Taras Bulba - 8
Süzlärneñ gomumi sanı 3937
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2206
32.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Bir hafta sonra atına binmiş, tüfeğini, kılıcını kuşanmış, yanına yol azığını, içki tulumunu, barut kesesini, yolda gerekecek her şeyini almış olarak Uman kentinin yolunu tuttu. Kente varınca ilk işi pis, yıkıntı bir evi aramak oldu. Aradığını da buldu. Evin ufacık pencereleri isten görünmez olmuş, bacasına paçavralar tıkılmış, delik çatısına bir sürü serçe konmuştu. Kapının önündeyse yığınla süprüntü vardı. Hotozundaki inciler isten kararmış bir Yahudi karısı evin penceresinden başını uzatmış bakıyordu. Taras atından indi, hayvanın dizginlerini duvara çakılı demir tokaya geçirdikten sonra;
- Kocan evde mi? diye sordu.
Yahudi karısı:
- Evde, diyerek yerinden fırladı, atın önüne yulaf koydu, Taras'a da bir bardak bira getirdi.
- Ne yapıyor senin Yahudi?
- İçerde dua ediyor.
Taras, bira bardağını dudaklarına götürürken Yahudi karısı yerlere değin eğildi. Kazak efendiye sağlıklar diledi.
- Sen burada kal. Biz içerdeyken ata bakar, yem, su verirsin. Kocanla konuşacaklarım var.
Taras'ın aradığı Yahudi, Yankel'den başkası değildi. Burada hancılık, meyhanecilik yapmakla, mal kiraya vermekle hayli zengin olmuştu. Yahudi becerikliliği sonunda ülkenin irili ufaklı birçok beyini avcunun içine almış, paralarını da cebe indirmişti. Kentin çevresinde, onun açgözlülüğü yüzünden yıkılmadık ev, dağılmadık ocak kalmamış gibiydi. Kimse evine bakmaz olmuş, elindekini avucundakini meyhaneye yatırmıştı. O çevre insanlarının giyimlerini görenler yangın ya da veba salgını geçirdiklerini sanırdı. Eğer Yankel oralarda on yıl daha kalsa bütün yöreyi soyup soğana çevirir, daha bir nicesinin ocağına incir dikerdi.
Taras içeriye girdiğinde, sırtındaki kirli entarisiyle Yankel son duaya durmuştu. Dininin gereği olarak başını yana çevirip şeytana tükürdüğü sırada arkasında dikilen Taras'ı gördü. Kazak beyini görür görmez, yaşlı yiğidin başına konan iki bin altın geldi aklına. Ama bu düşüncesinden dolayı utandı. Bir Yahudi'nin beynini kurt gibi kemiren para hırsını bastırmaya çalıştı.
Taras, konuştuklarını kimse duymasın diye kapıyı kapattı, karşısında durmadan yerlere eğilen Yahudi'ye döndü:
- Beni iyi dinle, Yankel! Biliyorsun, seni ölümden kurtardım, ben olmasam Zaporojyeliler seni parça parça etmişlerdi. Şimdi sıra sende, bana bir iyilikte bulunacaksın.
Bu sözleri işiten Yahudi'nin suratı buruştu.
- Aman efendim, elimden gelen bir şey varsa başım üstüne.
- Lafı gevelemeyi bırak. Beni Varşova'ya götürmeni istiyorum.
Yankel şaşırmıştı. Omuzlarını kaldırdı, kaşlarını çattı.
- Ne Varşova'ya mı? Varşova'da ne yapacaksın?
- Kes sesini! Beni Varşova'ya götüreceksin, dedim. Ne olursa olsun onu göreceğim, bir sözcük dahi olsa onunla konuşacağım.
- O görüp konuşacağın kimmiş?
- Oğlum Ostap.
- Ağam bilmiyor mu...
- Biliyorum, hepsini biliyorum. Kellemi getirene iki bin altın verileceğini işittim. Köpoğulları neye değer biçtiklerini pek iyi biliyorlar. Ama ben sana beş bin altın vereceğim. Şimdilik al şu iki bini. Üstünü de dönüşte öderim.
Bulba böyle diyerek koynundan bir meşin kese çıkardı, içindeki altınların hepsini masaya boşalttı. Yahudi kaptığı bir havluyu hemen altınların üstüne örttü, sonra altınlardan birini alıp elinde evirdi, çevirdi, dişleriyle denedi.
- Ay, ay! Ne temiz altın! Ne güzel altın! Bunları kimin elinden aldıysan çok yaşamamış, kahrından ölmüştür. Çil çil altınlardan ayrılmaya hangi yürek dayanır?
- Varşova'ya götürmeni senden istemez, tek başıma giderdim, ama köpoğlu Lehliler, beni hemen tanırlar. Siz Yahudiler gibi cin fikirli değilim, kurnazlığa pek aklım ermez. Bilirim sizler şeytana külahı ters giydirirsiniz. İşte onun için sana geldim. Varşova'da kendi başıma bir iş becereceğimi bilsem hiç durmazdım. Hadi, arabanı koş da hemen gidelim.
- Ağam, sen bu işi öyle kolay mı sanıyorsun? Kısrağı arabaya koş, dehle, tamam, öyle mi?.. Yo!.. Seni güzelce saklamadan yola çıkamam.
- İyi, nasıl saklayacaksan sakla. İstersen fıçıya kapa.
- Ay, ay! Seni fıçıya nasıl kaparım? Görenler içinde votka var sanmazlar mı?
- Ne olur sanırlarsa?
Yahudi iki eliyle birden uzun saçlarını kavradı, sonra kollarını havaya kaldırdı.
- Ne mi olur?
- Ne var bunda? Niye öyle afalladın?
- Bilmez misin, ağam? Tanrı votkayı içilsin diye yaratmış. Orada herifler içki diye deliriyorlar. Fıçıyı uzaktan görünce başına bir sürü adam üşüşür. Birisi kılıcını çekip fıçıda bir delik açar da içinden içki akmadığını görürse, başıma neler geleceğini hiç düşündün mü? "Ay, bu Yahudi fıçıyı boş götürmez, içinde bir şey olmalı. Tutun Yuhudi'yi sıkı sıkı bağlayın, paralarını alıp tıkın kodese!" demezler mi? Yahudi'den her kötülük beklenir. Bilirsin, ağam, kimse Yahudi'yi insan yerine koymaz, adamdan saymaz Yahudiyi.
- Öyleyse arabana balık yükler, beni de içine saklarsın.
- Olmaz, ağam, olmaz! Lehistan'da kıtlık var şimdi, herkes acından geberiyor. Balığı görüp kapışırlarsa seni de buluverirler.
- Bul bir yolunu. İstersen beni şeytanın sırtına bindir. Ne yaparsan yap, ama götür Varşova'ya!
Yahudi, entarisinin yenlerini kıvırdı, on parmağını açarak Bulba'ya iyice sokuldu.
- Şimdi diyeceklerimi iyi dinle, ağam. Almanya'dan mühendisler gelmiş; kaleler, şatolar yapıyorlarmış. Yollarda taş taşıyan, tuğla götüren arabadan geçilmiyor. Sen, arabanın dibine uzanırsın, ben de üzerine tuğla yığarım. Bilirim, sağlamsındır; o ağırlığın altında ezilmezsin. Arabanın dibinde bir delik açarım, yiyeceğini, içeceğini oradan veririm.
- Beni götür de, nasıl götürürsen götür!
Bir saat sonra iki arık atın çektiği, tuğla yüklü bir araba Uman'dan yola düzüldü. Yankel, beygirlerden birinin üstüne kurulmuştu. Hayvan zıpladıkça, takkesinden dışarı fırlayan uzun, kıvırcık Yahudi saçları hop hop oynuyor, upuzun boyuyla yolun ortasında dimdik giderken bostan korkuluğuna benziyordu.
XI
Bu olayın geçtiği çağlarda sınırlarda ve kent kapılarında ne gümrük vardı, ne gümrük memurları. Onun için isteyen, istediği malı karşıya korkusuzca geçirirdi. Ama sınır koruyucusunun aklına eser de nelerin gelip geçtiğini şöyle bir yoklamak isterse, bu onun gönlüne kalmış bir işti. Hele gözüne iyi bir mal ilişir, eli de biraz uzun olursa arabaları, hayvanların yükünü kolaçan etmeden bırakmazdı. Fakat tuğlanın böyle bir özelliği bulunmadığından, Yankel'in arabası Varşova'nın ana kapısından içeri rahatça geçiverdi. Taras Bulba sıkışıp kaldığı dar tuğla kafesinde bağırıp çağırmalardan, araba takırtılarından başka bir şey işitmedi.
