Tristan ve Iseut - 3
Süzlärneñ gomumi sanı 3889
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2003
32.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Soylu kral bir sendeledi; sonra yanıt olarak:
- Alçak, dedi, ne haince şeyler düşünüyorsun? Evet, bütün sevgimi Tristan'a verdim. Morholt'nun size dövüşmeyi önerdiği gün, hepiniz titreyerek, diliniz tutulmuş gibi sustunuz, başınızı önünüze eğdiniz; ama Tristan, bu toprağın onuru için boy ölçüştü; ölebilirdi. İşte bundan dolayı siz ondan nefret ediyorsunuz. İşte bundan dolayı ben onu seviyorum, senden daha çok seviyorum. Andret, hepinizden çok, herkesten çok. Ama siz ne öğrendiğinizi ileri sürüyorsunuz? Ne gördünüz? Ne işittiniz?
- Doğrusunu istersen senyör, senin de gözlerinle göremeyeceğin, kulaklarınla işitemeyeceğin bir şey değil. Bak, dinle sevgili Kral, belki henüz vakit geçmemiştir.
Bunun üzerine çekilip gittiler, Kralı bu zehiri rahatça sindirmesi için bıraktılar.
Kral Marc, söylenenlerin uğursuz etkisini üzerinden atamadı. O da istemeye istemeye, yeğenini gözetlemeye başladı. Ama Brangien bunu anladı, onlara haber verdi. Kral da boş yere, hilelerle Iseut'yü denemeye çalıştı. Çok geçmeden bu alçakça didişmeden kendi de utandı, artık kuşkudan kurtulamayacağını anlayarak Tristan'ı çağırdı; ona:
- Tristan, dedi, bu şatodan uzaklaş; ayrıldıktan sonra da sakın bir daha şatonun çevresindeki hendekleri, tahta perdeleri aşayım deme. Seni büyük bir ihanetle suçlayan alçaklar var. Bana bir şey sorma; ikimizi de alçaltmadan onların sözlerini yineleyemem. Beni yatıştıracak sözcükler arama. Biliyorum ki yararı olmaz. Bununla birlikte, ben o açaklara inanmıyorum. İnansaydım seni çoktan onursuz bir ölüme atardım. Ama onların kötülük dolu sözleri yüreğimi alt üst etti. Yüreğimi, ancak senin buradan gitmen yatıştırabilir. Git; belki de çok geçmeden seni yeniden çağıracağım; git, benim her zaman sevgili olan oğlum.
Alçaklar haberi duyunca, birbirlerine:
- Gitti, dediler, büyücü gitti; hırsız gibi kovuldu! Bundan sonra ne olabilir artık? Belki serüven aramak üzere denizleri aşacak, uzaklarda, kim bilir hangi krala, onursuz hizmetler önerecek.
Hayır, Tristan kendinde gitmeye cesaret bulamadı; şatonun tahta perdeleriyle hendeklerini aşınca, daha çok uzaklaşamayacağını anladı. Tintagel'in çevresinde durdu. Gorvenal'la birlikte o çevreden birinin evine yerleşti ve orada ateşler içinde hasta düştü. İçi, önceleri Morholt'nun kargısının vücudunu zehirlediği zamankinden daha çok yaralıydı. O zaman o deniz kıyısındaki kulübenin içinde yattığı ve herkesin onun irinlerinden bucak bucak kaçtığı zamanlar, yalnızca üç kişi onun yanından ayrılmamıştı. Gorvenal ile Dinas, yine baş ucundaydılar; ama artık Kral Marc gelmiyordu.
Tristan inleyerek:
- Evet, sevgili dayıcığım, diyordu, vücudum şimdi daha iğrenç bir zehirin kokusunu yayıyor; sizin sevecenliğiniz de artık nefretinizi yenemiyor.
Ama ateşler içinde yanarken bile, isteği, hiç durmadan azgın bir at gibi onu hapseden o sıkı sıkıya kapalı duvarlara doğru çekiyor; ama at da binicisi de taş duvarlara çarparak parçalanıyor, ikisi de yerinden kalkıyor, hiç durmadan yine aynı yolu geçiyorlardı.
Bu kapalı duvarların arkasında, sarışın Iseut de günden güne sararıp soluyordu. Ondan çok daha mutsuzdu; çünkü her davranışını gözetleyen bu yabancıların arasında bütün gün neşeli gözükmesi, gülmesi gerekiyordu. Gece de Kral Marc'ın yanında yatarken, organlarının ürpermesini, nöbet sarsıntılarını yenmesi için Tristan'ın yanına kaçmak istiyordu; yerinden kalkıp kapıya koştuğunu görür gibi oluyordu, ama kapının karanlık eşiği üzerinde alçaklar büyük palalar dizmişlerdi; sivri ve sert bıçaklar, geçerken dizlerine değiyordu. Yere düşüyor, yarılan dizlerinden seller gibi kanlar akıyordu.
Yardımlarına koşan olmazsa, sevgililer çok geçmeden öleceklerdi. Brangien'den başka onlara kim yardım eder? Yaşamını tehlikeye koyarak Tristan'ın hasta yattığı eve gizlice gitti. Gorvenal ona sevinçle kapıyı açtı. Brangien, sevgilileri kurtarmak için Tristan'a bir hile öğretti.
Hayır, efendilerim, hiçbir zaman siz böylesine güzel bir aşk hilesi duymamışsınızdır.
Tintagel Şatosu'nun arkasında, dayanıklı parmaklıklarla çevrilmiş geniş bir meyve bahçesi uzanıyordu. Sayısız güzel ağaç vardı, üzerleri meyveler, kuşlar ve kokulu salkımlarla doluydu. Şatonun en uzak yerinde, parmaklığın direkleri dibinde kocaman, dimdik bir çam ağacı yükseliyordu; güçlü gövdesinin üzerinde geniş dalları vardı. Dibinden bir pınar akıyordu. Önce dingin ve duru su, mermer bir yalağın içinde, bir çarşaf gibi yayılıyor; sonra dar bir yoldan geçerek meyve ağaçlarının arasından dolaşıyor, şatonun içine giriyor, kadınların dairesinden geçiyordu. İşte her akşam, Brangien'in öğrettiği akıl üzerine, Tristan büyük bir beceriyle ağaç kabukları ve ince dallar yontuyordu. Sivri parmaklıkları aşıyor, çam ağacının altına gelince, ağaç çöplerini çeşmenin içine atıyordu. Köpük gibi hafif olan bu kırıntılar suyun üstünde yüzüyor, suyla birlikte akıyordu. Kadınların odasında Iseut, onların gelmesini bekliyordu. Brangien'in, Kral Marc'la alçakları uzaklaştırmayı başardığı geceler, Iseut dostunu karşılıyordu.
Çevik ama korkak adımlarla ağaçların arkasında alçaklar gizlenmiş mi diye her adımda çevreyi kollayarak gelir, Tristan onu görür görmez kollarını açarak ona doğru koşardı. Gecenin karanlığı ve büyük çam ağacının dost gölgesi onları koruyordu. Kraliçe:
- Tristan, derdi, denizciler bu Tintagel Şatosu'nun büyülü olduğunu söylemezler mi? Bu büyünün etkisiyle, yılda iki kez; bir yazın, bir de kışın gözden yiter, görünmezmiş. İşte şimdi yine yitti. Arple söylenen türkülerde geçen sihirli meyve bahçesi, burası değil mi? Çevresini hava tabakasından bir duvar kaplıyor; çiçeklenmiş ağaçlar, güzel kokulu bir toprak; yiğit dostunun kolları arasında hiç yaşlanmadan yaşar ve hiçbir düşman gücü bu havadan duvarı yıkmayı başaramaz.
Tintagel'in kaleleri üzerinde kolcuların gün doğuşunu haber veren boru sesleri yansımaya başlarken Tristan:
- Hayır, derdi, havadan duvar yıkıldı bile, sihirli bahçe de burası değil. Günün birinde dostum, hiç kimsenin geri dönmediği o mutluluk ülkesine birlikte gideriz. Orada, beyaz mermerden bir şato yükselir; bin bir penceresinin her birinde bir meşale yanar; her birinde bir çalgıcı, sonsuz bir türküyü çalar ve söyler; orada güneş parlamaz; ama kimse onun ışığını aramaz. Orası bir mutlu insanlar ülkesidir.
Bir yandan da, Tintagel kalelerinin tepesinde doğan gün, sıra sıra yeşil, mavi taşlardan yapılı büyük blokları aydınlatıyordu.
Iseut, yeniden neşesini buldu; Marc'ın kuşkusu dağıldı. Ancak alçaklar... Tristan'ın Kraliçe'yi yine gördüğünü anladılar. Ama Brangien öyle iyi bekçilik ediyordu ki gözetlemeleri bütünüyle boşa gitti. Sonunda, Tanrı kahretsin, dük Andret, arkadaşlarına:
- Beyler, dedi, kambur cüce Frocin'e akıl danışalım. O, yedi sanatı, büyücülüğü, her türlü sihir yöntemini bilir. Bir çocuk dünyaya gelince, yedi gezegenin ve yıldızların seyrine bakmasını öyle iyi bilir ki, çocuğun yaşamının bütün önemli noktalarını söyleyiverir. Gizli şeyleri, Bugibus ve Noiron'un gücüyle keşfeder. İsterse, bize sarışın Iseut'nün hilelerini söyleyebilir.
Güzellik ve yiğitlik düşmanı kötü yürekli cüce, büyü işaretlerini çizdi, sihirlerini ortaya attı, Orion ve Lucifer'in seyirlerini izledi; sonra:
- Sevgili efendilerim, sevinin, dedi. Bu gece onları yakalayabilirsiniz.
Onu kralın karşısına çıkardılar. Büyücü:
- Efendim, dedi, avcılarınıza söyleyin, av köpeklerine tasmalarını, atlara da eyerlerini taksınlar; yedi gün, yedi gece avlanmak için ormanda yaşayacağınızı haber verin. Bu geceden tezi yok, Tristan'ın Kraliçe'yle neler konuştuğunu işitmezseniz beni astırın.
