Yeni yetmelik - 3

Süzlärneñ gomumi sanı 4124
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2234
30.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Her zaman gözetme noktası olan kapının arkasına yerleşmek üzereydim ki, her zaman başıma bir dert açan Mimi, birdenbire bana çarptı, korkunç bir bakışla bir bana, bir de kızların kapısına, yine bana baktıktan sonra:
"- Siz burada mısınız?" dedi. Bir kez sınıfta olmadığım, sonra hiç yakışık almayan bir yerde bulunduğum için kendimi her bakımdan suçlu buluyor, bunun için de başımı önüne eğip susuyor, kendimi pişmanlığın en açık örneği olarak görüyordum. Mimi:
- Bu kadarı da fazla, burada ne yapıyordunuz?, diye sordu. Ben susuyordum. O, bükülmüş parmağını tırabzana vurarak: "Bunu böyle bırakmam. Hepsini Kontes'e anlatacağım" diye sürdürdü.
Sınıfa döndüğüm zaman saat üçe beş vardı. Öğretmen, ne girdiğimin, ne de çıktığımın farkında değilmiş gibi Volodya'ya yeni dersini anlatıyordu. Dersini bitirip defterleri topladığı, Volodya da ders kuponunu getirmek için başka odaya gittiği zaman, birdenbire, beni unuttuklarını, artık hiçbir sorun kalmadığını düşünerek sevinmiştim ki, öğretmen gaddarca bir gülümsemeyle bana döndü ve ellerini ovuşturarak:
- Umarım ki dersinizi hazırladınız, dedi.
- Evet hazırladım, yanıtını verdim.
İskemlesinde sallanıp düşünceli gözlerle ayaklarına bakarak:
- Kutsal Louis'nin haçlı seferlerinden bir şeyler anlatmak sıkıntısına katlanır mısınız? Kaşını kaldırıp parmağıyla hokkayı gösterdikten sonra:
- Evvela Fransa kralının bu sefere çıkmasının nedenlerini söyleyin, sonra da; havada bir şey tutuyormuş gibi ellerini sallayarak:
"- Bu seferin özel yanlarını anlatın"; elindeki defterleri masanın sol yanına vurarak: - "Bu seferin Avrupa devletleri üzerindeki etkisini anlatın." Başını sağ yana eğerek defterleri de o yana vurduktan sonra: "-Hele Fransa'ya olan etkisini söyleyin..." diyerek sorunusu bitirdi.
Birkaç kez yutkundum, başımı bir yana eğerek yanıt veremedim. Sonunda masada duran kaz tüyü kalemi elime aldım... Şimdi de kalemi koparıyor, susmayı sürdürüyordum. Öğretmen elini uzattı:
- Kalemi alabilir miyim?, dedi. Gerekebilir. Şimdi buyurun.
- Louis, şey Kutsal Louis... İyi ve şey... akıllı bir çardı.
- Kim?
- Çar. O Kudüs'e sefer yapmayı kurdu, Fransa'nın yönetimini annesine bıraktı.
- Annesinin adı neydi?
- Bı... bı... lanka.
- Nasıl ? Bılanka mı?
Dudaklarımı yana bükerek tuhaf bir biçimde gülümsedim. Öğretmen alaylı alaylı:
- Peki efendim. Daha başka şeyler biliyor musunuz? dedi.
Benim için artık yitirecek bir şey kalmamıştı. Bir kez öksürdükten sonra yalan yanlış aklıma ne geldiyse sıraladım.
Öğretmen susuyor, elimden aldığı tüy kalemle masanın tozlarını temizliyor, arada bir: "- Güzel, çok güzel!" diyordu. Hiçbir şey bilmediğimi, söylemek istediğimi gereği gibi anlatamadığımı anlıyor, öğretmenin de beni susturarak yanlışımı düzeltmemesine çok üzülüyordum. Öğretmen bir az önce söylediğim:
- "Kudüs'e hangi amaçla sefer yapmayı düşündü?" tümcesini yineledi:
- "Çünkü onun için... Çünkü o..."
Ben tümüyle şaşırdım, bir sözcük daha söyleyemedim. Hatta bu cani öğretmen soran bir susuşla bir yıl yüzüme baksa, yine yanıt vermek gücünü kendimde göremeyeceğimi anlıyordum.
Üç dakika kadar yüzüme baktıktan sonra öğretmenin yüzü derin bir üzüntüye büründü, bu sırada odaya giren Volodya'ya dokunaklı bir sesle:
- Lütfen defterlerinizi getirin, not atacağım, dedi.
Volodya defteri verdi, ders fişini de usulca önüne koydu.
Hoca defteri açtı, kalemini dikkatli dikkatli mürekkebe batırarak güzel yazısıyla Volodya'nın ders ve davranış bölümlerine beşer numara yazdı. Sonra kalemi benim numara hanelerimin üzerinde durdurdu, silkeledi, düşünmeye başladı.
Birdenbire, elinin güç fark edilir hafif bir deviniminden sonra, ders bölümünde güzel bir "bir" rakamıyla bir nokta; ikinci bir devinimiyle davranış bölümünde de ikinci bir "bir" rakamıyla bir nokta belirdi.
Öğretmen not defterimizi dikkatle kapattı, ayağa kalktı, yalvarış, korku, pişmanlık dolu bakışlarımı görmüyormuş gibi kapıya doğru yürüdü. Arkasından:
Mihayıl Larinoviç diye seslendim.