Yankel, üzerine kurulduğu, toza bulanmış, kuyruğu güdük beygirinin üstünde biraz daha hoplayıp zıpladıktan sonra dar, karanlık bir sokağa saptı. Varşova Yahudilerinin oturduğu bu yere Pis Sokak da derlerdi, Yahudi Sokağı da. Sanki araya bir duvar çekilmiş gibi, burası kentin öbür mahallelerinden ayrılmıştı. Güneş ışığının pek uğramadığı bu sokak, isli ahşap evler arasında uzanan sırıklara asılmış çul çaput yüzünden daha da karanlık görünürdü. Arada bir göze çarpan kırmızı tuğla duvarlar bile kirden, isten kararıp koyulaşmıştı. Eğer üst kısmı badanalı beyaz bir duvara biraz güneş vuracak olsa, bu karanlıkta insanın gözleri kamaşırdı. Pencerelerden fırlamış soba boruları, yerlere atılmış paçavralar, yemiş kabukları, çanak çömlek kırıklarıyla sokağın karmakarışık bir görünüşü vardı. Herkes evinde işe yaramayan ne varsa sokağa atar, pencere altlarından gelip geçenler başlarına yağan bu şeylerden bol bol nasiplerini alırlardı. Evden eve uzanan sırıklara neler asılmazdı ki! Atıyla geçen birisi kolunu uzatsa, sırıklara asılı kadın çoraplarına, çocuk donlarına, isli kaz kızartmalarına eli değerdi. Bazen evlerinin köhne pencerelerinden, kararmış incilerle süslü hotoz giymiş Yahudi güzellerinin başları gözükürdü. Evler arasında koşuşan, kıvırcık saçlı, üstü başı yırtık bir sürü kirli çocuğun işi gücü sokağın pislikleri arasında oynamaktı.
Çilli yüzü serçe yumurtasını andıran kızıl saçlı bir Yahudi, pencereden başını uzattı. Yankel onunla konuşmaya başladı. Az sonra da araba bir evin avlusundan içeri girdi. Yoldan geçen başka bir Yahudi de konuşmaya katılmıştı. Taras Bulba bir yolunu bulup tuğlalar arasından çıkınca baktı ki, üç Yahudi ateşli ateşli tartışıp duruyorlar.
Yankel, Bulba'ya döndü, Ostap'ın Varşova Tutukevi'nde yattığını söyledi. Gardiyanları kandırmak zormuş ama onu oğluyla görüştürmenin bir yolunu bulabilirlermiş.
Taras, üç Yahudi'yle birlikte bir odaya girdi.
Onlar gene aralarında konuşmaya daldılar. Ama Taras ne dediklerini anlamıyor, sırayla bir onun, bir ötekinin suratına bakıyordu. Onları böyle dinledikçe durgun yüzü canlanmaya, içinde bir umut ışığı belirmeye başladı. İnsanın, karamsarlığın son deminde böyle umuda kapıldığı olur. Taras sanki yeniden gençleşmişti, yüreği küt küt atıyordu. Sesi heyecandan titreyerek;
- Dinleyin beni, Yahudiler! dedi. Sizin üstesinden gelemeyeceğiniz iş yoktur. İsterseniz denizin dibini kazar, toprak çıkarırsınız. Bir atasözü vardır, "Yahudi, insanın gözünden sürmeyi çeker de farkına varmazsınız" der. Onun için kurtarın Ostap'ımı! Bir yolunu bulun da kaçırın tutukevinden, kaçırın o cehennemden! Şu adama beş bin altın vereceğimi söyledim, şimdi beş bin daha ekliyorum. Evimde ne kadar altın, gümüş varsa; malım mülküm, kabım kacağım hepsi sizin olsun. Bundan böyle savaşlarda kazanacağım şeylerin yarısını size vereceğim, bu konuda size senet imzalarım.
Yankel;
- Ama ağam, senin bu istediğin olmaz. Yapamayız, dedi.
İkinci Yahudi de;
- Olacak iş değil, diye onayladı Yankel'i.
Sonra üçü bakıştılar. Üçüncü Yahudi, ötekilerin yüzüne ürkek bir bakış fırlattıktan sonra;
- Bir denesek. Belki Tanrı bize yardım eder, dedi.
Üçü birden konuşmaya başladılar. Taras onların ne dediklerini anlamıyordu, ama sık sık "Mordahay" adının geçtiğine dikkat etti.
En sonunda Yankel;
- Bak, ağam, dedi. Biz şimdi gidip biriyle konuşacağız. Bu öyle bir kimse ki, altından kalkamayacağı iş yoktur. Süleyman Peygamber gibi akıllı bir adamdır. Eğer bu işin içinden o çıkamazsa, dünyada kimse çıkamaz. Sen burada otur. İşte evin anahtarı, içeriye kimseyi sokma!
Yahudiler böyle diyerek ayrıldılar.
Taras kapıyı kapadı, odanın küçük penceresinden Yahudi Sokağı'nı seyretmeye koyuldu. Üç Yahudi varıp sokağın ortasına dikildiler, orada ateşli bir konuşmaya daldılar. Derken, yanlarına bir dördüncüsü, sonra bir beşincisi geldi. Hepsi de ikide bir, "Mordahay, Mordahay" diyorlardı. Bir yandan da gözlerini sokağın bir köşesine dikmişlerdi. O sırada köhne evlerin birinden sırtında gocuk, ayaklarında Yahudi yemenisi bulunan bir adam çıktı. Onu görünce beş Yahudi birden "Mordahay, Mordahay!" diye bağırdılar. Bu, boyu Yankel'den biraz daha kısa, ama çok sıska Yahudi'nin bumburuşuk bir yüzü vardı, üst dudağı kocamandı. Mordahay ötekilerin yanına gelince hepsi birden, birbirlerinin sözünü keserek, ellerini kollarını sallayarak harıl harıl konuşmaya başladılar. Konuşma arasında Mordahay'ın ikide bir ondan yana bakmasından, Taras kendisinden söz edildiğini anladı. Mordahay da ötekiler gibi elini kolunu sallıyor, onları dinlemekten çok kendisi konuşuyor, hiç gereği yokken elini gocuğunun cebine sokup sokup çıkarıyor, oradan eline geçen ıvır zıvırı evirip çeviriyor, bu arada giydiği pantolonunun ne berbat bir şey olduğu daha iyi göze çarpıyordu. Sokak toplantısı Yahudi havrası gibi gürültülü bir durum alınca, gözcü diktikleri başka bir Yahudi, susmalarını işaret etti. Doğrusu Taras, güvenliğinden kaygılanmaya başlamıştı. Ama sonra, Yahudilerin ancak konuşarak düşünebildiklerini, konuşmalarınıysa şeytanın kendisinin bile anlayamayacağını anımsayınca rahatladı.
İki dakika sonra Yahudiler, Taras'ın bulunduğu odaya doluştular. Mordahay, Taras'ın yanına geldi, omzunu tapışladı;
- Biz istersek, Tanrı da yardım ederse dileğin yerine gelir, dedi.
Taras, her işin üstesinden gelen, Hazreti Süleyman görünüşlü adama baktı, içindeki umut güçlendi. Gerçekten de Yahudi'nin yüzü, Tanrı'nın her kulunda raslanmayan erdemlerin toplandığı bir yer gibiydi. Üst dudağının korkunç iriliği birtakım dış nedenlere bağlı olmalıydı. Çünkü para için gözünü budaktan sakınmayışı yüzünden yediği dayaklardan yanağında o denli çok iz kalmıştı ki, kendisi bile bunları anadan doğma ben olarak görmeye başlamıştı. Süleyman Peygamber'in suratında sakal yerine topu topu on-onbeş kıl vardı, onlar da yüzünün bir yanında bitmişti.
Mordahay, bilgeliğine inanmış Yahudileri yanına aldı, birlikte dışarı çıktılar. Taras, odada gene yalnız kalmıştı. O güne değin tatmadığı tuhaf bir duygu, bir tedirginlik vardı yüreğinde. Yaşamında ilk kez ürperdiğini hissediyordu. Meşe gibi dayanıklı, yılmaz, sarsılmaz bu koca Kazak gitmiş, yerine ürkek, zayıf bir varlık gelmişti. En ufak hışırtıdan, sokağın ucunda görünen her Yahudi'den irkiliyordu. O gün yemedi, içmedi, küçük pencerenin önünden ayrılmaksızın kuşku içinde sokağı gözetledi. Ancak akşamleyin geç vakit Mordahay ile Yankel eve dönebildiler. Beklemekten Taras'ın yüreği nerdeyse duracaktı.