Kral istemeye istemeye dediklerini yaptı. Gece olunca avcılarını ormanda bıraktı, cüceyi atının önüne bindirdi, Tintagel'e döndü. Bildiği bir kapıdan meyve bahçesine girdi, cüce onu büyük çam ağacının altına götürdü:
- Sayın Kral, şu ağacın üstüne çıkarsanız daha iyi olur. Yayınızı, oklarınızı da yanınıza alın; belki gerekebilir. Hiç sesinizi çıkarmayın. Çok beklemeyeceksiniz.
Marc yanıt olarak:
- Defol, düşman köpeği, dedi.
Cüce atı da alıp gitti.
Doğru söylemişti; Kral çok beklemedi. O gece ay güzel ve parlaktı. Yaprakların arasında saklı duran Kral, yeğeninin sivri parmaklıkların üzerinden atladığını gördü. Tristan ağacın altına geldi, suya yonga ve ağaç dalları attı. Ama onları atarken çeşmeye doğru eğilince Kral'ın suda yansısını gördü. Ah! Suyla birlikte giden yongaları durdurabilseydi! Ama ne mümkün! Bahçenin ortasında hızla sürüklenip gidiyorlardı. Orada kadınların dairesinde, Iseut onların gelmesini bekliyordu, belki şimdi onları görmüştü bile, koşarak geliyordu. Tanrı sevgilileri korusun!
Iseut geliyor. Kıpırdamadan yerde oturan Tristan ona bakıyor, ağaçta yaya takılan okun gıcırtısını duyuyordu.
Iseut geliyordu. Çevik, ama her zamanki gibi sakıngan adımlarla. "Ne var acaba?" diye düşünüyordu, "Neden Tristan bu gece bana doğru koşmuyor. Acaba bir düşman mı gördü?"
Iseut olduğu yerde durdu, karanlık çalılıkları gözleriyle yokladı; birdenbire ay ışığında o da çeşmenin suyunda Kral'ın yansısını gördü. Gözlerini yukarıya, ağacın dallarına doğru kaldırmamakla, kadınlara özgü olan sağduyuyu gösterdi. Usulca, "Tanrım," dedi, "Bana yalnızca bir şey bağışla; söze başlayan ben olayım!"
Biraz daha yaklaştı. Dinleyin bakın nasıl, sevgilisinden önce söze başlayıp ona durumu anlattı:
- Efendim Tristan, bunu nasıl göze aldınız? Bu saatte, böyle bir yere beni çağırmak! Bundan önce yine birçok kez beni çağırmıştınız; benden bir ricada bulunmak için diyordunuz? İşte geldim, çünkü Kraliçe olmamı size borçlu olduğumu unutmadım. İşte buradayım, ne istiyorsunuz?
- Kraliçe, sizden acıma istiyorum; Kral'ın öfkesini yatıştırın!
Iseut titriyor, ağlıyordu. Ama Tristan, ona tehlikeyi haber veren Tanrı'ya dua ediyordu:
- Evet Kraliçe, sizi çok kez boşuna çağırdım; Kral'ın beni kovduğu günden beri hiçbir kez gönül indirip çağrıma gelmediniz. Ama karşınızda gördüğünüz bu zavallıya acıyın; Kral benden nefret ediyor; ama neden, bilmiyorum; belki siz bilirsiniz. Açık sözlü Kraliçe, Kral'ın bütün yüreğiyle güvendiği iyilik dolu Iseut, sizden başka kim onun öfkesini yatıştırabilir?
- Efendim Tristan, gerçekten ikimizden de kuşkulandığını biliyor musunuz? Hem de nasıl bir aldatıştan? Utandığım yetmiyormuş gibi, bunu size söyleyen ben mi olayım? Efendim, sizi yasal olmayan bir aşkla sevdiğimi sanıyor. Oysa, Tanrı bilir, yalan söylüyorsam kahrolayım! Beni ilk kez kız olarak kolları arasına alan adamdan başka hiçbir erkeğe aşkımı vermedim. Siz de Tristan, sizin için Kral'dan bağışlama dilememi mi istiyorsunuz? Şu çam ağacının altına geldiğimi bir öğrense, küllerimi rüzgârlara dağıtırdı!
Tristan:
- Canım dayıcığım, diye inledi. Bir insan kötülük yapmazsa, kötü değildir, derler. Ama böyle bir kuşku, sizin yüreğinizde nasıl doğabilir?
- Efendim Tristan, ne demek istiyorsunuz? Hayır, benim efendim kendiliğinden böyle bir kötülük düşünmezdi. Ama bu toprağın alçakları, onu bu yalana inandırdılar; temiz yürekleri aldatmak kolaydır. Birbirlerini seviyor dediler; Kral'ı bize karşı çevirdiler. Evet, beni seviyordunuz Tristan, neye yadsımalı? Dayınızın karısı değil miydim? Sizi iki kez ölümden kurtarmamış mıydım? Ben de sizi seviyordum; Kral'ın soyundan değil misiniz? Annemin, bir kadın kocasının akrabalarını sevmezse, kocasını da sevmez dediğini az mı duymuşumdur? Sizi Kral'ın hatırı için seviyordum. Tristan; şimdi de sizi bağışlasa hoşnut olurum. Ama bütün vücudum titriyor, pek korkuyorum, gidiyorum; aslında zaten burada da gereğinden uzun kaldım.
Dalların arasında Kral acıdı, yavaşça gülümsedi; Iseut uzaklaştı, Tristan ona yeniden seslendi:
- Kraliçe, Tanrı aşkına bana yardım edin; bana acıyın. Alçaklar, Kralı seven herkesi ondan uzaklaştırmak istiyorlar; muratlarına da erdiler. Şimdi artık onunla alay ediyorlar. Öyle olsun, ben de bu ülkeden giderim, uzaklara; buraya geldiğimdeki gibi sefil olurum. Ama hiç olmazsa geçmiş hizmetlerimin hatırı için, buradan onurumla ayrılıp gideyim diye, giderlerimi karşılayacak, atımı silahlarımı kurtaracak parayı versin.
- Hayır Tristan, benden böyle bir şey istememeliydiniz. Bu toprakta yalnızım, kimsenin beni sevmediği bu sarayda yalnızım, güvenecek yerim yok, Kral'ın elindeyim. Sizin hakkınızda bir söz söylesem, onursuz bir ölümü göze alacağımı görmüyor musunuz? Dostum, Tanrı sizi korusun. Kral sizden nefret etmekte yanılıyor. Nereye giderseniz gidin, Tanrı sizin yardımcınız olacaktır.
Iseut uzaklaştı, odasına dek koştu; orada, tirtir titrer bir durumda Brangien'in kolları arasına atıldı. Kraliçe olup bitenleri anlattı; Brangien haykırdı:
- Iseut, hanımcığım, Tanrı sizin için büyük bir tansık yarattı. Tanrı acıyıcı bir babadır, suçsuz olduklarını bildiği insanların kötülüğünü istemez.
Tristan, büyük çamın altında, mermer basamağa dayanmış inliyordu:
- Tanrı bana acısın da, sevgili efendim tarafından uğradığım bu büyük haksızlığı düzeltsin.
Tristan meyve bahçesinin parmaklığını geçince, Kral gülümseyerek:
- Sevgili yeğenim, dedi, gönlün rahat olsun. Bu sabah hazırladığım uzun gezim işte artık sona erdi!
Ötede, ormanın açık bir yerinde, cüce Frocin, yıldızların seyrine dalmıştı. Kral kendisine ölümle gözdağı veriyordu; korkusundan, utancından kapkara oldu. Hırsından ne yapacağını bilmiyordu! Galles ülkesine doğru kaçmaya başladı.
VII
CÜCE FROCIN
Kral Marc, Tristan'la barıştı. Şatoya yeniden gelmesine izin verdi. Tristan yine, Kral'ın yakınları ve sadık adamlarıyla birlikte Kral'ın odasında yatmaya başladı. İstediği zaman girip çıkıyor, Kral da hiç kaygılanmıyordu. Ama kim, sevgisini uzun zaman gizli tutabilir? Aşk gizlenemez.
Marc, alçakları da bağışlamıştı. Bir gün, Saray Bakanı Dinans de Liden, kambur cüceyi, uzak bir ormanda başıboş ve sefil bir durumda bulmuş, Kral'a getirmiş, o da acıyıp suçunu bağışlamıştı.
Ama Kral'ın yüce gönüllülüğü baronların kinini bütün bütün ayaklandırmaktan başka hiçbir şeye yaramadı. Tristan'la Kraliçe'yi bir arada bir daha yakaladılar; aralarında ant içtiler; Kral yeğenini ülkeden kovmazsa, sağlam şatolarına çekilecekler, Kral'a savaş açacaklardı. Kral'ı görüşmeye çağırdılar:
- Senyör, bizi ister sev, ister sevme; biz Tristan'ı buradan kovmanı istiyoruz. Kraliçe'yi seviyor, görmek isteyen bunu pek iyi görebilir; ama biz artık buna dayanamayacağız.
Kral onları dinliyor, içini çekiyor, başını yere eğiyor, susuyordu:
- Hayır kral, biz artık buna dayanamayacağız; çünkü görüyoruz ki eskiden garip görünen bu haber, artık seni şaşırtmıyor. Bütün suçlarına göz yumuyorsun demek. Ne yapmak niyetindesin? Düşün, taşın, karar ver. Bize gelince; yeğenini, bir daha geri dönmemek üzere buradan uzaklaştırmazsan, baronluklarımıza çekilecek, komşularımızı da kendimizle birlikte sarayından dışarı sürükleyeceğiz; onların da burada kalmasına dayanamayız. İşte sana böyle bir öneride bulunuyoruz; iki seçenekten birini seç.
