Yeni yetmelik - 2

Süzlärneñ gomumi sanı 4219
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2310
31.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
Kardeş, arkadaş, karı koca, efendi, uşak gibi hep bir arada yaşayan insanların aralarında tam bir içtenlik olmadığı zamanlardaki bakışları, davranışları, belirsiz gülümsemeleri altında sezilen gizli ilişkileri kim fark etmemiştir? Gözleriniz şöyle rasgele karşılaştığı sırada bütün söylenmemiş istekleriniz, düşünceleriniz, bunu karşınızdakinin anlamış olmasının doğurduğu korku, duraksama, çekingen bakışlarınızda okunur.
Belki fazla duygulu oluşum, her şeyi çözümlemek isteğim bu noktada beni aldatıyor, belki de Volodya, benim duyduğum şeyleri hiç duymuyordu. O ateşli, açık kalpli, zevklerinde kararsızdı. Kendisini eğlendiren, yalnızca çok değişik olana her şeye bütün yüreğiyle bağlanırdı. Bazen resimlere merak sarar, resim yapmaya başlar, elindeki parasını bu uğurda harcar, resim hocasından, babamdan, annemden dilenirdi. Bazen bütün evi arayarak bulduğu biblolara kendini verir, onlarla masasını süsler; bazen de gizlice bulduğu, gece gündüz durmadan okuduğu romanlara dalardı. Elimde olmayarak onun bu haline imrenirdim, ama izinden gitmeyi kabul etmeyecek kadar gururlu, kendime yeni bir yol seçemeyecek kadar da gençtim, beceriksizdim. Kavgalarımızda, Volodya'nın açık bir biçimde belli olan efendiliğini, neşeli, içten özyapısını kıskandığım kadar hiçbir şeyi kıskanmıyordum. Çok iyi davrandığını anlıyor, ama onun gibi yapamıyordum.
Bir gün, eşya toplama merakının son sınırına ulaştığı bir sırada yazı masasına yaklaştım, raslantıyla renkli bir şişesini kırdım. Odaya giren Volodya, masa üzerinde simetrik bir biçimde yerleştirilmiş olan bibloların karışmış olduğunu görünce:
- Nerede küçük şişem? dedi, yüzde yüz sen...
- Elimde olmayarak düşürdüm, kırıldı. Ne zararı var?
Kırık şişeye üzgün üzgün bakıp parçalarını birbirine yapıştırmaya çalışan Volodya:
- Çok rica ederim, dedi. Eşyalarımı hiçbir vakit elleme.
- Çok rica ederim, sen de buyurma! kırdımsa kırdım, ne uzatıyorsun? diyerek hiç isteğim olmadığı halde gülümsedim.
Volodya, babamdan geçen omuz silkme devinimiyle:
- Senin için olmayabilir ama, benim için zararı var. Kırdığı yetmiyormuş gibi bir de gülüyor, kötü çocuk, diye sürdürdü.
- Ben mi kötü çocuğum? Sen de büyüksün ama aklın yok!
Volodya hafifçe beni itti:
- Seninle kavga edecek değilim, çekil şurdan! dedi.
- Ne itiyorsun?
- Çekil diyorum!..
Volodya elimden tutarak beni masanın yanından ayırmak istediyse de, öfkem sınırına varmıştı; masanın ayağından tutmamla devirmem bir oldu: "Al bakalım!" Bütün porselen, kristal biblolar şangur şangur çevreye dağıldı. Düşen şeyleri eliyle tutmak isteyen ağabeyim:
- Geçimsiz çocuk! diye bağırdı.
Odadan çıkarken şöyle düşünüyordum:
"Artık aramızda hiçbir şey kalmadı. Ölünceye kadar birbirimizin yüzüne bakmayacağız."
Akşama kadar konuşmadık. Kendimi suçlu görüyor, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Bütün gün hiçbir işe el sürmedim. Volodya'ya gelince, tam tersine derslerine çalıştı, her zaman olduğu gibi yemekten sonra kızlarla konuşup şakalaştı.
Dersten sonra öğretmenin arkasından ben de odadan çıkıyordum, çünkü kardeşimle baş başa kalmaktan utanıyor, rahatsız oluyordum. Son tarih dersinden sonra, defterimi alarak kapıya doğru yürüdüm. Volodya'nın yanından geçerken, ona yaklaşarak barışmak istediğim halde, suratımı astım, dargın göründüm. Volodya tam o anda başını kaldırdı, zor seçilebilen candan bir gülümsemeyle korkmadan yüzüme baktı; gözlerimiz karşılaştı. Onun beni anladığını sezdim, aynı zamanda bu duyguyu Volodya'nın da yaşadığını anladım; ama anlatılmaz bir duygunun etkisiyle başımı çevirmek zorunda kaldım. O çok doğal candan bir sesle:
- Nikolinka, dargınlığımız yeter, seni kırdımsa bağışla dedi ve elini uzattı.
İçimden boğazıma doğru göğsümü sıkarak bir şeyin yükseldiğini, soluğumun kesildiğini duydum. Bir saniye süren bu durumdan sonra gözlerim yaşla doldu, kendimi daha iyi duyumsadım. Volodya'nın elini sıkarken:
- A-sıl... sen ba...ğış...la Vo-lo... dy.. a dedim.
Neden ağladığımı bir türlü anlamıyormuş gibi yüzüme bakıyordu.