Ne söyleyeceğimi anlayan hoca:
- Hayır, dedi. Derse böyle çalışılmaz, boşuna para almak istemiyorum.
Lastiklerini, kalın paltosunu giydi, atkısını titizlikle bağladı. Demek benim başıma gelen yıkımdan sonra, başka şeylerle uğraşabiliyordu. Onun bir kalem oynatışı benim için ne büyük bir yıkım...
St. Jérôme odaya girerek:
- Ders bitti mi? diye sordu.
- Evet.
- Öğretmen hoşnut kaldı mı?
Volodya:
- Evet, dedi.
- Kaç numara aldınız?
- Beş.
- Ya Nikola?
Ben susuyordum. Volodya:
- Galiba dört, dedi.
Kardeşim, hiç değilse bugün için olsun beni kurtarmanın gerektiğini anlıyordu. Varsın cezalandırsınlar ama konukların olduğu sırada değil. St. Jérôme:
- Voyons, messieurs. (Her tümcenin başında bu sözcüğü kullanmayı severdi.) Faites votre toilette et descendons.(19)
XII
KÜÇÜK ANAHTAR
Aşağıya indiğimizde konuklarla görüşecek kadar vakit geçmiş geçmemişti ki bizi sofraya çağırdılar. Babam bu sırada kumarda çok kazandığından olacak çok neşeliydi. Lüboçka'ya değerli bir gümüş takımı armağan etti. Yemekteyken Lüboçka için hazırladığı bir kutu şekeri dairesinde unuttuğunu anımsayarak bana:
- Koko, başkasını göndereceğime sen git. Anahtarlar büyük masanın üzerindeki midye kabuğu içindedir. Anladın mı? Alır, en büyüğüyle sağdaki ikinci çekmeceyi açarsın. Orada bir kutuyla kâğıda sarılmış şekerler göreceksin, alır getirirsin.
Yemeklerden sonra sigara için hep birini gönderdiğini bildiğim için:
- Sigaralarınızı da getireyim mi? dedim.
- Getir ama bir şeye ellemek yok ha... diye arkamdan bağırdı.
Söylediği yerde anahtarı buldum, çekmeceyi açmak üzereydim ki aynı dizide asılı duran minimini anahtarın nereyi açacağını merak ederek durdum.
Masanın üzerindeki binlerce eşya arasında, masanın kenar parmaklığına dayanan işlemeli, asma kilitli bir çanta duruyordu. Küçük anahtarın kilide uyup uymayacağını anlamak istedim, denemem başarıyla sonuçlandı. Çanta açıldı, içinde bir yığın kâğıt buldum. İçimdeki merak, bu kâğıtlarda neler olduğunu anlamam için o kadar direniyordu ki, vicdanımın sesini dinlemeye vakit bulamadan okumaya başladım.
...................
Büyüklere, hele babama karşı beslediğim çocuk saygısı o kadar güçlüydü ki, aklım okuduklarımdan herhangi bir sonuç çıkarmayı bilinçsizce geri çeviriyordu. Babamın, benim için erişilmez, anlaşılmaz, güzel, bambaşka bir dünyada yaşadığını seziyor, yaşamının gizlerine girmek isteğimin, kutsal şeyleri ayak altına almak gibi bir davranış olduğunu anlıyordum.
Babamın çantasını açarak rasgele ortaya çıkardığım şeyler; içimde, kötü bir davranışta bulunduğumdan başka hiçbir iz bırakmadı. Bir tür rahatsızlık duyuyor, kendimden utanıyordum.
Bu duygunun etkisi altında, çantayı olabildiği kadar çabucak kapatmak istiyordum. Ama bu uğursuz günde türlü türlü yıkımla karşılaşmam alnıma yazılmış: Anahtarı deliğe soktuktan sonra kapıyı kilitledim diye anahtarı çektim, ama işe bakın, gereken yana değil, tersine çevirmiş olacağım ki, elimde anahtarın sapı kaldı. Kırılmış anahtarı, kilit içinde kalan parçaya yapıştırmak istiyor, o parçayı çıkarmak için boşuna bir mucize bekliyordum. Sonunda, babamın, odasına döner dönmez ortaya çıkaracağı yeni bir suç işlediğim hakkındaki korkunç düşünceye kendimi alıştırmaktan başka umarım kalmadı.
Mimi'nin yakınması, kötü not, anahtar... Başıma, bunlardan daha büyük yıkım gelemezdi... Büyükanneme, Mimi'nin şikâyetinden dolayı; St. Jérôme'a, kötü not için; babama, anahtar için hesap verecektim, hem de bu akşam. Yazı odasında yumuşak halı üzerinde gezinerek kendi kendime:
- Acaba ne olacak? Neler yaptım neler... diye söyleniyordum.. Biraz sonra şekerleri, sigaraları aldım: "- Başa gelen çekilir" diyerek eve doğru koşmaya başladım.
Çocukluğumda Nikolay'dan duyduğum bu (uğursuz) sözler, yaşamımın en güç dakikalarında beni avutuyordu. Salona girerken heyecanlı, doğal değil, ama çok neşeliydim.