Bir haber var mı? diye sordu sabırsızlık içinde.
Yahudiler sorusunu yanıtlamadan önce Taras, Mordahay'ın takkesinin altından fırlayan saç lülelerinden birinin eksildiğini fark etti. Zavallı adam, pis mis de olsa, suratına güzellik veren bir şeyini yitirmişti.
Yankel ağzını açtı, ama öksürüğe tutulmuş da konuşamıyormuş gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Mordahay ise öyle çok şeyler zırvaladı ki, Taras bir türlü ne demek istediğini anlayamadı. En sonunda Yankel:
- Ah, efendiciğim, olmuyor! diyebildi. Adam değil bunlar, yezit, yezit! Al birini, vur ötekine! İşte sor Mordahay'a, çok uğraştı adam, çok... Elinden ne iş gelirse hepsini yaptı. Demek , Tanrı böyle buyurmuş. Tutukevinde tam üç bin asker var. Yarın tutsakları işkence ederek ödüreceklermiş.
Taras, gözlerini kaldırıp Yahudilere şöyle bir baktı. Ama bu bakışta ne bir kin vardı, ne de herhangi bir heyecan.
- Ama ağamız oğluyla görüşmek isterse; yarın erkencecik, güneş doğmadan gideriz. Nöbetçi gardiyanları elde ettik, çavuş sağlam söz verdi. Ama iki yakaları bir araya gelmesin pis heriflerin! Böyle aç gözlüler Yahudi milleti arasında bile bulunmaz. Her birine tam elli altın verdim. Çavuşa gelince...
- Olsun, olsun! Beni oraya götürün! dedi.
Taras, Yankel'in isteği üzerine Almanya'dan gelmiş bir kont kılığına girmeye razı oldu. Yabancı konuk için gerekli giyim kuşam önceden hazır edilmişti.
Yatma vakti gelince ev sahibi, yüzü çilli Yahudi hasır kaplı ince bir şilte çıkardı, bunu sedirin üstüne sererek Taras'a döşek yaptı. Yankel ise yere, gene böyle bir şiltenin üzerine uzandı. Bu işler bitince çilli Yahudi bir çanağa içki cinsinden bir şey doldurup içti, sırtındaki gocuğu çıkardı, ayaklarında çorap ve yemenisiyle kalınca paçalı horoz gibi bir süre ortalıkta dolaştı, sonra karısını alıp dolabımsı bir boşluğa çekildi. Evin av köpekleri gibi ikisi dolabın dibine kıvrıldılar.
Taras bütün gece uyumadı. Şiltenin üstünde kıpırdamadan otururken parmaklarıyla masayı tıklattı durdu. Çubuğunu ağzından hiç çıkarmamıştı. Tütün dumanı ev sahibine pek iyi gelmemiş olacak ki, zavallı Yahudi uykusu arasında durmadan aksırdı, hep burnunu kaşıdı. Tanyeri biraz ağarınca Taras, Yankel'i ayağıyla dürttü.
- Kalk bakalım, Yahudi! Şu bizim Alman giysisini getir.
Birkaç dakika içinde Taras bambaşka bir adam olmuştu. Soylu Alman kılığına girdikten sonra kaşlarını ve bıyıklarını boyadı; başına koyu renkli ufacık bir şapka geçirdi. Onu böyle görseler, en yakın arkadaşları bile tanıyamazdı. Görünüşte otuz beş yaşlarında var yoktu. Sırma giysi ona pek yakışmış, yanaklarına bir pembelik gelmişti. Yüzündeki yara izleri, tavırlarına buyurucu bir hava veriyordu.
Sokaklar bomboştu. Ellerinde tablolarla erkenden sökün eden gezgin satıcılar bile kalkmamışlardı daha. Taras ile Yankel tünemiş kocaman çulluğa benzeyen bir yapının önüne geldiler. Bu basık, yayvan, kapkara yapının bir ucundan leylek boynu gibi dar bir kule yükseliyordu; kulenin tepesindeyse küçücük bir çatı vardı. Bizim yolcular aynı zamanda hem kışla, hem tutukevi, hem de mahkeme görevi yapan bu yapıdan içeri girince kendilerini geniş bir salonda, daha doğrusu üstü örtülü bir avluda buldular. Meğer burası bin kişinin uyuduğu bir koğuşmuş. Karşılarında alçacık bir kapı, kapının önünde de iki nöbetçi vardı. Nöbetçiler oturdukları yerde, iki parmaklarıyla birbirlerinin avucuna vurarak tuhaf bir oyun oynuyorlardı. Eğer Yankel onlara seslenmese, gelenlerin kim olduğuna bile aldırmayacaklardı.
Yankel;
- Biz geldik, biz! deyince biri bir eliyle kapıyı açtı;
- Geçin! dedikten sonra öteki elini açıp oyun için arkadaşına uzattı.
Taras ile Yankel dar, karanlık bir koridordan geçtiler, oradan, tavanında küçük küçük pencereler bulunan ikinci bir koğuşa girdiler. Ama girer girmez birkaç kişi birden bağırdı:
- Kimdir o! Buraya girmek yasak!
Taras, koğuşu bekleyen, tepeden tırnağa silahlı bir sürü asker gördü. Yankel habire;
- Biziz, ağalar! Tanıyorsunuz bizi, biz geldik! diye ne kadar dil dökerse döksün, onu pek dinleyen olmadı.
O sırada iri yarı, şişman bir gardiyan girdi içeriye. Bağıra bağıra sövmesine bakılırsa oradakilerin komutanı olmalıydı.
Yankel;
- Biziz, efendimiz, bizi tanımadınız mı? diye atıldı. Kont Hazretleri size çok teşekkür edecek.
Komutan askerlere bağırdı:
- Bırakın da geçsinler! Son olarak bu şeytanın dölleri girsin, ondan sonra kimseyi bırakmayacaksınız! Hey, süklüm püklüm durmayın öyle! Kılıçlarınızı dik tutun!
Bizim yolcular sunturlu küfürlerin sonunu işitmeden oradan uzaklaştılar. Karşılarına kim çıkarsa Yankel hemen;
- Biziz... Biz geldik... Yabancı değiliz... Sözleriyle geçmeye çalışıyordu.
Koridorun bittiği yere yaklaştıklarında Yankel oradaki nöbetçilerden birine:
- Biz geldik, izin verin de geçelim, dedi.
- Geçin ama, sizi hücreye sokacaklarını pek sanmıyorum. Çünkü şu anda Yan yok, yerine bir başkası bakıyor.
Yahudi kimseye duyurmadan;
- Aay, ay efendimiz! Haberler kötü! diye mırıldandı.
Taras oralarda oyalanmak istemediğinden;
- Yürü sen, durma! diye yüreklendirdi onu.
Bodruma inen kapının önünde bıyığı üç çatala ayrılmış, çam yarması gibi bir gardiyan duruyordu. Bıyığının bir çatalı yukarıya, bir çatalı aşağıya, bir çatalı da öne bakan gardiyan, bu görünüşüyle tıpkı bir yaban kedisine benziyordu. Yankel onu görünce ufaldı, sonra ezile büzüle yanına sokuldu.
- Efendimiz! Yüce efendimiz!
- Bunları bana mı söylüyorsun, Çıfıt!
- Size ya, soylu efendimiz!
- Hımm! Ama ben basit bir gardiyanım!
Çatal bıyıklı asker, böyle dediyse de gözleri sevinçten parlıyordu.
- Ben de sizi buranın komutanı sanmıştım. Aman efendim, bu ne heybetl görünüş!..
Yahudi, bir yandan boyun büküp bel kırarken, bir yandan da yaltaklanmasını sürdürdü:
- İnan olsun, sizi albay sanmıştım. Albaydan ne eksiğiniz var ki? Altınıza fırtına gibi bir at çekip bir alayın başına geçince görmeli sizi!
Nöbetçi, bıyığının alt çatallarını düzeltti, keyifli keyifli kuruldu. Yahudi hiç durmuyordu:
- Şu askerlere bayılıyorum, doğrusu! Göğüslerindeki sırma şeritler, pırıl pırıl düğmeler ne yakışıyor! Hangi genç kız gönlü dayanır bu güzelliğe!
Nöbetçi, koltukları kabararak başını salladı, bu sefer bıyığının üst çatallarını burmaya başladı. Keyfinden at kişnemesine benzer sesler çıkarıyordu.