VI
MAŞA
Dünya hakkında değişen görüşlerimin hiçbirisi, hizmetçi kızlardan birini yalnızca kadın hizmetçi gibi değil, bir derece rahat ve mutluluğumu da etkileyebilen bir kadın olarak görmeye başlamam kadar şaşırtıcı değildi. Kendimi bildim bileli, Maşa'nın evimizde olduğunu anımsıyorum. Kendisine karşı beslediğim düşünceleri, tümüyle değiştiren, şimdi size anlatacağım bir olaya kadar, ona dikkat etmemiştim. Ben on dört yaşımdayken, Maşa yirmi beşindeydi ve çok güzeldi, ama onu betimlemekten korkuyorum. İsteklerimin şahlandığı sıralarda düşlediğim tutkulu varlığının yeniden düşlemimde canlanmasından korkuyorum. Betimlememde yanılmamak için şunu söyleyebilirim: o, olağanüstü beyaz, etine dolgun, kısacası, tam bir kadındı; ben de, on dört yaşımdaydım...
Elimde ders kitabı olduğu halde yalnızca döşeme aralıklarına basmaya çalışarak gezindiğim, yahut, saçma bir hava tutturduğum, yahut masanın kıyısına düşen bir damla mürekkebi dağıttığım, yahut da bir özdeyişi bilinçsizce yinelediğim dakikaların birinde, yani kafamın çalışmadığı, düşlemimin bütün duyarlığıyla egemen olduğu bir sırada sınıftan çıktım, şöyle bir aşağı indim. Ayakları potinli birisi öteki merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Doğal olarak kim olduğunu anlamak istedim ama birdenbire ayak sesleri kesildi, Maşa'nın: "Bırakın canım, ne takılıyorsunuz? Şimdi Anna İvanova gelirse görürsünüz" dediğini işittim. Volodya da fısıltıyla: "-Gelmez." dedi, bu konuşmadan sonra Volodya'nın onu zorla alıkoymak istediğini anlatan bir hışırtı duyuldu. Bir aralık: "Ne yapıyorsunuz? Ellerinizi nereye sokuyorsunuz? Utanmaz!.." diye bağıran, bir yana kaymış başörtüsünün arasından beyaz, tombul boynu görünen Maşa, koşarak yanımdan geçti.
Bu olayın beni ne kadar şaşırttığını anlatamam. Bununla birlikte şaşkınlığım geçince, Volodya'nın böyle davranmakta haklı olduğu kanısına vardım. Artık onun böyle davrandığına değil, bu yaptığının insana haz vereceğini nasıl anladığıma şaşıyordum. Elimde olmayarak Volodya'ya öykünme isteği duydum.
Bazen aşağıdaki aralıkta saatlerce dolaşır, yukardan gelecek olan bir ses veya çıtırtıyı, sinirlerim gergin bir durumda dinlerdim. O sıralarda en büyük isteğim olmasına karşın, Volodya'ya öykünmek için kendimi zorlamıyordum. Bazen kızların odasından gelen gürültüleri büyük bir kıskançlık ve çekememezlik içinde dinler: "Acaba yukarı çıkıp Volodya'nın yaptığı gibi Maşa'yı öpmek isteseydim, durumum nasıl olurdu? Maşa'nın: "Ne istiyorsunuz?" sorusuna, basık burnumla, hiçbir biçime girmeyen dik saçlarımla ben, nasıl bir yanıt verirdim?" diye düşünüyordum. Bazen Maşa'nın Volodya'ya: "- Başımın kara yazısı! Ne çam sakızı gibi yapışıyorsunuz? Çekilin şuradan çapkın! Hiç Nikolay Petroviç'in buraya gelip yaramazlık ettiğini gördünüz mü" dediğini duyardım. Ama bilmiyordu ki, o dakikada merdivenin altında oturup dinleyen Nikolay Petroviç, Volodya'nın yerinde olmak için her şeyini vermeye hazırdı.
Zaten sıkılgandım, çirkin olduğum kanısı bunu büsbütün artırıyordu. İnsanın eğilimleri üzerinde kendi görünüşünün, hatta görünüşünden de çok güzel ya da çirkin olduğu konusundaki kanısı kadar hiçbir şeyin etkili olmadığına inanıyorum.
Onurum, çirkinliğim yüzünden düştüğüm bu duruma katlanmama engel oluyordu, ben gözümün önünde Volodya'nın güzel görünüşüyle elde ettiği ve bütün varlığımla kıskandığım zevklerden, uzanamadığı ciğere pis diyen kedi gibi tiksinmeye çalışıyor, aklımı, düşlemimi gururlu bir yalnızlıktan zevk almaya zorluyordum.
VII
SAÇMA
Mimi heyecandan tıkanırcasına:
"Aman Tanrım! Barut! ne yapıyorsunuz? Evi yakıp bizi yok etmek mi istiyorsunuz?" diyerek anlatılması güç bir şiddetle hepimizin çekilmemizi buyurduktan sonra kararlı adımlarla yerde dağılı duran saçmalara yaklaştı, barutun birden patlamasından doğabilecek tehlikeye aldırış etmeden, saçmayı ayaklarıyla çiğnemeye başladı. Tehlikeyi ortadan kaldırdığı kanısına vardığı zaman Mihey'i çağırdı, bütün bu barutları uzak bir yere, en iyisi suya atmasını buyurduktan , başını büyüklenir bir tavırla sallayarak konuk odasına doğru yürüdü: "- Çok güzel, size çok iyi göz kulak oluyorlar, hiç diyecek yok doğrusu" diye homurdanıyordu.