- Beyler, bir kez Tristan için söylediğiniz çirkin sözlere inandım, sonradan da inandığıma pişman oldum. Ama siz benim uyruklarımsınız, adamlarımın dostluklarını yitirmek istemem. Ne yapayım, söyleyin bana, görüş vermek göreviniz değil mi? Bilirsiniz ki her türlü gururdan kaçınır, hiçbir zaman da mantıksız davranmak istemem.
- Öyleyse efendimiz, buraya cüce Frocin'i çağırtın. Meyve bahçesindeki olaydan dolayı sizin ona güveniniz yoktur, ama Kraliçe'nin o akşam çam ağacının altına geleceğini yıldızlardan okumamış mıydı? Çok şeyler bilir; bir danışın.
Uğursuz cüce, koşa koşa geldi; Denoalen onu kucakladı. Bakın krala ne korkunç bir ihanet salık verdi:
- Efendim, yeğenine, yarın sabah gün doğarken atıyla dört nala Carduel'e gidip Kral Artur'e parşömen kağıdı üzerine yazılmış, balmumuyla da iyice mühürlenmiş bir mektubu götürmesini buyur. Kral, Tristan senin yatağının yanı başında yatıyor. O uykuya dalar dalmaz sen odandan çık, sana ant içerim, gitmeden önce gelip onunla bir kez olsun konuşmak isteyecektir. Niçin? Elbette sevdiği için; gelişinden benim haberim olmaz, üstelik sana da görünmezse öldür beni. Ötesini bana bırak, yalnızca, yatma zamanından önce Tristan'a o mektuptan söz edeyim deme.
Marc:
- Peki, dedi. Öyle olsun!
Bunun üzerine cüce, çirkin bir alçaklık yaptı. Bir ekmekçi dükkânına girdi ve dört denier karşılığında ince un aldı, giysisinin eteğine gizledi. Ah! Böyle bir alçaklık kimin aklına gelebilirdi? Gece olup da Kral yemeğini yedikten sonra, adamları bitişik odada uyudular. Tristan her zamanki gibi Kral Marc'ın yatma göreneği dolayısıyla yatak odasına geldi:
- Güzel yeğenim, buyruğum şudur: Bir at alıp Carduel'e, Kral Artur'e gideceksiniz, şu mektubu vereceksiniz. Benim tarafımdan selam götürün, bir günden çok da kalmayın.
- Yarın götürürüm, Kralım.
- Evet, yarın, gün doğmadan.
Tristan'ı büyük bir heyecan aldı. Kendi yatağıyla Kral Marc'ın yatağı arasında bir mızrak boyu uzaklık vardı. Kraliçe'yle konuşmak için içinde çılgınca bir istek belirdi. Gün ağarmaya başlarken, Marc'a bakacaktı; uyuyorsa, kraliçenin yanına gidecekti. Aman Tanrım, ne çılgınlık!
Cüce her zamanki gibi, Kral'ın odasında yatıyordu. Herkesin uyuduğuna inanınca yatağından kalktı, Tristan'la kraliçenin yatakları arasına ince undan serpti; sevgililerden biri ötekinin yanına gidecek olursa un ayak izlerini belli edecekti. Cüce unu serperken, uyanık olan Tristan onu gördü:
- Bu da ne demek? Bu cücenin, bana iyilik etme alışkanlığı yoktur; ama umutları boşa gidecek; ayak izlerimi aldıracak kadar aptal değilim.
Gece yarısı, Kral kalktı, odadan çıktı, cüce de arkasındaydı. Odanın içi karanlıktı, ne mum vardı, ne lamba. Tristan yatağının içinde ayağa kalktı. Ama ey Tanrım, niçin acaba böyle bir şey düşünmüştü? Ayaklarını birleştirdi, uzaklığı ölçtü, bir zıplayışta Kral'ın yatağına düştü. Aksi gibi de, bir gün önce ormanda, büyük bir yaban domuzunun burnu, bacağını yaralamıştı; yara sarılı değildi. Bu sıçrayışın etkisiyle yara açıldı, kanamaya başladı. Üstelik Tristan kanının aktığını, çarşafların lekelendiğini görmedi. Dışarda, ay ışığında, cüce bir fala bakıp sevgililerin buluştuklarını öğrendi. Sevinçten titredi; Kral'a:
- Git, dedi, onları şu anda yakalamazsan beni ipe çektir!
Kral, cüce ve dört alçak oraya doğru yürüdüler. Tristan onları duyar duymaz ayağa kalktı, bir zıplayışta yatağına döndü... Ama ne yazık ki atlarken yaralarından unun üzerine çok kan aktı.
Kral, baronlar ve ışık taşıyan cüce geldiler. Tristan'la Iseut uyur gibi yapmışlardı; Perinis'le birlikte, odada yalnızdılar; o da Tristan'ın ayak ucunda yatıyor, kımıldamıyordu. Ama Kral yatağının üzerinde kıpkırmızı çarşaflarla, yerdeki ince unun üzerinde taze kan damlalarını gördü.
O zaman Tristan'dan, yiğitliği yüzüden nefret eden dört baron, onu yatağında yakaladılar; Kraliçe'ye gözdağı verdiler, alaya aldılar, kızdırdılar, hakkıyla ceza göreceğine söz verdiler. Kanayan yarayı buldular. Kral:
- Tristan, dedi, yadsımak para etmez; yarın öleceksiniz.
Tristan bağırdı:
- Beni bağışlayın efendim. Büyük Cefa'yı çekmiş olan İsa'nın ruhu için bize acıyın!
Alçaklar:
- Senyör, öcünü al, dediler.
- Dayıcığım, ben size kendim için yalvarmıyorum; ölmekten korkmuyorum. Evet sizi kızdırmak korkusu olmasa, bu aşağılamadan dolayı siz burada olmasaydınız, elleriyle vücuduma dokunmaya cesaret edemeyecek olan bu alçaklara gösterirdim; ama size saygı ve sevgimden dolayı teslim oluyorum, bana istediğiniz yapın. Buyruğunuza hazırım efendim, ancak kraliçeye acıyın!
Ondan sonra Tristan Kral'ın önünde eğildi, ayaklarına kapandı:
- Kraliçeye acı; evinde, onu günahlı bir aşkla sevdiğimi ileri sürmeyi göz alacak kimse varsa, kavga alanında, karşısında beni bulacaktır. Efendim, ona acıyın, Tanrı rızası için olsun!
Ama üç baron, onu da kraliçeyi de iplerle bağlamışlardı. Ah! Karşı karşıya dövüşerek suçsuz olduğunu kanıtlamasına izin verilmeyeceğini bir bilseydi, canlı canlı kendini parçalattırır ama böyle aşağılık biçimde bağlatmazdı.
Tanrı'ya inanıyordu; biliyordu ki er meydanında kimse ona karşı silah kaldırmayı göze alamazdı. Doğrusu Tanrı'ya güvenmekte haklıydı. Kraliçe'yi hiçbir zaman günahlı bir aşkla sevmediğine ant içtiği zaman alçaklar bu ikiyüzlülüğe gülüyorlardı. Ama, efendilerim, siz ki deniz üzerinde içilen sihirli içkinin içyüzünü biliyorsunuz, sorarım size, Tristan yalan mı söylüyordu? Bir suçu, olay değil yargı kanıtlar. İnsanlar olayı görür ama yürekleri Tanrı görür; doğru yargıyı yalnızca o verebilir. Öyle bir düzen kurmuştur ki, her suçlanan adam, hakkını döğüşle savunabilir. Tanrı o zaman suçsuzla birliktedir. İşte bu yüzden Tristan hakkını arıyor, dövüşmek istiyordu; bu yüzden Kral Marc'a boyun eğdi. Gelgelelim, olacağı önceden kestirebilseydi, ne yapar yapar, alçakları ortadan kaldırırdı. Ne etti de kaldırmadı?
VIII
KİLİSEDEN ATLAYIŞ
Kentte, gecenin karanlığı içinde bir haber dolaşıyordu: Tristan'la Kraliçe yakalanmışlar, Kral onları öldürmek istiyormuş. Zengin kentliler, yoksullar, hepsi ağlaşıyorlardı:
"Ah! Ağlamaya hakkımız yok mu! Tristan, mert baron, böyle çirkin bir ihanet yüzünden mi öleceksiniz? Ya siz, dürüst sayın Kraliçe, böylesine güzel, böylesine sevilen bir kral kızı, bir daha nerede dünyaya gelir? Kambur cüce, bu mu bilmecelerinin sonucu? Seni bulup da vücuduna kargısını saplamayan adam, hiçbir zaman tanrısal ışığı görmesin! Tristan, sevgili güzel dost, çocuklarımızı alıp götürmeye gelen Morholt bu kıyıya çıkınca, baronlarımızdan hiçbiri ona karşı silaha sarılmayı göze alamadı, hepsi dilsiz kesildi. Oysa siz Tristan, biz Cornouailleslılar için siz dövüştünüz, Morholt'yu öldürdünüz; vücudunuzda kargısıyla açtığı yara yüzünden bizim için az kaldı ölüyordunuz. Bugün, bütün bunlar aklımıza gelir de, ölümünüze nasıl razı oluruz?"
Kentte iniltiler, bağrışmalar yükseliyor, herkes saraya koşuyordu. Ama Kral'ın öfkesi öyle şiddetliydi ki, en güçlü, en gururlu baronlar bile onu yumuşatmak için tek sözcük söylemeyi göze alamıyorlardı.
Karanlık çekiliyor, sabah yaklaşıyordu. Güneş doğmadan önce, Marc atına bindi, kent dışına, o herkesin duruşmalarını yapıp yargılarını verdiği yere gitti. Toprağa bir çukur kazılmasını, içine budaklı asma dalları, kökleriyle birlikte koparılmış beyazlı siyahlı dikenler yığılmasını buyurdu.