Yahudi;
- Bize bir iyilikte bulununuz, efendimiz, dedi. Kont hazretleri ta uzaklardan geldiler. Ömründe hiç Kazak görmedikleri için onları pek merak ediyorlar.
O zamanlar birçok yabancı kont, baron Lehistan'a gelirler, yarı Asyalı saydıkları bu ülkeyi yakından tanımak isterlerdi. Ama Moskova topraklarına, Ukrayna'ya Asya gözüyle baktıkları için oralara pek uğrayan olmazdı.
Nöbetçi, yabancı konuğun önünde saygıyla eğildi.
- Kazakları görüp de ne yapacaksınız, soylu efendimiz? Onlar insan değil, sözüm yabana, it sürüsü! Hepsi de dinsiz imansız birer haydut bozuntusu bunların!
Taras'ın birden tepesi attı:
- Ulan, şeytanın piçi, sensin it! Kimse dinimize el uzatamaz! Asıl dinsiz imansız haydutlar sizlersiniz!..
- Ya, öyle mi? Şimdi anladım senin kim olduğunu! Senin gibiler içerde bir yığın. Şimdi bizimkileri çağırayım da görürsün gününü!
Taras, çıkışının gereksizliğini anladıysa da, gururuna yediremediğinden yanlışını düzeltmeye yanaşmadı. Bereket versin, hemen Yankel yetişti yardımına:
- Aman, yüce efendim! Kont hazretlerine nasıl Kazak dersiniz? Kazak'a benzer bir görünüşü, Kazak duruşu var mı şu soylu kişinin?
- Onu külahıma anlat!
Nöbetçi böyle diyerek öteki gardiyanları çağırmak için davrandı. Ama Yankel zor durdurdu onu:
- Durun, efendimiz, yapmayın! Sizin gibi soylu efendiye bağırıp çağırmak yakışır mı? Bizi içeri sokarsanız size çok para veririz. Tam iki altın veririz size!
- Ne? İki altın mı? Ona sen para mı diyorsun? Ben iki altını sakalımın yarısını tıraş eden berberime veriyorum. Yüz altın çıkar şuradan, Yahudi! Çıkarmazsan hemen nöbetçileri çağırırım.
Gardiyan böyle diyerek bıyığının ön çatallarını burmaya başladı.
Yankel;
- O kadar para istenir mi? dedi. İnsaf yok mu sizde?
Yüzü sapsarı kesilmişti, gene de kesesinin kaytanını çözdü. İçinde yüz altından çok olmadığı, olsa bile bu haydut yüzden sonrasını saymayı bilmediği için seviniyordu. Ama gardiyanın, altınları avucuna doldurup da saymaya başladığını görünce, daha çok istemediğine pişman olur diye Taras'ın kolundan çekti.
- Aman, çabuk gidelim buradan, efendimiz! Bu alçakların gözü doymaz.
Yahudi, gardiyana döndü:
- Ee! Hem parayı aldın, hem de bizi içeri sokmayacak mısın? Madem altınları aldın, artık aç kapıyı!
- Çekilin, gidin buradan! Gitmezseniz şimdi nöbetçileri çağırırım!
Zavallı Yankel;
- Efendim, çabuk kaçalım! Bu açgözlü adamların yüzünü şeytan görsün! Hemen gidelim! diye yalvarıyordu.
Bulba başını önüne eğdi, yavaş yavaş geriye döndü, yürümeye başladı. Yankel, verdiği yüz altının acısını unutamıyordu bir türlü. Taras'a;
- Ne var öyle öfkelenecek? dedi. Kendi kendine it gibi ürüsün dursun. Köpek milleti değil mi, hırlaşmadan edemezler bunlar. Talihin böylesine de pes doğrusu! Bizi kapı dışarı etmek için tam yüz altın aldı herif. Ama Yahudi'ye gelince zırnık koklatmazlar. Saçı sakalı koparılır, suratı dayaktan morarır, üst dudağı şişer, gene de çıkarıp yüz altın vermezler. Aman Tanrım, sen bize acı!
Girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, Taras'a çok ağır gelmişti. Gözlerinden ateş saçarak;
- Gidelim. Tutsaklara işkence yapacakları alana gidelim! diye tutturdu bu sefer.
- Ay, ay, efendim, bunun size ne yararı var? Onlara bir yardımınız dokunmadıktan sonra!..
Taras Bulba niyetinden cayacak gibi eğildi.
- Gidelim diyorum sana!
Yahudi içini çekerek Taras'ın arkasına düştü.
Halk dört bir yandan oraya aktığı için işkence yapılacak alanı bulmakta güçlük çekmediler. Hoyratça yaşanan o çağlarda işkenceleri seyretmek yalnızca ayak takımının değil, kelli felli, kibar insanların da en büyük eğlencesiydi. En sofu kocakarılar, yufka yürekli kadınlar, genç kızlar, kan görünce bayılan ödlekler bile "bir fırsat çıksa da işkence seyretsek" diye can atarlardı. Ama sonra korkulu düşler görüp gece yarısı uykudan çığlıkla uyanacaklarmış, kim düşünür onu? "Ah, bu kadar da olur mu? İnsana bu denli eziyet edilir mi?" diye kıvranırlar, gözlerini kapayıp başlarını çevirirler de oradan kalkıp gitmeyi akıl etmezlerdi. Taras'la Yankel alana vardıklarında, işkenceye çekilecek tutsakları daha yakından görmek için halk üst üste yığılmıştı. Kollarını ileri uzatan, ağzı açık ayran budalası gibi bakan dar görüşlü, sıradan insanlar arasında, ablak suratlı bir kasap da hazırlıkları bir bilirkişi tavrıyla izliyor; bir zamanlar meyhanede kafa çekerken ahbap olduğu, yanındaki silahçı ustasına, heyecanlı insanların tek sözcüklü konuşmasıyla keyifli keyifli bir şeyler anlatıyordu. Ateşli tartışmalara giren, hatta bahse tutuşanlar bile vardı, ama çoğunluğu parmaklarıyla burunlarını karıştıran hımbıl takımındandı.
Kalabalığın önüne dizilmiş bıyıklı koruma polislerinin hemen arkasında, kurumlu tavırlar takınarak kibarlık taslayan, resmi giyimli bir genç dikkati çekiyordu. Eski pabuçlarıyla yırtık gömleğinden başka evinde ne varsa takmış takıştırmış; boynunaysa, uçlarında birer duka altını sarkan iki zincir birden asmıştı. Yanında yavuklusu Yuzisya vardı. İkide bir geri dönüyor, sevgilisinin ipekli fistanını buruşturmasınlar diye arkadakilere sert sert bakıyordu. Sevgilisine öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyordu ki, dinleyince insanın aklı dururdu: "İşte, Yuzisyacığım, bütün bu insanlar işkenceleri seyretmeye gelmişler. Şurada, elinde bir baltayla işkence gereçleri tutan adam var ya, işte tutsakları temizleyecek cellat odur. Suçluları önce çarka gerip çevirecek, öldürmeden önce bir sürü işkenceden geçirecek, iyice bitkin düştüklerinde kafalarını kesiverecek. İşkenceye çekilenler tepinirler, bağırıp çağırırlar ama kelleleri kopunca hemencecik ölüverirler. Artık ne bağırırlar, ne de yer içerler. Öyle değil mi, canım, insanın kafası olmayınca böyle şeyleri yapabilir mi?" Yuzisya ürperiyor, gene de ilgiyle dinliyordu.
Evlerin damları insan doluydu. Bıyıklı, hotozlu başlar pencerelerden sarkmış; kentin soylular takımı süslü sundurmalara, balkonlara yığılmıştı. Kar gibi beyaz elleriyle korkuluğa tutunan bir bey kızı kıkır kıkır gülüyor; besili, kelli felli kodamanlar aşağıdaki kalabalığa bakıp çalım satıyorlardı. Kibarların toplandığı balkonlarda sırma giysili, elleri tepsili uşaklar vardı. Bunlar, efendilerine içkiler, çeşitli yiyecekler taşıyorlar; kara gözlü fingirdek bir hanım da eline geçirdiği çörekleri, yemişleri kalabalığa atıyordu. Aşağıda şapkalarını çıkarıp, atılan yiyecekleri yakalamaya çalışan bir sürü aç delikanlı arasında uzun boylu bir herif vardı. Sırtına kırmızı kadifeden bir giysi geçirmişti, ama ceketinin sırmaları çoktan kararıp solmuştu. İşte bu koca sırık, uzun kollarıyla, fingirdek kadının attıklarını herkesten önce kapıyor, dudaklarına götürüp öpüyor, sonra da ağzına tıkıyordu. Sundurmalardan birinin altında sarkan, yaldızlı bir kafese konmuş bir kartal da bir pençesi havada, başı yana eğik, yukardakiler gibi kalabalığı seyretmekteydi. Birdenbire kalabalık dalgalandı; dört bir yandan, "Kazakları getiriyorlar! Kazakları getiriyorlar!.." sesleri yükseldi.