Kendisine ayrılan daireden bize doğru gelen babamla birlikte büyükannemin odasına indiğimizde Mimi'yi orada bulduk. Pencerenin önünde, bir şey bilip de saklamak isteyenlerde görülen resmi bir tavırla, çok ciddi oturuyor ve kapıdan yana bakıyordu. Elinde kâğıtlara sarılmış bir şeyler vardı. Bunun deminki saçmalar olduğunu, büyükannemin de her şeyden haberi bulunduğunu hemen anladım.
Büyükannemin odasında Mimi'den başka öfkeli, kıpkırmızı yüzünden siniri bozuk olduğu anlaşılan oda hizmetçisi Gaşa ile onu boş yere yatıştırmaya çalışan, bunun için de başını, gözünü oynatıp duran, kısa boylu, ufak tefek, çiçekbozuğu yüzlü doktor Blümental vardı.
Büyükannem yarı dönmüş bir biçimde oturuyor, kızdığı zamanlarda açmayı huy edindiği yolculuk falına bakıyordu. Babam, derin bir saygıyla elini öperek:
- Nasılsınız maman? İyi uyudunuz mu? dedi.
Büyükannem, babamın yersiz, gereksiz bir soru sorduğunu anlatan bir sesle:
- Çok güzel efendim. Her zaman sağlıklı olduğumu galiba biliyorsunuz, diyerek Gaşa'ya döndü:
- Bana temiz bir mendil veriyor musun? dedi.
Gaşa, koltuğun kıyısında duran kar gibi beyaz patiska mendili göstererek:
- Verdim ya.
- Güzelim, bu kirli paçavrayı kaldırın, bana temiz bir mendil verin.
Gaşa komodine yaklaştı, çekmecesini çekti, o kadar hızla kapattı ki odanın camları zangırdadı. Büyükannem korkunç bir bakışla hepimize baktıktan sonra, büyük bir dikkatle hizmetçinin devinimlerini süzmeye başladı. Sanırsam değiştirmeden aynı mendili verdiği sırada büyükannem:
- Tütünümü ne vakit ufalayacaksınız, şekerim? dedi.
- Vakit bulursam yaparım.
- Ne dediniz?
- Birazdan ufalarım.
- Eğer bana hizmet etmek istemiyorsanız güzelim, söyleseydiniz; sizi çoktan salıverirdim.
Gaşa:
- Salıverin, ağlayacak değiliz ya, diye hafif bir sesle homurdandı.
Bunu işiten doktor, Gaşa'ya bir işaret yaptıysa da öyle korkunç bir bakışla karşılaştı ki hemen gözlerini indirerek, anahtarının zinciriyle oynamaya koyuldu. Gaşa homurdanarak odadan çıkınca büyükannem babama dönerek:
- Görüyor musunuz azizim, benim evimde benimle nasıl konuşuyorlar...
Hiç beklemediği bir soruyla karşılaşan babam şaşkın şaşkın:
- Maman, izin verin tütününüzü ben hazırlayayım.
- Teşekkür ederim. Tütünümü kendisinden başka kimsenin istediğim gibi yapamayacağını bildiği için böyle kaba davranıyor, dedi. Bir dakikalık susuştan sonra:
- Biliyor musunuz dostum, çocuklarınız az kalsın bugün evi yakıyorlardı, diye ekledi.
Babam saygılı bir merakla büyükanneme bakıyordu.
- Neyle oynadıklarını gördünüz mü? Mimi'ye dönerek:
"- Gösterin" dedi.
Saçmayı eline alan babam, gülümsemekten kendini alamadı:
- Bunlar saçmadan başka bir şey değil maman, dedi. Tehlikesiz şeylerdir.
- Bana öğrettiğiniz için çok teşekkür ederim, ama ders almak için çok yaşlıyım.
Doktor:
- Hep sinir bozukluğu, diye fısıldıyordu. Babam derhal bize dönerek:
- Bunları nerden aldınız? Bunlarla oynamak için kimden izin aldınız? dedi.
Büyükannem en çok "lala" sözcüğünün üzerinde hafifseyerek durdu:
- Bunu çocuklardan değil laladan sormalısınız, o neye bakıyor? dedi.
Mimi:
- Voldemer, bu barutları Karl İvanoviç'in verdiğini söyledi, diyerek ortaya atıldı. Büyükannem:
- Görüyor musunuz, ne iyi adam, dedi; adı neydi? Nerde şu lala? Çağırın bakalım buraya diye sürdürdü. Babam:
- Gezmeye gönderdim dedi.
- Doğru değil. O her dakika burada olmalı. Çocuklar benim değil sizindir, benden daha akıllı olduğunuz için size nasihat vermeye de hakkım yok. Ama artık onlara Alman köylüsü lala, evet, Tirol şarkılarıyla kötü huylarından başka bir şey öğretemeyen aptal bir köylü değil, bir eğitmen tutmanın zamanı geldi sanırım. Size soruyorum: Çocuklara Tirol şarkıları öğretmek çok mu gerekli? Ama şimdi çocukları düşünen kimse yok, siz de istediğinizi yapabilirsiniz.
Annemizden sonraki durumumuzu anlatmak için kullanılan "şimdi" sözcüğü büyükannemin yüreğinde acı anılar uyandırdı, gözlerini portreli tabakaya indirerek düşünceye daldı.