XIII
VEFASIZ KIZ
Yemekten sonra coşkuyla katıldığım çocuk oyunları başladı. "Kedi-fare oyununda benimle birlikte oynayan, Karnakovların eğitmenine doğru beceriksizce koşarken elimde olmayarak eteğine basıp yırttım. Eğitmenin, yırtılan eteğini dikmek için üzüntülü bir yüzle hizmetçilerin odasına doğru yürümesinin; kızların, hele Soniçka'nın pek hoşuna gittiğini anladım, bu eğlenceyi kendilerine bir daha sunmaya karar verdim. Bu güzel kararımdan sonra eğitmen odaya girer girmez türlü devinimlerle çevresinde koşmaya başladım, topuğum yine eteğine takılıp yırtıncaya kadar, bu devinimlerimi sürdürdüm. Soniçka ile Prenseslerin, gülmemek için kendilerini zorlamaları gururumu okşuyordu. Ama St. Jérôme, yaptıklarımın farkına varmış olacak ki, kaşlarını çatarak -bu halini hiç sevmezdim- bana yaklaştı, neşemin iyi bir sonuç vermeyeceğini, daha ciddi olmazsam, bayram olduğuna bakmayarak beni pişman edeceğini söyledi.
Ama ben sinirleri bozulmuş, cebindeki paradan çoğunu yitiren, borçlarının tutarını hesaplamaktan korkarak zararını kapatmak için değil, içinde bulunduğu durumun korkunçluğunu anlamaya vakit kalmasın diye bilinçsizce oynayan bir kumarbaza benziyordum. Küstahça gülümseyerek uzaklaştım.
"Kedi-fare" oyunundan sonra birisi, "Lange Nase" oyunu oynayalım, dedi. Oyun, karşılıklı dizilmiş sandalyelerde yine karşılıklı oturan kızlarla erkeklerin birbirlerini seçmeleri biçiminde oynanıyordu.
Prenseslerin küçüğü her seferinde İvinilerin küçüğünü, Katinka, Volodya'yı veya İlinka'yı; Soniçka da Seryoja'yı seçiyor, şaşılacak şey değil mi, Seryoja'nın kendisine doğru ilerleyerek her defasında karşısına geçip oturmasından sıkılmıyordu. Soniçka şakrak, sevimli bir gülüşle gülüyor, Seryoja'nın davranışının doğruluğunu başıyla onaylıyordu; beni kimse seçmiyordu. Onurumu en çok kıran şey de, fazla, gereksiz olduğumu anlamamdı. Her defasında benim için: "- Seçilmemiş kim kaldı? Ha... Nikolinka. Sen de onu al." derlerdi. Bunun için de sıra bana geldiği zaman doğruca ya kızkardeşime yahut çirkin prenseslerden birine yaklaşır, yazık ki bunda asla yanılmazdım. Soniçka'ya gelince; Seryoja ile o kadar çok ilgileniyordu ki, orada olduğumun bile farkında değildi. İçimden ona vefasız dememin nedenini anlamıyorum, çünkü o, Seryoja'yı değil beni seçeceğine hiçbir vakit söz vermemişti. Bununla birlikte bana karşı vicdansızca davrandığına inanıyordum.
Oyundan sonra nefret ettiğim, ama bir türlü gözlerimi ayıramadığım vefasızın, Seryoja ve Katinka ile birlikte bir köşeye çekilip gizli gizli bir şeyler konuştuklarının farkına vardım. Sırlarını anlamak için saklandığım piyanonun arkasından şunları gördüm: Katinka ince bir mendilin iki köşesinden tutarak Soniçka ile Seryoja'nın başlarını gizliyordu. Seryoja: "Madem ki yitirdiniz, borcunuzu ödeyin" diyordu. Soniçka, yüzü kızarmış, ellerini aşağıya bırakmış, suçlu gibi önünde duruyor: "- Hayır ben yitirmedim. Öyle değil mi Matmazel Katharine" yanıtını veriyordu. Katinka da "-Ben doğruyu severim, bahsi yitirdiniz ma chère" yanıtını veriyordu.
Katinka bu sözcükleri söyler söylemez Seryoja eğildi, Soniçka'yı öptü. Düpedüz kızın pembe dudaklarından öptü. Soniçka da; bu hiç bir şey değil de çok neşeli bir şeymiş gibi güldü. Ne korkunç şey... Gidi hain vefasız...
XIV
TUTULMA
Birdenbire bütün kadınlardan, özellikle de Soniçka'dan nefret etmeye başlamıştım. Kendi kendime bu oyunların hiç de eğlenceli olmadığını, ancak kızlara yaraştığını söylüyor, kavga çıkarmak istiyor, herkesi şaşırtacak şeyler yapmak istiyordum. Beklediğim fırsat da gecikmedi.