Sabahın altısında, Cornouailleslıları toplamak için tellal bağırttı. Gürültü patırdı toplandılar. Tintagel cücesinden başka ağlamayan yoktu. Herkes toplanınca, Kral halka şöyle seslendi:
- Beyler, şu diken yığınını Tristan'la Kraliçe için hazırlattım, suç işlediler.
Hepsi bir ağızdan bağırdılar:
- Yargılansınlar! Kral, önce sorgulama, sonra yargılama. Yargılamadan onları öldürmek ayıptır, cinayettir. Kral, onlara biraz süre verin; acıyın.
Marc öfkesi arasında:
- Hayır, dedi. Ne süre, ne acıma, ne yargılama, ne de yargı! Bu dünyayı yaratan Tanrı'nın adına ant içerim ki, benden bir daha böyle bir şey isteyen olursa, bu ateşte ilkin o yanacaktır!
Ateşin yakılmasını ve şatodan önce Tristan'ı getirmelerini buyurdu.
Dikenler alev alev yanmaya başladı, herkes susuyor, Kral bekliyordu.
Uşaklar, sevgililerin kapatıldığı odaya koştular. Tristan'ı iplerle bağlı ellerinden sürüklediler. Vallahi, onu böyle bağlamak alçaklıktı! O, böyle bir davranışın utancıyla ağlıyordu, ama gözyaşları neye yarar? Onu haince götürdüler. Üzüntüden çılgına dönen Kraliçe haykırdı:
- Keşke sizin kurtulmanız için beni öldürseler, dostum, büyük bir mutluluk olurdu!
Korumanlarla Tristan, kentin dışına, odun yığınına doğru inmeye başladılar. Arkalarından bir atlı, koşarak geliyordu. Onlara yaklaşınca, hâlâ koşmakta olan atından yere atladı; bu gelen, iyi yürekli Saray Bakanı Dinas'tı. Olayı duyar duymaz şatosundan fırlamış geliyordu, beygiri köpük, ter ve kan içindeydi:
- Oğul, hemen Kral'ın mahkemesine gidiyorum. Tanrı'nın yardımıyla belki ikinize de yardım edebilecek bir görüş veririm. Onun yardımıyla şimdiden sana küçük bir hizmette bulunabileceğim.
Uşaklara dönerek:
- Arkadaşlar, dedi, onu bağsız götürmenizi istiyorum. -Dinas ipleri kesti- Kaçmaya kalkışırsa, ellerinizde kılıçlarınız yok mu?
Tristan'ı ağzından öptü, yeniden atına bindi, uzaklaştı.
Dinleyin bakın, Tanrı nasıl da acıyıcıdır. Suçlunun ölümünü istemeyen, işkence edilen sevgililer için kendisine yalvaran zavallı halkın göz yaşlarını, bağrışmalarını hoşgördü. Tristan'ın geçtiği yolun yanındaki bir kayanın üzerinde, poyraza bakan bir kilise, deniz üzerinde yükseliyordu.
Temel duvarı yüksek, taşlık, sivri kayalıklı bir falezin üzerine kurulmuştu. Mihrabın içinde, uçurumun üzerinde, bir azizin ustaca yapıtı olan bir camlı pencere vardı. Tristan kendisini götürenlere:
- Efendiler, dedi, bu kiliseyi görüyorsunuz ya; izin verin de içeri gireyim. Ölümüm yakın, Tanrı'ya dua edeceğim, kusurlarımı bağışlasın. Efendiler, kilisenin bundan başka kapısı yoktur; hepinizin elinde de kılıç var; görüyorsunuz ki ancak bu kapıdan geçebilirim. Tanrı'ya duamı bitirince, ister istemez yine size teslim olacağım.
Korumanlardan biri:
- Artık bu kadarına izin verebiliriz, dedi.
Tristan'ı içeri bıraktılar. Kilisenin içinde koşmaya başladı, koro yerini geçti, mihrabın camına geldi, pencereyi açtı ve kendini aşağı attı. O seyircilerin önünde yanarken ölmektense, bu düşüş daha iyiydi.
Ama efendilerim, Tanrı ona acıdı; rüzgâr giysilerini şişirdi, onu havaya kaldırdı ve kayanın dibinde geniş bir taşın üzerine kondurdu. Cornouailleslılar o zamandan beri bu taşa "Tristan taşı" derler.
Kilisenin önünde, ötekiler hâlâ bekliyorlardı. Boşuna bekliyorlardı, çünkü artık onu Tanrı kendi korumasına almıştı. Tristan koşuyordu. Oynak kum ayakları altında kayıyor, yere düşüyor, arkasına dönüyor; uzakta yakılan ateşi görüyor; alevler gürlüyor, duman yükseliyor, Tristan kaçıyordu.
Gorvenal, belinde kılıcı, dolu dizgin kentten kaçmıştı; yoksa Kral efendisinin yerine onu yaktırırdı. Düzlüğe çıkınca Tristan'ı buldu. Tristan, haykırdı:
- Hocam, Tanrı bana acıdı. Ama neye yarar; zavallı ben! Iseut yanımda olmadıktan sonra benim için hiçbir şeyin değeri yok. Keşke düşerken parçalansaydım! Ben kurtuldum Iseut, ama seni öldürecekler. Onu benim için yakıyorlar, ben de onun için öleceğim.
Gorvenal:
- Sevgili efendim, dedi, biraz kendinize gelin, umutsuzluğa kapılmayın. Şu çevresinde geniş bir hendek olan sık ağaçlığı görüyorsunuz ya; oraya saklanalım; bu yoldan geçen çok olur; onlardan öğreniriz; eğer Iseut'yü yakarlarsa, Meryem Ana'nın oğlu Tanrı'nın adıyla ant içerim, onun öcünü alacağımız güne dek çatı altında yatmayacağım, oğlum.
- Sevgili hocam, kılıcım yanımda değil ki.
- İşte sana onu da getirdim.
- Peki hocam, artık Tanrı'dan başka hiçbir şeyden korkmam.
- Oğul, cüppemin altında hoşuna gidecek bir şeyim daha var; şu sağlam ve hafif zırhlı giysi işine yarayabilir.
- Ver, sevgili hocam. Tanrı yardımcım olsun. Dostumu kurtarmaya gidiyorum.
Gorvenal:
- Hayır, acele etme, dedi. Belki de Tanrı sana daha güvenli bir öç alma yolu gösterecek. Odun ateşine yaklaşamazsın; kentliler çevresini sarmışlardır; Kral'dan da korkarlar. Seni en çok kurtarmak isteyen, belki de ilk darbeyi vuran olacaktır. Çılgınlık yiğitlik değildir, derler, doğrudur... Bekle...
Tristan kayalardan kendini attığında, halktan yoksul bir adam, onun ayağa kalkıp kaçtığını görmüştü. Koşa koya Tintagel'e gitmiş, Iseut'nün odasına dek sokulmuş:
- Kraliçe, artık ağlamayın. Dostunuz kaçtı! demişti.
Iseut:
- Tanrı razı olsun, dedi. Artık beni ister bağlasınlar, ister çözsünler, ister kurtarsınlar, ister öldürsünler, hiçbiri umurumda değil!
Alçaklar, bileklerindeki ipleri öyle haince sıkmışlardı ki durmadan kanlar akıyordu. Ama o gülümseyerek:
- Tanrı bağışlamış, dostumu bu alçakların elinden kurtarmış; ağlamak yakışmaz artık bana, dedi.
Tristan'ın camdan kaçtığı haberi gelince Kral, hırsından bembeyaz oldu, adamlarına Iseut'yü getirmelerini söyledi.
Iseut'yü sürüklediler; salonun dışında, eşiğin önünde gözüktü; kanayan ince ellerini uzattı. Sokaktan bir çığlık yükseldi: "Tanrım, ona acıyın! Mert sayın Kraliçe, sizi ele verenleri hangi kara gün bu toprağa attı! Tanrı belalarını versin!"
Kraliçe'yi, alevlenen diken yığınına dek sürüklediler. O sırada Lidan Senyörü Dinas, Kral'ın ayaklarına kapandı:
- Efendim, beni dinle; uzun zaman mertçe, doğrulukla, hiçbir çıkar gözetmeden sana hizmet ettim. Bütün yaşamımca gördüğüm saray bakanlığı görevimde de ne bir yoksul, ne bir yetim, ne de bir yaşlı kadından on para bile almışlığım yoktur. Sen de kerem eyle, Kraliçeye acıyacağına söz ver. Onu sorguya çekmeden yakmak istiyorsun; bu iyi bir davranış olmaz; kendisi, senin suçlamalarını kabul etmiyorsa... İyi düşün; onu yakarsan, dünya yüzünde güven kalmaz. Tristan kaçtı; ovaları, ormanları, suları, geçitleri iyi bilirdi, yiğitti, evet, sen onun dayısısın, sana bir şey yapmaz, ama uyrukların olan bütün bu baronlardan kimi eline geçirirse öldürür.
Onu dinleyen dört alçağın renkleri sarardı; pusuda yollarını bekleyen Tristan'ı görür gibi oldular. Saray Bakanı:
- Kral, dedi, sana bütün yaşamın boyunca hizmet ettiğim doğruysa, Iseut'yü bana teslim et; hem korumanı olurum, hem kefili.
Ama Kral, Dinas'ın elinden tuttu ve cezayı hemen uygulayacağına, azizler adına ant içti. Bunun üzerine Dinas ayağa kalktı:
- Kralım, ben Lidan'a gidiyorum, hizmetinizden çıkıyorum, dedi.
Iseut ona üzgün üzgün gülümsedi. Dinas atına bindi, başı önüne eğik, öfkeli ve asık suratlı, uzaklaştı.