Babam ivedi ivedi:
- Bunu çoktandır düşünüyor, bunun için size danışmak istiyordum maman; çocuklara ders veren St. Jérôme'u tutsak nasıl olur? dedi.
- Çok yerinde bir şey yapmış olursunuz dostum. Büyükannem bunu söylerken şimdiye kadar sesinde duyulan hoşnutsuzluk işitilmiyordu.- St. Jérôme yalnızca çocukları gezmeye götürmede işe yarayan basit bir lala değil, des enfants de bonne maison, nasıl davranmaları gerektiğini bilen bir eğitmendir.
- Hemen yarın kendisiyle konuşurum.
Gerçekten bu konuşmadan iki gün sonra, Karl İvanoviç yerini genç, züppe Fransız'a bıraktı.
VIII
KARL İVANOVİÇ'İN YAŞAMI
Karl İvanoviç bizden sonsuz olarak ayrılacağının öngününde akşamın geç saatinde başında kırmızı takkesi, sırtında pamuklu hırkasıyla karyolasının önünde bavulunun üzerine eğilmiş, titizlikle eşyalarını yerleştiriyordu.
Son günlerde Karl İvanoviç'in bize karşı olan davranışları soğuklaştı sanki, bizimle karşılaşmaktan çekiniyordu. Şimdi de odaya girdiğimde, küskün bir bakışla beni süzdü, yine işini görmeyi sürdürdü. Karyolama uzandım, eskiden bunu yapmamı istemeyen Karl İvanoviç, şimdi hiçbir şey söylemedi. Eskisi gibi bize darılmaması, davranışlarımızda özgür bırakarak bizimle ilgilenmemesi, bana, yaklaşan ayrılığı anımsattı. Bizi artık sevmemesine üzülüyor, bu duygumu kendisine duyurmak istiyordum. Ona yaklaştım:
- Karl İvanoviç, izin verirseniz size yardım edeyim, dedim.
Karl İvanoviç bana bir an baktı, yine başını çevirdi. Bu kısa bakışında, bize karşı olan soğukluğunun nedeni olduğunu düşündüğüm ilgisizlik yerine, büyük bir üzünç okunuyordu. Tümüyle doğrulup derin bir soluk alan Karl İvanoviç:
- Tanrı her şeyi görür, her şeyi bilir ve her şey onun kutsal buyruğuna bağlıdır, dedi. Kendisine sahte olmayan içten bir ilgiyle baktığımı fark edince:
- Evet Nikolenka beşikten mezara kadar talihsiz olmak benim alın yazım. İnsanlara ettiğim bütün iyilikler kötülükle karşılandı. Benim ödülüm burada değil oradadır, diyerek eliyle gökleri gösterdi. Dünyada çektiklerimi, başımdan geçenleri bileydiniz! Kunduracı, asker kaçağı, fabrikacı, öğretmen oldum; şimdi hiçbir şeyim! Hazreti İsa gibi başımı sokacak yerim yok... Gözlerini kapadı, koltuğuna çöktü.
Kendisini dinleyenlere aldırış etmeden en gizli düşüncelerini bile ortaya koyacak kadar duygulu bir ruh durumu içinde bulunduğunu gördüm ve gözlerimi sevimli yüzünden ayırmaksızın sessizce karyolaya oturdum.
- Çocuk değilsiniz, her şeyi anlayabilirsiniz. Başımdan geçenleri size anlatayım. Bir gün gelir, çocuklar, sizi çok seven yaşlı dostunuzu anımsarsınız!
Karl İvanoviç yanında duran masaya elini dayadı, burunotunu çekti, gözlerini göklere kaldırarak bize hep yazı yazdırdığı gırtlaktan çıkan tekdüze, kendine özgü sesiyle öyküsüne başladı:
- Diyebilirim ki, talihsizliğim annemin karnındayken başladı. Daha da heyecanla:
"- Das Unglück verfolgte mich schon im Schosse meiner Mutter!" (1) diye yineledi.
Bu öyküyü aynı sesten, aynı anlatışla, aynı olay sırasıyla birkaç kez dinlediğim için doğal olarak ilk tümcesinden de anlayacağınız gibi Rusçasındaki bozukluğa bakmadan olduğu gibi anlatabileceğimi sanıyorum.
Bu öykü, onun asıl yaşamı mıydı, yoksa evimizdeki yalnızlığının sonucu olarak uydurduğu, birkaç kez yinelediği için kendisinin de inanmaya başladığı bir masal mıydı, yoksa yaşamına bazı düşsel olaylar mı ekliyordu, bu soruların yanıtlarını bugüne kadar verebilmiş değilim. Bir yandan, gerçeğin başlıca kanıtı, öyküsünü anlatırken görülen canlılıkla olayların her defasında aynı sırayı gütmesiydi ki, doğruluğuna inanmamanın olanağı yoktu. Diğer yandan öyküsündeki şairce abartmaların çokluğu da, kuşku uyandırıyordu.
