Yeni yetmelik - 4
Süzlärneñ gomumi sanı 4093
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2272
30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Karl İvanoviç bize her zaman soğukkanlılıkla çıkışır, cezalandırırdı. Bunu, hoşuna gitmeyen bir ödev olarak yaptığı belliydi. St. Jérôme öğretmenlik rolünü takınmayı severdi. Bizi cezalandırdığı vakit, bunu bizim iyiliğimizden çok kendi zevki için yaptığı belliydi. Kendi görkemine kendisi bayılıyordu. Tümcelerinin sonunda yaptığı vurguları ve accent circonflexe'leriyle söylediği gösterişli Fransızca tümceleri bende anlatılmaz bir tiksinme doğuruyordu. Karl İvanoviç kızdığı vakit: "gülünç kukla, yaramaz çocuk, şampanya sineği" gibi sözler söylerdi. St. Jérôme onuru kıran, mauvais sujet, vilian garnement (23) gibi sözcükler kullanırdı.
Karl İvanoviç bizi, yüzümüz duvara dönük bir durumda köşeye diz çöktürürdü ki, cezamız bu durumdan doğan bir ağrıdan ileri gitmezdi. St. Jérôme, göğsünü şişirir, elleriyle gösterişli devinimler yaparak dramatik bir sesle: " à genoux, mauvais sujet!"(24) diye bağırır ve yüzümüz kendisine dönük diz çöktürerek af dilememizi buyururdu ki" bu ceza onurumuzu kırıyordu.
Bana ceza vermedikleri gibi olanları da kimse anımsatmadı: ama ben bu iki günde çektiğim yılgı, utanma, korku ve kini unutmadım. St. Jérôme o günden sonra benimle ilgisini kesmiş, artık hiçbir alıp vereceği kalmamış gibi davranıyordu. Bununla birlikte kendisine, sinirlerim bozulmadan bakamıyordum. Gözlerimizin raslantıyla karşılaştığı her defasında düşmanlığımın açık olarak gözlerimde okunduğunu sanıyor ve hemen bakışlarıma bir aldırışsızlık vermek için çalışıyordum. Takındığım yalancı tavrı anladığını duyumsayınca da yüzüm kızarıyor, başımı çeviriyordum.
Kısacası, onunla herhangi bir biçimde karşılaşınca içime anlatılmaz bir ağırlık çöküyordu.
XVIII
HİZMETÇİ KIZLARIN ODASI
Kendimi günden güne daha da yalnız duyumsuyordum. En çok, yalnız başıma yaptığım incelemelerden, daldığım düşüncelerden zevk alıyordum. Düşüncelerimin amacını gelecek bölümde anlatacağım. İncelemelerimin sahnesi hizmetçi kızların odası ki, burada beni ilgilendiren hem eğlenceli, hem çok acıklı bir roman yaşanıyordu. Romanın kahramanı da pek doğal olarak Maşa idi. O hizmetimize girmeden önce tanıdığı, daha o zamanlar kendisiyle evleneceğine söz veren Vasiliy'i seviyordu. Beş yıl önce onları birbirinden ayıran felek kendilerini büyükannemin evinde yine karşılaştırdıysa da, Maşa'nın dayısı Nikolay'ı da karşılıklı sevgilerine bir engel olarak ortalarına attı. Nikolay, yeğeninin münasebetsiz ve haşarı adını verdiği Vasiliy ile evlenmesinin sözünü bile işitmek istemiyordu.
Bu engel öyle bir ters etki yaptı ki, eskiden gayet soğukkanlı, ilgisiz davranan Vasiliy, birdenbire deli gibi Maşa'yı sevmeye başladı. Kölelikten yetişmiş pembe gömlekli, biryantinli saçlı bir terzi ancak böyle sevebilirdi.
Sevgisini çok tuhaf ve saçma bir biçimde ortaya koyduğu halde, (örneğin: Maşa ile karşılaştığında onun canını acıtmaya çalışırdı, ya çimdikler, ya bir iki şamar atar ya da soluk aldırmayacak kadar büyük bir güçle sıkardı), aşkında içtendi. Nikolay'ın, yeğenini asla kendisine vermeyeceği kanısına vardıktan sonra, üzüntüden içmeye, meyhanelerde dolaşmaya, kavgalar çıkarmaya başladı; öyle ki, birkaç kez karakolda dayak yiyecek duruma düştü. Ama galiba, bütün bu davranışlarıyla bunlardan doğan olaylar, Vasiliy'i Maşa'nın gözünde yükseltiyor, ona olan aşkını bir kat daha artırıyordu. Vasiliy'in karakolda yattığı günler, Maşa'nın gözyaşları sel gibi boşanır, bu zavallı âşıklara sıcak bir ilgi gösteren Gaşa'ya kara talihini anlatır, dayısının dayak ve sövgülerine aldırış etmeden sevgilisini avutmak için gizlice karakola gidip gelirdi.
Okuyucularım, şimdi birlikte içine gireceğimiz topluluk sizi tiksindirmesin. Eğer yüreğinizin sevgi, ilgi telleri gevşememişse, kızların odasında bu tellerde yankılanacak sesler bulursunuz. Arkamdan gelip gelmeyeceğinizi bilmiyorum ama ben, odada olupbitenleri görebildiğim merdivendeki yerime gidiyorum. İşte üstünde ütü, mukavvadan yapılmış burnu kırık bir kuklanın, bir tasın, bir ibriğin durduğu raf; işte içinde kara bir mum parçası, bir ibrişim yumak, ısırılmış yeşil hıyar ve şeker kutusunun karmakarışık durduğu pencere; işte üzerinde basmayla kaplanmış bir tuğlanın, yeni başlanmış bir dikişin durduğu büyük masa. Yanında da, sevdiğim pembe keten entarisi, en çok dikkatimi çeken mavi başörtüsüyle Maşa oturuyordu. Dikiş dikiyor, ya mumu düzeltmek, ya iğneyle başını kaşımak için işini bırakıyordu. Ben de ona bakıyor ve: "Niçin o, bu açık mavi gözleri, gür kumral saçı ve yüksek göğsüyle bir küçük hanım olarak doğmamış?" diye düşünüyordum. Pembe kurdeleli başlık ve Mimi'ninki gibi değil de, Tverskoy bulvarında gördüğüm al ipek sabahlıkla konuk odasında oturmak ona ne kadar yakışırdı. O, kasnakta bir şeyler işlerdi, ben de aynada onu seyreder, mantosunu tutar, yemeğini bile getirirdim. Kısacası, her isteğini yapardım.
Oysa Vasiliy; içinden, pantolonun üstüne salıverdiği kirli pembe bir gömlek görünen dar ceketi, sarhoş yüzüyle ne kadar iğrençti. Vücudunun ve sırtının her deviniminde, kendisine atılan iğrenç dayağın izlerini görür gibi oluyordum.
Maşa yastığa iğneyi saptadığı sırada, içeri giren Vasiliy'e başını kaldırmadan:
- Ne o Vasiliy, dedi. Yine mi?
- Ne olacak. Ondan bir hayır beklenir mi? Hiç olmazsa bir şeye karar verseydi. Onun yüzünden boşuna üzülüp duruyorum.
Bir aralık öbür hizmetçi Nacoja:
- Çay içecek misiniz? dedi.
- Teşekkür ederim. Bu hırsız olası dayın niye benden bu kadar nefret ediyor? Güzel giysilerimi, çalımımı, yürüyüşümü mü kıskanıyor yoksa?... diyen Vasiliy, elini sallayarak: "Adaaam sende..." sözleriyle konuşmasını kesti. Maşa elindeki ipliği koparırken:
- İstediğini yapmalı, dedi. Oysa siz hep...
- Artık gücüm kalmadı. İşte bu kadar.
Bu arada büyükannemin oda kapısının kapanışı, merdivenden inen Gaşa'nın homurdanışı duyuldu:
- Nasıl yaranabilirsin? Ne istediğini kendisi de bilmiyor... Bu da yaşam mı sanki... diyor ve ellerini sallayarak,
- İnsan ya ölmeli, yahut da iyi yaşamalı... Tövbe Tanrım! diye söyleniyordu. Kendisini karşılamak için ayağa kalkan Vasiliy:
- Saygılarımı sunarım. Agafya Mihaylovna, dedi. Gaşa onu kızgın bir bakışla süzerek:
- Amaaan siz de! Saygının maygının sırası değil. Buraya niçin geliyorsun? Erkeklerin, kızların arasında ne işi var? diyerek karşılık verdi. Vasiliy sıkışmış bir durumda:
- Sağlık haberinizi almak için uğradım. Gaşa daha çok kızdı, avazı çıktığı kadar bağırarak:
- Yakında gebereceğim. İşte benim sağlığım, dedi.
Vasiliy güldü.
- Gülecek hiçbir şey yok. Mademki git diyorum, ne duruyorsun, haydi!... Pis herife bak, evlenecekmiş!.. Haydi yallah, budala sen de!..
Agafya Mihaylovna bu sözlerden sonra sert adımlarla odasına geçti ve kapıyı o kadar hızlı kapattı ki pencere camları zangırdadı.
Bölmenin arkasında daha bir süre her şeye, herkese sövdüğü, yaşamına ilendiği, eşyalarını öteye beriye fırlattığı, sevgili kedisini kulağından tutup dövdüğü duyuldu. En sonunda, biraz aralanan kapıdan acı acı bağıran kedinin kuyruğundan tutularak dışarı atıldığı görüldü... Vasiliy fısıltıyla:
- Ne yapalım, dedi, galiba çay içmemiz başka bir güne kaldı. Hoşça kalın... Nacoja göz kırptı ve:
- Aldırma... Ben şimdi gider semavere bakarım, yanıtını verdi.
Nacoja odadan çıkar çıkmaz Vasiliy, Maşa'ya daha fazla sokuldu:
- İkisinden biri: ya doğru Kontese gidip olanları anlatacağım, ya her şeyi öylece bırakıp dünyanın öbür ucuna kaçacağım.
- Beni kime bırakacaksın?
- Zaten beni düşündüren de sensin, yoksa billahi çoktaaan özgürlüğüme kavuşmuştum.
Maşa biraz sustuktan sonra:
- Vasiliy dedi, niçin gömleklerini yıkamak için bana getirmiyorsun? Yakasından tuttu:
- Baksana, kapkara olmuş.