St. Jérôme, Mimi ile bir şeyler konuşduktan sonra odadan çıktı. Ayak seslerinin önce merdivende, sonra da sınıfa doğru ilerlediği işitildi. Aklıma, Mimi'nin beni derste nerede gördüğünü söylediği, St. Jérôme'un da not defterine bakmak için gittiği, geldi. O sıralarda St. Jérôme'nun bana ceza vermekten başka bir düşüncesi olmadığını sanıyordum. Çocukların on iki ile on dört yaş arasında yani çocukluktan gençliğe geçtiği dönemde yangın çıkarmaya, hatta cinayet işlemeye çok fazla eğilimleri olduğunu bir yerde okumuştum; yeniyetmeliğimi, hele o uğursuz gün içinde bulunduğum ruh durumunu anımsadıkça, hiçbir amaç güdülmeden, kimseye zarar vermeden yalnızca merak duygusuyla, bilinçsizce davranmak isteğiyle, en korkunç cinayetlerin işlenebileceğini açıkça anlıyorum. Kimi zaman ilerisi o kadar karanlık görünüyor ki, insan, düş kurmaktan bile korkuyor, aklının çalışmasını durduruyor, ne geçmişin, ne de geleceğin olmadığına kendini inandırmaya çalışıyor. Düşüncenin isteme egemen olmadığı, insanca olmayan duyguların egemen olduğu dakikalarda deneyimsiz bir çocuğun, hiçbir korku duymadan, hiç duraksamadan çok sevdiği anne, baba ve kardeşlerinin içinde yattığı kendi evini yakmak için hazırladığı ateşi, merakla gülümseyerek üfleyebileceğini anlıyorum. Bunun gibi düşüncenin durduğu bir sırada on yedi yaşındaki bir köylü çocuğun, babasının yattığı sıranın yanında az önce bilenen baltayı incelerken, birdenbire babasının boynuna indirdiği ve sıranın altına doğru akan kanları bön bön seyrettiği işitilmemiş değildir. Yine aynı duyguların etkisiyle; şöyle düşünüyordum: bir uçurumun kıyısında durup kendimi buraya atarsam, yahut dolu bir tabancayı şakağıma dayayıp beynime sıkarsam, yahut da toplum içinde herkesin sevgi ve saygısını kazanan orun sahibi bir kişiye yaklaşıp burnundan tutarak: "Haydi bakalım" dersem acaba ne olur?
Hiçbir şey düşünemediğim ve heyecanlı olduğum bir dakikada aşağı inen St. Jérôme: bugün çok yaramazlık ettiğim ve dersimi bilmediğim için burada bulunmak hakkımın olmadığını, yukarı çıkmam gerektiğini söyledi. Kendisine dilimi göstererek hiçbir yere gitmeyeceğimi bildirdim.
St. Jérôme ilk dakika şaşkınlık ve öfkesinden bir sözcük bile söyleyemedi, sonra arkamdan yetişerek:
- C'est bien, büyükanneniz engel olmasaydı sizi çoktan cezalandıracaktım; fakat görüyorum ki sizi dayaktan başka yola getirecek bir şey yoktur, siz bugün bunu hak ettiniz.
Bunları o kadar bağırarak söyledi ki, herkes duydu. Kanım, tanımlanamaz bir güçle beynime yürüdü. Yüreğimin şiddetle çarptığını, yüzümün sarardığını ve elimde olmadan dudaklarımın titrediğini duyumsuyordum. O dakikada çok korkunç bir durumda olacağım ki, St. Jérôme yüzüme bakmaktan çekinerek bana yaklaştı ve kolumdan yakaladı; fakat elinin dokunuşunu duyar duymaz birdenbire kötüleştim, hırsımdan kendimi yitirdim ve kolumu kurtararak çocukluğumun bütün gücüyle onu ittim. Yaptığımı korku ve şaşkınlık içinde seyreden Volodya bana yaklaş-tı ve: "- Sana ne oluyor?" dedi. Ben gözyaşları arasında "- Bırak beni! Hiçbiriniz beni sevmiyor, ne kadar mutsuz olduğumu anlayamıyorsunuz!" dedim ve odadakilere dönerek kendimden geçmiş bir durumda: "Hepiniz kötü, iğrenç insanlarsınız", diye haykırdım.
Bu sırada St. Jérôme, kararlı bir anlatımı olan, sararmış yüzüyle yine yaklaştı, savunmama vakit bırakmadan güçlü elleriyle kelepçe gibi bileklerimden yapıştı ve sürüklemeye başladı: Heyecandan başım dönüyordu. Gücüm kesilinceye kadar dizlerimi ve kafamı savurduğumu, burnumun birisinin bacaklarına çarptığını, ağzıma bir ceketin süründüğünü, her yandan ayak sesleri işittiğini ve toz kokusuyla St. Jérôme'un kullandığı menekşe kokusunu duyduğumu anımsıyorum.
Beş dakika sonra karanlık odanın kapısı üstüme kapanmıştı:
St. Jérôme'nun:
- Vasiliy! sopayı getir diyen, utku kazanmış, iğrenç sesi duyuldu.
XV
DÜŞLEMLERİM
Başıma gelen bunca yıkımdan sonra ölmeyeceğimi, bir gün bunları dinginlikle anımsayacağımı o sıralarda bilebilir miydim?
Yaptıklarımı anımsadıkça ne olacağımı kestiremiyor, büsbütün yok olduğumu seziyordum.
Önceleri çevremde ve aşağıda tam bir dinginlik egemendi. Belki de içimdeki heyecanın gücünden böyle sanıyordum. Bununla birlikte yavaş yavaş sesleri ayırt etmeye başladım: Yukarıya çıkan Vasiliy, pencerenin içine süpürgeye benzer bir şey attıktan sonra sandığın üzerine uzandı. Aşağıdan August Antonoviç'in gür sesi duyuldu. (Sanırım benden söz ediyordu.) Arkasından çocuk sesleri, gülüşmeler, koşuşmalar ve karanlık odada kapatıldığımdan kimsenin haberi yokmuş, kimse beni düşünmüyormuş gibi, birkaç dakika sonra evin her zamanki canlılığı geri döndü.