- "Damarlarımda dolaşan, Kont Von Sommerblattların soylu kanıdır:... In meinen Adern fliesse das edle Blut der Grafen von Sommerblatt...(2) Düğünden altı hafta sonra dünyaya geldim. Annemin kocası - ona babacığım derdim - Kont Sommerblattların mülkünde kiracıydı. Annemin bu onursuz davranışını unutamıyor, beni de sevmiyordu. Benim Johann adlı bir kardeşimle, iki kız kardeşim vardı; kendi ailemin yabancısıydım... Ich war ein Fremdes in meiner eigenen Familie. (3) Johann yaramazlık yapar, babam: "-Bu Karl denen çocuğun yüzünden hiç rahatım olmayacak..." der, beni azarlar, cezalandırır. Kız kardeşlerimin arasında dargınlık çıkar, babam: "- Karl'ın uslandığını görmeyeceğiz" der, gene beni azarlar, cezalandırır. Beni seven, okşayan yalnızca iyi yürekli annemdi. Beni sık sık: "- Karl, odama gel" diye çağırır, usulcacık öperdi: "Zavallı Karl, seni kimseler sevmiyor, ama ben seni kimseye değişmem, annenin senden bir ricası var: iyi oku, hep namusunla yaşa. Tanrı seni bırakmaz!" derdi. Ben de çalışırdım. Dinsel törenlere katılabileceğim çağa yani 14 yaşıma gelince, annem babama: "-Gustav, Karl artık büyüdü. Onu ne yapacağız?" dedi. Babamın: "-Bilmiyorum" demesi üzerine, annem: "Kentte Bay Şultz'un yanına verelim, kunduracı olsun", dedi, babam da razı oldu, und mein Vater sagte gut. (4) Altı yıl yedi ay kentteki kunduracı ustasının yanında kaldım. Ustam beni çok sever: "-Karl iyi bir işçidir, yakında benim Geselle'im olacak" derdi. Ama Tanrı, düşündüğümüz gibi kısmet etmedi... 1796'da kura ilan edildi, on yediyle yirmi bir yaş arasında askerlik edebilecek herkes, kentte toplanmaya zorunlu tutuldu.
"- Babamla kardeşim Johann kente geldiler, hep birlikte askerlik kur'asını çekmeye gittik. Johann kötü bir numara çekti, asker olacaktı. Ben iyi bir numara çekerek askerlikten kurtuldum. Ondan da ayrılıyordum..." "Ich hatte einen einzigen Sohn und von diesem muss ich mich trennen" (5) dedi.
Onu elinden tutarak: "Babacığım", dedim, "niçin böyle söylüyorsunuz? Benimle gelin, size bir şey söyleyeceğim." Babam geldi, birlikte bir meyhaneye gittik, masaya oturduk, ben iki bira ısmarladım, getirdiler. Hepimiz birer bardak içtik, Johann da içti. Ben: "Babacığım dedim, bir oğlum vardı, ondan da ayrılıyorum, deme. Bunu duydukça yüreğim parçalanıyor. Kardeşim askere gitmeyecek, onun yerine ben asker olacağım... Karl'a burada kimsenin gereksinmesi yoktur, Karl asker olacak."
Babam:
"Siz namuslu bir insansınız Karl İvanoviç!" Du bist ein braver Bursche, sagte mir mein Vater und küsste mich... diyerek beni öptü.
"Asker oldum."
IX
ÖNCEKİ BÖLÜMÜN ARKASI
Karl İvanoviç sürdürdü: - O zamanlar korkunç zamanlardı. Napoleon dönemiydi. Napoleon Almanya'yı almak istiyordu, biz de son soluğumuza kadar yurdumuzu savunmak kararındaydık! und wir vertheidigten unser Vaterland bis auf den lezten Trophfen Blut diyordu.
"- Ben Austerluz, Ulm, Wagram, ich war bei Wagram çarpışmalarında bulundum.
Ona şaşkınlıkla bakarak:
- Gerçekten savaştınız mı? Siz de mi insan öldürdünüz? diye sordum.
Karl İvanoviç, adam öldürmediğini söyledi.
"- Bir gün bir Fransız grenadieri arkadaşlarından geride kalmış, yolun üzerine düşmüştü. Silahımı çekip onu öldürmek için koştum, aber der Franzose warf sein Gewehr und rief pardon (6) ve kendisini salıverdim.
"- Napoleon Wagram savaşında birliklerimizi kuşatarak bir adaya sıkıştırdı. Çevremizi öyle çevirmişti ki, hiç kimsenin kurtulma olasılığı yoktu. Üç gün yiyeceksiz, dizlerimize kadar su içinde kaldık. Cani Napoleon bizi ne alıyor, ne de salıveriyordu! und der Bösewicht Napoléon wollte uns nicht gefangen nehmen und auch nicht frei lassen! (7)
"Dördüncü gün, Tanrı'ya şükür tutsak olduk, kaleye götürüldük. Üstümde lacivert bir pantolon, iyi çuhadan bir ceket, 15 taler para, bir de babamın armağan ettiği gümüş saat vardı. Fransızlar bunların hepsini aldılar. Gene talihim varmış, fanilamın içine annemin diktiği üç altını kimse görmedi.
Kalede uzun zaman kalmak istemediğim için, kaçmaya karar verdim. Büyük bir bayram günü bizi bekleyen çavuşa "- Çavuş ağa, bugün büyük bir bayramdır, bayramı kutlamak istiyorum", dedim. "Lütfen iki şişe madera şarabı getirin, birlikte içelim." Çavuş: "- Peki" diyerek getirdi. Birer kadeh içtikten sonra elinden tuttum:
"- Çavuş ağa, acaba sizin de anneniz, babanız var mıdır?" diye sordum. "- Vardır Bay Mayer", yanıtını verdi. "- Annemle babam, sekiz yıldan beri beni görmedikleri gibi, sağ veya kemiklerimin çürümüş olup olmadığını da bilmiyorlar." Çavuş ağa, fanilamda dikili iki altınım var, onları alın, beni özgür bırakın ne olur!.. Benden bu iyiliği esirgemeyin; annem, ömrü oldukça sizin için Tanrı'ya dua eder.