- Alçak, dedi, ne haince şeyler düşünüyorsun? Evet, bütün sevgimi Tristan'a verdim. Morholt'nun size dövüşmeyi önerdiği gün, hepiniz titreyerek, diliniz tutulmuş gibi sustunuz, başınızı önünüze eğdiniz; ama Tristan, bu toprağın onuru için boy ölçüştü; ölebilirdi. İşte bundan dolayı siz ondan nefret ediyorsunuz. İşte bundan dolayı ben onu seviyorum, senden daha çok seviyorum. Andret, hepinizden çok, herkesten çok. Ama siz ne öğrendiğinizi ileri sürüyorsunuz? Ne gördünüz? Ne işittiniz?
- Doğrusunu istersen senyör, senin de gözlerinle göremeyeceğin, kulaklarınla işitemeyeceğin bir şey değil. Bak, dinle sevgili Kral, belki henüz vakit geçmemiştir.
Bunun üzerine çekilip gittiler, Kralı bu zehiri rahatça sindirmesi için bıraktılar.
Kral Marc, söylenenlerin uğursuz etkisini üzerinden atamadı. O da istemeye istemeye, yeğenini gözetlemeye başladı. Ama Brangien bunu anladı, onlara haber verdi. Kral da boş yere, hilelerle Iseut'yü denemeye çalıştı. Çok geçmeden bu alçakça didişmeden kendi de utandı, artık kuşkudan kurtulamayacağını anlayarak Tristan'ı çağırdı; ona:
- Tristan, dedi, bu şatodan uzaklaş; ayrıldıktan sonra da sakın bir daha şatonun çevresindeki hendekleri, tahta perdeleri aşayım deme. Seni büyük bir ihanetle suçlayan alçaklar var. Bana bir şey sorma; ikimizi de alçaltmadan onların sözlerini yineleyemem. Beni yatıştıracak sözcükler arama. Biliyorum ki yararı olmaz. Bununla birlikte, ben o açaklara inanmıyorum. İnansaydım seni çoktan onursuz bir ölüme atardım. Ama onların kötülük dolu sözleri yüreğimi alt üst etti. Yüreğimi, ancak senin buradan gitmen yatıştırabilir. Git; belki de çok geçmeden seni yeniden çağıracağım; git, benim her zaman sevgili olan oğlum.
Alçaklar haberi duyunca, birbirlerine:
- Gitti, dediler, büyücü gitti; hırsız gibi kovuldu! Bundan sonra ne olabilir artık? Belki serüven aramak üzere denizleri aşacak, uzaklarda, kim bilir hangi krala, onursuz hizmetler önerecek.
Hayır, Tristan kendinde gitmeye cesaret bulamadı; şatonun tahta perdeleriyle hendeklerini aşınca, daha çok uzaklaşamayacağını anladı. Tintagel'in çevresinde durdu. Gorvenal'la birlikte o çevreden birinin evine yerleşti ve orada ateşler içinde hasta düştü. İçi, önceleri Morholt'nun kargısının vücudunu zehirlediği zamankinden daha çok yaralıydı. O zaman o deniz kıyısındaki kulübenin içinde yattığı ve herkesin onun irinlerinden bucak bucak kaçtığı zamanlar, yalnızca üç kişi onun yanından ayrılmamıştı. Gorvenal ile Dinas, yine baş ucundaydılar; ama artık Kral Marc gelmiyordu.
Tristan inleyerek:
- Evet, sevgili dayıcığım, diyordu, vücudum şimdi daha iğrenç bir zehirin kokusunu yayıyor; sizin sevecenliğiniz de artık nefretinizi yenemiyor.
Ama ateşler içinde yanarken bile, isteği, hiç durmadan azgın bir at gibi onu hapseden o sıkı sıkıya kapalı duvarlara doğru çekiyor; ama at da binicisi de taş duvarlara çarparak parçalanıyor, ikisi de yerinden kalkıyor, hiç durmadan yine aynı yolu geçiyorlardı.
Bu kapalı duvarların arkasında, sarışın Iseut de günden güne sararıp soluyordu. Ondan çok daha mutsuzdu; çünkü her davranışını gözetleyen bu yabancıların arasında bütün gün neşeli gözükmesi, gülmesi gerekiyordu. Gece de Kral Marc'ın yanında yatarken, organlarının ürpermesini, nöbet sarsıntılarını yenmesi için Tristan'ın yanına kaçmak istiyordu; yerinden kalkıp kapıya koştuğunu görür gibi oluyordu, ama kapının karanlık eşiği üzerinde alçaklar büyük palalar dizmişlerdi; sivri ve sert bıçaklar, geçerken dizlerine değiyordu. Yere düşüyor, yarılan dizlerinden seller gibi kanlar akıyordu.
Yardımlarına koşan olmazsa, sevgililer çok geçmeden öleceklerdi. Brangien'den başka onlara kim yardım eder? Yaşamını tehlikeye koyarak Tristan'ın hasta yattığı eve gizlice gitti. Gorvenal ona sevinçle kapıyı açtı. Brangien, sevgilileri kurtarmak için Tristan'a bir hile öğretti.
Hayır, efendilerim, hiçbir zaman siz böylesine güzel bir aşk hilesi duymamışsınızdır.
Tintagel Şatosu'nun arkasında, dayanıklı parmaklıklarla çevrilmiş geniş bir meyve bahçesi uzanıyordu. Sayısız güzel ağaç vardı, üzerleri meyveler, kuşlar ve kokulu salkımlarla doluydu. Şatonun en uzak yerinde, parmaklığın direkleri dibinde kocaman, dimdik bir çam ağacı yükseliyordu; güçlü gövdesinin üzerinde geniş dalları vardı. Dibinden bir pınar akıyordu. Önce dingin ve duru su, mermer bir yalağın içinde, bir çarşaf gibi yayılıyor; sonra dar bir yoldan geçerek meyve ağaçlarının arasından dolaşıyor, şatonun içine giriyor, kadınların dairesinden geçiyordu. İşte her akşam, Brangien'in öğrettiği akıl üzerine, Tristan büyük bir beceriyle ağaç kabukları ve ince dallar yontuyordu. Sivri parmaklıkları aşıyor, çam ağacının altına gelince, ağaç çöplerini çeşmenin içine atıyordu. Köpük gibi hafif olan bu kırıntılar suyun üstünde yüzüyor, suyla birlikte akıyordu. Kadınların odasında Iseut, onların gelmesini bekliyordu. Brangien'in, Kral Marc'la alçakları uzaklaştırmayı başardığı geceler, Iseut dostunu karşılıyordu.
Çevik ama korkak adımlarla ağaçların arkasında alçaklar gizlenmiş mi diye her adımda çevreyi kollayarak gelir, Tristan onu görür görmez kollarını açarak ona doğru koşardı. Gecenin karanlığı ve büyük çam ağacının dost gölgesi onları koruyordu. Kraliçe:
- Tristan, derdi, denizciler bu Tintagel Şatosu'nun büyülü olduğunu söylemezler mi? Bu büyünün etkisiyle, yılda iki kez; bir yazın, bir de kışın gözden yiter, görünmezmiş. İşte şimdi yine yitti. Arple söylenen türkülerde geçen sihirli meyve bahçesi, burası değil mi? Çevresini hava tabakasından bir duvar kaplıyor; çiçeklenmiş ağaçlar, güzel kokulu bir toprak; yiğit dostunun kolları arasında hiç yaşlanmadan yaşar ve hiçbir düşman gücü bu havadan duvarı yıkmayı başaramaz.
Tintagel'in kaleleri üzerinde kolcuların gün doğuşunu haber veren boru sesleri yansımaya başlarken Tristan:
- Hayır, derdi, havadan duvar yıkıldı bile, sihirli bahçe de burası değil. Günün birinde dostum, hiç kimsenin geri dönmediği o mutluluk ülkesine birlikte gideriz. Orada, beyaz mermerden bir şato yükselir; bin bir penceresinin her birinde bir meşale yanar; her birinde bir çalgıcı, sonsuz bir türküyü çalar ve söyler; orada güneş parlamaz; ama kimse onun ışığını aramaz. Orası bir mutlu insanlar ülkesidir.
Bir yandan da, Tintagel kalelerinin tepesinde doğan gün, sıra sıra yeşil, mavi taşlardan yapılı büyük blokları aydınlatıyordu.
Iseut, yeniden neşesini buldu; Marc'ın kuşkusu dağıldı. Ancak alçaklar... Tristan'ın Kraliçe'yi yine gördüğünü anladılar. Ama Brangien öyle iyi bekçilik ediyordu ki gözetlemeleri bütünüyle boşa gitti. Sonunda, Tanrı kahretsin, dük Andret, arkadaşlarına:
- Beyler, dedi, kambur cüce Frocin'e akıl danışalım. O, yedi sanatı, büyücülüğü, her türlü sihir yöntemini bilir. Bir çocuk dünyaya gelince, yedi gezegenin ve yıldızların seyrine bakmasını öyle iyi bilir ki, çocuğun yaşamının bütün önemli noktalarını söyleyiverir. Gizli şeyleri, Bugibus ve Noiron'un gücüyle keşfeder. İsterse, bize sarışın Iseut'nün hilelerini söyleyebilir.
Güzellik ve yiğitlik düşmanı kötü yürekli cüce, büyü işaretlerini çizdi, sihirlerini ortaya attı, Orion ve Lucifer'in seyirlerini izledi; sonra:
- Sevgili efendilerim, sevinin, dedi. Bu gece onları yakalayabilirsiniz.
Onu kralın karşısına çıkardılar. Büyücü:
- Efendim, dedi, avcılarınıza söyleyin, av köpeklerine tasmalarını, atlara da eyerlerini taksınlar; yedi gün, yedi gece avlanmak için ormanda yaşayacağınızı haber verin. Bu geceden tezi yok, Tristan'ın Kraliçe'yle neler konuştuğunu işitmezseniz beni astırın.