O dakikada aşağıdan büyükannemin çıngırağı duyuldu, Gaşa odasından çıktı. Kendisini görüp ayağa kalkan Vasiliy'i kapının önünden iterek:
- Kızcağızdan ne istiyorsun? Utanmaz adam. Kızı bu duruma getirdiğin halde, hâlâ peşini bırakmıyorsun. Galiba onun gözyaşları hoşuna gidiyor. Çık dışarı, gözlerim seni görmesin! Sonra Maşa'ya döndü:
- Bu adamın nesini beğeniyorsun? Bunun yüzünden bugün dayından az mı dayak yedin? Yine de dediğin dedik: ille Vasiliy Gruskof'la evleneceğim! Aptal!
Maşa birdenbire boşanan gözyaşları arasında:
- Evet... Öldürseniz de ondan başkasıyla evlenmeyeceğim. Başkasını sevmeyeceğim.
Sandığın üstünde yatıp başörtüsüyle gözlerini silen Maşa'ya uzun uzun bakıyor, Vasiliy hakkındaki düşüncelerimi değiştirmek ve Maşa'ya bu kadar çekici görünen yanını bulmak istiyordum. Maşa'nın üzüntüsünü çok candan paylaşmama karşın, bana bu kadar güzel görünen bu kızın nasıl olup da Vasiliy'i sevdiğini bir türlü anlayamıyordum.
Yukarıya, odama çıktıktan sonra şöyle düşünüyordum: "Büyüdüğüm zaman Petroska bana kalacağı için Maşa ile Vasiliy de benim kölelerim olacaklar. Ben yazı odamda oturup pipo içeceğim ve Maşa elinde ütüyle kapımın önünden mutfağa geçecek. Maşa'yı çağırmalarını buyuracağım. O gelecek, odada ikimizden başka kimse olmayacak. Birdenbire Vasiliy odaya girecek, Maşa'yı gördükten sonra: "Yıkıldım", diyerek Maşa ile birlikte ağlamaya başlayacaklar. Ben de: "Vasiliy, birbirinizi sevdiğinizi biliyorum. Al sana bin ruble, evlen, mutlu ol." diyecek ve dinlenme odama çekileceğim. İnsanın aklında hiçbir iz bırakmadan geçen sayısız düşünce ve düşlemle birlikte çok derin izler bırakanlar da vardır. Öyle ki, düşüncenin özü olan sorunu unuttuğunuz halde onun çok iyi bir şey olduğunu anımsıyor, bıraktığı izin etkisi altında kalarak canlandırmaya çalışıyorsunuz.
Mutluluğu, ancak Vasiliy ile evlenmekte bulan Maşa için kendi duygularımdan özveride bulunduğum düşüncesi, ruhumda söz ettiğim gibi derin bir iz brakmıştı.
XIX
YENİYETMELİK
Yeniyetmeliğimde hoşuma giden sürekli düşüncelerimin nelerle ilgili olduğunu söylersem, kimse inanmaz, çünkü bu düşünceler, ne durumuma, ne de yaşıma uygundu. Bununla birlikte insanın durumuyla ahlakı ve özyapısı arasında görülen bu aykırılık bence bir gerçektir.
Yalnızlığa çekilerek düşüncelerimle, duygularımla baş başa kaldığım bir yıl içinde, insanın dünyadaki görevlerini, soyut şeyleri, ruhun sonsuz oluşunu, öbür dünyayı düşlerdim. İnsan düşüncelerinin en yüksek aşamalarını oluşturan, ama kimsenin çözemediği sorunları, ben çocuk aklımla, deneyimsizliğin verdiği güçle çözmeye çalışıyordum.
Bence akıl, herkeste ayrı olan gelişmesinde bütün insanlığın şimdiye kadar tuttuğu aynı gelişme yolundan gider. Türlü türlü felsefe kuramlarının özü olan düşünceler de, aklın bölünmez birer parçasıdır; insan, felsefe kuramlarını bilmediği sıralarda bile bunu az çok anlıyordu.
Bu düşünceler, ancak; öyle şaşırtıcı bir biçimde kafamda beliriyordu ki, bu yararlı, bu önemli gerçekleri ilk olarak benim bulduğumu sanıyor, daha ileri giderek yaşama uydurmaya çalışıyordum.
Bir gün, mutluluğun dış nedenlere değil de bizim onu görüşümüze bağlı olduğunu düşündüm. Acı çekmeye alışan bir insan, talihsiz olamaz... Bu görüşle ya kendimi sıkıntıya alıştırmak için, duyduğum korkunç ağrıya karşın, kollarımı yana açarak Tatişçef'in sözlüklerini beşer dakika ellerimde tutardım, ya karanlık bir odaya girer, kalın bir urganla başımı, arkamı o kadar kırbaçlardım ki, elimde olmadan gözlerimden yaşlar akardı.
Başka bir gün birdenbire her an ölebileceğimi anımsadım, mutlu olmak için geleceği düşünmeyip yaşanan dakikadan yararlanmanın gerekliliğini -ki insanların şimdiye kadar niçin bunu anlamadıklarını biliyorum- anladım. Bu düşüncenin etkisi altında üç gün derslerimi bıraktım; yatağımda uzanarak hoşuma giden bir romanı okuyarak, son paramla aldığım ballı kurabiyeleri yiyerek keyifli keyifli vakit geçirdim.
Bir gün de kara tahtanın önünde durup geometri biçimleri çizerken kafamda şimşek gibi bir düşünce parladı. Bakışım (simetri) niçin göze hoş görünüyor? Aslında bakışım nedir? Kendi kendime, bu da doğal bir duygudur, yanıtını verdim; bakışımın aslı nedir? Yaşamın her şeyinde bakışım var mıdır? İşte yaşam diyerek tahtaya bir daire çizdim. Ölümünden sonra ruh sonsuzluğa kavuşuyor; işte bu da sonsuzluk diyerek daire çevresinin bir noktasından tahtanın kıyısına kadar düz bir çizgi çektim. Peki, niçin dairenin öbür yanında da böyle bir çizgi yok? Hiç, bir yanlı sonsuzluk olur mu? Herhalde biz bundan önce de yaşamışız ama, o yaşamımızın anılarını unutmuş olacağız.
Şimdi zorlukla anımsayabildiğim, ama o vakit bana çok yeni, çok aydınlık görünen bu düşünceler hoşuma gitmişti; bir yaprak kâğıt üzerinde bunları saptamaya çalışmıştım. O sırada kafamın içini binlerce düşünce doldurduğundan, oturduğum yerden kalkarak odada gezinmek zorunda kaldım. Pencereye yaklaştığım zaman arabacımızın su arabasına koştuğu hayvan dikkatimi çekti; bütün düşüncelerim, bu at öldükten sonra ruhunun hangi hayvana, yahut insana geçeceği sorununu çözmek üzerinde toplandı. O sırada odadan geçen Volodya, bir şeyler düşündüğümün farkına varmış, gülümsemişti. Bu gülümsemesi bütün düşündüklerimin ne kadar saçma olduğunu anlamama yetti.
Bilmediğim bir nedenle aklımda kalan bu olayı anlatmaktan amacım; okuyucularıma o sıralardaki düşüncelerimi iyice göstermek içindir.
Bütün felsefe kuramları arasında hiçbiri, bir zamanlar beni adeta çılgına döndüren kuşkuculuk kadar ilgilendirmemişti. Dünyada benden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin var olmadığını düşlüyor, cisimlerin eşya değil, onlara dikkat ettiğim zaman görünen birer biçim olduğunu, ben bakmadığım zaman da hemen ortadan yittiklerini düşünüyordum. Bir sözcükle kanılarım, eşyaların değil, onlarla olan ilişkimizin var olduğunu ileri süren Schelling ile birleştirilmişti. Bu sürekli düşüncenin etkisi altında bazen o derece saçmalıyordum ki; kendimin var olmadığı yerde bir boşluk bulacağım düşüncesiyle birden gözlerimi başka yana çeviriyordum.
Akıl, ruh etkinliğinin beceriksiz, zavallı bir yöneticisidir.
Benim zavallı aklım da içine girilemeyen sorunları çözemediği gibi, olduğundan daha büyük bir çaba gösteriyor, böylece bana, birbiri ardınca kanılarımı yitirtiyordu. Zaten bu kanılarla hiç uğraşmasam belki daha iyi olurdu.
Bütün bu yorucu çalışmalar, bana, istemimin zayıflamasına neden olan bir zekâ esnekliğinden, düşünce duruluğumla duygularımın tazeliğini yok eden felsefe incelemeleri yapma alışkanlığından başka bir şey kazandırmadı.
Soyut düşünceler, insanın, belli dakikalardaki ruh durumlarını bilinçli bir biçimde tutabilme yeteneğinden doğuyor. Soyut şeyleri düşünmeye karşı olan eğilimim, algı yeteneğimi doğal olmayan bir biçimde o kadar geliştirdi ki, bazen en basit bir şeyi düşünürken içinden çıkılmaz bir düşünce çözümlemesi çemberine giriyor, artık beni ilgilendiren sorunu değil, düşündüklerimi düşünmeye başlıyorum. Ne düşündüğümü kendime soruyor, düşündüklerimi düşünüyorum, yanıtını veriyorum. Peki şimdi ne düşünüyorum? ki, düşündüğümü düşünüyorum, kafam karmakarışık, bu hal böylece sürüp gidiyor.
Bununla birlikte bulduğum felsefe görüşleri, gururumu pek çok okşuyordu. Kendimi, insanlığın esenliğine yarayacak gerçekler bulan büyük bir adam sanıyor, büyük bir güvenle soydaşlarıma bakıyordum. Ama gariptir, bu insanlarla karşılaştığım vakit ayrı ayrı her birinin önünde sıkılıyordum. Başkalarının karşısında artamlarımı ortaya koymak şöyle dursun, en basit bir söz söylerken veya bir davranışta bulunurken bile sıkılmamaya alışamadım.
XX
VOLODYA
Yaşamımın bu dönemlerini anlatmayı sürdürdükçe bu iş benim için daha zorlaşıyor, daha fazla çetinleşmeye başlıyor. Çocukluğumu parlak bir biçimde aydınlatan içten sıcak duygulara, bu dönemdeki anıların arasında çok seyrek raslıyorum. Bir çöle benzettiğim yeniyetmelik çağımı, elimde olmayan bir istekle, olanak olduğu kadar çabuk geçerek güzellik, şiir dolu olan gençliğin başlangıcı ve bu çağın sonu olan içten, soylu duyguların yine aydınlatacağı mutlu günlere ulaşmak istiyorum.