Ağlayamıyordum ama, yüreğimde taş gibi bir ağırlık vardı. Düş kurduğum, düşündüğüm şeyler, karmakarışık olan kafamda büyük bir hızla birbirini kovalıyordu. Fakat yıkımımı her anımsayışım düşlemimin bu sürükleyici zincirine ara veriyordu, ben yine bilinmeyen yazgımın içinden çıkılmaz dehlizine, umutsuzluğuna ve korkuya dalıyordum.
Bazen, herkesin bana karşı beslediği soğukluğun, hatta nefretin bilinmeyen bir nedeni olduğu aklıma geliyordu. Filip'e kadar herkesin, nefret ve acımdan zevk duyduklarına inanıyordum. Kendi kendime, annemin babamın oğlu, Volodya'nın kardeşi değil, Tanrı rızası için alınan, atılmış yoksul bir öksüz olduğumu düşünüyordum. Bu saçma düşünce, bana bir tür üzünçlü avuntu verdiği gibi, doğru olduğuna da inanıyordum. Talihimin kötülüğünü suçlarıma bağlamıyor, zavallı Karl İvanoviç'in talihsizliği gibi doğuştan olduğunu düşünerek ferahlık buluyordum.
Keşfettiğim bu gizi bundan sonra saklamanın ne anlamı vardı? Hemen yarın babama giderek: "- Baba doğuşumun gizini benden boşuna saklıyorsun, ben biliyorum" diyeceğim. O bana: "- Ne yapalım kuzum, er geç bunu öğrenecektin. Oğlum değilsin, fakat seni oğul edindim... Eğer sevgime layık olursan hiçbir vakit seni bırakmam", yanıtını verecek. Ben: "- Baba, seni böyle çağırmaya hakkım yoksa da son kez baba diye sesleniyorum, seni her zaman sevdim ve seveceğim. İyiliklerini hiçbir vakit unutmayacağım; fakat artık senin evinde de kalamayacağım. Burada kimse beni sevmiyor. St. Jérôme beni yok etmeye kararlı. İkimizden birinin bu evden gitmesi gerek, çünkü kendime egemen değilim ve her kötülüğü yapabilecek kadar ondan nefret ediyorum. Kendisini öldüreceğim, evet baba, ben onu öldüreceğim" diyeceğim. Babam bana yalvaracak, fakat ben elimi sallayarak: "- Hayır dostum, velinimetim, birlikte yaşamayacağız, bırak gideyim", dedikten sonra onu kucaklayacak ve niçin olduğunu bilmiyorum Fransızca: "Oh, mon père, oh mon bienfaiteur, donne-moi pour la dernière fois ta bénédiction et que la volonté de Dien soit faite!" (20) diyeceğim. Karanlık odada oturduğum sandığın üzerinde bunları düşündükçe hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Birdenbire beni bekleyen yüz kızartıcı cezayı anımsıyorum, gerçek gözlerimin önüne geliyor ve bir anda düşlemim dağılıyor.
Bazen kendimi evden uzakta, özgürlüğüme kavuşmuş görüyorum. Süvari alayına giriyor ve savaşa gidiyorum. Düşman her yanımı sarıyor, kılıcımı savuruyorum. Bir...iki...üç... derken hepsini yere seriyorum... Yorgunluktan ve aldığım yaralardan bitkin olarak yere yuvarlanıyor: "Zafer!" diye bağırıyorum. General bana yaklaşıyor: "Nerede bizim kurtarıcımız?" diyor. Beni gösteriyorlar. General, sevinç gözyaşları içerisinde sarılarak: "Zafer!" diye bağırıyor. İyileşiyor, kolum siyah bir sargıyla asılı olarak Tverskoy Bulvarı'nda geziyorum. Artık general oldum. Bir gün Çar benimle karşılaşıyor: "Bu yaralı delikanlı kimdir?" diyor. Ona "Bu, ünlü kahraman Nikolay'dır" yanıtını veriyorlar. Çar bana yaklaşıyor: "Teşekkür ederim. Benden ne dilersen yerine getireceğim." Saygıyla eğilip kılıcıma dayanarak: "- Vatanım uğruna kan döktüğüm için mutluyum. Hatta uğrunda ölmeyi bile isterdim. Ama mademki senden her şey isteyebilme iznini bana bağışlıyorsun; düşmanım olan St. Jérôme adındaki yabancıyı öldürmeme izin ver. Bu düşmanımı öldürmeliyim..." yanıtını veriyorum... Korku içindeki St. Jérôme'un karşısına geçiyor: "-Benim yıkımıma neden oldun, à genoux.!!" diyorum. Fakat birdenbire gerçek St. Jérôme'un elinde sopayla her dakika odama girebileceğini anımsıyor, yurdunu kurtaran general değil, güçsüz, acınacak bir yaratık olduğumu görüyorum.