Kral istemeye istemeye dediklerini yaptı. Gece olunca avcılarını ormanda bıraktı, cüceyi atının önüne bindirdi, Tintagel'e döndü. Bildiği bir kapıdan meyve bahçesine girdi, cüce onu büyük çam ağacının altına götürdü:
- Sayın Kral, şu ağacın üstüne çıkarsanız daha iyi olur. Yayınızı, oklarınızı da yanınıza alın; belki gerekebilir. Hiç sesinizi çıkarmayın. Çok beklemeyeceksiniz.
Marc yanıt olarak:
- Defol, düşman köpeği, dedi.
Cüce atı da alıp gitti.
Doğru söylemişti; Kral çok beklemedi. O gece ay güzel ve parlaktı. Yaprakların arasında saklı duran Kral, yeğeninin sivri parmaklıkların üzerinden atladığını gördü. Tristan ağacın altına geldi, suya yonga ve ağaç dalları attı. Ama onları atarken çeşmeye doğru eğilince Kral'ın suda yansısını gördü. Ah! Suyla birlikte giden yongaları durdurabilseydi! Ama ne mümkün! Bahçenin ortasında hızla sürüklenip gidiyorlardı. Orada kadınların dairesinde, Iseut onların gelmesini bekliyordu, belki şimdi onları görmüştü bile, koşarak geliyordu. Tanrı sevgilileri korusun!
Iseut geliyor. Kıpırdamadan yerde oturan Tristan ona bakıyor, ağaçta yaya takılan okun gıcırtısını duyuyordu.
Iseut geliyordu. Çevik, ama her zamanki gibi sakıngan adımlarla. "Ne var acaba?" diye düşünüyordu, "Neden Tristan bu gece bana doğru koşmuyor. Acaba bir düşman mı gördü?"
Iseut olduğu yerde durdu, karanlık çalılıkları gözleriyle yokladı; birdenbire ay ışığında o da çeşmenin suyunda Kral'ın yansısını gördü. Gözlerini yukarıya, ağacın dallarına doğru kaldırmamakla, kadınlara özgü olan sağduyuyu gösterdi. Usulca, "Tanrım," dedi, "Bana yalnızca bir şey bağışla; söze başlayan ben olayım!"
Biraz daha yaklaştı. Dinleyin bakın nasıl, sevgilisinden önce söze başlayıp ona durumu anlattı:
- Efendim Tristan, bunu nasıl göze aldınız? Bu saatte, böyle bir yere beni çağırmak! Bundan önce yine birçok kez beni çağırmıştınız; benden bir ricada bulunmak için diyordunuz? İşte geldim, çünkü Kraliçe olmamı size borçlu olduğumu unutmadım. İşte buradayım, ne istiyorsunuz?
- Kraliçe, sizden acıma istiyorum; Kral'ın öfkesini yatıştırın!
Iseut titriyor, ağlıyordu. Ama Tristan, ona tehlikeyi haber veren Tanrı'ya dua ediyordu:
- Evet Kraliçe, sizi çok kez boşuna çağırdım; Kral'ın beni kovduğu günden beri hiçbir kez gönül indirip çağrıma gelmediniz. Ama karşınızda gördüğünüz bu zavallıya acıyın; Kral benden nefret ediyor; ama neden, bilmiyorum; belki siz bilirsiniz. Açık sözlü Kraliçe, Kral'ın bütün yüreğiyle güvendiği iyilik dolu Iseut, sizden başka kim onun öfkesini yatıştırabilir?
- Efendim Tristan, gerçekten ikimizden de kuşkulandığını biliyor musunuz? Hem de nasıl bir aldatıştan? Utandığım yetmiyormuş gibi, bunu size söyleyen ben mi olayım? Efendim, sizi yasal olmayan bir aşkla sevdiğimi sanıyor. Oysa, Tanrı bilir, yalan söylüyorsam kahrolayım! Beni ilk kez kız olarak kolları arasına alan adamdan başka hiçbir erkeğe aşkımı vermedim. Siz de Tristan, sizin için Kral'dan bağışlama dilememi mi istiyorsunuz? Şu çam ağacının altına geldiğimi bir öğrense, küllerimi rüzgârlara dağıtırdı!
Tristan:
- Canım dayıcığım, diye inledi. Bir insan kötülük yapmazsa, kötü değildir, derler. Ama böyle bir kuşku, sizin yüreğinizde nasıl doğabilir?
- Efendim Tristan, ne demek istiyorsunuz? Hayır, benim efendim kendiliğinden böyle bir kötülük düşünmezdi. Ama bu toprağın alçakları, onu bu yalana inandırdılar; temiz yürekleri aldatmak kolaydır. Birbirlerini seviyor dediler; Kral'ı bize karşı çevirdiler. Evet, beni seviyordunuz Tristan, neye yadsımalı? Dayınızın karısı değil miydim? Sizi iki kez ölümden kurtarmamış mıydım? Ben de sizi seviyordum; Kral'ın soyundan değil misiniz? Annemin, bir kadın kocasının akrabalarını sevmezse, kocasını da sevmez dediğini az mı duymuşumdur? Sizi Kral'ın hatırı için seviyordum. Tristan; şimdi de sizi bağışlasa hoşnut olurum. Ama bütün vücudum titriyor, pek korkuyorum, gidiyorum; aslında zaten burada da gereğinden uzun kaldım.
Dalların arasında Kral acıdı, yavaşça gülümsedi; Iseut uzaklaştı, Tristan ona yeniden seslendi:
- Kraliçe, Tanrı aşkına bana yardım edin; bana acıyın. Alçaklar, Kralı seven herkesi ondan uzaklaştırmak istiyorlar; muratlarına da erdiler. Şimdi artık onunla alay ediyorlar. Öyle olsun, ben de bu ülkeden giderim, uzaklara; buraya geldiğimdeki gibi sefil olurum. Ama hiç olmazsa geçmiş hizmetlerimin hatırı için, buradan onurumla ayrılıp gideyim diye, giderlerimi karşılayacak, atımı silahlarımı kurtaracak parayı versin.
- Hayır Tristan, benden böyle bir şey istememeliydiniz. Bu toprakta yalnızım, kimsenin beni sevmediği bu sarayda yalnızım, güvenecek yerim yok, Kral'ın elindeyim. Sizin hakkınızda bir söz söylesem, onursuz bir ölümü göze alacağımı görmüyor musunuz? Dostum, Tanrı sizi korusun. Kral sizden nefret etmekte yanılıyor. Nereye giderseniz gidin, Tanrı sizin yardımcınız olacaktır.
Iseut uzaklaştı, odasına dek koştu; orada, tirtir titrer bir durumda Brangien'in kolları arasına atıldı. Kraliçe olup bitenleri anlattı; Brangien haykırdı:
- Iseut, hanımcığım, Tanrı sizin için büyük bir tansık yarattı. Tanrı acıyıcı bir babadır, suçsuz olduklarını bildiği insanların kötülüğünü istemez.
Tristan, büyük çamın altında, mermer basamağa dayanmış inliyordu:
- Tanrı bana acısın da, sevgili efendim tarafından uğradığım bu büyük haksızlığı düzeltsin.
Tristan meyve bahçesinin parmaklığını geçince, Kral gülümseyerek:
- Sevgili yeğenim, dedi, gönlün rahat olsun. Bu sabah hazırladığım uzun gezim işte artık sona erdi!
Ötede, ormanın açık bir yerinde, cüce Frocin, yıldızların seyrine dalmıştı. Kral kendisine ölümle gözdağı veriyordu; korkusundan, utancından kapkara oldu. Hırsından ne yapacağını bilmiyordu! Galles ülkesine doğru kaçmaya başladı.
VII
CÜCE FROCIN
Kral Marc, Tristan'la barıştı. Şatoya yeniden gelmesine izin verdi. Tristan yine, Kral'ın yakınları ve sadık adamlarıyla birlikte Kral'ın odasında yatmaya başladı. İstediği zaman girip çıkıyor, Kral da hiç kaygılanmıyordu. Ama kim, sevgisini uzun zaman gizli tutabilir? Aşk gizlenemez.
Marc, alçakları da bağışlamıştı. Bir gün, Saray Bakanı Dinans de Liden, kambur cüceyi, uzak bir ormanda başıboş ve sefil bir durumda bulmuş, Kral'a getirmiş, o da acıyıp suçunu bağışlamıştı.
Ama Kral'ın yüce gönüllülüğü baronların kinini bütün bütün ayaklandırmaktan başka hiçbir şeye yaramadı. Tristan'la Kraliçe'yi bir arada bir daha yakaladılar; aralarında ant içtiler; Kral yeğenini ülkeden kovmazsa, sağlam şatolarına çekilecekler, Kral'a savaş açacaklardı. Kral'ı görüşmeye çağırdılar:
- Senyör, bizi ister sev, ister sevme; biz Tristan'ı buradan kovmanı istiyoruz. Kraliçe'yi seviyor, görmek isteyen bunu pek iyi görebilir; ama biz artık buna dayanamayacağız.
Kral onları dinliyor, içini çekiyor, başını yere eğiyor, susuyordu:
- Hayır kral, biz artık buna dayanamayacağız; çünkü görüyoruz ki eskiden garip görünen bu haber, artık seni şaşırtmıyor. Bütün suçlarına göz yumuyorsun demek. Ne yapmak niyetindesin? Düşün, taşın, karar ver. Bize gelince; yeğenini, bir daha geri dönmemek üzere buradan uzaklaştırmazsan, baronluklarımıza çekilecek, komşularımızı da kendimizle birlikte sarayından dışarı sürükleyeceğiz; onların da burada kalmasına dayanamayız. İşte sana böyle bir öneride bulunuyoruz; iki seçenekten birini seç.
- Beyler, bir kez Tristan için söylediğiniz çirkin sözlere inandım, sonradan da inandığıma pişman oldum. Ama siz benim uyruklarımsınız, adamlarımın dostluklarını yitirmek istemem. Ne yapayım, söyleyin bana, görüş vermek göreviniz değil mi? Bilirsiniz ki her türlü gururdan kaçınır, hiçbir zaman da mantıksız davranmak istemem.
