? diye sordu.
- Bilmiyorum, yanıtını verdim, ama Volodya'nın niçin çıktığını herhalde anlamışlardır, diye düşünerek kızardım.
- Kesin parası yoktur. Öyle değil mi? Diplomat? dedi, benim gülümseyişimi sözünü doğrular kabul ederek: benim de param yok. Dubkov sende var mı? diye sordu.
Dubkov çantasını çıkardı, içindeki bozuklukları kısa parmaklarıyla yoklayarak:
- Bakalım, dedi. İşte beş, işte on kapik. Eliyle gülünç bir devinim yaptıktan sonra: hepsi bu kadar, dedi.
O sırada Volodya odaya girdi.
- Ne oldu, gidiyor muyuz?
- Hayır.
Nehludov:
- Ne kadar gülünçsün Volodya, dedi, parasız olduğunu niçin söylemiyorsun? Gitmek istiyorsan benim biletimi al.
- Ya sen ne yapacaksın?
Dubkov:
- O, kuzinlerinin locasına gider, yanıtını verdi.
- Hayır, ben gitmek istemiyorum.
- Neden?
- Locada oturmayı sevmediğimi biliyorsun.
- Niçin sevmiyorsun?
- Sevmiyorum. Çünkü rahat edemiyorum.
- Hep eski bahaneler. Seni görmekle çok hoşnut olan insanların yanında niçin sıkıldığını anlamıyorum. Bu gülünç bir şey mon cher. (28)
Nehludov:
- Ne yapalım. Si je suis timide... (29) Ömründe hiç kızarmadığına eminim, oysa ben, her an, en ufak bir şeyden kızarırım... dedi, bunları söylerken de kızarmıştı.
Dubkov koruyucu bir sesle:
- Saves-vous, d'oìt vient votre timidité?.. d'un excès d'amour-propre, mon cher (30) dedi:
Zayıf yanına dokunulan Nehludov:
- Excès d'amour-propre da nereden çıktı? dedi. Tam tersine ben, amour-propre'un bende eksik olmasından bu kadar utanıyorum. Bana öyle geliyor ki, benim yanımda olan insan sıkılır, hoşnut kalmaz... Çünkü...
Dubkov Volodya'yı omzundan tutup ceketini çıkarmaya çalışarak:
- Haydi Volodya. Giyinsene... İgnat, beyin giysilerini getir, dedi.
Nehludov:
- Çünkü... Bundan dolayı... Ben sık sık... diyerek sürdürüyordu. Ama Dubkov kendisini dinlemeyerek tra tra ra rara ile bir şarkı tutturmuştu.
Nehludov:
- Yooo! Elimden kurtulmuş değilsin, dedi. Utangaçlığın kendine güvenmekten gelmediğini sana kanıtlayacağım.
Birlikte gidersek, kanıtlarsın.
- Söyledim ya, gitmeyeceğim.
- Öyleyse burada kalıp diplomata kanıtla. Döndüğümüz vakit o bize anlatır.
Nehludov çocukça bir inatla:
- Kanıtlayacağım, dedi. Yalnızca siz çabuk gelin. Sonra yanıma oturarak:
- Siz ne dersiniz? Ben gerçekten bencil miyim?
Bu beklemediğim sorudan o kadar şaşırdım ki, bu konuda görüşüm olduğu halde birdenbire yanıt veremedim. Ama akıllı olduğumu kanıtlama sırasının geldiğini düşündüm, sesimin titrediğini ve yüzümün kızardığını duyumsayarak:
- Sanırım bencilsiniz, dedim. Bence her insan bencildir ve bütün yaptıkları da bu yüzdendir. Nehludov, bana küçümsemeyle gülüyormuş gibi gelen bir gülümsemeyle:
- Peki, dedi. Sizce bencillik ne demektir?
- Bencillik, insanın kendisinin en iyi ve en akıllı olduğuna inanmış bulunmasıdır.
- Herkeste böyle bir kanı bulunabilir mi?
- Orasını bilmiyorum, fakat bu gerçeği benden başka kimse itiraf etmiyor. Ben herkesten akıllı olduğum kanısındayım, sizin de kendiniz için böyle düşündüğünüze inanıyorum.
- Hayır, ben öyle düşünmüyorum. Benden çok daha akıllı olduklarına inandığım insanlar bilirim.
Direterek:
- Bu olamaz... yanıtını verdim. Nehludov beni dikkatle süzdükten sonra:
- Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? dedi.
- Doğallıkla.