Çavuş bir kadeh madera içtikten sonra; "- Bay Mayer" dedi, "sizi seviyorum, size acıyorum, ama siz bir tutsaksınız, ben de askerim." Elini sıktım, "- Çavuş ağa!" Ich drückte ihm die Hand und sagte. (8)
"Siz yoksul bir adamsınız", dedi. "Paranızı almam, ama yardım ederim. Yatmaya gidince bir kova rakı getirtin, askerlere içirin. Onlar uyuyakalır, ben de sizi görmeyiveririm."
"İyi bir adamdı. Bir kova rakı aldırttım. Askerler sarhoş oldukları zaman çizmelerimi çektim, eski kaputumu sırtıma geçirdim, usulca kapıdan çıktım. Surların üzerine çıkarak atlamak istedimse de, aşağıda su olduğu için, en son kalan giysim berbat olmasın diye vazgeçtim ve kapıya gittim.
"Nöbetçi silahıyla geziyor, auf und ab (9), bana bakıyordu. "Qui vive?" (10) sagte er auf ein Mal, (11) ben susuyordum. Qui vive? sagte er zum zweiten Mal, (12) ben yine susuyordum. Üçüncü kez: Qui vive? sagte er zum dritten Mal? diye sordu, ben de koşmaya başladım, suyu atlayarak karşı yana geçtim, var gücümle koşmayı sürdürdüm.
"Bütün gece koştum, tanyeri ağarmaya başladığı zaman görünüp tanınmaktan korktuğum için, çavdarları yüksek bir tarlaya saklandım, oracıkta diz çökerek ellerimi açtım, beni koruduğu için Tanrı'ya dua ettikten sonra rahat bir uykuya daldım.
"Akşama doğru uyandım, yola koyuldum. Birdenbire iki siyah at koşulu büyük bir Alman yük arabası arkamdan yetişti. Arabada iyi giyinmiş biri oturuyor, piposunu içerek bana bakıyordu. Yavaşlayarak geçmelerini bekledim. Ben yavaşladıkça araba yavaşlıyor, ben hızlandıkça araba hızlanıyor, adam da gözlerini benden ayırmıyordu. Yolun üzerinde oturdum, adam atlarını durdurdu, bana:
- Delikanlı, böyle geç vakit nereye gidiyorsunuz? dedi.
- Frankfurt'a
- Yer var, arabama binin, sizi oraya kadar götürürüm. Yanına oturduktan sonra sordu:
- Niçin yanınızda bir eşyanız yok, sakalınız traşlı değil, giysileriniz de çamur içinde.
- Yoksul bir adamım, bir fabrikada çalışmak istiyorum. Yolda düştüğüm için giysilerim çamurlandı.
- Yalan söylüyorsunuz delikanlı, yollar bugünlerde kupkuru.
Yanıt veremedim, bu iyi yürekli insan:
- Bana doğrusunu söyleyin, dedi. Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Yüzünüz hoşuma gitti. Namuslu bir insansanız, size yardım ederim.
Her şeyi olduğu gibi anlattım.
- Peki delikanlı, birlikte halat fabrikama gidelim; size iş, para, giysi veririm, yanımda kalırsınız. Ben de kabul ettim.
Halat fabrikasına vardık, bu iyi adam karısına:
- Bu delikanlı yurdu için savaştı. Tutsaklıktan kaçtığı için de ne evi, ne giysisi, ne de ekmeği var. Yanımızda kalacak, kendisine giysi ver, karnını doyur.
Bir buçuk yıl halat fabrikasında kaldım. Patronum beni çok seviyor, bırakmak istemiyordu. Rahatım da yerindeydi. O vakitler genç, uzun boylu, mavi gözlü, düzgün burunlu bir erkektim. Patronun karısı Bayan L... (Adını söyleyemeyeceğim) genç, güzel bir kadındı, beni sevdi. İlk gördüğünde:
- Bay Mayer dedi, anneniz sizi nasıl çağırırdı?
- Karlhen dedim.
O zaman:
- Karlhen, yanıma oturun, dedi.
Yanına oturdum.
- Karlhen beni öpün, dedi.
Kendisini öptüğüm zaman:
- Karlhen, sizi o kadar seviyorum ki, artık dayanamayacağım, diyerek titremeye başladı.
Karl İvanoviç bu sözlerden sonra epey sustu, başını hafifçe sallayarak içten bakışlı gözlerini süzdü, iyi anıların etkisi altında olan bir insan tavrıyla gülümsemeye başladı.
Sabahlığına daha sıkı sarınarak koltuğuna iyice yerleşti, öyküsünü sürdürdü:
"Yaşamımda çok iyi, çok kötü günler gördüm, ama karyolasının baş ucundaki kanaviçeyle işlenmiş olan İsa'nın resmini göstererek - Tanık olsun ki hiç kimse Karl İvanoviç namussuz bir adamdır dememiştir" - Bay L...'nin bana yaptığı iyiliğe iyilikbilmezlikle karşılık vermek istemedim, kaçmaya karar verdim. Gece, herkes yattıktan sonra patrona bir mektup yazarak masanın üstüne bıraktım, giysimle üç altını aldım, sessizce sokağa çıktım. Beni kimse görmemişti. Yola koyuldum.