- Öyleyse efendimiz, buraya cüce Frocin'i çağırtın. Meyve bahçesindeki olaydan dolayı sizin ona güveniniz yoktur, ama Kraliçe'nin o akşam çam ağacının altına geleceğini yıldızlardan okumamış mıydı? Çok şeyler bilir; bir danışın.
Uğursuz cüce, koşa koşa geldi; Denoalen onu kucakladı. Bakın krala ne korkunç bir ihanet salık verdi:
- Efendim, yeğenine, yarın sabah gün doğarken atıyla dört nala Carduel'e gidip Kral Artur'e parşömen kağıdı üzerine yazılmış, balmumuyla da iyice mühürlenmiş bir mektubu götürmesini buyur. Kral, Tristan senin yatağının yanı başında yatıyor. O uykuya dalar dalmaz sen odandan çık, sana ant içerim, gitmeden önce gelip onunla bir kez olsun konuşmak isteyecektir. Niçin? Elbette sevdiği için; gelişinden benim haberim olmaz, üstelik sana da görünmezse öldür beni. Ötesini bana bırak, yalnızca, yatma zamanından önce Tristan'a o mektuptan söz edeyim deme.
Marc:
- Peki, dedi. Öyle olsun!
Bunun üzerine cüce, çirkin bir alçaklık yaptı. Bir ekmekçi dükkânına girdi ve dört denier karşılığında ince un aldı, giysisinin eteğine gizledi. Ah! Böyle bir alçaklık kimin aklına gelebilirdi? Gece olup da Kral yemeğini yedikten sonra, adamları bitişik odada uyudular. Tristan her zamanki gibi Kral Marc'ın yatma göreneği dolayısıyla yatak odasına geldi:
- Güzel yeğenim, buyruğum şudur: Bir at alıp Carduel'e, Kral Artur'e gideceksiniz, şu mektubu vereceksiniz. Benim tarafımdan selam götürün, bir günden çok da kalmayın.
- Yarın götürürüm, Kralım.
- Evet, yarın, gün doğmadan.
Tristan'ı büyük bir heyecan aldı. Kendi yatağıyla Kral Marc'ın yatağı arasında bir mızrak boyu uzaklık vardı. Kraliçe'yle konuşmak için içinde çılgınca bir istek belirdi. Gün ağarmaya başlarken, Marc'a bakacaktı; uyuyorsa, kraliçenin yanına gidecekti. Aman Tanrım, ne çılgınlık!
Cüce her zamanki gibi, Kral'ın odasında yatıyordu. Herkesin uyuduğuna inanınca yatağından kalktı, Tristan'la kraliçenin yatakları arasına ince undan serpti; sevgililerden biri ötekinin yanına gidecek olursa un ayak izlerini belli edecekti. Cüce unu serperken, uyanık olan Tristan onu gördü:
- Bu da ne demek? Bu cücenin, bana iyilik etme alışkanlığı yoktur; ama umutları boşa gidecek; ayak izlerimi aldıracak kadar aptal değilim.
Gece yarısı, Kral kalktı, odadan çıktı, cüce de arkasındaydı. Odanın içi karanlıktı, ne mum vardı, ne lamba. Tristan yatağının içinde ayağa kalktı. Ama ey Tanrım, niçin acaba böyle bir şey düşünmüştü? Ayaklarını birleştirdi, uzaklığı ölçtü, bir zıplayışta Kral'ın yatağına düştü. Aksi gibi de, bir gün önce ormanda, büyük bir yaban domuzunun burnu, bacağını yaralamıştı; yara sarılı değildi. Bu sıçrayışın etkisiyle yara açıldı, kanamaya başladı. Üstelik Tristan kanının aktığını, çarşafların lekelendiğini görmedi. Dışarda, ay ışığında, cüce bir fala bakıp sevgililerin buluştuklarını öğrendi. Sevinçten titredi; Kral'a:
- Git, dedi, onları şu anda yakalamazsan beni ipe çektir!
Kral, cüce ve dört alçak oraya doğru yürüdüler. Tristan onları duyar duymaz ayağa kalktı, bir zıplayışta yatağına döndü... Ama ne yazık ki atlarken yaralarından unun üzerine çok kan aktı.
Kral, baronlar ve ışık taşıyan cüce geldiler. Tristan'la Iseut uyur gibi yapmışlardı; Perinis'le birlikte, odada yalnızdılar; o da Tristan'ın ayak ucunda yatıyor, kımıldamıyordu. Ama Kral yatağının üzerinde kıpkırmızı çarşaflarla, yerdeki ince unun üzerinde taze kan damlalarını gördü.
O zaman Tristan'dan, yiğitliği yüzüden nefret eden dört baron, onu yatağında yakaladılar; Kraliçe'ye gözdağı verdiler, alaya aldılar, kızdırdılar, hakkıyla ceza göreceğine söz verdiler. Kanayan yarayı buldular. Kral:
- Tristan, dedi, yadsımak para etmez; yarın öleceksiniz.
Tristan bağırdı:
- Beni bağışlayın efendim. Büyük Cefa'yı çekmiş olan İsa'nın ruhu için bize acıyın!
Alçaklar:
- Senyör, öcünü al, dediler.
- Dayıcığım, ben size kendim için yalvarmıyorum; ölmekten korkmuyorum. Evet sizi kızdırmak korkusu olmasa, bu aşağılamadan dolayı siz burada olmasaydınız, elleriyle vücuduma dokunmaya cesaret edemeyecek olan bu alçaklara gösterirdim; ama size saygı ve sevgimden dolayı teslim oluyorum, bana istediğiniz yapın. Buyruğunuza hazırım efendim, ancak kraliçeye acıyın!
Ondan sonra Tristan Kral'ın önünde eğildi, ayaklarına kapandı:
- Kraliçeye acı; evinde, onu günahlı bir aşkla sevdiğimi ileri sürmeyi göz alacak kimse varsa, kavga alanında, karşısında beni bulacaktır. Efendim, ona acıyın, Tanrı rızası için olsun!
Ama üç baron, onu da kraliçeyi de iplerle bağlamışlardı. Ah! Karşı karşıya dövüşerek suçsuz olduğunu kanıtlamasına izin verilmeyeceğini bir bilseydi, canlı canlı kendini parçalattırır ama böyle aşağılık biçimde bağlatmazdı.
Tanrı'ya inanıyordu; biliyordu ki er meydanında kimse ona karşı silah kaldırmayı göze alamazdı. Doğrusu Tanrı'ya güvenmekte haklıydı. Kraliçe'yi hiçbir zaman günahlı bir aşkla sevmediğine ant içtiği zaman alçaklar bu ikiyüzlülüğe gülüyorlardı. Ama, efendilerim, siz ki deniz üzerinde içilen sihirli içkinin içyüzünü biliyorsunuz, sorarım size, Tristan yalan mı söylüyordu? Bir suçu, olay değil yargı kanıtlar. İnsanlar olayı görür ama yürekleri Tanrı görür; doğru yargıyı yalnızca o verebilir. Öyle bir düzen kurmuştur ki, her suçlanan adam, hakkını döğüşle savunabilir. Tanrı o zaman suçsuzla birliktedir. İşte bu yüzden Tristan hakkını arıyor, dövüşmek istiyordu; bu yüzden Kral Marc'a boyun eğdi. Gelgelelim, olacağı önceden kestirebilseydi, ne yapar yapar, alçakları ortadan kaldırırdı. Ne etti de kaldırmadı?
VIII
KİLİSEDEN ATLAYIŞ
Kentte, gecenin karanlığı içinde bir haber dolaşıyordu: Tristan'la Kraliçe yakalanmışlar, Kral onları öldürmek istiyormuş. Zengin kentliler, yoksullar, hepsi ağlaşıyorlardı:
"Ah! Ağlamaya hakkımız yok mu! Tristan, mert baron, böyle çirkin bir ihanet yüzünden mi öleceksiniz? Ya siz, dürüst sayın Kraliçe, böylesine güzel, böylesine sevilen bir kral kızı, bir daha nerede dünyaya gelir? Kambur cüce, bu mu bilmecelerinin sonucu? Seni bulup da vücuduna kargısını saplamayan adam, hiçbir zaman tanrısal ışığı görmesin! Tristan, sevgili güzel dost, çocuklarımızı alıp götürmeye gelen Morholt bu kıyıya çıkınca, baronlarımızdan hiçbiri ona karşı silaha sarılmayı göze alamadı, hepsi dilsiz kesildi. Oysa siz Tristan, biz Cornouailleslılar için siz dövüştünüz, Morholt'yu öldürdünüz; vücudunuzda kargısıyla açtığı yara yüzünden bizim için az kaldı ölüyordunuz. Bugün, bütün bunlar aklımıza gelir de, ölümünüze nasıl razı oluruz?"
Kentte iniltiler, bağrışmalar yükseliyor, herkes saraya koşuyordu. Ama Kral'ın öfkesi öyle şiddetliydi ki, en güçlü, en gururlu baronlar bile onu yumuşatmak için tek sözcük söylemeyi göze alamıyorlardı.
Karanlık çekiliyor, sabah yaklaşıyordu. Güneş doğmadan önce, Marc atına bindi, kent dışına, o herkesin duruşmalarını yapıp yargılarını verdiği yere gitti. Toprağa bir çukur kazılmasını, içine budaklı asma dalları, kökleriyle birlikte koparılmış beyazlı siyahlı dikenler yığılmasını buyurdu.
Sabahın altısında, Cornouailleslıları toplamak için tellal bağırttı. Gürültü patırdı toplandılar. Tintagel cücesinden başka ağlamayan yoktu. Herkes toplanınca, Kral halka şöyle seslendi:
- Beyler, şu diken yığınını Tristan'la Kraliçe için hazırlattım, suç işlediler.