Başları açık, uzun perçemleri yandan sarkan Kazaklar uzaktan göründüler. Tutsak kaldıkları sürece saçları sakallarına karışmıştı. Bakışlarında ne üzüntü, ne de korku vardı; gururla yürüyorlardı. Giysileri eskimiş, liyme liyme olmuştu. Sağlarına, sollarına bakmadan yürüyorlardı, tavırlarından kalabalığı hiçe saydıkları belliydi. En önde Ostap gidiyordu. Koca Taras, oğlunu görünce kim bilir yüreği hangi duygularla burkuldu? Gözlerini ona dikmiş, dikkatle bakıyor; en ufak hareketini bile kaçırmıyordu. Tutsaklar işkence yerine varınca Ostap durdu. Zehir dolu kadeh önce ona sunulacaktı. Arkadaşlarına baktı, elini kaldırdı, yüksek sesle:
- Tanrım, bana öyle bir dayanma gücü ver ki, şu din sapkınlarının önünde ağzımdan tek inleme dahi çıkmasın! Bir Hıristiyan'ın çığlık attığını duyamasınlar! diye haykırdı.
Sonra işkence masasına yaklaştı.
Taras, kır saçlı başını önüne eğmişti, yavaşça;
- Aferin, oğlum! Senden bunu beklerdim, dedi.
Cellat, Ostap'ın üstündeki paçavraları sıyırdı, aldı; kollarından, bacaklarından işkence çarkına sımsıkı bağladı...
Şu cehennem acılarını anlatmayı bırakalım da okurlarımız ürpermesin, tüyleri diken diken olmasın. Hoyrat, aman bilmez bir çağdı o çağ. İnsanlar savaştan sonra yerlerde sürüklenirler; ruhları kanlı olaylarla, insanlık dışı işkencelerle nasırlaşırdı. Bu korkunç azapların durdurulmasını isteyen aklı başında birkaç kişi çıkmadı değil, ama onları dinleyen kim? Lehistan Kralı ile duyguları yücelmiş bazı saray ileri gelenleri Kazaklara yapılacak işkencelerin, bir ulusun kinini körüklemekten başka bir işe yaramayacağını söylediler. Fakat düşüncesizlikleri, dar görüşlülükleri, gelgeç hevesleri ve boş gururlarıyla devlet yönetimini çocuk oyuncağına çeviren meclis üyeleri bu sözleri kulak ardı ettiler.
Ostap, işkencelere bir dev gücüyle dayandı, dudaklarından tek inilti çıkmadı. Kollarındaki bacaklarındaki kemikler teker teker kırılırken, kırılan kemiklerin takırtısı, ölü sessizliğine gömülen izleyicilerin kulaklarında yankılanırken, kibar hanımlar ürpererek başlarını yana çevirirken bile çığlık atmadı; yüzü acıdan buruşmadı. Kalabalığın arasında başı önüne eğik duran Taras Bulba, arada bir gözlerini kaldırıyor;
- Aferin, oğul, aferin! diye mırıldanıyordu.
Ama işkencelerin sonuna doğru Ostap'ın gücü tükenir gibi oldu. Gözleriyle kalabalığı şöyle bir taradı: Aman Tanrım, hepsi yabancı, hepsi yadırgı insanlar! Hiç olmazsa bir yakını ölürken yanında bulunsaydı!
İstediği, ne yufka yürekli annesinin hıçkırıkları, ne de saçını başını yolan, ak göğsünü yumruklayan bir yavuklunun acı çığlıklarıydı. Hayır, hayır, o bir erkeğin ölüm anında avutucu, yüreklendirici sözlerini işitmek istiyordu. Bu candan yardımın yokluğundan sarsıldı;
- Baba, nerdesin? Beni duyuyor musun? diye bağırdı.
Ölüm sessizliğine gömülen kalabalığın arasından;
- Duyuyorum, oğlum, duyuyorum! haykırışı yükseldi.
Bir ürpertiyle birlikte bütün başlar o yana çevrildi. Tutsakların koruyucularından bir bölümü atlarının başlarını döndürdüler, kalabalığın arasından haykıran adamı aramaya başladılar. Yankel'de bet beniz kalmamıştı. Atlılar yanından biraz uzaklaşınca Taras'a bakmak için döndü, fakat Taras yoktu ortalarda. Sanki yer yarılmıştı da yerin dibine geçmişti.
XII
- Kocan evde mi? diye sordu.
Yahudi karısı:
- Evde, diyerek yerinden fırladı, atın önüne yulaf koydu, Taras'a da bir bardak bira getirdi.
- Ne yapıyor senin Yahudi?
- İçerde dua ediyor.
Taras, bira bardağını dudaklarına götürürken Yahudi karısı yerlere değin eğildi. Kazak efendiye sağlıklar diledi.
- Sen burada kal. Biz içerdeyken ata bakar, yem, su verirsin. Kocanla konuşacaklarım var.
Taras'ın aradığı Yahudi, Yankel'den başkası değildi. Burada hancılık, meyhanecilik yapmakla, mal kiraya vermekle hayli zengin olmuştu. Yahudi becerikliliği sonunda ülkenin irili ufaklı birçok beyini avcunun içine almış, paralarını da cebe indirmişti. Kentin çevresinde, onun açgözlülüğü yüzünden yıkılmadık ev, dağılmadık ocak kalmamış gibiydi. Kimse evine bakmaz olmuş, elindekini avucundakini meyhaneye yatırmıştı. O çevre insanlarının giyimlerini görenler yangın ya da veba salgını geçirdiklerini sanırdı. Eğer Yankel oralarda on yıl daha kalsa bütün yöreyi soyup soğana çevirir, daha bir nicesinin ocağına incir dikerdi.
Taras içeriye girdiğinde, sırtındaki kirli entarisiyle Yankel son duaya durmuştu. Dininin gereği olarak başını yana çevirip şeytana tükürdüğü sırada arkasında dikilen Taras'ı gördü. Kazak beyini görür görmez, yaşlı yiğidin başına konan iki bin altın geldi aklına. Ama bu düşüncesinden dolayı utandı. Bir Yahudi'nin beynini kurt gibi kemiren para hırsını bastırmaya çalıştı.
Taras, konuştuklarını kimse duymasın diye kapıyı kapattı, karşısında durmadan yerlere eğilen Yahudi'ye döndü:
- Beni iyi dinle, Yankel! Biliyorsun, seni ölümden kurtardım, ben olmasam Zaporojyeliler seni parça parça etmişlerdi. Şimdi sıra sende, bana bir iyilikte bulunacaksın.
Bu sözleri işiten Yahudi'nin suratı buruştu.
- Aman efendim, elimden gelen bir şey varsa başım üstüne.
- Lafı gevelemeyi bırak. Beni Varşova'ya götürmeni istiyorum.
Yankel şaşırmıştı. Omuzlarını kaldırdı, kaşlarını çattı.
- Ne Varşova'ya mı? Varşova'da ne yapacaksın?
- Kes sesini! Beni Varşova'ya götüreceksin, dedim. Ne olursa olsun onu göreceğim, bir sözcük dahi olsa onunla konuşacağım.
- O görüp konuşacağın kimmiş?
- Oğlum Ostap.
- Ağam bilmiyor mu...
- Biliyorum, hepsini biliyorum. Kellemi getirene iki bin altın verileceğini işittim. Köpoğulları neye değer biçtiklerini pek iyi biliyorlar. Ama ben sana beş bin altın vereceğim. Şimdilik al şu iki bini. Üstünü de dönüşte öderim.
Bulba böyle diyerek koynundan bir meşin kese çıkardı, içindeki altınların hepsini masaya boşalttı. Yahudi kaptığı bir havluyu hemen altınların üstüne örttü, sonra altınlardan birini alıp elinde evirdi, çevirdi, dişleriyle denedi.
- Ay, ay! Ne temiz altın! Ne güzel altın! Bunları kimin elinden aldıysan çok yaşamamış, kahrından ölmüştür. Çil çil altınlardan ayrılmaya hangi yürek dayanır?