O sırada birdenbire aklıma bir şey geldi, hemen:
- Bu söylediklerimi kanıtlayacağım, dedim. Niçin kendimizi başkalarından çok seviyoruz? Çünkü kendimizi başkalarından daha iyi, daha çok sevgiye layık görüyoruz. Eğer biz, başkalarını kendimizden daha üstün görseydik, onları kendimizden daha çok severdik. Oysa böyle bir şey düşünülemez bile.
Elimde olmadan kendimi beğenmiş bir gülümsemeyle:
- Düşünülse bile yine ben haklıyım dedim.
Nehludov bir dakika sustuktan sonra:
- Sizin bu kadar akıllı olduğunuzu hiç tahmin etmezdim, dedi. Bunları öyle candan, öyle içten bir gülümsemeyle söyledi ki, kendimi o anda çok mutlu sandım.
Övgünün, insanın yalnızca duyguları değil, aklı üzerinde de öyle korkunç bir etkisi var ki, bu hoşa giden etkiyle daha çok akıllandığımı düşündüm. Türlü düşünceler kafamda birbirini kovaladı. Farkında olmadan bencillikten sevgi konusuna geçtik. İnsan bu konunun sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Yabancı bir dinleyici için düşüncelerimiz anlamsız olabilirdi, çünkü bunlar, hem bir yanlı, hem de bulanıktı. Bununla birlikte bu düşüncelerin bizim için önemi büyüktü. Ruhlarımız o kadar iyi uyum sağlamıştı ki, birinin teline ufak bir dokunma, diğerinde hemen yankılar yapıyordu. Biz konuşurken bu değişik tellere dokunarak çıkardığımız seslerin uyumundan hoşlanıyorduk. Birbirimize dökmek istediğimiz içimizden taşan düşüncelerimizi anlatabilmek için, ne sözcüklerin, ne de zamanın yetmeyeceğini sanıyorduk.
XXVII
ARKADAŞLIĞIMIZIN BAŞLANGICI
O günden sonra Dimitri Nehludov ile aramızda oldukça tuhaf, ama çok hoş bir ilişki ortaya çıktı. Başkalarının yanında bana hiç önem vermiyordu. Fakat yalnız kalınca ikimiz rahat bir köşeye çekilir, her şeyi unutarak konuşmaya dalardık. Öyle ki, vaktin nasıl geçtiğini duymazdık bile.
İlerdeki yaşamdan, güzel sanatlardan, memuriyet, evlenme, çocuk yetiştirme gibi şeylerden söz ediyorduk. Konuştuklarımızın ne kadar saçma, anlamsız olduğu aklımıza bile gelmiyordu. Çünkü bu saçmalar insanın hoşuna giden mantıklı şeylerdi. Gençlikte de insan daha çok akla inanır, ona değer verir. Gençlikti, her şeyin kendisine çevrildiği ilerdeki yaşam, geçmişteki değil, gelecekteki mutluluk düşlemlerinin üzerine kurulan bir umudun etkisiyle o kadar canlı, değişik, çekici oluyordu ki, aramızda anlaşarak paylaştığımız, gelecek mutluluğumuzun düşlemlerini oluşturan bu konularda, o çağdaki gerçek mutluluğumuzu yaratıyordu. Konuşmalarımızın başlıca konusu olan metafizik sorunlarından çok hoşuma giden şey; düşüncelerin birbiri arkasından hızlanarak gittikçe soyutlaşması, sonunda anlatılamayacak bir biçimde çıkmaza girmesiydi ki insan bu dakikada, düşündüklerini anlatayım derken, bambaşka şeyler söyler. İnsanın, düşünce anlamında yükselerek en son aşamaya vardığı ve artık daha ileri gitmeyeceğini anladığı dakikaları çok seviyordum.
Karnaval günlerinde Nehludov, türlü eğlence ve zevklene o kadar dalmıştı ki, günde birkaç kez bize uğradığı halde benimle hiç konuşmadı. Bu davranışı o derece onuruma dokundu ki, o yine bana gururlu, kötü görünmeye başladı. Artık arkadaşlığına hiç değer vermediğimi, kendisine karşı hiçbir bağlılık duymadığımı göstermek için fırsat bekliyordum.
Karnaval günleri geçtikten sonra benimle ilk konuşmak istediği zaman, "ders hazırlamak zorunda olduğumu söyleyerek yukarı çıktım; ama çeyrek saat sonra çalışma odasının kapısı açıldı, Nehludov içeri girerek bana yaklaştı:
- Engel olmuyorum ya? dedi. Gerçekten işim olduğunu söylemek istememe karşın:
- Hayır, dedim.