Anılarımın ardından adım adım yürüyemeyeceğim. Yalnızca, öykümün bu satırlarında özyapıma, tuttuğum yola kesin, olumlu bir etkisi olan olağanüstü adamla dostluğumun başlangıcına kadar olup bitenlerin en önemlerini kısaca anlatacağım.
Volodya'nın üniversiteye girmesi yaklaştı. Artık derslerimiz ayrılmış bulunuyor. Volodya'nın, gayet rahat bir biçimde, tebeşiri kara tahtaya vurarak, bana ulaşılmaz bir hikmet gibi gelen, sinüs, kosinüs ve fonksiyonları anlatmasını elimde olmayan bir saygıyla dinliyordum. Bir pazar günü yemekten sonra iki profesör ve bütün hocalarımız büyükannemin odasında toplanmış, babamın ve bazı konukların önünde Volodya'nın üniversiteye giriş sınavlarının denemesini yapıyorlardı. Volodya bu yoklamada büyükannemi çok sevindiren yanıtlar vermişti. Bazı derslerden bana da soru soruyorlardı. Ama iyi yanıt veremiyordum. Üstelik profesörler, büyükannemden bilgisizliğimi saklamaya çalışıyorlardı ki bu da beni daha çok sıkıyordu. Yani benimle fazla ilgilenmiyorlardı, zaten on beş yaşında olduğum için sınavlarıma daha bir yıl vardı. Volodya ancak yemek saatlerinde aşağı iniyor, bütün günü ve akşamları, kendi isteğiyle ders çalışmakla geçiriyordu. Volodya çok onurluydu, sınavlarını orta değil en iyi dereceyle vermek istiyordu.
Sonunda ilk sınav günü geldi. Volodya maden düğmeli lacivert frakını, rugan çizmelerini giydi, altın saatini taktı. Babamın faytonu kapıya yaklaştı... Nikolay arabanın diz örtüsünü açıyor, Volodya ile St. Jérôme üniversiteye doğru yollanıyorlar. Kızlar hele Katinka, neşeli, heyecanlı gözlerle pencereden, arabaya binmek üzere olan Volodya'nın düzgün vücuduna bakıyorlardı. Babam: "Tanrı yardımcın olsun..." diye dua ediyor, büyükannem de, sürüklenerek geldiği pencerede, araba dar sokağın köşesinde kayboluncaya kadar yaşlı gözlerle istavroz çıkarıyor, bir şeyler mırıldanıyordu.
Volodya dönüyor. Herkes sabırsızlık içinde: Nasıl geçti? Ne oldu? Kaç numara alabildin? gibi sorular yağdırıyor, ama Volodya'nın neşeli yüzünden sınavın iyi geçtiği anlaşılıyor. Beş numara almış. Ertesi gün de aynı başarı dilekleri ve korku duygularıyla gönderiliyor, aynı sevinçle karşılanıyordu. Böylece dokuz gün geçti. Onuncu gün sonuncu ve en zor sınav olan din dersinden girecekti. Hepimiz pencere önündeyiz, daha büyük bir sabırsızlıkla Volodya'yı bekliyorduk. Saat iki olduğu halde hâlâ gelmemişti... Birdenbire Lüboçka yüzünü cama yapıştırarak:
- Ah!.. İşte geldiler! Ta kendileri...
Gerçekten, Volodya artık lacivert frakı, gri kasketiyle değil, mavi işlemeli yakalı üniversite üniforması, üç köşeli şapkası, yanında yaldızlı kılıcıyla arabada St. Jérôme ile birlikte oturuyordu. Büyükannem Volodya'yı bu üniformayla görünce:
- Ah... O sağ olup bugünleri görmeliydi! diye hıçkırarak kendinden geçti.
Neşe içinde koşarak girişe dalan Volodya beni, Lüboçka'yı, Mimi'yi, Katinka'yı öptü, bu sırada Katinka kulaklarına kadar kızarmıştı. Volodya, sevinçten nerdeyse kendini yitirecekti. Bu üniformayla çok iyi görünüyordu. Mavi yakası, henüz terlemeye başlayan siyah bıyıklarına ne kadar yakışıyordu. Uzun, ince bir beli, soylu bir yürüyüşü vardı. Bu sayılı günde yemeğimizi büyükannemin odasında yedik. Yüzlerimiz neşeyle parlıyordu. Tatlılar yenildiği sırada sofracıbaşı, nazik ama gururlu, aynı zamanda neşeli bir yüzle peçeteye sarılmış bir şişe şampanya getirdi. Büyükkannem, annemin ölümünden sonra ilk kez şampanya içiyordu. Volodya'yı kutlarken dolu bir kadeh içti, ona bakarak sevinçten yine ağlamaya başladı. Artık Volodya özel arabasıyla geziyor, kendi tanıdıklarını kabul ediyor, tütün içiyor, balolara gidiyordu. Hatta bir kez odasında arkadaşlarıyla birlikte iki şişe şampanya içtiklerini, her kadeh kaldırışta da tanımadığım kimselerin adlarını fısıldadıklarını ve le fond de la bouteille (25) kime kalacağını tartıştıklarını gördüm. Öğle yemeklerini her gün evde yiyor, yemeklerden sonra eskisi gibi Katinka ile birlikte dinlenme odasına çekilerek gizli gizli bir şeyler konuşuyorlardı. Konuşmalarına katılmadan duyabildiklerime göre yalnızca okudukları romanların kahramanlarından, aşk ve kıskançlıktan konuşuyorlardı, bu konularda kendilerini ilgilendirecek, eğlendirecek ne bulduklarını, kibar kibar gülümseyerek ateşli ateşli tartışmalarının anlamını bir türlü kavrayamıyordum.
Kısacası, Katinka ile Volodya arasında, çocukluk arkadaşlarında olan içten duygudan başka, bizi onlardan ayıran ve kendilerini gizlice birbirine bağlayan tuhaf bir ilişki olduğunu seziyordum...
XXI
KATİNKA - LÜBOÇKA
Katinka on altı yaşına bastı, biraz daha büyüdü, onda, çocuklukla genç kızlık arasındaki kızlarda görülen yapmacık utangaçlık, devinimlerdeki beceriksizlik yerine henüz açılmış bir çiçeğin zarifliği, tazeliği geçmişti, ama kendisi değişmedi. Eski açık mavi gözler, hep gülümseyen bir bakış. Alnıyla hemen hemen bir çizgi oluşturan kanatları güçlü bir burun, gülüşü büyülü küçük bir ağız, saydam pembe yanaklardaki küçük çukurlar, aynı beyaz küçük eller... Ona, eskiden olduğu gibi, temiz çocuk adı yakışıyordu.
Onda, yeni olarak yalnızca büyükler gibi topladığı gür, kumral saçları ve kendisini sevindirdiği kadar utandıran taze göğsü görünüyordu.
Lüboçka da onunla birlikte eğitildiği, büyüdüğü halde, bu yönden bambaşka bir kızdı.
Lüboçka'nın boyu orta, kemik hastalığı yüzünden ayakları hâlâ çarpık, vücudu çirkindi. Onun yalnızca gözleri güzeldi. İnsanın hoşuna giden gurur ve saflık dolu bu iri, kara gözler, görenlerin dikkatini çekerdi. Lüboçka her davranışında gayet doğal, içtendi, oysa Katinka, bir başkasına benzemek istiyormuş gibi davranıyordu. Lüboçka doğruca insanın gözüne bakardı, hatta bazen o iri, o kara gözlerini herhangi bir kimsenin üzerine diker, o kadar çok bakardı ki, bu davranışının saygısızlık olduğunu söyleyerek kendisini paylarlardı. Katinka tersine kirpiklerini indirir, gözlerini süzer, iyi göremediğini ileri sürerdi, oysa gözlerinde bir kusur olmadığını çok iyi biliyordum. Lüboçka başkalarının önünde yapmacık davranışlarda bulunmasını sevmez ve konukların yanında biri kendisini öperse hemen somurtarak böyle davranışlardan hoşlanmadığını söylerdi. Öte yandan Katinka, konukların yanında Mimi'ye karşı çok sevecen davranmayı, herhangi bir kız konukla kucaklaşarak salonda gezinmeyi çok severdi... Lüboçka çok neşeliydi. Öyle ki bazen kahkahasının şiddetinden ellerini sallayarak odanın ortasında dönerdi. Katinka yine tersine gülmeye başladığı zaman mendiliyle yahut eliyle ağzını kapatırdı. Lüboçka düz oturur, ellerini aşağıya sarkıtarak yürürdü. Katinka yürürken başını biraz eğer, ellerini kavuşuturdu. Lüboçka genç bir erkekle konuşmak fırsatını bulunca çok sevinir, ille bir süvariyle evleneceğini söylerdi. Katinka bütün erkeklerin kötü olduğunu, hiçbir vakit kocaya varmayacağını söyler, bir erkekle konuştuğu sırada çok değişir, bir şeyden korkuyormuş gibi bir hal takınırdı. Lüboçka boğazını sever, korsasını soluk alamayacak derecede sıktığı için Mimi'ye darılırdı. Katinka tersine çok az yemek yer, parmağını sık sık giysisinin üstünden korsasının altına sokarak ne kadar bol olduğunu gösterirdi. Lüboçka baş resimleri yapmasını severdi, Katinka yalnızca çiçeklerden hoşlanırdı. Lüboçka Filt'in konçertolarını, Beethoven'in sonatlarını çok düzgün çalardı.Katinka çeşitlemeler, valsler çalarken fazlasıyla duraklar, gürültü yapar, durmadan pedala basar, herhangi bir parçayı çalmaya başlamadan önce gayet içli bir biçimde üç akort arpeggio alırdı.
Bununla birlikte o sıradaki görüşlerime göre, Katinka büyüklere daha çok benzer, bunun için de daha çok hoşuma giderdi.
XXII
BABAM
Babam, Volodya üniversiteye başladığından beri daha çok neşelenmeye, büyükanneme daha sık yemeğe gelmeye başlamıştı. Bununla birlikte Nikolay'dan öğrendiğime göre neşesinin asıl nedeni, son zamanlarda kumarda çok kazanmasıydı. Öyle ki, bazı akşamlar kulübe gitmeden bize uğrar, piyanonun başına geçerek bizi çevresine toplar, ökçesiz yumuşak çizmeleriyle -ökçeli ayakkabıları hem sevmez, hem de hiçbir vakit giymezdi- tempo tutup çingene şarkıları söylerdi. Bu dakikalarda onun sevgilisi olan Lüboçka'nın, tapındığı babama neşeli bir heyecanla bakması, görülecek şeydi.