- Varşova'ya götürmeni senden istemez, tek başıma giderdim, ama köpoğlu Lehliler, beni hemen tanırlar. Siz Yahudiler gibi cin fikirli değilim, kurnazlığa pek aklım ermez. Bilirim sizler şeytana külahı ters giydirirsiniz. İşte onun için sana geldim. Varşova'da kendi başıma bir iş becereceğimi bilsem hiç durmazdım. Hadi, arabanı koş da hemen gidelim.
- Ağam, sen bu işi öyle kolay mı sanıyorsun? Kısrağı arabaya koş, dehle, tamam, öyle mi?.. Yo!.. Seni güzelce saklamadan yola çıkamam.
- İyi, nasıl saklayacaksan sakla. İstersen fıçıya kapa.
- Ay, ay! Seni fıçıya nasıl kaparım? Görenler içinde votka var sanmazlar mı?
- Ne olur sanırlarsa?
Yahudi iki eliyle birden uzun saçlarını kavradı, sonra kollarını havaya kaldırdı.
- Ne mi olur?
- Ne var bunda? Niye öyle afalladın?
- Bilmez misin, ağam? Tanrı votkayı içilsin diye yaratmış. Orada herifler içki diye deliriyorlar. Fıçıyı uzaktan görünce başına bir sürü adam üşüşür. Birisi kılıcını çekip fıçıda bir delik açar da içinden içki akmadığını görürse, başıma neler geleceğini hiç düşündün mü? "Ay, bu Yahudi fıçıyı boş götürmez, içinde bir şey olmalı. Tutun Yuhudi'yi sıkı sıkı bağlayın, paralarını alıp tıkın kodese!" demezler mi? Yahudi'den her kötülük beklenir. Bilirsin, ağam, kimse Yahudi'yi insan yerine koymaz, adamdan saymaz Yahudiyi.
- Öyleyse arabana balık yükler, beni de içine saklarsın.
- Olmaz, ağam, olmaz! Lehistan'da kıtlık var şimdi, herkes acından geberiyor. Balığı görüp kapışırlarsa seni de buluverirler.
- Bul bir yolunu. İstersen beni şeytanın sırtına bindir. Ne yaparsan yap, ama götür Varşova'ya!
Yahudi, entarisinin yenlerini kıvırdı, on parmağını açarak Bulba'ya iyice sokuldu.
- Şimdi diyeceklerimi iyi dinle, ağam. Almanya'dan mühendisler gelmiş; kaleler, şatolar yapıyorlarmış. Yollarda taş taşıyan, tuğla götüren arabadan geçilmiyor. Sen, arabanın dibine uzanırsın, ben de üzerine tuğla yığarım. Bilirim, sağlamsındır; o ağırlığın altında ezilmezsin. Arabanın dibinde bir delik açarım, yiyeceğini, içeceğini oradan veririm.
- Beni götür de, nasıl götürürsen götür!
Bir saat sonra iki arık atın çektiği, tuğla yüklü bir araba Uman'dan yola düzüldü. Yankel, beygirlerden birinin üstüne kurulmuştu. Hayvan zıpladıkça, takkesinden dışarı fırlayan uzun, kıvırcık Yahudi saçları hop hop oynuyor, upuzun boyuyla yolun ortasında dimdik giderken bostan korkuluğuna benziyordu.
XI
Bu olayın geçtiği çağlarda sınırlarda ve kent kapılarında ne gümrük vardı, ne gümrük memurları. Onun için isteyen, istediği malı karşıya korkusuzca geçirirdi. Ama sınır koruyucusunun aklına eser de nelerin gelip geçtiğini şöyle bir yoklamak isterse, bu onun gönlüne kalmış bir işti. Hele gözüne iyi bir mal ilişir, eli de biraz uzun olursa arabaları, hayvanların yükünü kolaçan etmeden bırakmazdı. Fakat tuğlanın böyle bir özelliği bulunmadığından, Yankel'in arabası Varşova'nın ana kapısından içeri rahatça geçiverdi. Taras Bulba sıkışıp kaldığı dar tuğla kafesinde bağırıp çağırmalardan, araba takırtılarından başka bir şey işitmedi.
Yankel, üzerine kurulduğu, toza bulanmış, kuyruğu güdük beygirinin üstünde biraz daha hoplayıp zıpladıktan sonra dar, karanlık bir sokağa saptı. Varşova Yahudilerinin oturduğu bu yere Pis Sokak da derlerdi, Yahudi Sokağı da. Sanki araya bir duvar çekilmiş gibi, burası kentin öbür mahallelerinden ayrılmıştı. Güneş ışığının pek uğramadığı bu sokak, isli ahşap evler arasında uzanan sırıklara asılmış çul çaput yüzünden daha da karanlık görünürdü. Arada bir göze çarpan kırmızı tuğla duvarlar bile kirden, isten kararıp koyulaşmıştı. Eğer üst kısmı badanalı beyaz bir duvara biraz güneş vuracak olsa, bu karanlıkta insanın gözleri kamaşırdı. Pencerelerden fırlamış soba boruları, yerlere atılmış paçavralar, yemiş kabukları, çanak çömlek kırıklarıyla sokağın karmakarışık bir görünüşü vardı. Herkes evinde işe yaramayan ne varsa sokağa atar, pencere altlarından gelip geçenler başlarına yağan bu şeylerden bol bol nasiplerini alırlardı. Evden eve uzanan sırıklara neler asılmazdı ki! Atıyla geçen birisi kolunu uzatsa, sırıklara asılı kadın çoraplarına, çocuk donlarına, isli kaz kızartmalarına eli değerdi. Bazen evlerinin köhne pencerelerinden, kararmış incilerle süslü hotoz giymiş Yahudi güzellerinin başları gözükürdü. Evler arasında koşuşan, kıvırcık saçlı, üstü başı yırtık bir sürü kirli çocuğun işi gücü sokağın pislikleri arasında oynamaktı.
Çilli yüzü serçe yumurtasını andıran kızıl saçlı bir Yahudi, pencereden başını uzattı. Yankel onunla konuşmaya başladı. Az sonra da araba bir evin avlusundan içeri girdi. Yoldan geçen başka bir Yahudi de konuşmaya katılmıştı. Taras Bulba bir yolunu bulup tuğlalar arasından çıkınca baktı ki, üç Yahudi ateşli ateşli tartışıp duruyorlar.
Yankel, Bulba'ya döndü, Ostap'ın Varşova Tutukevi'nde yattığını söyledi. Gardiyanları kandırmak zormuş ama onu oğluyla görüştürmenin bir yolunu bulabilirlermiş.
Taras, üç Yahudi'yle birlikte bir odaya girdi.
Onlar gene aralarında konuşmaya daldılar. Ama Taras ne dediklerini anlamıyor, sırayla bir onun, bir ötekinin suratına bakıyordu. Onları böyle dinledikçe durgun yüzü canlanmaya, içinde bir umut ışığı belirmeye başladı. İnsanın, karamsarlığın son deminde böyle umuda kapıldığı olur. Taras sanki yeniden gençleşmişti, yüreği küt küt atıyordu. Sesi heyecandan titreyerek;
- Dinleyin beni, Yahudiler! dedi. Sizin üstesinden gelemeyeceğiniz iş yoktur. İsterseniz denizin dibini kazar, toprak çıkarırsınız. Bir atasözü vardır, "Yahudi, insanın gözünden sürmeyi çeker de farkına varmazsınız" der. Onun için kurtarın Ostap'ımı! Bir yolunu bulun da kaçırın tutukevinden, kaçırın o cehennemden! Şu adama beş bin altın vereceğimi söyledim, şimdi beş bin daha ekliyorum. Evimde ne kadar altın, gümüş varsa; malım mülküm, kabım kacağım hepsi sizin olsun. Bundan böyle savaşlarda kazanacağım şeylerin yarısını size vereceğim, bu konuda size senet imzalarım.
Yankel;
- Ama ağam, senin bu istediğin olmaz. Yapamayız, dedi.
İkinci Yahudi de;
- Olacak iş değil, diye onayladı Yankel'i.
Sonra üçü bakıştılar. Üçüncü Yahudi, ötekilerin yüzüne ürkek bir bakış fırlattıktan sonra;
- Bir denesek. Belki Tanrı bize yardım eder, dedi.
Üçü birden konuşmaya başladılar. Taras onların ne dediklerini anlamıyordu, ama sık sık "Mordahay" adının geçtiğine dikkat etti.
En sonunda Yankel;
- Bak, ağam, dedi. Biz şimdi gidip biriyle konuşacağız. Bu öyle bir kimse ki, altından kalkamayacağı iş yoktur. Süleyman Peygamber gibi akıllı bir adamdır. Eğer bu işin içinden o çıkamazsa, dünyada kimse çıkamaz. Sen burada otur. İşte evin anahtarı, içeriye kimseyi sokma!