- Öyleyse niçin Volodya'nın odasından çıktınız? Epey oluyor ki sizinle konuşmadık. Oysa ben, buna o kadar alıştım ki, kendimde bir eksiklik duyumsuyorum..
Bütün öfkem bir dakikada geçti, Dimitri'yi eskisi gibi; iyi yürekli, hoş görmeye başladım:
- Neden çıktığımı herhalde biliyorsunuz?
- Belki, diyerek yanıma yerleştikten sonra, tahmin ettim ama söyleyemem, dedi. Oysa siz söyleyebilirsiniz.
- Söylerim. Çıktım, çünkü size dargındım, hayır kızgındım. Doğrusunu isterseniz henüz çok genç olduğum için beni aşağı göreceğinizden korkuyorum.
İtirafıma içten, zekice bir bakışla karşılık veren Nehludov:
- Niçin birbirimize bu kadar bağlandığımızı, sizden daha önce tanıdığım, hatta birçok ortak anılarımız olan insanlardan niçin sizi daha çok sevdiğimi biliyor musunuz? Ben bunu şimdi anladım. Sizin çok şaşırtıcı, herkeste görülmeyen, her şeyi olduğu gibi söylemek gibi bir özelliğiniz var.
- Evet. Ben her zaman, en çok itiraftan utandığım şeyleri söylerim. Ama güvendiğim kimselere.
- Doğru söylüyorsunuz. Şu var ki bir kimseye güvenebilmek için onunla çok iyi arkadaş olmak gerek. Oysa biz tam anlamıyla arkadaş değiliz. Anımsıyor musunuz, bir gün arkadaşlıktan konuşurken, içten arkadaş olabilmek için, birbirine inanmalı demiştik.
- Evet. Size söylediğim şeyleri başka hiç kimseye iletmeyeceğinize güvenmeliyim. Biliyorsunuz ki, en önemli, meraka değer şeyler de, birbirimize hiç söylemek istemediğimiz şeylerdir.
- Bunlar da, o kadar çirkin, bayağı düşüncelerdir ki, başkalarına itiraf etmek zorunda olduğumuzu bilseydik, hiçbir vakit kafamıza giremezlerdi, diyen Nehludov, iskemlesinden kalkıp gülümseyerek elini ovuşturduktan sonra:
- Nikola, aklıma ne geldiğini biliyor musunuz? sözlerini ekledi, "Dediğimi yapın, ikimiz için de ne kadar yararlı olacağını göreceksiniz; birbirimize her şeyi olduğu gibi söylemeye söz verelim. Böylece birbirimizi çok iyi tanır, artık birbirimizden utanmayız. Başkalarından da korkmamak için, birbirimiz hakkında hiç kimseye, hiçbir şeyden söz etmemeye ant içelim. Bunu yapalım.
Dediğimiz gibi de yaptık. Aldığımız sonucu sonra anlatacağım.
Karr, her bağlaşmanın iki yanlı olduğunu söyler: biri seviyorsa, öteki sevilmeye izin veriyordur. Biri öpüyorsa, öteki yanağını uzatıyordur. Bu gerçekten böyledir. Bizim arkadaşlığımızda, öpen ben, yanağını uzatan Dimitri idi. Ama o da beni öpmeye hazırdı. Birbirimizi aynı derecede seviyorduk. Çünkü birbirimize karşılıklı olarak değer veriyor, iyi anlaşıyorduk. Bütün bunlar, Nehludov'un beni etkilemesini, benim de ona bağlı olmamı engellemiyordu.
Pek doğaldır ki Nehludov'un etkisiyle elimde olmayarak onun erdem idealine tapınma, sürekli olgunlaşmanın insan için görev olduğuna inanma ilkelerini ben de benimsedim. Bu çağda insanlığın eksikliklerini düzeltmek, insanın başına gelen bütün kötülükleri yıkımları yok etmek olası görünüyordu... Böylece kendi eksikliğinden sıyrılarak, bütün erdemleri benimseyip mutlu olmak da kolaylaşırdı...
Gençliğin bu soylu düşünceleri gerçekten gülünç müdür, bunların gerçekleşmemesinden sorumlu olanlar kimlerdir acaba? Bunu yalnızca Tanrı bilir.
XXIV
BEN
Üniversiteye girmeme ancak birkaç ay kalmıştı. İyi hazırlanıyordum. Öğretmenlerimi korkuyla beklemek şöyle dursun, çalışma odamdan adeta hoşlanmaya başlamıştım. İyi hazırladığım dersleri gayet güzel anlatmak beni sevindiriyordu. Matematik Fakültesi'ne girmeye hazırlanıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu fakülteye girmek istememin nedeni, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, diferansiyel vb. sözcüklerin aşırı hoşuma gitmesiydi.