Babam bazen ders odamıza girer, ciddi bir yüzle ders anlatışımı dinlerdi. Ama yanlışlarımı düzeltmek için söylediği sözlerden, bana öğrettikleri şeyleri yeteri kadar bilmediğini anlardım. Bazen, büyükannemin nedensiz olarak kızdığı, herkese söylendiği sırada, o sessizce gözlerini kırparak bize işaretler yapardı. Sonra da "Çocuklar bugün epey azarlandık" derdi. Nitekim babam, çocukluk düşlemlerimle çıkardığım erişilmez yüksekliklerden yavaş yavaş aşağı inmeye başlamıştı. Eskiden olduğu gibi candan bir sevgi, saygıyla büyük beyaz ellerini öpüyordum, ama bazı davranışlarını eleştirmeye yelteniyor, hatta kimi zaman onun için öyle şeyler düşünüyordum ki, bu düşüncelerin kafamda yer alması bile beni korkutuyordu. Beni böyle düşündüren, bana bir hayli de acı veren o raslantıyı, hiçbir vakit unutmayacağım.
Bir gün akşamın geç vaktinde beyaz yeleğiyle siyah frakını giymiş olan babam, kendi odasında hazırlanan Volodya'yı baloya götürmek üzere konuk odasına girmişti. Büyükannem Volodya çıkmazdan önce kendisine uğraması için -o, baloya gitmeden Volodya'yı görmeyi, kendisini kutsamayı ve bazı öğütler vermeyi, alışkanlık edinmişti - yatak odasında bekliyordu. Tek bir lambayla aydınlatılan salonda Katinka ile Mimi aşağı yukarı geziniyor, Lüboçka da piyanonun başında oturmuş mamanın çok sevdiği Filt'in ikinci konçertosunu ezberliyordu.
Annemle kız kardeşim arasında olan soy benzerliğini hiçbir zaman, hiç kimsede görmedim. Bu benzeyiş, yalnızca yüzlerinde yahut vücutlarında değil, ellerinde, yürüyüşlerinde hele seslerinde, en çok kullandıkları sözlerde, anlaşılmaz bir biçimde görülürdü. Annem, "hiç bırakmıyorlar" demeye alışmıştı, Lüboçka da kızdığı zaman öyle derdi. Bu tümceyi: "Hiiiçç bıırakmıyooorlarr..." biçiminde öyle uzatarak söylerdi ki, annemin sesini işitiyormuş gibi olurdum. Ama asıl benzeyiş Lüboçka'nın piyano çalmasında, çalarken yaptığı devinimlerdeydi: giysisini aynı biçimde düzeltmesi, nota sayfalarını sol eliyle yukardan tutup çevirişi, güç bir parçayı beceremediği zaman öfkeyle tuşları yumruklayarak, "Aman Tanrım..." demesi, Filt biçemi (çok yerinde olarak jeu parlé denen bu biçemin güzelliğini bugünkü piyanistlerin türlü ustalıkları dahi unutturamamıştır) tanımlanamaz bir incelikle çalması, anneme en çok benzeyen yanlarıydı.
Babam sık, küçük adımlarla odaya girdi, kendisini görerek çalmayı bırakan Lüboçka'ya yaklaştı. Onu yerine oturtup:
- Çalmayı sürdür Lüba, dedi. Seni dinlemeyi ne kadar sevdiğimi biliyorsun.
Lüboçka yeniden çalmaya başladı. Babam da başını eline dayayarak uzun zaman karşısında oturdu. Sonra birdenbire omzunu silkeledi, ayağa kalktı, odanın ortasında gezinmeye başladı. Piyanoya her yaklaşışında duraklıyor, uzun uzun, dikkatli dikkatli Lüboçka'ya bakıyordu. Yürüyüşünden, davranışlarından heyecanlı olduğunu anlıyordum. Salonda birkaç kez gidip geldikten sonra, Lüboçka'nın oturduğu sandalyeye yaklaştı; arkasında durarak siyah saçlarından öptü, yine birdenbire dönerek gezinmeyi sürdürdü.
Lüboçka çalmasını bitirdiğinde babama yaklaşıp da: "-İyi mi?" diye sorduğu zaman, babam alnını o zamana kadar kendisinde hiç görmediğim bir sevecenlikle öpmeye başladı. Lüboçka ansızın babamın saat kösteğini bırakıp iri, hayran gözlerini onun yüzüne dikerek:
- Aman Tanrım!.. Sen ağlıyorsun... dedi, bağışla babacığım, bu parçanın annemin parçası olduğunu unutmuştum.
Babam heyecandan titreyen bir sesle:
- Hayır yavrum, bu parçayı daha sık çalmanı istiyorum. Seninle birlikte ağlamaya ne kadar gereksinmem olduğunu bilsen...
Babam Lüboçka'yı bir kez daha öptü, içinden gelen heyecanını yenmeye çalışarak omzunu oynata oynata Volodya'nın odasıyla salonu birleştiren koridorun kapısından çıktı, koridorun ortasında durdu:
- Voldemar! Hazır mısın? diye seslendi. O sırada koridorda görünen Maşa, efendisini görerek gözlerini indirdi, yanından geçmek istediyse de babam onu durdurdu ve üzerine doğru eğilerek: "Gittikçe güzelleşiyorsun" dedi.
Maşa kızardı, başını eğdi: "İzin verir misiniz?", diye fısıldadı. Maşa uzaklaştıktan sonra beni gören babam, yine omuzlarını oynattı, öksürerek:
- Hazır mısın Voldemar? dedi.
Babamı seviyorum, ama insanın aklı duygularının etkisi altında değildir, çoğu duyguların yabancı kaldığı acımasız, ezici düşüncelerle doludur. İşte bu düşünceleri uzaklaştırmak istedimse de, bir türlü beceremedim.
XXIII
BÜYÜKANNEM
Büyükannem günden güne çöküyordu. Zil çalması, Gaşa'nın homurdanması, kapıların açılıp kapandıkça çıkardığı sesler, odasından daha sık gelmeye başladı. Artık bizi yazı odasındaki Voltaire koltuğunda değil, dantelle süslenmiş yastıklı yüksek karyolasında, yatak odasında kabul ediyordu. Kendisiyle görüştüğüm sırada, elini açık sarı renkte parlak bir şişkinliğin kapladığını gördüm. Aynı zamanda odada, beş yıl önce annemin odasında duyduğum ağır bir kokunun farkına vardım. Doktoru günde üç kez uğradığı, hatta birkaç kez konsültasyon bile yapıldığı halde, evdekilere, hele babama karşı takındığı gururlu, resmi tavrını hiç değiştirmedi. Eskiden olduğu gibi kaşlarını kaldırıp sözcükleri uzatarak: "Azizim..." diyordu.
Birkaç günden beri bizi yanına sokmuyorlar. Bir sabah derste St. Jérôme, Lüboçka ve Katinka ile birlikte gezmeye çıkmamızı önerdi. Kızağa binerken, büyükannemin penceresinin altındaki yola otlar serilmiş olduğunu, bahçe kapımızın önünde lacivert giysili birçok kimsenin gezindiğini gördüğüm halde, bizi böyle zamansız ne diye gezmeye çıkardıklarını bir türlü anlayamıyordum.
O gün bütün gezinti sırasında nedense öyle neşeliydik ki, her sözcük, her devinim, en basit bir olay bile bizi kahkahayla güldürüyordu.
Bir gezgin satıcının, tablasını elinde tutup koşarak sokağın öbür yanına geçmesi bizi güldürüyor; üstü başı dökülen bir arabacının, terbiyenin uçlarını savurarak dörtnala bize yetişmesi kahkahayla gülmemize neden oluyordu. Kamçısının ucu kızağın bir yanına ilişen Filip'in geriye dönerek: "Ööööff be." demesine katılıyorduk. Mimi kızarak: "Yalnızca aptallar nedensiz yere gülerler" diyor, gülmemek için kendini zor tutan, bundan dolayı da kıpkırmızı kesilen Lüboçka, göz ucuyla bana bakıyor, gözlerimiz karşılaşıyor, öyle bir kahkahayla gülmeye başlıyoruz ki, gözlerimizden yaş geliyor, nerdeyse bizi boğacak olan gülme atağını artık tutamıyoruz. Sinirlerimizin biraz yatıştığı bir sırada Lüboçka'ya bakıyor, bir süreden beri parola gibi kullandığımız, her defasında arkasından güldüğümüz sözcüğü söylüyorum, yine gülmekten katılıyoruz.
Dönüşte evimize yaklaşırken Lüboçka'yı korkutmak için yüzümü buruşturmak üzereydim ki, gözlerim, evin açık duran kapısının bir yanına dayanmış olan tabut kapağına ilişti, bir yana eğilmiş olan ağzım, şaşkınlığımdan olduğu gibi kaldı. Sararmış bir yüzle bizi karşılayan St. Jérôme:
- Votre grand'mère est morte (26) dedi.
Büyükannemin ölüsü evde bulunduğu sürece ben de ölümün korkunç duygusunu -insanlar, nedense bunu hep üzüntüyle karıştırmaya alışmışlardır- duyuyordum.Yani bu ölü vücut, bir gün benim de kesinlikle öleceğimi anımsatıyordu. Büyükanneme acımıyor, hiç kimsenin ona içten acıdığını da sanmıyordum. Evimiz yaslı ziyaretçilerle dolup taştığı halde, ölümüne, içten üzüntüsüne şaşırdığım bir kişiden başka kimse acımıyordu. Bu kişi, oda hizmetçisi Gaşa idi. Gaşa tavan arasına çıkıp oraya kapanıyor, durmadan ağlıyor, kendisine ileniyordu. Kimsenin sözünü dinlemeyen Gaşa, saçını başını yolarak sevgili hanımını yitirdikten sonra tek avuntusunun ölüm olduğunu söylüyordu.
Duygularda görülen doğaldışılıkların, gerçeğin yadsınamaz kanıtları olduğunu yineliyorum.
Büyükannemiz öldü, ama evimizde onun anıları yaşıyor, onun için türlü şeyler söyleniyordu. En çok konuşulan şey, ölümünden önce yazdığı ve içindekileri vekili olan Prens İvan İvanoviç'ten başka kimsenin bilmediği vasiyetnamesiydi. Büyükannemin uşakları arasında bir heyecan dolaştığını seziyordum. Sık sık, kime ne bırakıldığı hakkında konuşuluyor; itiraf edeyim ki bir mirasa konacağımızı, elimde olmayan bir sevinçle düşünüyordum...