Yahudiler böyle diyerek ayrıldılar.
Taras kapıyı kapadı, odanın küçük penceresinden Yahudi Sokağı'nı seyretmeye koyuldu. Üç Yahudi varıp sokağın ortasına dikildiler, orada ateşli bir konuşmaya daldılar. Derken, yanlarına bir dördüncüsü, sonra bir beşincisi geldi. Hepsi de ikide bir, "Mordahay, Mordahay" diyorlardı. Bir yandan da gözlerini sokağın bir köşesine dikmişlerdi. O sırada köhne evlerin birinden sırtında gocuk, ayaklarında Yahudi yemenisi bulunan bir adam çıktı. Onu görünce beş Yahudi birden "Mordahay, Mordahay!" diye bağırdılar. Bu, boyu Yankel'den biraz daha kısa, ama çok sıska Yahudi'nin bumburuşuk bir yüzü vardı, üst dudağı kocamandı. Mordahay ötekilerin yanına gelince hepsi birden, birbirlerinin sözünü keserek, ellerini kollarını sallayarak harıl harıl konuşmaya başladılar. Konuşma arasında Mordahay'ın ikide bir ondan yana bakmasından, Taras kendisinden söz edildiğini anladı. Mordahay da ötekiler gibi elini kolunu sallıyor, onları dinlemekten çok kendisi konuşuyor, hiç gereği yokken elini gocuğunun cebine sokup sokup çıkarıyor, oradan eline geçen ıvır zıvırı evirip çeviriyor, bu arada giydiği pantolonunun ne berbat bir şey olduğu daha iyi göze çarpıyordu. Sokak toplantısı Yahudi havrası gibi gürültülü bir durum alınca, gözcü diktikleri başka bir Yahudi, susmalarını işaret etti. Doğrusu Taras, güvenliğinden kaygılanmaya başlamıştı. Ama sonra, Yahudilerin ancak konuşarak düşünebildiklerini, konuşmalarınıysa şeytanın kendisinin bile anlayamayacağını anımsayınca rahatladı.
İki dakika sonra Yahudiler, Taras'ın bulunduğu odaya doluştular. Mordahay, Taras'ın yanına geldi, omzunu tapışladı;
- Biz istersek, Tanrı da yardım ederse dileğin yerine gelir, dedi.
Taras, her işin üstesinden gelen, Hazreti Süleyman görünüşlü adama baktı, içindeki umut güçlendi. Gerçekten de Yahudi'nin yüzü, Tanrı'nın her kulunda raslanmayan erdemlerin toplandığı bir yer gibiydi. Üst dudağının korkunç iriliği birtakım dış nedenlere bağlı olmalıydı. Çünkü para için gözünü budaktan sakınmayışı yüzünden yediği dayaklardan yanağında o denli çok iz kalmıştı ki, kendisi bile bunları anadan doğma ben olarak görmeye başlamıştı. Süleyman Peygamber'in suratında sakal yerine topu topu on-onbeş kıl vardı, onlar da yüzünün bir yanında bitmişti.
Mordahay, bilgeliğine inanmış Yahudileri yanına aldı, birlikte dışarı çıktılar. Taras, odada gene yalnız kalmıştı. O güne değin tatmadığı tuhaf bir duygu, bir tedirginlik vardı yüreğinde. Yaşamında ilk kez ürperdiğini hissediyordu. Meşe gibi dayanıklı, yılmaz, sarsılmaz bu koca Kazak gitmiş, yerine ürkek, zayıf bir varlık gelmişti. En ufak hışırtıdan, sokağın ucunda görünen her Yahudi'den irkiliyordu. O gün yemedi, içmedi, küçük pencerenin önünden ayrılmaksızın kuşku içinde sokağı gözetledi. Ancak akşamleyin geç vakit Mordahay ile Yankel eve dönebildiler. Beklemekten Taras'ın yüreği nerdeyse duracaktı.
Bir haber var mı? diye sordu sabırsızlık içinde.
Yahudiler sorusunu yanıtlamadan önce Taras, Mordahay'ın takkesinin altından fırlayan saç lülelerinden birinin eksildiğini fark etti. Zavallı adam, pis mis de olsa, suratına güzellik veren bir şeyini yitirmişti.
Yankel ağzını açtı, ama öksürüğe tutulmuş da konuşamıyormuş gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Mordahay ise öyle çok şeyler zırvaladı ki, Taras bir türlü ne demek istediğini anlayamadı. En sonunda Yankel:
- Ah, efendiciğim, olmuyor! diyebildi. Adam değil bunlar, yezit, yezit! Al birini, vur ötekine! İşte sor Mordahay'a, çok uğraştı adam, çok... Elinden ne iş gelirse hepsini yaptı. Demek , Tanrı böyle buyurmuş. Tutukevinde tam üç bin asker var. Yarın tutsakları işkence ederek ödüreceklermiş.
Taras, gözlerini kaldırıp Yahudilere şöyle bir baktı. Ama bu bakışta ne bir kin vardı, ne de herhangi bir heyecan.
- Ama ağamız oğluyla görüşmek isterse; yarın erkencecik, güneş doğmadan gideriz. Nöbetçi gardiyanları elde ettik, çavuş sağlam söz verdi. Ama iki yakaları bir araya gelmesin pis heriflerin! Böyle aç gözlüler Yahudi milleti arasında bile bulunmaz. Her birine tam elli altın verdim. Çavuşa gelince...
- Olsun, olsun! Beni oraya götürün! dedi.
Taras, Yankel'in isteği üzerine Almanya'dan gelmiş bir kont kılığına girmeye razı oldu. Yabancı konuk için gerekli giyim kuşam önceden hazır edilmişti.
Yatma vakti gelince ev sahibi, yüzü çilli Yahudi hasır kaplı ince bir şilte çıkardı, bunu sedirin üstüne sererek Taras'a döşek yaptı. Yankel ise yere, gene böyle bir şiltenin üzerine uzandı. Bu işler bitince çilli Yahudi bir çanağa içki cinsinden bir şey doldurup içti, sırtındaki gocuğu çıkardı, ayaklarında çorap ve yemenisiyle kalınca paçalı horoz gibi bir süre ortalıkta dolaştı, sonra karısını alıp dolabımsı bir boşluğa çekildi. Evin av köpekleri gibi ikisi dolabın dibine kıvrıldılar.
Taras bütün gece uyumadı. Şiltenin üstünde kıpırdamadan otururken parmaklarıyla masayı tıklattı durdu. Çubuğunu ağzından hiç çıkarmamıştı. Tütün dumanı ev sahibine pek iyi gelmemiş olacak ki, zavallı Yahudi uykusu arasında durmadan aksırdı, hep burnunu kaşıdı. Tanyeri biraz ağarınca Taras, Yankel'i ayağıyla dürttü.
- Kalk bakalım, Yahudi! Şu bizim Alman giysisini getir.
Birkaç dakika içinde Taras bambaşka bir adam olmuştu. Soylu Alman kılığına girdikten sonra kaşlarını ve bıyıklarını boyadı; başına koyu renkli ufacık bir şapka geçirdi. Onu böyle görseler, en yakın arkadaşları bile tanıyamazdı. Görünüşte otuz beş yaşlarında var yoktu. Sırma giysi ona pek yakışmış, yanaklarına bir pembelik gelmişti. Yüzündeki yara izleri, tavırlarına buyurucu bir hava veriyordu.
Sokaklar bomboştu. Ellerinde tablolarla erkenden sökün eden gezgin satıcılar bile kalkmamışlardı daha. Taras ile Yankel tünemiş kocaman çulluğa benzeyen bir yapının önüne geldiler. Bu basık, yayvan, kapkara yapının bir ucundan leylek boynu gibi dar bir kule yükseliyordu; kulenin tepesindeyse küçücük bir çatı vardı. Bizim yolcular aynı zamanda hem kışla, hem tutukevi, hem de mahkeme görevi yapan bu yapıdan içeri girince kendilerini geniş bir salonda, daha doğrusu üstü örtülü bir avluda buldular. Meğer burası bin kişinin uyuduğu bir koğuşmuş. Karşılarında alçacık bir kapı, kapının önünde de iki nöbetçi vardı. Nöbetçiler oturdukları yerde, iki parmaklarıyla birbirlerinin avucuna vurarak tuhaf bir oyun oynuyorlardı. Eğer Yankel onlara seslenmese, gelenlerin kim olduğuna bile aldırmayacaklardı.