Boyum Volodya'dan epey kısa, tıknaz, omuzlarım genişti. Eskisi gibi çirkindim, eskisi gibi buna üzülmekteydim. Özgün görünmek istiyordum. Beni avutan tek şey, bir gün babamın: "Senin çok zeki bir suratın var." demesiydi, ben de buna tümüyle inanıyordum.
St. Jérôme benden çok hoşnuttu. Beni övüyor, ben de ondan nefret etmiyordum. Hatta bazen bana: "Bu zekâ ve yetenekle şunu veya bunu yapmamak ayıptır" dediği zaman, onu sevdiğimi bile sanıyordum.
Kız hizmetçilerin odasını gözetlemeler çoktan bitmişti. Kapı arkasına saklanmaya utanıyordum. Aynı zamanda Maşa'nın Vasiliy'e karşı olan aşkına inanmam, beni kendisinden soğutmuştu.
Vasiliy'in evlenmesi, beni bu zavallı tutkudan tümüyle kurtardı. Onun ricasıyla bu evlenme için babamdan ayrıca izin almıştım.
Yeni evliler, ellerinde şeker tepsisiyle teşekkür etmek için babama geldikleri vakit, mavi kurdeleli başlıklı Maşa, nedense bize de teşekkür ederek omuzlarımızdan öptüğü sırada, heyecanlanmamış, yalnızca biryantinli saçlarından yayılan gül kokusunu duymuştum.
En büyük eksikliğim olan ve yaşamımda bana çok zarar getireceği anlaşılan her şeyi düşünme huyumdan başka, genellikle yeniyetmeliğimdeki bütün eksiklerimden yavaş yavaş kurtulmaya başlamıştım.
XXV
VOLODYA'NIN ARKADAŞLARI
Volodya'nın arkadaşları arasındaki durumum, gururumu kırıyordu. Gene de onun misafirleri olduğu zaman odasında oturmak, orada olupbitenleri sessizce incelemek çok hoşuma gidiyordu. Emir subayı Dubkov ile bir üniversiteli olan Prens Nehludov, başkalarına göre Volodya'ya daha sık geliyorlardı. Dubkov, ufak tefek, zayıf, esmer kısa bacaklı, pek de genç olmayan ama yakışıklı ve hep neşeli bir adamdı. O, her zaman bir şeye kapılan, çevreyi ancak bir yönden görebilen dar düşünceli, dar düşünceli olduğu için de hoşa giden insanlardandı.Bu gibilerin düşünceleri bir yanlı ve yanlış olmakla birlikte, çok içten ve sürükleyicidir. Bunların dar olan bencilliklerini dahi nedense sevimli bulur, bağışlayabilirsiniz. Bunlardan başka Dubkov'un Volodya ile benim için iki bakımdan bir çekiciliği vardı, biri asker görünüşlü olması, öteki ve en önemlisi de yaşıydı. Gençler çok önem verdikleri efendiliğin, nedense bu yaştaki insanlarda olduğunu sanırlar. Bununla birlikte Dubkov, gerçekten un homme comme il faut (27) idi. Hoşuma gitmeyen şey, bazı davranışlarımın Volodya'yı utandırması ve özellikle benim toyluğumdan utanır gibi görünmesiydi.
Nehludov çirkindi. Küçük kurşuni gözleri, dar, çıkık alnı, oransız bir biçimde uzun olan kolları ve bacaklarıyla yakışıklı sayılmazdı. Güzel denebilecek yanları, uzun boyu, yüzünün rengi, olağanüstü olan dişleriydi. Parlak, değişen gözleriyle bazen ciddi, bazen çocuk saflığıyla gülmesi, bu yüze öyle canlı, özgün bir anlam veriyordu ki, insanın dikkatini çekmemesine olanak yoktu.
Görünüşte çok utangaç olup en ufak bir şeyden kulaklarına kadar kızarırdı. Ama bu utangaçlığı benimkine benzemiyordu. Kızardıkça, yüzünün azimli anlatımı güçleniyordu. Sanki kendi zayıflığına kendisi kızıyor gibiydi.
Dubkov'la Volodya çok dost göründükleri halde, bir raslantıyla birleştikleri anlaşılıyordu. Zevkleri bambaşkaydı. Volodya ile Dubkov'un her türlü duygudan, ciddi düşüncelerden kaçınıyormuş gibi bir görünüşleri vardı. Nehludov ise heyecanlıydı, alay edilmesine karşın sık sık felsefe ve gönül sorunları üzerine düşünceler ileri sürmeye başlardı. Volodya ile Dubkov sevgililerinden konuşmayı severlerdi, bunların birkaçını birden ve aynı kimseleri sevdikleri olurdu. Nehludov ise tersine, bir kızıl saçlıya âşık olduğunu söyledikleri vakit gerçekten darılırdı.