Karl İvanoviç bizi, yüzümüz duvara dönük bir durumda köşeye diz çöktürürdü ki, cezamız bu durumdan doğan bir ağrıdan ileri gitmezdi. St. Jérôme, göğsünü şişirir, elleriyle gösterişli devinimler yaparak dramatik bir sesle: " à genoux, mauvais sujet!"(24) diye bağırır ve yüzümüz kendisine dönük diz çöktürerek af dilememizi buyururdu ki" bu ceza onurumuzu kırıyordu.
Bana ceza vermedikleri gibi olanları da kimse anımsatmadı: ama ben bu iki günde çektiğim yılgı, utanma, korku ve kini unutmadım. St. Jérôme o günden sonra benimle ilgisini kesmiş, artık hiçbir alıp vereceği kalmamış gibi davranıyordu. Bununla birlikte kendisine, sinirlerim bozulmadan bakamıyordum. Gözlerimizin raslantıyla karşılaştığı her defasında düşmanlığımın açık olarak gözlerimde okunduğunu sanıyor ve hemen bakışlarıma bir aldırışsızlık vermek için çalışıyordum. Takındığım yalancı tavrı anladığını duyumsayınca da yüzüm kızarıyor, başımı çeviriyordum.
Kısacası, onunla herhangi bir biçimde karşılaşınca içime anlatılmaz bir ağırlık çöküyordu.
XVIII
HİZMETÇİ KIZLARIN ODASI
Kendimi günden güne daha da yalnız duyumsuyordum. En çok, yalnız başıma yaptığım incelemelerden, daldığım düşüncelerden zevk alıyordum. Düşüncelerimin amacını gelecek bölümde anlatacağım. İncelemelerimin sahnesi hizmetçi kızların odası ki, burada beni ilgilendiren hem eğlenceli, hem çok acıklı bir roman yaşanıyordu. Romanın kahramanı da pek doğal olarak Maşa idi. O hizmetimize girmeden önce tanıdığı, daha o zamanlar kendisiyle evleneceğine söz veren Vasiliy'i seviyordu. Beş yıl önce onları birbirinden ayıran felek kendilerini büyükannemin evinde yine karşılaştırdıysa da, Maşa'nın dayısı Nikolay'ı da karşılıklı sevgilerine bir engel olarak ortalarına attı. Nikolay, yeğeninin münasebetsiz ve haşarı adını verdiği Vasiliy ile evlenmesinin sözünü bile işitmek istemiyordu.
Bu engel öyle bir ters etki yaptı ki, eskiden gayet soğukkanlı, ilgisiz davranan Vasiliy, birdenbire deli gibi Maşa'yı sevmeye başladı. Kölelikten yetişmiş pembe gömlekli, biryantinli saçlı bir terzi ancak böyle sevebilirdi.
Sevgisini çok tuhaf ve saçma bir biçimde ortaya koyduğu halde, (örneğin: Maşa ile karşılaştığında onun canını acıtmaya çalışırdı, ya çimdikler, ya bir iki şamar atar ya da soluk aldırmayacak kadar büyük bir güçle sıkardı), aşkında içtendi. Nikolay'ın, yeğenini asla kendisine vermeyeceği kanısına vardıktan sonra, üzüntüden içmeye, meyhanelerde dolaşmaya, kavgalar çıkarmaya başladı; öyle ki, birkaç kez karakolda dayak yiyecek duruma düştü. Ama galiba, bütün bu davranışlarıyla bunlardan doğan olaylar, Vasiliy'i Maşa'nın gözünde yükseltiyor, ona olan aşkını bir kat daha artırıyordu. Vasiliy'in karakolda yattığı günler, Maşa'nın gözyaşları sel gibi boşanır, bu zavallı âşıklara sıcak bir ilgi gösteren Gaşa'ya kara talihini anlatır, dayısının dayak ve sövgülerine aldırış etmeden sevgilisini avutmak için gizlice karakola gidip gelirdi.
Okuyucularım, şimdi birlikte içine gireceğimiz topluluk sizi tiksindirmesin. Eğer yüreğinizin sevgi, ilgi telleri gevşememişse, kızların odasında bu tellerde yankılanacak sesler bulursunuz. Arkamdan gelip gelmeyeceğinizi bilmiyorum ama ben, odada olupbitenleri görebildiğim merdivendeki yerime gidiyorum. İşte üstünde ütü, mukavvadan yapılmış burnu kırık bir kuklanın, bir tasın, bir ibriğin durduğu raf; işte içinde kara bir mum parçası, bir ibrişim yumak, ısırılmış yeşil hıyar ve şeker kutusunun karmakarışık durduğu pencere; işte üzerinde basmayla kaplanmış bir tuğlanın, yeni başlanmış bir dikişin durduğu büyük masa. Yanında da, sevdiğim pembe keten entarisi, en çok dikkatimi çeken mavi başörtüsüyle Maşa oturuyordu. Dikiş dikiyor, ya mumu düzeltmek, ya iğneyle başını kaşımak için işini bırakıyordu. Ben de ona bakıyor ve: "Niçin o, bu açık mavi gözleri, gür kumral saçı ve yüksek göğsüyle bir küçük hanım olarak doğmamış?" diye düşünüyordum. Pembe kurdeleli başlık ve Mimi'ninki gibi değil de, Tverskoy bulvarında gördüğüm al ipek sabahlıkla konuk odasında oturmak ona ne kadar yakışırdı. O, kasnakta bir şeyler işlerdi, ben de aynada onu seyreder, mantosunu tutar, yemeğini bile getirirdim. Kısacası, her isteğini yapardım.
Oysa Vasiliy; içinden, pantolonun üstüne salıverdiği kirli pembe bir gömlek görünen dar ceketi, sarhoş yüzüyle ne kadar iğrençti. Vücudunun ve sırtının her deviniminde, kendisine atılan iğrenç dayağın izlerini görür gibi oluyordum.
Maşa yastığa iğneyi saptadığı sırada, içeri giren Vasiliy'e başını kaldırmadan:
- Ne o Vasiliy, dedi. Yine mi?
- Ne olacak. Ondan bir hayır beklenir mi? Hiç olmazsa bir şeye karar verseydi. Onun yüzünden boşuna üzülüp duruyorum.
Bir aralık öbür hizmetçi Nacoja:
- Çay içecek misiniz? dedi.
- Teşekkür ederim. Bu hırsız olası dayın niye benden bu kadar nefret ediyor? Güzel giysilerimi, çalımımı, yürüyüşümü mü kıskanıyor yoksa?... diyen Vasiliy, elini sallayarak: "Adaaam sende..." sözleriyle konuşmasını kesti. Maşa elindeki ipliği koparırken:
- İstediğini yapmalı, dedi. Oysa siz hep...
- Artık gücüm kalmadı. İşte bu kadar.
Bu arada büyükannemin oda kapısının kapanışı, merdivenden inen Gaşa'nın homurdanışı duyuldu:
- Nasıl yaranabilirsin? Ne istediğini kendisi de bilmiyor... Bu da yaşam mı sanki... diyor ve ellerini sallayarak,
- İnsan ya ölmeli, yahut da iyi yaşamalı... Tövbe Tanrım! diye söyleniyordu. Kendisini karşılamak için ayağa kalkan Vasiliy:
- Saygılarımı sunarım. Agafya Mihaylovna, dedi. Gaşa onu kızgın bir bakışla süzerek:
- Amaaan siz de! Saygının maygının sırası değil. Buraya niçin geliyorsun? Erkeklerin, kızların arasında ne işi var? diyerek karşılık verdi. Vasiliy sıkışmış bir durumda:
- Sağlık haberinizi almak için uğradım. Gaşa daha çok kızdı, avazı çıktığı kadar bağırarak:
- Yakında gebereceğim. İşte benim sağlığım, dedi.
Vasiliy güldü.
- Gülecek hiçbir şey yok. Mademki git diyorum, ne duruyorsun, haydi!... Pis herife bak, evlenecekmiş!.. Haydi yallah, budala sen de!..
Agafya Mihaylovna bu sözlerden sonra sert adımlarla odasına geçti ve kapıyı o kadar hızlı kapattı ki pencere camları zangırdadı.
Bölmenin arkasında daha bir süre her şeye, herkese sövdüğü, yaşamına ilendiği, eşyalarını öteye beriye fırlattığı, sevgili kedisini kulağından tutup dövdüğü duyuldu. En sonunda, biraz aralanan kapıdan acı acı bağıran kedinin kuyruğundan tutularak dışarı atıldığı görüldü... Vasiliy fısıltıyla:
- Ne yapalım, dedi, galiba çay içmemiz başka bir güne kaldı. Hoşça kalın... Nacoja göz kırptı ve:
- Aldırma... Ben şimdi gider semavere bakarım, yanıtını verdi.
Nacoja odadan çıkar çıkmaz Vasiliy, Maşa'ya daha fazla sokuldu:
- İkisinden biri: ya doğru Kontese gidip olanları anlatacağım, ya her şeyi öylece bırakıp dünyanın öbür ucuna kaçacağım.
- Beni kime bırakacaksın?
- Zaten beni düşündüren de sensin, yoksa billahi çoktaaan özgürlüğüme kavuşmuştum.
Maşa biraz sustuktan sonra:
- Vasiliy dedi, niçin gömleklerini yıkamak için bana getirmiyorsun? Yakasından tuttu:
- Baksana, kapkara olmuş.
O dakikada aşağıdan büyükannemin çıngırağı duyuldu, Gaşa odasından çıktı. Kendisini görüp ayağa kalkan Vasiliy'i kapının önünden iterek:
- Kızcağızdan ne istiyorsun? Utanmaz adam. Kızı bu duruma getirdiğin halde, hâlâ peşini bırakmıyorsun. Galiba onun gözyaşları hoşuna gidiyor. Çık dışarı, gözlerim seni görmesin! Sonra Maşa'ya döndü:
- Bu adamın nesini beğeniyorsun? Bunun yüzünden bugün dayından az mı dayak yedin? Yine de dediğin dedik: ille Vasiliy Gruskof'la evleneceğim! Aptal!
Maşa birdenbire boşanan gözyaşları arasında:
- Evet... Öldürseniz de ondan başkasıyla evlenmeyeceğim. Başkasını sevmeyeceğim.