Kâh Tanrı'yı düşünüyor ve küstahça ona beni niçin cezalandırdığını soruyorum. "Sabah akşam dua etmeyi de unutmuyordum. Öyleyse bu acılar niçin?" Gençliğimin ilk dönemlerinde beni rahat bırakmayan dinle ilgili düşüncelerimin kesin olarak bugün başladığını söyleyebilirim. Bu kuşkularım, başımdan geçen yıkımların beni inançsızlık ve başkaldırıya yöneltmesinden doğmuş değildir. Bir günlük tutukluluğumda, tümüyle bozuk bir ruh durumu içindeyken aklıma gelen Tanrı'nın adaletsizliği düşüncesinin, yağmurdan sonra verimli bir toprağa düşen kötü bir tohum gibi çabucak büyüyüp kök salmasındandır. Bazen herhalde öleceğimi düşünerek benim yerime cansız bir vücut bulacak olan St. Jérôme'un şaşkınlığını canlı olarak gözümün önüne getiriyordum. Natayla Savişna'nın: "Bir ölünün ruhu kırk gün kadar evinde dolaşır" dediğini anımsıyor ve düşlemimde ölümümden sonra evimizin bütün odalarında görünmeden dolaşıyor, Lüboçka'nın içli gözyaşlarını, büyükannemin üzüntüsünü, babamın August Antonoviç'le konuştuklarını gizlice dinliyorum. Babam yaşlı gözleriyle: "O, çok iyi bir çocuktu" diyor. St. Jérôme da: "Evet, ama çok yaramazdı" yanıtını veriyor. Babam "Ölülere saygı göstermeniz gerekir, diyor, ölümüne siz neden oldunuz. Onu siz korkuttunuz. Onu korkutmanıza, alçakça davranışlarınıza dayanamadı... Çekil buradan katil!"
St. Jérôme diz çökerek ağlayacak, af dileyecek. Kırk günden sonra ruhum göklere yükseliyor. Orada olağanüstü güzel, beyaz saydam, uzunca bir şey görüyorum, annem olduğunu anlıyorum. Beyaz şey beni sevecenlikle kucaklıyor. Fakat ben heyecan içindeyim ve sanki onu tanımıyorum. "Gerçekten annemsen, bana daha iyi görün ki seni kucaklayabileyim" diyorum. "Burada hepimiz böyleyiz, seni daha iyi kucaklayamam, bu kadarından hoşnut değil misin?" diye yanıt veren sesini işitiyorum. "Hayır, hoşnutum, ama sen beni gıdıklayamıyorsun, ben de senin ellerini öpemiyorum." "-Bu gibi şeylerin burada yeri yoktur. Burası böyle de güzeldir" diyor, ben gerçekten bu güzelliği duyuyorum, onunla birlikte daha yükseklere uçmaya başlıyoruz. Bu sırada uyanır gibi oluyorum, karanlık odada bir sandığın üstünde, yüzüm gözyaşlarımla ıslanmış bir durumda bilinçsizce: "Uçuyor, daha yükseklere uçuyoruz" diye yineleyerek kendime geliyorum. Durumumu anlamak için bir süre türlü çabalar harcıyorum, fakat düşlemimde anlayamadığım uzak ve karanlık uçurumlar görünüyor.
Gerçeğin dağıttığı ferah, mutlu düşlemlerime yeniden dönmek için çalışıyorum, ama bu kadar yorulduktan sonra kavuştuğum düşlemleri uzatmanın olanağı olmadığını, daha garibi, bunlardan artık haz duymadığımı görüyorum.
XVI
ALDIRMA, BU DA GEÇER
Geceyi hücrede geçirdim, kimse beni aramadı. Ancak ertesi pazar günü beni sınıftan yanındaki küçük odaya geçirdiler, yine kilitlediler. Yalnızca kapatma cezasını yeterli göreceklerini düşünerek umutlanmaya başladım. Tatlı ve dinlendirici bir uykunun, donuk camlarda oynayan güneş ışığının, dışarıdan gelen her zamanki gürültülerin etkisiyle sinirlerim yatıştı. Bununla birlikte yalnızlıktan çok sıkılıyordum: bir şeyler yapmak, içimde biriken duyguları başkasına anlatmak istiyordum, ama çevremde canlı bir yaratık yoktu. Odasında gezinen St. Jérôme'un tiksindiğim ama işitmemek elimden gelmeyen dingin, neşeli ıslıkları durumumu büsbütün ağırlaştırıyordu. Şuna inanıyordum ki, canı ıslık çalmak istemediği halde yalnızca bana işkence olsun diye böyle yapıyordu.
St. Jérôme ile Volodya saat ikide aşağı indiler, Nikolay yemeğimi getirdi. Kendisiyle konuşmaya başlayıp da yaptıklarımı ve bana yapacaklarını anlatınca: "Aldırmayın bayım! bu da geçer" dedi.
Sonraları da birçok kez azmimi destekleyen bu atasözü, beni biraz avuttu. Fakat ekmekle su yerine, yemeğimin hem de gül tatlısıyla gelmesi, beni epeyce düşündürmüştü. Eğer bana bu tatlıyı göndermemiş olsalardı, cezamın kapatmayla biteceğini düşünebilirdim. Fakat şimdi öyle anlıyordum ki, ben henüz cezalandırılmış değildim, yalnızca zararlı bir insan gibi başkalarından uzaklaştırılmıştım. Asıl cezam ileridedir. Bu sorunun çözümüne daldığım bir sırada tutuklu odamın anahtarı kilit içinde döndü. Gayet asık ve resmi bir yüzle odaya giren St. Jérôme yüzüme bakmadan:
"- Büyükannenize gideceğiz" dedi.