Volodya ile Dubkov sık sık kendi akrabalarıyla alay ettikleri halde, tapınırcasına saygı duyduğu teyzesinin kötü bir yanına dokunulması, Nehludov'u çileden çıkarabilirdi. Volodya ile Dubkov akşam yemeklerinden sonra Nehludov'dan ayrı olarak bir yerlere gezmeye gider, ona eldeğmemiş diye takılırlardı.
Prens Nehludov, daha ilk görüşmemizde konuşmasıyla beni etkilemişti. Zevklerimiz arasında benzer yanlar olduğu halde, belki de yalnızca bu nedenden, kendisini ilk kez gördüğümde, bende bıraktığı izlenim hiç de iyi değildi. Keskin bakışı, tok sesi, gururlu görünüşü, hepsinden fazla da bana karşı olan ilgisizliği hiç hoşuma gitmiyordu. Konuşurken hep ters yanıtlar vermek, gururunu kırmak için tartışmada onu yenmek, bana hiç önem vermemesine bakmadan ne kadar akıllı olduğumu göstermek istiyordum. Ama utangaçlığım buna olanak vermiyordu.
XXVI
DÜŞÜNCELER
Her zamanki gibi, akşam derslerinden sonra odasına girdiğimde Volodya, divana uzanmış, koluna dayanarak bir Fransız romanı okuyordu. Bana bakmak için başını bir an kitaptan kaldırdı, sonra yine okumasını sürdürdü. Bu çok doğal, çok önemsiz davranışı, kızarmama neden oldu. Bana öyle geldi ki, bakışlarında niçin geldiğimi soran bir anlatım, başını çabuk çevirişinde de, bu bakışları gizlemek isteyen bir hali vardı. En basit davranışlara bile bir anlam verme alışkanlığı, o çağın en çok göze çarpan bir özelliğiydi. Masaya yaklaştım, ben de bir kitap aldım. Okumaya başlamadan önce, bütün gün görüşmediğimiz halde, birbirimize iki sözcük söylememenin ne kadar gülünç olduğunu düşündüm:
- Bu akşam evde misin? dedim.
- Bilmiyorum, dedi. Niçin sordun?
Konuşmamızın sürmeyeceğini anlayınca:
- İş olsun diye sordum, diyerek kitabı açtım, okumaya başladım.
Gariptir, Volodya ile saatlerce baş başa kaldığımız vakit susarız; ama hiçbir şey konuşmasa bile, başka birisinin aramızda bulunması, çeşitli, merak verici konular bulmamıza yeter. Birbirimizi çok iyi tanıdığımızı duyumsuyorduk. Oysa insanların birbirini çok tanıması da, az tanıması gibi, aynı derecede içten olmalarını engeller.
Koridordan Dubkov'un:
- Volodya evde mi? dediği işitildi. Volodya ayaklarını yere indirip kitabını masanın üzerine koyduktan sonra:
- Evet, dedi.
Dubkov'la Nehludov, kaputlu, şapkalı olarak odaya girdiler:
- Nasıl Volodya? Tiyatroya gidiyor muyuz?
Volodya:
- Hayır, işim var dedi, kızardı.
- İşin sırası mı? Ne olursun gidelim...
- Bilet de almadım.
- Kapıda istediğin kadar bilet var. Volodya duraklayarak:
- Dur biraz, şimdi gelirim, dedi, omzunu silkerek odadan çıktı. Volodya'nın, Dubkov'un önerdiği tiyatroya gitmeye can attığını, ama gitmek istememesinin parasızlıktan ileri geldiğini, şimdi de vekilharcımızdan ay başına kadar beş ruble almak için çıktığını çok iyi biliyordum. Dubkov elini bana doğru uzatarak:
- Nasılsın diplomat? dedi.
Volodya'nın arkadaşları beni diplomat diye çağırıyorlardı. Bunun nedeni de: bir gün rahmetli büyükannemin yemekten sonra onların yanında bizim ilerideki yaşamımız üzerine konuşurken, Volodya'yı asker, beni de siyah fraklı ve saçı 'à la çoğ' taranmış bir diplomat -ona göre böyle saç taramak diplomatlarda görülen bir özellikti- olarak görmeyi umduğunu söylemesiydi.