Sandığın üstünde yatıp başörtüsüyle gözlerini silen Maşa'ya uzun uzun bakıyor, Vasiliy hakkındaki düşüncelerimi değiştirmek ve Maşa'ya bu kadar çekici görünen yanını bulmak istiyordum. Maşa'nın üzüntüsünü çok candan paylaşmama karşın, bana bu kadar güzel görünen bu kızın nasıl olup da Vasiliy'i sevdiğini bir türlü anlayamıyordum.
Yukarıya, odama çıktıktan sonra şöyle düşünüyordum: "Büyüdüğüm zaman Petroska bana kalacağı için Maşa ile Vasiliy de benim kölelerim olacaklar. Ben yazı odamda oturup pipo içeceğim ve Maşa elinde ütüyle kapımın önünden mutfağa geçecek. Maşa'yı çağırmalarını buyuracağım. O gelecek, odada ikimizden başka kimse olmayacak. Birdenbire Vasiliy odaya girecek, Maşa'yı gördükten sonra: "Yıkıldım", diyerek Maşa ile birlikte ağlamaya başlayacaklar. Ben de: "Vasiliy, birbirinizi sevdiğinizi biliyorum. Al sana bin ruble, evlen, mutlu ol." diyecek ve dinlenme odama çekileceğim. İnsanın aklında hiçbir iz bırakmadan geçen sayısız düşünce ve düşlemle birlikte çok derin izler bırakanlar da vardır. Öyle ki, düşüncenin özü olan sorunu unuttuğunuz halde onun çok iyi bir şey olduğunu anımsıyor, bıraktığı izin etkisi altında kalarak canlandırmaya çalışıyorsunuz.
Mutluluğu, ancak Vasiliy ile evlenmekte bulan Maşa için kendi duygularımdan özveride bulunduğum düşüncesi, ruhumda söz ettiğim gibi derin bir iz brakmıştı.
XIX
YENİYETMELİK
Yeniyetmeliğimde hoşuma giden sürekli düşüncelerimin nelerle ilgili olduğunu söylersem, kimse inanmaz, çünkü bu düşünceler, ne durumuma, ne de yaşıma uygundu. Bununla birlikte insanın durumuyla ahlakı ve özyapısı arasında görülen bu aykırılık bence bir gerçektir.
Yalnızlığa çekilerek düşüncelerimle, duygularımla baş başa kaldığım bir yıl içinde, insanın dünyadaki görevlerini, soyut şeyleri, ruhun sonsuz oluşunu, öbür dünyayı düşlerdim. İnsan düşüncelerinin en yüksek aşamalarını oluşturan, ama kimsenin çözemediği sorunları, ben çocuk aklımla, deneyimsizliğin verdiği güçle çözmeye çalışıyordum.
Bence akıl, herkeste ayrı olan gelişmesinde bütün insanlığın şimdiye kadar tuttuğu aynı gelişme yolundan gider. Türlü türlü felsefe kuramlarının özü olan düşünceler de, aklın bölünmez birer parçasıdır; insan, felsefe kuramlarını bilmediği sıralarda bile bunu az çok anlıyordu.
Bu düşünceler, ancak; öyle şaşırtıcı bir biçimde kafamda beliriyordu ki, bu yararlı, bu önemli gerçekleri ilk olarak benim bulduğumu sanıyor, daha ileri giderek yaşama uydurmaya çalışıyordum.
Bir gün, mutluluğun dış nedenlere değil de bizim onu görüşümüze bağlı olduğunu düşündüm. Acı çekmeye alışan bir insan, talihsiz olamaz... Bu görüşle ya kendimi sıkıntıya alıştırmak için, duyduğum korkunç ağrıya karşın, kollarımı yana açarak Tatişçef'in sözlüklerini beşer dakika ellerimde tutardım, ya karanlık bir odaya girer, kalın bir urganla başımı, arkamı o kadar kırbaçlardım ki, elimde olmadan gözlerimden yaşlar akardı.
Başka bir gün birdenbire her an ölebileceğimi anımsadım, mutlu olmak için geleceği düşünmeyip yaşanan dakikadan yararlanmanın gerekliliğini -ki insanların şimdiye kadar niçin bunu anlamadıklarını biliyorum- anladım. Bu düşüncenin etkisi altında üç gün derslerimi bıraktım; yatağımda uzanarak hoşuma giden bir romanı okuyarak, son paramla aldığım ballı kurabiyeleri yiyerek keyifli keyifli vakit geçirdim.
Bir gün de kara tahtanın önünde durup geometri biçimleri çizerken kafamda şimşek gibi bir düşünce parladı. Bakışım (simetri) niçin göze hoş görünüyor? Aslında bakışım nedir? Kendi kendime, bu da doğal bir duygudur, yanıtını verdim; bakışımın aslı nedir? Yaşamın her şeyinde bakışım var mıdır? İşte yaşam diyerek tahtaya bir daire çizdim. Ölümünden sonra ruh sonsuzluğa kavuşuyor; işte bu da sonsuzluk diyerek daire çevresinin bir noktasından tahtanın kıyısına kadar düz bir çizgi çektim. Peki, niçin dairenin öbür yanında da böyle bir çizgi yok? Hiç, bir yanlı sonsuzluk olur mu? Herhalde biz bundan önce de yaşamışız ama, o yaşamımızın anılarını unutmuş olacağız.
Şimdi zorlukla anımsayabildiğim, ama o vakit bana çok yeni, çok aydınlık görünen bu düşünceler hoşuma gitmişti; bir yaprak kâğıt üzerinde bunları saptamaya çalışmıştım. O sırada kafamın içini binlerce düşünce doldurduğundan, oturduğum yerden kalkarak odada gezinmek zorunda kaldım. Pencereye yaklaştığım zaman arabacımızın su arabasına koştuğu hayvan dikkatimi çekti; bütün düşüncelerim, bu at öldükten sonra ruhunun hangi hayvana, yahut insana geçeceği sorununu çözmek üzerinde toplandı. O sırada odadan geçen Volodya, bir şeyler düşündüğümün farkına varmış, gülümsemişti. Bu gülümsemesi bütün düşündüklerimin ne kadar saçma olduğunu anlamama yetti.
Bilmediğim bir nedenle aklımda kalan bu olayı anlatmaktan amacım; okuyucularıma o sıralardaki düşüncelerimi iyice göstermek içindir.
Bütün felsefe kuramları arasında hiçbiri, bir zamanlar beni adeta çılgına döndüren kuşkuculuk kadar ilgilendirmemişti. Dünyada benden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin var olmadığını düşlüyor, cisimlerin eşya değil, onlara dikkat ettiğim zaman görünen birer biçim olduğunu, ben bakmadığım zaman da hemen ortadan yittiklerini düşünüyordum. Bir sözcükle kanılarım, eşyaların değil, onlarla olan ilişkimizin var olduğunu ileri süren Schelling ile birleştirilmişti. Bu sürekli düşüncenin etkisi altında bazen o derece saçmalıyordum ki; kendimin var olmadığı yerde bir boşluk bulacağım düşüncesiyle birden gözlerimi başka yana çeviriyordum.
Akıl, ruh etkinliğinin beceriksiz, zavallı bir yöneticisidir.
Benim zavallı aklım da içine girilemeyen sorunları çözemediği gibi, olduğundan daha büyük bir çaba gösteriyor, böylece bana, birbiri ardınca kanılarımı yitirtiyordu. Zaten bu kanılarla hiç uğraşmasam belki daha iyi olurdu.
Bütün bu yorucu çalışmalar, bana, istemimin zayıflamasına neden olan bir zekâ esnekliğinden, düşünce duruluğumla duygularımın tazeliğini yok eden felsefe incelemeleri yapma alışkanlığından başka bir şey kazandırmadı.
Soyut düşünceler, insanın, belli dakikalardaki ruh durumlarını bilinçli bir biçimde tutabilme yeteneğinden doğuyor. Soyut şeyleri düşünmeye karşı olan eğilimim, algı yeteneğimi doğal olmayan bir biçimde o kadar geliştirdi ki, bazen en basit bir şeyi düşünürken içinden çıkılmaz bir düşünce çözümlemesi çemberine giriyor, artık beni ilgilendiren sorunu değil, düşündüklerimi düşünmeye başlıyorum. Ne düşündüğümü kendime soruyor, düşündüklerimi düşünüyorum, yanıtını veriyorum. Peki şimdi ne düşünüyorum? ki, düşündüğümü düşünüyorum, kafam karmakarışık, bu hal böylece sürüp gidiyor.
Bununla birlikte bulduğum felsefe görüşleri, gururumu pek çok okşuyordu. Kendimi, insanlığın esenliğine yarayacak gerçekler bulan büyük bir adam sanıyor, büyük bir güvenle soydaşlarıma bakıyordum. Ama gariptir, bu insanlarla karşılaştığım vakit ayrı ayrı her birinin önünde sıkılıyordum. Başkalarının karşısında artamlarımı ortaya koymak şöyle dursun, en basit bir söz söylerken veya bir davranışta bulunurken bile sıkılmamaya alışamadım.
XX
VOLODYA
Yaşamımın bu dönemlerini anlatmayı sürdürdükçe bu iş benim için daha zorlaşıyor, daha fazla çetinleşmeye başlıyor. Çocukluğumu parlak bir biçimde aydınlatan içten sıcak duygulara, bu dönemdeki anıların arasında çok seyrek raslıyorum. Bir çöle benzettiğim yeniyetmelik çağımı, elimde olmayan bir istekle, olanak olduğu kadar çabuk geçerek güzellik, şiir dolu olan gençliğin başlangıcı ve bu çağın sonu olan içten, soylu duyguların yine aydınlatacağı mutlu günlere ulaşmak istiyorum.
Anılarımın ardından adım adım yürüyemeyeceğim. Yalnızca, öykümün bu satırlarında özyapıma, tuttuğum yola kesin, olumlu bir etkisi olan olağanüstü adamla dostluğumun başlangıcına kadar olup bitenlerin en önemlerini kısaca anlatacağım.