X
ARKASI
Dokuz yıldır annemi görmemiştim. Sağ mıydı, yoksa çoktan toprağa mı gömülmüştü, haberim yoktu. Yurduma doğru yol alıyordum. Kente girdiğim zaman ilk işim: Kont Sommerblat'ın kiracısının nerede yaşadığını sormak oldu. Bana yanıt olarak şunları söylediler: "Kont Sommerblat öldü. Gustav Mayer büyük sokakta oturuyor, likör mağazası işletiyor." Yeni yeleğimle fabrikacının armağanı olan ceketimi giydim, saçımı güzelce taradım, babamın likör mağazasına gittim. Dükkânda oturan kız kardeşim Mariechen, benden ne istediğimi sordu. Ben: "Bir kadeh likör içebilir miyim?" dedim. Babasına dönerek: "Vater! dedi. Bu genç bir kadeh likör istiyor." Babam: "Bu gence bir kadeh likör ver", diye karşılık verdi. Oturduğum masada likörümü içiyor, babama, Mariechen'e, dükkâna giren Johann'a bakıyordum. Babam söz arasında: "Delikanlı, dedi, "ordumuzun şimdi nerede olduğunu her halde biliyorsunuz?' Ben de: "Ben oradan geliyorum. Ordu şu anda Viyana önlerinde bulunuyor" yanıtını verdim. "Oğlumuz askerdi. Dokuz yıl öncesine kadar bir şey yazıyordu. Sağ mı, öldü mü, bilmiyoruz. Karım durmadan arkasından ağlıyor." Pipomu tüttürerek: "Oğlunuzun adı nedir? Nerede hizmet ediyordu? Belki kendisini tanıyorum" dedim. "Adı, Karl Mayer'di Avusturya'da hizmet ediyor" Mariechen: "Sizin gibi uzun boylu, yakışıklı bir erkekti" diye ekledi. "-Ben oğlunuz Karl'ı tanıyorum." Babam: "Amelia... Sagte auf einmal mein Vater (13), buraya gelin, oğlunuzu tanıyan bir genç var." Kapıda görünen sevgili anneciğimi derhal tanıdım. "Siz oğlumuzu tanıyormuşsunuz" dedi, yüzümü görür görmez rengi değişerek titremeye başladı. Evet onu gördüm. Yüreğim duracakmış gibi atıyordu. Gözlerimi yukarı kaldıramıyordum. "Demek Karl yaşıyor, Tanrı'ya şükürler olsun... Nerede benim sevgili oğlum? Sevgili oğlumu bir daha görebilsem gözüm arkada kalmaz, ama Tanrı böyle istemiyor" diyerek ağlamaya başladı. Artık dayanamadım: "Anneciğim", dedim. "Ben sizin oğlunuz Karl'ım." Annem kollarıma yığıldı. Karl İvanoviç gözlerini kapamıştı, dudakları titriyordu. Biraz kendine geldikten sonra yanaklarından süzülen iri damlaları silerek: Mutter!! - Sagte ich- ich bin ihr Sohn, ich bin ihr Karl! und sie stürtzte mir in die Arme (14) diye yineledi.
- Ama son günlerimi yurdumda geçirmeyi Tanrı bana nasip etmedi, çekeceğim çok acı varmış... Das unglück verflogte mich überall. (15) Yurdumda ancak üç ay kalabildim. Bir pazar günü birahanede oturmuş biramı içiyor, pipomu tellendiriyor, arkadaşlarla savaştan, Napoleon'dan, İmparator Franz'dan konuşuyorduk. Herkes düşüncesini söylüyordu. Yanımızda kurşuni giysili tanımadığımız biri oturuyor, konuşmalarımıza karışmadan kahvesiyle piposunu içiyordu. Gece nöbetçisi saatin on olduğunu haber verince şapkamı aldım, hesabımı keserek evime döndüm. Gece yarısı kapı çalındı. Uyandım, kim olduğunu sordum: "- Macht auf..." (16) Kim olduğunuz söylerseniz kapıyı açarım." Dışardan: "- Macht auf im Namen des Gesetzes..." (17) Kapıyı açtım. İki silahlı asker, kapının arkasında duruyordu. Birahanede yanımızda oturan kurşuni giysili, tanımadığımız genç adam odaya girdi. Meğer casusmuş... Casus: "Benimle birlikte gelin" dedi.
Peki, diyerek pantolonomu, çizmelerimi giydim, askılarımı taktım, gezinmeye başladım. Öfkemden boğulacaktım. İçimden:
- Bu bir alçaktır, sözleri geçti. Kılıcımın asılı durduğu yere yaklaştım, birdenbire kaparak:
- Sen bir casussun, kendini koru, dedim. Bir sola, bir sağa, bir de kafasına indirdim, casus yere yuvarlandı. Bavulumu, paraları alıp pencereden dışarı fırladım. Ich kam nach Ems (18), orada General Sazin'le tanıştım. Beni çok sevdi, elçiliğinde bana bir pasaport uydurarak çocuklarını okutmam için birlikte Rusya'ya getirdi. General Sazin öldükten sonra da anneniz beni evine çağırdı:
"- Karl İvanoviç, çocuklarımı size emanet ediyorum. Onları sevin, sizi hiçbir zaman bırakmam. Yaşlılığınızı da düşünürüm, dedi. Şimdi o olmadığı için hepsi unutuldu. Yirmi yıllık hizmetime karşılık, ekmek dilenmem için beni sokağa salıveriyorlar diyerek, kolumdan tutup kendine çekti, başımdan öperek:
"-Tanrı her şeyi görür, hepsini bilir, her şey onun buyruğundadır. Ama çocuklar sizlere acıyorum" diye öyküsünü bitirdi.