Nehludov:
- Volodya nereye gitti acaba? diye sordu.
- Bilmiyorum, yanıtını verdim, ama Volodya'nın niçin çıktığını herhalde anlamışlardır, diye düşünerek kızardım.
- Kesin parası yoktur. Öyle değil mi? Diplomat? dedi, benim gülümseyişimi sözünü doğrular kabul ederek: benim de param yok. Dubkov sende var mı? diye sordu.
Dubkov çantasını çıkardı, içindeki bozuklukları kısa parmaklarıyla yoklayarak:
- Bakalım, dedi. İşte beş, işte on kapik. Eliyle gülünç bir devinim yaptıktan sonra: hepsi bu kadar, dedi.
O sırada Volodya odaya girdi.
- Ne oldu, gidiyor muyuz?
- Hayır.
Nehludov:
- Ne kadar gülünçsün Volodya, dedi, parasız olduğunu niçin söylemiyorsun? Gitmek istiyorsan benim biletimi al.
- Ya sen ne yapacaksın?
Dubkov:
- O, kuzinlerinin locasına gider, yanıtını verdi.
- Hayır, ben gitmek istemiyorum.
- Neden?
- Locada oturmayı sevmediğimi biliyorsun.
- Niçin sevmiyorsun?
- Sevmiyorum. Çünkü rahat edemiyorum.
- Hep eski bahaneler. Seni görmekle çok hoşnut olan insanların yanında niçin sıkıldığını anlamıyorum. Bu gülünç bir şey mon cher. (28)
Nehludov:
- Ne yapalım. Si je suis timide... (29) Ömründe hiç kızarmadığına eminim, oysa ben, her an, en ufak bir şeyden kızarırım... dedi, bunları söylerken de kızarmıştı.
Dubkov koruyucu bir sesle:
- Saves-vous, d'oìt vient votre timidité?.. d'un excès d'amour-propre, mon cher (30) dedi:
Zayıf yanına dokunulan Nehludov:
- Excès d'amour-propre da nereden çıktı? dedi. Tam tersine ben, amour-propre'un bende eksik olmasından bu kadar utanıyorum. Bana öyle geliyor ki, benim yanımda olan insan sıkılır, hoşnut kalmaz... Çünkü...
Dubkov Volodya'yı omzundan tutup ceketini çıkarmaya çalışarak:
- Haydi Volodya. Giyinsene... İgnat, beyin giysilerini getir, dedi.
Nehludov:
- Çünkü... Bundan dolayı... Ben sık sık... diyerek sürdürüyordu. Ama Dubkov kendisini dinlemeyerek tra tra ra rara ile bir şarkı tutturmuştu.
Nehludov:
- Yooo! Elimden kurtulmuş değilsin, dedi. Utangaçlığın kendine güvenmekten gelmediğini sana kanıtlayacağım.
Birlikte gidersek, kanıtlarsın.
- Söyledim ya, gitmeyeceğim.
- Öyleyse burada kalıp diplomata kanıtla. Döndüğümüz vakit o bize anlatır.
Nehludov çocukça bir inatla:
- Kanıtlayacağım, dedi. Yalnızca siz çabuk gelin. Sonra yanıma oturarak:
- Siz ne dersiniz? Ben gerçekten bencil miyim?
Bu beklemediğim sorudan o kadar şaşırdım ki, bu konuda görüşüm olduğu halde birdenbire yanıt veremedim. Ama akıllı olduğumu kanıtlama sırasının geldiğini düşündüm, sesimin titrediğini ve yüzümün kızardığını duyumsayarak:
- Sanırım bencilsiniz, dedim. Bence her insan bencildir ve bütün yaptıkları da bu yüzdendir. Nehludov, bana küçümsemeyle gülüyormuş gibi gelen bir gülümsemeyle:
- Peki, dedi. Sizce bencillik ne demektir?
- Bencillik, insanın kendisinin en iyi ve en akıllı olduğuna inanmış bulunmasıdır.
- Herkeste böyle bir kanı bulunabilir mi?
- Orasını bilmiyorum, fakat bu gerçeği benden başka kimse itiraf etmiyor. Ben herkesten akıllı olduğum kanısındayım, sizin de kendiniz için böyle düşündüğünüze inanıyorum.
- Hayır, ben öyle düşünmüyorum. Benden çok daha akıllı olduklarına inandığım insanlar bilirim.
Direterek:
- Bu olamaz... yanıtını verdim. Nehludov beni dikkatle süzdükten sonra:
- Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? dedi.
- Doğallıkla.