Volodya'nın üniversiteye girmesi yaklaştı. Artık derslerimiz ayrılmış bulunuyor. Volodya'nın, gayet rahat bir biçimde, tebeşiri kara tahtaya vurarak, bana ulaşılmaz bir hikmet gibi gelen, sinüs, kosinüs ve fonksiyonları anlatmasını elimde olmayan bir saygıyla dinliyordum. Bir pazar günü yemekten sonra iki profesör ve bütün hocalarımız büyükannemin odasında toplanmış, babamın ve bazı konukların önünde Volodya'nın üniversiteye giriş sınavlarının denemesini yapıyorlardı. Volodya bu yoklamada büyükannemi çok sevindiren yanıtlar vermişti. Bazı derslerden bana da soru soruyorlardı. Ama iyi yanıt veremiyordum. Üstelik profesörler, büyükannemden bilgisizliğimi saklamaya çalışıyorlardı ki bu da beni daha çok sıkıyordu. Yani benimle fazla ilgilenmiyorlardı, zaten on beş yaşında olduğum için sınavlarıma daha bir yıl vardı. Volodya ancak yemek saatlerinde aşağı iniyor, bütün günü ve akşamları, kendi isteğiyle ders çalışmakla geçiriyordu. Volodya çok onurluydu, sınavlarını orta değil en iyi dereceyle vermek istiyordu.
Sonunda ilk sınav günü geldi. Volodya maden düğmeli lacivert frakını, rugan çizmelerini giydi, altın saatini taktı. Babamın faytonu kapıya yaklaştı... Nikolay arabanın diz örtüsünü açıyor, Volodya ile St. Jérôme üniversiteye doğru yollanıyorlar. Kızlar hele Katinka, neşeli, heyecanlı gözlerle pencereden, arabaya binmek üzere olan Volodya'nın düzgün vücuduna bakıyorlardı. Babam: "Tanrı yardımcın olsun..." diye dua ediyor, büyükannem de, sürüklenerek geldiği pencerede, araba dar sokağın köşesinde kayboluncaya kadar yaşlı gözlerle istavroz çıkarıyor, bir şeyler mırıldanıyordu.
Volodya dönüyor. Herkes sabırsızlık içinde: Nasıl geçti? Ne oldu? Kaç numara alabildin? gibi sorular yağdırıyor, ama Volodya'nın neşeli yüzünden sınavın iyi geçtiği anlaşılıyor. Beş numara almış. Ertesi gün de aynı başarı dilekleri ve korku duygularıyla gönderiliyor, aynı sevinçle karşılanıyordu. Böylece dokuz gün geçti. Onuncu gün sonuncu ve en zor sınav olan din dersinden girecekti. Hepimiz pencere önündeyiz, daha büyük bir sabırsızlıkla Volodya'yı bekliyorduk. Saat iki olduğu halde hâlâ gelmemişti... Birdenbire Lüboçka yüzünü cama yapıştırarak:
- Ah!.. İşte geldiler! Ta kendileri...
Gerçekten, Volodya artık lacivert frakı, gri kasketiyle değil, mavi işlemeli yakalı üniversite üniforması, üç köşeli şapkası, yanında yaldızlı kılıcıyla arabada St. Jérôme ile birlikte oturuyordu. Büyükannem Volodya'yı bu üniformayla görünce:
- Ah... O sağ olup bugünleri görmeliydi! diye hıçkırarak kendinden geçti.
Neşe içinde koşarak girişe dalan Volodya beni, Lüboçka'yı, Mimi'yi, Katinka'yı öptü, bu sırada Katinka kulaklarına kadar kızarmıştı. Volodya, sevinçten nerdeyse kendini yitirecekti. Bu üniformayla çok iyi görünüyordu. Mavi yakası, henüz terlemeye başlayan siyah bıyıklarına ne kadar yakışıyordu. Uzun, ince bir beli, soylu bir yürüyüşü vardı. Bu sayılı günde yemeğimizi büyükannemin odasında yedik. Yüzlerimiz neşeyle parlıyordu. Tatlılar yenildiği sırada sofracıbaşı, nazik ama gururlu, aynı zamanda neşeli bir yüzle peçeteye sarılmış bir şişe şampanya getirdi. Büyükkannem, annemin ölümünden sonra ilk kez şampanya içiyordu. Volodya'yı kutlarken dolu bir kadeh içti, ona bakarak sevinçten yine ağlamaya başladı. Artık Volodya özel arabasıyla geziyor, kendi tanıdıklarını kabul ediyor, tütün içiyor, balolara gidiyordu. Hatta bir kez odasında arkadaşlarıyla birlikte iki şişe şampanya içtiklerini, her kadeh kaldırışta da tanımadığım kimselerin adlarını fısıldadıklarını ve le fond de la bouteille (25) kime kalacağını tartıştıklarını gördüm. Öğle yemeklerini her gün evde yiyor, yemeklerden sonra eskisi gibi Katinka ile birlikte dinlenme odasına çekilerek gizli gizli bir şeyler konuşuyorlardı. Konuşmalarına katılmadan duyabildiklerime göre yalnızca okudukları romanların kahramanlarından, aşk ve kıskançlıktan konuşuyorlardı, bu konularda kendilerini ilgilendirecek, eğlendirecek ne bulduklarını, kibar kibar gülümseyerek ateşli ateşli tartışmalarının anlamını bir türlü kavrayamıyordum.
Kısacası, Katinka ile Volodya arasında, çocukluk arkadaşlarında olan içten duygudan başka, bizi onlardan ayıran ve kendilerini gizlice birbirine bağlayan tuhaf bir ilişki olduğunu seziyordum...
XXI
KATİNKA - LÜBOÇKA
Katinka on altı yaşına bastı, biraz daha büyüdü, onda, çocuklukla genç kızlık arasındaki kızlarda görülen yapmacık utangaçlık, devinimlerdeki beceriksizlik yerine henüz açılmış bir çiçeğin zarifliği, tazeliği geçmişti, ama kendisi değişmedi. Eski açık mavi gözler, hep gülümseyen bir bakış. Alnıyla hemen hemen bir çizgi oluşturan kanatları güçlü bir burun, gülüşü büyülü küçük bir ağız, saydam pembe yanaklardaki küçük çukurlar, aynı beyaz küçük eller... Ona, eskiden olduğu gibi, temiz çocuk adı yakışıyordu.
Onda, yeni olarak yalnızca büyükler gibi topladığı gür, kumral saçları ve kendisini sevindirdiği kadar utandıran taze göğsü görünüyordu.
Lüboçka da onunla birlikte eğitildiği, büyüdüğü halde, bu yönden bambaşka bir kızdı.
Lüboçka'nın boyu orta, kemik hastalığı yüzünden ayakları hâlâ çarpık, vücudu çirkindi. Onun yalnızca gözleri güzeldi. İnsanın hoşuna giden gurur ve saflık dolu bu iri, kara gözler, görenlerin dikkatini çekerdi. Lüboçka her davranışında gayet doğal, içtendi, oysa Katinka, bir başkasına benzemek istiyormuş gibi davranıyordu. Lüboçka doğruca insanın gözüne bakardı, hatta bazen o iri, o kara gözlerini herhangi bir kimsenin üzerine diker, o kadar çok bakardı ki, bu davranışının saygısızlık olduğunu söyleyerek kendisini paylarlardı. Katinka tersine kirpiklerini indirir, gözlerini süzer, iyi göremediğini ileri sürerdi, oysa gözlerinde bir kusur olmadığını çok iyi biliyordum. Lüboçka başkalarının önünde yapmacık davranışlarda bulunmasını sevmez ve konukların yanında biri kendisini öperse hemen somurtarak böyle davranışlardan hoşlanmadığını söylerdi. Öte yandan Katinka, konukların yanında Mimi'ye karşı çok sevecen davranmayı, herhangi bir kız konukla kucaklaşarak salonda gezinmeyi çok severdi... Lüboçka çok neşeliydi. Öyle ki bazen kahkahasının şiddetinden ellerini sallayarak odanın ortasında dönerdi. Katinka yine tersine gülmeye başladığı zaman mendiliyle yahut eliyle ağzını kapatırdı. Lüboçka düz oturur, ellerini aşağıya sarkıtarak yürürdü. Katinka yürürken başını biraz eğer, ellerini kavuşuturdu. Lüboçka genç bir erkekle konuşmak fırsatını bulunca çok sevinir, ille bir süvariyle evleneceğini söylerdi. Katinka bütün erkeklerin kötü olduğunu, hiçbir vakit kocaya varmayacağını söyler, bir erkekle konuştuğu sırada çok değişir, bir şeyden korkuyormuş gibi bir hal takınırdı. Lüboçka boğazını sever, korsasını soluk alamayacak derecede sıktığı için Mimi'ye darılırdı. Katinka tersine çok az yemek yer, parmağını sık sık giysisinin üstünden korsasının altına sokarak ne kadar bol olduğunu gösterirdi. Lüboçka baş resimleri yapmasını severdi, Katinka yalnızca çiçeklerden hoşlanırdı. Lüboçka Filt'in konçertolarını, Beethoven'in sonatlarını çok düzgün çalardı.Katinka çeşitlemeler, valsler çalarken fazlasıyla duraklar, gürültü yapar, durmadan pedala basar, herhangi bir parçayı çalmaya başlamadan önce gayet içli bir biçimde üç akort arpeggio alırdı.
Bununla birlikte o sıradaki görüşlerime göre, Katinka büyüklere daha çok benzer, bunun için de daha çok hoşuma giderdi.
XXII
BABAM
Babam, Volodya üniversiteye başladığından beri daha çok neşelenmeye, büyükanneme daha sık yemeğe gelmeye başlamıştı. Bununla birlikte Nikolay'dan öğrendiğime göre neşesinin asıl nedeni, son zamanlarda kumarda çok kazanmasıydı. Öyle ki, bazı akşamlar kulübe gitmeden bize uğrar, piyanonun başına geçerek bizi çevresine toplar, ökçesiz yumuşak çizmeleriyle -ökçeli ayakkabıları hem sevmez, hem de hiçbir vakit giymezdi- tempo tutup çingene şarkıları söylerdi. Bu dakikalarda onun sevgilisi olan Lüboçka'nın, tapındığı babama neşeli bir heyecanla bakması, görülecek şeydi.