Hepsi bir ağızdan bağırdılar:
- Yargılansınlar! Kral, önce sorgulama, sonra yargılama. Yargılamadan onları öldürmek ayıptır, cinayettir. Kral, onlara biraz süre verin; acıyın.
Marc öfkesi arasında:
- Hayır, dedi. Ne süre, ne acıma, ne yargılama, ne de yargı! Bu dünyayı yaratan Tanrı'nın adına ant içerim ki, benden bir daha böyle bir şey isteyen olursa, bu ateşte ilkin o yanacaktır!
Ateşin yakılmasını ve şatodan önce Tristan'ı getirmelerini buyurdu.
Dikenler alev alev yanmaya başladı, herkes susuyor, Kral bekliyordu.
Uşaklar, sevgililerin kapatıldığı odaya koştular. Tristan'ı iplerle bağlı ellerinden sürüklediler. Vallahi, onu böyle bağlamak alçaklıktı! O, böyle bir davranışın utancıyla ağlıyordu, ama gözyaşları neye yarar? Onu haince götürdüler. Üzüntüden çılgına dönen Kraliçe haykırdı:
- Keşke sizin kurtulmanız için beni öldürseler, dostum, büyük bir mutluluk olurdu!
Korumanlarla Tristan, kentin dışına, odun yığınına doğru inmeye başladılar. Arkalarından bir atlı, koşarak geliyordu. Onlara yaklaşınca, hâlâ koşmakta olan atından yere atladı; bu gelen, iyi yürekli Saray Bakanı Dinas'tı. Olayı duyar duymaz şatosundan fırlamış geliyordu, beygiri köpük, ter ve kan içindeydi:
- Oğul, hemen Kral'ın mahkemesine gidiyorum. Tanrı'nın yardımıyla belki ikinize de yardım edebilecek bir görüş veririm. Onun yardımıyla şimdiden sana küçük bir hizmette bulunabileceğim.
Uşaklara dönerek:
- Arkadaşlar, dedi, onu bağsız götürmenizi istiyorum. -Dinas ipleri kesti- Kaçmaya kalkışırsa, ellerinizde kılıçlarınız yok mu?
Tristan'ı ağzından öptü, yeniden atına bindi, uzaklaştı.
Dinleyin bakın, Tanrı nasıl da acıyıcıdır. Suçlunun ölümünü istemeyen, işkence edilen sevgililer için kendisine yalvaran zavallı halkın göz yaşlarını, bağrışmalarını hoşgördü. Tristan'ın geçtiği yolun yanındaki bir kayanın üzerinde, poyraza bakan bir kilise, deniz üzerinde yükseliyordu.
Temel duvarı yüksek, taşlık, sivri kayalıklı bir falezin üzerine kurulmuştu. Mihrabın içinde, uçurumun üzerinde, bir azizin ustaca yapıtı olan bir camlı pencere vardı. Tristan kendisini götürenlere:
- Efendiler, dedi, bu kiliseyi görüyorsunuz ya; izin verin de içeri gireyim. Ölümüm yakın, Tanrı'ya dua edeceğim, kusurlarımı bağışlasın. Efendiler, kilisenin bundan başka kapısı yoktur; hepinizin elinde de kılıç var; görüyorsunuz ki ancak bu kapıdan geçebilirim. Tanrı'ya duamı bitirince, ister istemez yine size teslim olacağım.
Korumanlardan biri:
- Artık bu kadarına izin verebiliriz, dedi.
Tristan'ı içeri bıraktılar. Kilisenin içinde koşmaya başladı, koro yerini geçti, mihrabın camına geldi, pencereyi açtı ve kendini aşağı attı. O seyircilerin önünde yanarken ölmektense, bu düşüş daha iyiydi.
Ama efendilerim, Tanrı ona acıdı; rüzgâr giysilerini şişirdi, onu havaya kaldırdı ve kayanın dibinde geniş bir taşın üzerine kondurdu. Cornouailleslılar o zamandan beri bu taşa "Tristan taşı" derler.
Kilisenin önünde, ötekiler hâlâ bekliyorlardı. Boşuna bekliyorlardı, çünkü artık onu Tanrı kendi korumasına almıştı. Tristan koşuyordu. Oynak kum ayakları altında kayıyor, yere düşüyor, arkasına dönüyor; uzakta yakılan ateşi görüyor; alevler gürlüyor, duman yükseliyor, Tristan kaçıyordu.
Gorvenal, belinde kılıcı, dolu dizgin kentten kaçmıştı; yoksa Kral efendisinin yerine onu yaktırırdı. Düzlüğe çıkınca Tristan'ı buldu. Tristan, haykırdı:
- Hocam, Tanrı bana acıdı. Ama neye yarar; zavallı ben! Iseut yanımda olmadıktan sonra benim için hiçbir şeyin değeri yok. Keşke düşerken parçalansaydım! Ben kurtuldum Iseut, ama seni öldürecekler. Onu benim için yakıyorlar, ben de onun için öleceğim.
Gorvenal:
- Sevgili efendim, dedi, biraz kendinize gelin, umutsuzluğa kapılmayın. Şu çevresinde geniş bir hendek olan sık ağaçlığı görüyorsunuz ya; oraya saklanalım; bu yoldan geçen çok olur; onlardan öğreniriz; eğer Iseut'yü yakarlarsa, Meryem Ana'nın oğlu Tanrı'nın adıyla ant içerim, onun öcünü alacağımız güne dek çatı altında yatmayacağım, oğlum.
- Sevgili hocam, kılıcım yanımda değil ki.
- İşte sana onu da getirdim.
- Peki hocam, artık Tanrı'dan başka hiçbir şeyden korkmam.
- Oğul, cüppemin altında hoşuna gidecek bir şeyim daha var; şu sağlam ve hafif zırhlı giysi işine yarayabilir.
- Ver, sevgili hocam. Tanrı yardımcım olsun. Dostumu kurtarmaya gidiyorum.
Gorvenal:
- Hayır, acele etme, dedi. Belki de Tanrı sana daha güvenli bir öç alma yolu gösterecek. Odun ateşine yaklaşamazsın; kentliler çevresini sarmışlardır; Kral'dan da korkarlar. Seni en çok kurtarmak isteyen, belki de ilk darbeyi vuran olacaktır. Çılgınlık yiğitlik değildir, derler, doğrudur... Bekle...
Tristan kayalardan kendini attığında, halktan yoksul bir adam, onun ayağa kalkıp kaçtığını görmüştü. Koşa koya Tintagel'e gitmiş, Iseut'nün odasına dek sokulmuş:
- Kraliçe, artık ağlamayın. Dostunuz kaçtı! demişti.
Iseut:
- Tanrı razı olsun, dedi. Artık beni ister bağlasınlar, ister çözsünler, ister kurtarsınlar, ister öldürsünler, hiçbiri umurumda değil!
Alçaklar, bileklerindeki ipleri öyle haince sıkmışlardı ki durmadan kanlar akıyordu. Ama o gülümseyerek:
- Tanrı bağışlamış, dostumu bu alçakların elinden kurtarmış; ağlamak yakışmaz artık bana, dedi.
Tristan'ın camdan kaçtığı haberi gelince Kral, hırsından bembeyaz oldu, adamlarına Iseut'yü getirmelerini söyledi.
Iseut'yü sürüklediler; salonun dışında, eşiğin önünde gözüktü; kanayan ince ellerini uzattı. Sokaktan bir çığlık yükseldi: "Tanrım, ona acıyın! Mert sayın Kraliçe, sizi ele verenleri hangi kara gün bu toprağa attı! Tanrı belalarını versin!"
Kraliçe'yi, alevlenen diken yığınına dek sürüklediler. O sırada Lidan Senyörü Dinas, Kral'ın ayaklarına kapandı:
- Efendim, beni dinle; uzun zaman mertçe, doğrulukla, hiçbir çıkar gözetmeden sana hizmet ettim. Bütün yaşamımca gördüğüm saray bakanlığı görevimde de ne bir yoksul, ne bir yetim, ne de bir yaşlı kadından on para bile almışlığım yoktur. Sen de kerem eyle, Kraliçeye acıyacağına söz ver. Onu sorguya çekmeden yakmak istiyorsun; bu iyi bir davranış olmaz; kendisi, senin suçlamalarını kabul etmiyorsa... İyi düşün; onu yakarsan, dünya yüzünde güven kalmaz. Tristan kaçtı; ovaları, ormanları, suları, geçitleri iyi bilirdi, yiğitti, evet, sen onun dayısısın, sana bir şey yapmaz, ama uyrukların olan bütün bu baronlardan kimi eline geçirirse öldürür.
Onu dinleyen dört alçağın renkleri sarardı; pusuda yollarını bekleyen Tristan'ı görür gibi oldular. Saray Bakanı:
- Kral, dedi, sana bütün yaşamın boyunca hizmet ettiğim doğruysa, Iseut'yü bana teslim et; hem korumanı olurum, hem kefili.
Ama Kral, Dinas'ın elinden tuttu ve cezayı hemen uygulayacağına, azizler adına ant içti. Bunun üzerine Dinas ayağa kalktı:
- Kralım, ben Lidan'a gidiyorum, hizmetinizden çıkıyorum, dedi.
Iseut ona üzgün üzgün gülümsedi. Dinas atına bindi, başı önüne eğik, öfkeli ve asık suratlı, uzaklaştı.
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Tristan ve Iseut - 4
- Büleklär
- Tristan ve Iseut - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3890Unikal süzlärneñ gomumi sanı 208630.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3952Unikal süzlärneñ gomumi sanı 199432.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3889Unikal süzlärneñ gomumi sanı 200332.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3893Unikal süzlärneñ gomumi sanı 202430.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3944Unikal süzlärneñ gomumi sanı 200431.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3931Unikal süzlärneñ gomumi sanı 197132.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3879Unikal süzlärneñ gomumi sanı 197731.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Tristan ve Iseut - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 808Unikal süzlärneñ gomumi sanı 54641.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.61.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.