O sırada birdenbire aklıma bir şey geldi, hemen:
- Bu söylediklerimi kanıtlayacağım, dedim. Niçin kendimizi başkalarından çok seviyoruz? Çünkü kendimizi başkalarından daha iyi, daha çok sevgiye layık görüyoruz. Eğer biz, başkalarını kendimizden daha üstün görseydik, onları kendimizden daha çok severdik. Oysa böyle bir şey düşünülemez bile.
Elimde olmadan kendimi beğenmiş bir gülümsemeyle:
- Düşünülse bile yine ben haklıyım dedim.
Nehludov bir dakika sustuktan sonra:
- Sizin bu kadar akıllı olduğunuzu hiç tahmin etmezdim, dedi. Bunları öyle candan, öyle içten bir gülümsemeyle söyledi ki, kendimi o anda çok mutlu sandım.
Övgünün, insanın yalnızca duyguları değil, aklı üzerinde de öyle korkunç bir etkisi var ki, bu hoşa giden etkiyle daha çok akıllandığımı düşündüm. Türlü düşünceler kafamda birbirini kovaladı. Farkında olmadan bencillikten sevgi konusuna geçtik. İnsan bu konunun sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Yabancı bir dinleyici için düşüncelerimiz anlamsız olabilirdi, çünkü bunlar, hem bir yanlı, hem de bulanıktı. Bununla birlikte bu düşüncelerin bizim için önemi büyüktü. Ruhlarımız o kadar iyi uyum sağlamıştı ki, birinin teline ufak bir dokunma, diğerinde hemen yankılar yapıyordu. Biz konuşurken bu değişik tellere dokunarak çıkardığımız seslerin uyumundan hoşlanıyorduk. Birbirimize dökmek istediğimiz içimizden taşan düşüncelerimizi anlatabilmek için, ne sözcüklerin, ne de zamanın yetmeyeceğini sanıyorduk.
XXVII
ARKADAŞLIĞIMIZIN BAŞLANGICI
O günden sonra Dimitri Nehludov ile aramızda oldukça tuhaf, ama çok hoş bir ilişki ortaya çıktı. Başkalarının yanında bana hiç önem vermiyordu. Fakat yalnız kalınca ikimiz rahat bir köşeye çekilir, her şeyi unutarak konuşmaya dalardık. Öyle ki, vaktin nasıl geçtiğini duymazdık bile.
İlerdeki yaşamdan, güzel sanatlardan, memuriyet, evlenme, çocuk yetiştirme gibi şeylerden söz ediyorduk. Konuştuklarımızın ne kadar saçma, anlamsız olduğu aklımıza bile gelmiyordu. Çünkü bu saçmalar insanın hoşuna giden mantıklı şeylerdi. Gençlikte de insan daha çok akla inanır, ona değer verir. Gençlikti, her şeyin kendisine çevrildiği ilerdeki yaşam, geçmişteki değil, gelecekteki mutluluk düşlemlerinin üzerine kurulan bir umudun etkisiyle o kadar canlı, değişik, çekici oluyordu ki, aramızda anlaşarak paylaştığımız, gelecek mutluluğumuzun düşlemlerini oluşturan bu konularda, o çağdaki gerçek mutluluğumuzu yaratıyordu. Konuşmalarımızın başlıca konusu olan metafizik sorunlarından çok hoşuma giden şey; düşüncelerin birbiri arkasından hızlanarak gittikçe soyutlaşması, sonunda anlatılamayacak bir biçimde çıkmaza girmesiydi ki insan bu dakikada, düşündüklerini anlatayım derken, bambaşka şeyler söyler. İnsanın, düşünce anlamında yükselerek en son aşamaya vardığı ve artık daha ileri gitmeyeceğini anladığı dakikaları çok seviyordum.
Karnaval günlerinde Nehludov, türlü eğlence ve zevklene o kadar dalmıştı ki, günde birkaç kez bize uğradığı halde benimle hiç konuşmadı. Bu davranışı o derece onuruma dokundu ki, o yine bana gururlu, kötü görünmeye başladı. Artık arkadaşlığına hiç değer vermediğimi, kendisine karşı hiçbir bağlılık duymadığımı göstermek için fırsat bekliyordum.
Karnaval günleri geçtikten sonra benimle ilk konuşmak istediği zaman, "ders hazırlamak zorunda olduğumu söyleyerek yukarı çıktım; ama çeyrek saat sonra çalışma odasının kapısı açıldı, Nehludov içeri girerek bana yaklaştı:
- Engel olmuyorum ya? dedi. Gerçekten işim olduğunu söylemek istememe karşın:
- Hayır, dedim.