XI
KÖTÜ NOT
Büyükannem bir yıl süren yasından sonra, kendisini çok sarsan acılarından biraz kurtulmuş gibiydi; ara sıra, çoğu bizimle aynı yaşta olan kız ve erkek çocuklar olmak üzere, konuk kabul etmeye başlamıştı.
Lüboçka'nın doğum günü olan 13 aralık günü, Prenses Karnakova ile kızları, Bayan Valahina ile Soniçke, İlinka, Grap, küçük İvinlerin ikisi, daha yemekten önce bize gelmişlerdi.
Çağrılıların toplandığı aşağı salondan yükselen konuşmalar, kahkahalar, gürültüler bize kadar geldiği halde, sabah derslerimizi bitirmediğimiz için onlara katılamıyorduk. Ders çalıştığımız odada asılı duran izlencemizde: Lundi de 2 à maitre d'histoire et de geographie yazılıydı. İşte bu maitre d'histoire'ı bekledikten, dinledikten, uğurladıktan sonra ancak özgür kalabileceğiz. Saat ikiyi yirmi dakika geçtiği halde, tarih öğretmeninden hâlâ bir ses çıkmadığı gibi, her zaman geçtiği sokakta da görünmüyordu; görünmesini de istemiyordum.
Volodya, dersini hazırladığı Smaragdof'un kitabından bir dakika başını kaldırarak:
- Lebedyev galiba bugün gelmeyecek, dedi.
- Aman umarım gelmez, çünkü hiçbir şey bilmiyorum, dedim, üzgün bir sesle: ama geliyor işte, diye ekledim. Volodya yerinden kalktı, pencereye yaklaştı:
- Hayır, dedi. O değil, bir başkası.
Çalışmadığı, dinlendiği dakikalarda yaptığı gibi gerinip aynı zamanda başını da kaşıyarak:
- Saat iki bucuğa kadar bekleriz, o zamana kadar yine gelmezse, St. Jérôme'a, kitapları toplayacağımızı haber verebiliriz, diye ekledi.
Ben de gerindiğim sırada Kaydonov'un iki elimle tuttuğum kitabını başımın üstünde titrettikten sonra:
- Derse gelmekten ne zevk alıyor, anlamıyorum... dedim.
İşsizliğin verdiği sıkıntıdan kitabımı açarak dersimi okumaya başladım. Ders hem uzun, hem de zordu; bense hiçbir şey bilmiyor, ne kadar okusam yetiştiremeyeceğim gibi, aklımda da bir şey kalmayacağını anlıyordum. Hem öyle heyecanlıydım ki, bu anda kafamı bir konu üzerinde toplamama olanak yoktu.
Bana çok sıkıntılı, çok ağır gelen tarihten önceki derste, Lebedyev beni St. Jérôme'a şikâyet etmiş; ders notu defterime de çok kötü sayılan "2" numara atmıştı. Daha o gün St. Jérôme, gelecek derste de numaram "3"ten aşağı düşerse cezalandırılacağımı söylemişti. İşte gelecek ders geldi, doğrusu çok da korkuyorum.
Bilmediğim dersime o kadar dalmıştım ki, dışardan gelen ayaktan çıkarılan lastik sesi beni şaşırtmıştı. Başımı çevirdiğimde kapıda, bana çok soğuk gelen Lebedyev'in çiçek bozuğu yüzü, çok iyi tanıdığım, önü iliklenmiş lacivert fraklı hantal vücudu görünmüştü. Öğretmen ağır ağır şapkasını pencereye, defterini de masanın üzerine koyduktan sonra, sanki çok gerekliymiş gibi, iki eliyle frakın kuyruklarını kaldırarak derin bir soluk aldı, yerine oturdu. Terli ellerini ovuşturdu:
- Baylar, dedi. Önce geçen dersimizi yineleyelim, sonra da ortaçağda geçen olaylar üzerine size bilgi vermeye çalışacağım.
Bu, dersinizi anlatın demektir.
Volodya, dersini iyi bilen kimselerde görülen bir tavırla, çok rahat ve güven içinde anlatırken ben de iş olsun diye merdiven başına çıktım, aşağı inmemize izin verilmediği halde, nasıl oldu bilmiyorum, kendimi aşağıda buldum.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Yeni yetmelik - 3
  • Büleklär
  • Yeni yetmelik - 1
    Süzlärneñ gomumi sanı 4098
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2304
    29.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 2
    Süzlärneñ gomumi sanı 4219
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2310
    31.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    52.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 3
    Süzlärneñ gomumi sanı 4124
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2234
    30.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 4
    Süzlärneñ gomumi sanı 4093
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2272
    30.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    51.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  • Yeni yetmelik - 5
    Süzlärneñ gomumi sanı 2280
    Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1276
    37.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    56.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
    Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.