Odadan çıkmadan önce, ceketimin tebeşir tozuyla kirlenen kolunu temizlemek istedimse de, St. Jérôme sanki ahlak bakımından pek düşmüş bir durumda olduğum için dış görünüşümle ilgilenmeme hiç gerek yokmuş gibi, bunun tümüyle yararsız olduğunu söyledi.
St. Jérôme elimden tutup beni salondan geçirirken, Katinka, Lüboçka ve Volodya, pazartesi günleri penceremizin önünden geçirilen tutuklulara baktığımız gibi bana bakıyorlardı.
Elini öpmek için büyükannemin koltuğuna yaklaştığımda, başını çevirerek elini pelerininin altına sakladı. Uzunca süren bir sessizlikten sonra beni öyle bir bakışla süzdü ki, gözlerimi ellerimi nereye saklayacağımı bilemiyordum, sonra:
- Evet güzelim, size karşı olan sevgime çok değer verdiğinizi, benim için gerçek bir avuntu olduğunuzu söyleyebilirim, dedi, sözcükleri uzatarak: ricalarımı kabul edip eğitiminizi üzerine alan St. Jérôme, artık evimde kalmak istemiyor. Neden? Sizin yüzünüzden şekerim, diye ekledi, biraz durduktan sonra ne söyleyeceğini önceden hazırlamış olduğunu anlatan bir sesle: Size ettiği hizmetten ve sizi gözetmesinden dolayı kendisine minnet duyacağınızı sanıyordum. Ama siz bacak kadar boyunuza bakmadan ona el kaldırmaya cüret ettiniz. Çok güzel! Olağanüstü! Artık ben efendice davranışlardan anlamadığınızı, size karşı daha başka bayağı araçlar kullanmak gerektiğini düşünmeye başlıyorum... St. Jérôme'u göstererek sert, buyuran bir sesle: - Derhal af dileyeceksin... İşitiyor musun?" dedi.
Büyükannemin gösterdiği yana baktığım zaman St. Jérôme'un ceketini gördüm, başımı çevirdim, yerimden kımıldamadım. Yine yüreğim tıkanırcasına sıkılmaya başladı.
- Ne oluyorsunuz? Söylediklerimi duymadınız mı?
Bütün vücudum titriyordu, ama yerimden kımıldamıyordum. Büyükannem çektiğim acının farkına varmış olacak kı; Koko! dedi, buyurucu değil, daha ziyade sevecen bir sesle: Seni tanıyamıyorum, Koko, diye yineledi.
- Büyükanne! ondan asla af dilemeyeceğim, dedim ve bir sözcük daha söylersem beni boğan gözyaşlarımı tutamayacağımı anlayarak hemen sustum.
- Ben sana buyuruyorum, rica ediyorum. Ne duruyorsun?
- Ben... istemiyorum... yapamayacağım... diyebildim ve göğsümde toplanan hıçkırıklar kendilerini tutan engeli birdenbire yıkarak sel gibi boşandı. St. Jérôme tragedyalarda görülen bir sesle:
- C'est ainsi que vous obéissez à votre seconde mère, c'est ainsi que vous reconnaissez ses bontés, à genoux. (21)
Başını benden çeviren büyükannem yaşaran gözlerini silerek:
- Tanrım! dedi, bunları anneniz görseydi. Evet görseydi, ama her şeyde bir hayır vardır. O bu üzüntülere dayanamazdı... Dayanamazdı.
Büyükannemin ağlaması gittikçe artmaya başladı. Ben de ağlıyordum ama af dilemek aklımdan bile geçmiyordu.
St. Jérôme:
- Tranquillisez-vous au nom du ciel, madame la comtesse, dedi. (22)
Fakat büyükannem artık onu dinlemiyordu, ellerini yüzüne kapamıştı. Çok geçmeden ağlaması şiddetli bir hıçkırık biçimini aldı, Mimi ile Gaşa telaşlı bir yüzle koşarak odaya girdiler. Çevreye isporto ve ilaç kokuları yayıldı, bütün evde fısıltılar, koşuşmalar başladı. St. Jérôme beni yukarı götürürken:
- Yaptığınızı beğeniyor musunuz? dedi.
"- Aman Tanrım, neler yaptım! Ne büyük caniyim."
St. Jérôme odama girmemi söyledikten sonra ayrıldı. Henüz aşağı inmişti ki, ben ne yaptığımın farkında olmaksızın sokak kapısına giden merdivenden koşmaya başladım.
Evden mi kaçmak, yoksa kendimi suya mı atmak istediğimi anımsayamıyorum. Ancak kimseyi görmemek için yüzümü ellerimle kapıyor, merdivende koşmayı sürdürüyordum. Birdenbire tanıdık bir ses:
- Nereye? Ben de seni arıyorum, dostum, dedi.
Yandan geçmek istedimse de babam elimden yakaladı, o önde ben arkada küçük dinlenme odasına girerken sert bir sesle:
- Benimle gel güzelim!.. Odamdaki çantamı nasıl oluyor da karıştırabiliyorsun? Efendim?.. dedi. Kulağımdan çekerek:
- Niçin suyuyorsun? diye ekledi.
- Yanlış yaptım. Nasıl yaptığımı kendim de bilmiyorum.
- Nasıl olduğunu bilmiyorsun ha... Bilmiyorsun... dedikçe kulağımı da çekiyordu: Bir daha seni ilgilendirmeyen şeye burnunu sokacak mısın? sokacak mısın? diyorum..."