- Öyleyse niçin Volodya'nın odasından çıktınız? Epey oluyor ki sizinle konuşmadık. Oysa ben, buna o kadar alıştım ki, kendimde bir eksiklik duyumsuyorum..
Bütün öfkem bir dakikada geçti, Dimitri'yi eskisi gibi; iyi yürekli, hoş görmeye başladım:
- Neden çıktığımı herhalde biliyorsunuz?
- Belki, diyerek yanıma yerleştikten sonra, tahmin ettim ama söyleyemem, dedi. Oysa siz söyleyebilirsiniz.
- Söylerim. Çıktım, çünkü size dargındım, hayır kızgındım. Doğrusunu isterseniz henüz çok genç olduğum için beni aşağı göreceğinizden korkuyorum.
İtirafıma içten, zekice bir bakışla karşılık veren Nehludov:
- Niçin birbirimize bu kadar bağlandığımızı, sizden daha önce tanıdığım, hatta birçok ortak anılarımız olan insanlardan niçin sizi daha çok sevdiğimi biliyor musunuz? Ben bunu şimdi anladım. Sizin çok şaşırtıcı, herkeste görülmeyen, her şeyi olduğu gibi söylemek gibi bir özelliğiniz var.
- Evet. Ben her zaman, en çok itiraftan utandığım şeyleri söylerim. Ama güvendiğim kimselere.
- Doğru söylüyorsunuz. Şu var ki bir kimseye güvenebilmek için onunla çok iyi arkadaş olmak gerek. Oysa biz tam anlamıyla arkadaş değiliz. Anımsıyor musunuz, bir gün arkadaşlıktan konuşurken, içten arkadaş olabilmek için, birbirine inanmalı demiştik.
- Evet. Size söylediğim şeyleri başka hiç kimseye iletmeyeceğinize güvenmeliyim. Biliyorsunuz ki, en önemli, meraka değer şeyler de, birbirimize hiç söylemek istemediğimiz şeylerdir.
- Bunlar da, o kadar çirkin, bayağı düşüncelerdir ki, başkalarına itiraf etmek zorunda olduğumuzu bilseydik, hiçbir vakit kafamıza giremezlerdi, diyen Nehludov, iskemlesinden kalkıp gülümseyerek elini ovuşturduktan sonra:
- Nikola, aklıma ne geldiğini biliyor musunuz? sözlerini ekledi, "Dediğimi yapın, ikimiz için de ne kadar yararlı olacağını göreceksiniz; birbirimize her şeyi olduğu gibi söylemeye söz verelim. Böylece birbirimizi çok iyi tanır, artık birbirimizden utanmayız. Başkalarından da korkmamak için, birbirimiz hakkında hiç kimseye, hiçbir şeyden söz etmemeye ant içelim. Bunu yapalım.
Dediğimiz gibi de yaptık. Aldığımız sonucu sonra anlatacağım.
Karr, her bağlaşmanın iki yanlı olduğunu söyler: biri seviyorsa, öteki sevilmeye izin veriyordur. Biri öpüyorsa, öteki yanağını uzatıyordur. Bu gerçekten böyledir. Bizim arkadaşlığımızda, öpen ben, yanağını uzatan Dimitri idi. Ama o da beni öpmeye hazırdı. Birbirimizi aynı derecede seviyorduk. Çünkü birbirimize karşılıklı olarak değer veriyor, iyi anlaşıyorduk. Bütün bunlar, Nehludov'un beni etkilemesini, benim de ona bağlı olmamı engellemiyordu.
Pek doğaldır ki Nehludov'un etkisiyle elimde olmayarak onun erdem idealine tapınma, sürekli olgunlaşmanın insan için görev olduğuna inanma ilkelerini ben de benimsedim. Bu çağda insanlığın eksikliklerini düzeltmek, insanın başına gelen bütün kötülükleri yıkımları yok etmek olası görünüyordu... Böylece kendi eksikliğinden sıyrılarak, bütün erdemleri benimseyip mutlu olmak da kolaylaşırdı...
Gençliğin bu soylu düşünceleri gerçekten gülünç müdür, bunların gerçekleşmemesinden sorumlu olanlar kimlerdir acaba? Bunu yalnızca Tanrı bilir.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
- Büleklär
- Yeni yetmelik - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4098Unikal süzlärneñ gomumi sanı 230429.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4219Unikal süzlärneñ gomumi sanı 231031.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4124Unikal süzlärneñ gomumi sanı 223430.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4093Unikal süzlärneñ gomumi sanı 227230.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2280Unikal süzlärneñ gomumi sanı 127637.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.