Babam bazen ders odamıza girer, ciddi bir yüzle ders anlatışımı dinlerdi. Ama yanlışlarımı düzeltmek için söylediği sözlerden, bana öğrettikleri şeyleri yeteri kadar bilmediğini anlardım. Bazen, büyükannemin nedensiz olarak kızdığı, herkese söylendiği sırada, o sessizce gözlerini kırparak bize işaretler yapardı. Sonra da "Çocuklar bugün epey azarlandık" derdi. Nitekim babam, çocukluk düşlemlerimle çıkardığım erişilmez yüksekliklerden yavaş yavaş aşağı inmeye başlamıştı. Eskiden olduğu gibi candan bir sevgi, saygıyla büyük beyaz ellerini öpüyordum, ama bazı davranışlarını eleştirmeye yelteniyor, hatta kimi zaman onun için öyle şeyler düşünüyordum ki, bu düşüncelerin kafamda yer alması bile beni korkutuyordu. Beni böyle düşündüren, bana bir hayli de acı veren o raslantıyı, hiçbir vakit unutmayacağım.
Bir gün akşamın geç vaktinde beyaz yeleğiyle siyah frakını giymiş olan babam, kendi odasında hazırlanan Volodya'yı baloya götürmek üzere konuk odasına girmişti. Büyükannem Volodya çıkmazdan önce kendisine uğraması için -o, baloya gitmeden Volodya'yı görmeyi, kendisini kutsamayı ve bazı öğütler vermeyi, alışkanlık edinmişti - yatak odasında bekliyordu. Tek bir lambayla aydınlatılan salonda Katinka ile Mimi aşağı yukarı geziniyor, Lüboçka da piyanonun başında oturmuş mamanın çok sevdiği Filt'in ikinci konçertosunu ezberliyordu.
Annemle kız kardeşim arasında olan soy benzerliğini hiçbir zaman, hiç kimsede görmedim. Bu benzeyiş, yalnızca yüzlerinde yahut vücutlarında değil, ellerinde, yürüyüşlerinde hele seslerinde, en çok kullandıkları sözlerde, anlaşılmaz bir biçimde görülürdü. Annem, "hiç bırakmıyorlar" demeye alışmıştı, Lüboçka da kızdığı zaman öyle derdi. Bu tümceyi: "Hiiiçç bıırakmıyooorlarr..." biçiminde öyle uzatarak söylerdi ki, annemin sesini işitiyormuş gibi olurdum. Ama asıl benzeyiş Lüboçka'nın piyano çalmasında, çalarken yaptığı devinimlerdeydi: giysisini aynı biçimde düzeltmesi, nota sayfalarını sol eliyle yukardan tutup çevirişi, güç bir parçayı beceremediği zaman öfkeyle tuşları yumruklayarak, "Aman Tanrım..." demesi, Filt biçemi (çok yerinde olarak jeu parlé denen bu biçemin güzelliğini bugünkü piyanistlerin türlü ustalıkları dahi unutturamamıştır) tanımlanamaz bir incelikle çalması, anneme en çok benzeyen yanlarıydı.
Babam sık, küçük adımlarla odaya girdi, kendisini görerek çalmayı bırakan Lüboçka'ya yaklaştı. Onu yerine oturtup:
- Çalmayı sürdür Lüba, dedi. Seni dinlemeyi ne kadar sevdiğimi biliyorsun.
Lüboçka yeniden çalmaya başladı. Babam da başını eline dayayarak uzun zaman karşısında oturdu. Sonra birdenbire omzunu silkeledi, ayağa kalktı, odanın ortasında gezinmeye başladı. Piyanoya her yaklaşışında duraklıyor, uzun uzun, dikkatli dikkatli Lüboçka'ya bakıyordu. Yürüyüşünden, davranışlarından heyecanlı olduğunu anlıyordum. Salonda birkaç kez gidip geldikten sonra, Lüboçka'nın oturduğu sandalyeye yaklaştı; arkasında durarak siyah saçlarından öptü, yine birdenbire dönerek gezinmeyi sürdürdü.
Lüboçka çalmasını bitirdiğinde babama yaklaşıp da: "-İyi mi?" diye sorduğu zaman, babam alnını o zamana kadar kendisinde hiç görmediğim bir sevecenlikle öpmeye başladı. Lüboçka ansızın babamın saat kösteğini bırakıp iri, hayran gözlerini onun yüzüne dikerek:
- Aman Tanrım!.. Sen ağlıyorsun... dedi, bağışla babacığım, bu parçanın annemin parçası olduğunu unutmuştum.
Babam heyecandan titreyen bir sesle:
- Hayır yavrum, bu parçayı daha sık çalmanı istiyorum. Seninle birlikte ağlamaya ne kadar gereksinmem olduğunu bilsen...
Babam Lüboçka'yı bir kez daha öptü, içinden gelen heyecanını yenmeye çalışarak omzunu oynata oynata Volodya'nın odasıyla salonu birleştiren koridorun kapısından çıktı, koridorun ortasında durdu:
- Voldemar! Hazır mısın? diye seslendi. O sırada koridorda görünen Maşa, efendisini görerek gözlerini indirdi, yanından geçmek istediyse de babam onu durdurdu ve üzerine doğru eğilerek: "Gittikçe güzelleşiyorsun" dedi.
Maşa kızardı, başını eğdi: "İzin verir misiniz?", diye fısıldadı. Maşa uzaklaştıktan sonra beni gören babam, yine omuzlarını oynattı, öksürerek:
- Hazır mısın Voldemar? dedi.
Babamı seviyorum, ama insanın aklı duygularının etkisi altında değildir, çoğu duyguların yabancı kaldığı acımasız, ezici düşüncelerle doludur. İşte bu düşünceleri uzaklaştırmak istedimse de, bir türlü beceremedim.
XXIII
BÜYÜKANNEM
Büyükannem günden güne çöküyordu. Zil çalması, Gaşa'nın homurdanması, kapıların açılıp kapandıkça çıkardığı sesler, odasından daha sık gelmeye başladı. Artık bizi yazı odasındaki Voltaire koltuğunda değil, dantelle süslenmiş yastıklı yüksek karyolasında, yatak odasında kabul ediyordu. Kendisiyle görüştüğüm sırada, elini açık sarı renkte parlak bir şişkinliğin kapladığını gördüm. Aynı zamanda odada, beş yıl önce annemin odasında duyduğum ağır bir kokunun farkına vardım. Doktoru günde üç kez uğradığı, hatta birkaç kez konsültasyon bile yapıldığı halde, evdekilere, hele babama karşı takındığı gururlu, resmi tavrını hiç değiştirmedi. Eskiden olduğu gibi kaşlarını kaldırıp sözcükleri uzatarak: "Azizim..." diyordu.
Birkaç günden beri bizi yanına sokmuyorlar. Bir sabah derste St. Jérôme, Lüboçka ve Katinka ile birlikte gezmeye çıkmamızı önerdi. Kızağa binerken, büyükannemin penceresinin altındaki yola otlar serilmiş olduğunu, bahçe kapımızın önünde lacivert giysili birçok kimsenin gezindiğini gördüğüm halde, bizi böyle zamansız ne diye gezmeye çıkardıklarını bir türlü anlayamıyordum.
O gün bütün gezinti sırasında nedense öyle neşeliydik ki, her sözcük, her devinim, en basit bir olay bile bizi kahkahayla güldürüyordu.
Bir gezgin satıcının, tablasını elinde tutup koşarak sokağın öbür yanına geçmesi bizi güldürüyor; üstü başı dökülen bir arabacının, terbiyenin uçlarını savurarak dörtnala bize yetişmesi kahkahayla gülmemize neden oluyordu. Kamçısının ucu kızağın bir yanına ilişen Filip'in geriye dönerek: "Ööööff be." demesine katılıyorduk. Mimi kızarak: "Yalnızca aptallar nedensiz yere gülerler" diyor, gülmemek için kendini zor tutan, bundan dolayı da kıpkırmızı kesilen Lüboçka, göz ucuyla bana bakıyor, gözlerimiz karşılaşıyor, öyle bir kahkahayla gülmeye başlıyoruz ki, gözlerimizden yaş geliyor, nerdeyse bizi boğacak olan gülme atağını artık tutamıyoruz. Sinirlerimizin biraz yatıştığı bir sırada Lüboçka'ya bakıyor, bir süreden beri parola gibi kullandığımız, her defasında arkasından güldüğümüz sözcüğü söylüyorum, yine gülmekten katılıyoruz.
Dönüşte evimize yaklaşırken Lüboçka'yı korkutmak için yüzümü buruşturmak üzereydim ki, gözlerim, evin açık duran kapısının bir yanına dayanmış olan tabut kapağına ilişti, bir yana eğilmiş olan ağzım, şaşkınlığımdan olduğu gibi kaldı. Sararmış bir yüzle bizi karşılayan St. Jérôme:
- Votre grand'mère est morte (26) dedi.
Büyükannemin ölüsü evde bulunduğu sürece ben de ölümün korkunç duygusunu -insanlar, nedense bunu hep üzüntüyle karıştırmaya alışmışlardır- duyuyordum.Yani bu ölü vücut, bir gün benim de kesinlikle öleceğimi anımsatıyordu. Büyükanneme acımıyor, hiç kimsenin ona içten acıdığını da sanmıyordum. Evimiz yaslı ziyaretçilerle dolup taştığı halde, ölümüne, içten üzüntüsüne şaşırdığım bir kişiden başka kimse acımıyordu. Bu kişi, oda hizmetçisi Gaşa idi. Gaşa tavan arasına çıkıp oraya kapanıyor, durmadan ağlıyor, kendisine ileniyordu. Kimsenin sözünü dinlemeyen Gaşa, saçını başını yolarak sevgili hanımını yitirdikten sonra tek avuntusunun ölüm olduğunu söylüyordu.
Duygularda görülen doğaldışılıkların, gerçeğin yadsınamaz kanıtları olduğunu yineliyorum.
Büyükannemiz öldü, ama evimizde onun anıları yaşıyor, onun için türlü şeyler söyleniyordu. En çok konuşulan şey, ölümünden önce yazdığı ve içindekileri vekili olan Prens İvan İvanoviç'ten başka kimsenin bilmediği vasiyetnamesiydi. Büyükannemin uşakları arasında bir heyecan dolaştığını seziyordum. Sık sık, kime ne bırakıldığı hakkında konuşuluyor; itiraf edeyim ki bir mirasa konacağımızı, elimde olmayan bir sevinçle düşünüyordum...
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Yeni yetmelik - 5
- Büleklär
- Yeni yetmelik - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4098Unikal süzlärneñ gomumi sanı 230429.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4219Unikal süzlärneñ gomumi sanı 231031.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4124Unikal süzlärneñ gomumi sanı 223430.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4093Unikal süzlärneñ gomumi sanı 227230.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Yeni yetmelik - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2280Unikal süzlärneñ gomumi sanı 127637.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.