Kulağımda duyduğum korkunç acıya karşın ağlamıyor, ama içim ferahlıyordu. Babam kulağımı bırakır bırakmaz ellerini tutarak gözyaşları arasında öpmeye başladım, hıçkırıklar içinde:
- Döv beni! Daha fazla döv! Ben kötü, hiçbir şeye yaramaz bir insanım! diyordum.
Babam beni hafifçe iterek:
- Sana ne oldu? dedi.
Ceketini yakaladım ve:
- Hayır gitmeyeceğim, herkesin benden nefret ettiğini biliyorum, ama Tanrı aşkına sözlerimi dinle, ya beni onlardan koru, yahut evinden kov. Ben onunla bir arada yaşayamayacağım. O, her türlü davranışla benim onurumu kırmak, önünde diz çöktürmek, bana dayak atmak istiyor, buna dayanamam. Küçük değilim, bu çekilmez şey. Yaşayamam, kendimi öldüreceğim. Büyükanneme benim kötü bir çocuk olduğumu söyledi. Büyükannem hastalandı, belki de benim yüzümden ölecek. Ben... onunla... Tanrı aşkına dayak at... Ne için işkence... ediyorlar?..
Gözyaşlarından boğluyordum. Divana çöktüm, kendimde daha fazla konuşacak güç bulamıyordum. Başımı babamın dizlerine koydum, öyle korkunç bir biçimde ağlıyordum ki, öleceğimi sandım. Babam bir ilgiyle eğilerek:
- Sana ne oldu tontonum?
Ben ancak:
- O benim celladım... Bana işkence ediyor... öleceğim... kimse beni sevmiyor, dedim, kendimden geçtim.
Babam beni kucağına alarak yatak odama götürmüş. Uyumuşum.
Uyandığım zaman vakit epeyce ilerlemişti. Karyolamın yanında tek bir mum yanıyor, odada aile doktorumuz, Mimi ve Lüboçka oturuyorlardı. Sağlık durumumdan korktukları yüzlerinden okunuyordu. Oysa ben 12 saatlik bir uykudan sonra kendimi o kadar hafif ve iyi buluyordum ki çok hasta olduğum hakkındaki kanılarını bozmak hoşuma gitseydi, hemen yatağımdan fırlardım.
XVII
KİN
Evet bu duygu, tam anlamıyla bir kindi. Öyle ki, bu kin, romanlarda sözü geçen, ama benim inanmadığım, başkalarına kötülük etmekten haz duyan kine benzemiyordu. Karşısındakine, bu saygınıza değer bir kimse dahi olsa, yenilmeyen bir nefret duygusu aşılayan, onun saçlarından, boynundan, yürüyüşünden, sesinden, kollarından, bacaklarından ve davranışlarından bir tiksinme vermekle birlikte anlatılmaz bir güçle ona doğru sürükleyerek her halini heyecanlı bir dikkatle izlemeye yönelten bir kindi. İşte St. Jérôme'a karşı bu duyguyu besliyordum.
St. Jérôme bir buçuk yıldan beri evimizdeydi. Şimdi bu adamı soğukkanlılıkla incelerken kendisinin iyi ama her bakımdan bir Fransız olduğunu görüyorum. Aklı başında, oldukça eğitimli, bize karşı olan görevini iyi yapan, bununla birlikte Rus özyapısına karşıt, ama ulusuna özgü hafif bir bencillik, gösteriş, küstahlık ve bilgisiz olduğu yargısına varılacak derecede kendine güven duygusu olan biriydi. Bunların hiçbirini beğenmiyordum. Doğal olarak büyükannem, dayak hakkındaki düşüncelerini kendisine anlattığı için bizi dövemiyordu ama, sık sık hele beni dayakla korkutuyor, fouetter sözcüğünü tiksindirici ve beni dövmekten büyük bir zevk duyacakmış gibi bir tonla "fouàtter" biçiminde söylüyordu.
Hiçbir vakit tatmadığım dayak açısından korkmuyordum, ama St. Jérôme'un, beni dövebileceği düşüncesi dahi beni kızdırıyor, çileden çıkarıyordu.
Karl İvanoviç'in kızdığı zamanlarda bizi bir cetvel veya pantolon askısıyla dövdüğü olurdu. Nedense bunu anımsarken hiç de sinirlenmiyordum. Hatta anlattığım sıralarda (ki on dört yaşındaydım) Karl İvanoviç beni dövseydi onun dayağını soğukkanlılıkla kabul ederdim. Karl İvanoviç'i seviyordum. Kendimi anımsadığımdan beri bu adamı ailemizden biri olarak kabul etmeye alışmıştım. St. Jérôme'a gelince kendisine bütün büyüklere karşı elimde olmadan duyduğum saygıdan başka bir duygu beslemediğim, gururlu ve kendini beğenmiş bir adamdı. Karl İvanoviç, bütün yüreğimle sevdiğim, buna karşın o zamanki çocuk aklımla toplumsal durumunu bizden aşağı tuttuğum gülünç bir yaşlı, bir lalaydı.
St. Jérôme ise, tersine, okumuş, herkesle aynı düzeyde olmaya çalışan genç, yakışıklı bir züppeydi.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Yeni yetmelik - 4
  • Büleklär
  • Yeni yetmelik - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4098
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2304
    29.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4219
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2310
    31.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4124
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2234
    30.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4093
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2272
    30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 2280
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1276
    37.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.