Yankel;
- Biz geldik, biz! deyince biri bir eliyle kapıyı açtı;
- Geçin! dedikten sonra öteki elini açıp oyun için arkadaşına uzattı.
Taras ile Yankel dar, karanlık bir koridordan geçtiler, oradan, tavanında küçük küçük pencereler bulunan ikinci bir koğuşa girdiler. Ama girer girmez birkaç kişi birden bağırdı:
- Kimdir o! Buraya girmek yasak!
Taras, koğuşu bekleyen, tepeden tırnağa silahlı bir sürü asker gördü. Yankel habire;
- Biziz, ağalar! Tanıyorsunuz bizi, biz geldik! diye ne kadar dil dökerse döksün, onu pek dinleyen olmadı.
O sırada iri yarı, şişman bir gardiyan girdi içeriye. Bağıra bağıra sövmesine bakılırsa oradakilerin komutanı olmalıydı.
Yankel;
- Biziz, efendimiz, bizi tanımadınız mı? diye atıldı. Kont Hazretleri size çok teşekkür edecek.
Komutan askerlere bağırdı:
- Bırakın da geçsinler! Son olarak bu şeytanın dölleri girsin, ondan sonra kimseyi bırakmayacaksınız! Hey, süklüm püklüm durmayın öyle! Kılıçlarınızı dik tutun!
Bizim yolcular sunturlu küfürlerin sonunu işitmeden oradan uzaklaştılar. Karşılarına kim çıkarsa Yankel hemen;
- Biziz... Biz geldik... Yabancı değiliz... Sözleriyle geçmeye çalışıyordu.
Koridorun bittiği yere yaklaştıklarında Yankel oradaki nöbetçilerden birine:
- Biz geldik, izin verin de geçelim, dedi.
- Geçin ama, sizi hücreye sokacaklarını pek sanmıyorum. Çünkü şu anda Yan yok, yerine bir başkası bakıyor.
Yahudi kimseye duyurmadan;
- Aay, ay efendimiz! Haberler kötü! diye mırıldandı.
Taras oralarda oyalanmak istemediğinden;
- Yürü sen, durma! diye yüreklendirdi onu.
Bodruma inen kapının önünde bıyığı üç çatala ayrılmış, çam yarması gibi bir gardiyan duruyordu. Bıyığının bir çatalı yukarıya, bir çatalı aşağıya, bir çatalı da öne bakan gardiyan, bu görünüşüyle tıpkı bir yaban kedisine benziyordu. Yankel onu görünce ufaldı, sonra ezile büzüle yanına sokuldu.
- Efendimiz! Yüce efendimiz!
- Bunları bana mı söylüyorsun, Çıfıt!
- Size ya, soylu efendimiz!
- Hımm! Ama ben basit bir gardiyanım!
Çatal bıyıklı asker, böyle dediyse de gözleri sevinçten parlıyordu.
- Ben de sizi buranın komutanı sanmıştım. Aman efendim, bu ne heybetl görünüş!..
Yahudi, bir yandan boyun büküp bel kırarken, bir yandan da yaltaklanmasını sürdürdü:
- İnan olsun, sizi albay sanmıştım. Albaydan ne eksiğiniz var ki? Altınıza fırtına gibi bir at çekip bir alayın başına geçince görmeli sizi!
Nöbetçi, bıyığının alt çatallarını düzeltti, keyifli keyifli kuruldu. Yahudi hiç durmuyordu:
- Şu askerlere bayılıyorum, doğrusu! Göğüslerindeki sırma şeritler, pırıl pırıl düğmeler ne yakışıyor! Hangi genç kız gönlü dayanır bu güzelliğe!
Nöbetçi, koltukları kabararak başını salladı, bu sefer bıyığının üst çatallarını burmaya başladı. Keyfinden at kişnemesine benzer sesler çıkarıyordu.
Yahudi;
- Bize bir iyilikte bulununuz, efendimiz, dedi. Kont hazretleri ta uzaklardan geldiler. Ömründe hiç Kazak görmedikleri için onları pek merak ediyorlar.
O zamanlar birçok yabancı kont, baron Lehistan'a gelirler, yarı Asyalı saydıkları bu ülkeyi yakından tanımak isterlerdi. Ama Moskova topraklarına, Ukrayna'ya Asya gözüyle baktıkları için oralara pek uğrayan olmazdı.
Nöbetçi, yabancı konuğun önünde saygıyla eğildi.
- Kazakları görüp de ne yapacaksınız, soylu efendimiz? Onlar insan değil, sözüm yabana, it sürüsü! Hepsi de dinsiz imansız birer haydut bozuntusu bunların!
Taras'ın birden tepesi attı:
- Ulan, şeytanın piçi, sensin it! Kimse dinimize el uzatamaz! Asıl dinsiz imansız haydutlar sizlersiniz!..
- Ya, öyle mi? Şimdi anladım senin kim olduğunu! Senin gibiler içerde bir yığın. Şimdi bizimkileri çağırayım da görürsün gününü!
Taras, çıkışının gereksizliğini anladıysa da, gururuna yediremediğinden yanlışını düzeltmeye yanaşmadı. Bereket versin, hemen Yankel yetişti yardımına:
- Aman, yüce efendim! Kont hazretlerine nasıl Kazak dersiniz? Kazak'a benzer bir görünüşü, Kazak duruşu var mı şu soylu kişinin?
- Onu külahıma anlat!
Nöbetçi böyle diyerek öteki gardiyanları çağırmak için davrandı. Ama Yankel zor durdurdu onu:
- Durun, efendimiz, yapmayın! Sizin gibi soylu efendiye bağırıp çağırmak yakışır mı? Bizi içeri sokarsanız size çok para veririz. Tam iki altın veririz size!
- Ne? İki altın mı? Ona sen para mı diyorsun? Ben iki altını sakalımın yarısını tıraş eden berberime veriyorum. Yüz altın çıkar şuradan, Yahudi! Çıkarmazsan hemen nöbetçileri çağırırım.
Gardiyan böyle diyerek bıyığının ön çatallarını burmaya başladı.
Yankel;
- O kadar para istenir mi? dedi. İnsaf yok mu sizde?
Yüzü sapsarı kesilmişti, gene de kesesinin kaytanını çözdü. İçinde yüz altından çok olmadığı, olsa bile bu haydut yüzden sonrasını saymayı bilmediği için seviniyordu. Ama gardiyanın, altınları avucuna doldurup da saymaya başladığını görünce, daha çok istemediğine pişman olur diye Taras'ın kolundan çekti.
- Aman, çabuk gidelim buradan, efendimiz! Bu alçakların gözü doymaz.
Yahudi, gardiyana döndü:
- Ee! Hem parayı aldın, hem de bizi içeri sokmayacak mısın? Madem altınları aldın, artık aç kapıyı!
- Çekilin, gidin buradan! Gitmezseniz şimdi nöbetçileri çağırırım!
Zavallı Yankel;
- Efendim, çabuk kaçalım! Bu açgözlü adamların yüzünü şeytan görsün! Hemen gidelim! diye yalvarıyordu.
Bulba başını önüne eğdi, yavaş yavaş geriye döndü, yürümeye başladı. Yankel, verdiği yüz altının acısını unutamıyordu bir türlü. Taras'a;
- Ne var öyle öfkelenecek? dedi. Kendi kendine it gibi ürüsün dursun. Köpek milleti değil mi, hırlaşmadan edemezler bunlar. Talihin böylesine de pes doğrusu! Bizi kapı dışarı etmek için tam yüz altın aldı herif. Ama Yahudi'ye gelince zırnık koklatmazlar. Saçı sakalı koparılır, suratı dayaktan morarır, üst dudağı şişer, gene de çıkarıp yüz altın vermezler. Aman Tanrım, sen bize acı!
Girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, Taras'a çok ağır gelmişti. Gözlerinden ateş saçarak;
- Gidelim. Tutsaklara işkence yapacakları alana gidelim! diye tutturdu bu sefer.
- Ay, ay, efendim, bunun size ne yararı var? Onlara bir yardımınız dokunmadıktan sonra!..
Taras Bulba niyetinden cayacak gibi eğildi.
- Gidelim diyorum sana!
Yahudi içini çekerek Taras'ın arkasına düştü.
Halk dört bir yandan oraya aktığı için işkence yapılacak alanı bulmakta güçlük çekmediler. Hoyratça yaşanan o çağlarda işkenceleri seyretmek yalnızca ayak takımının değil, kelli felli, kibar insanların da en büyük eğlencesiydi. En sofu kocakarılar, yufka yürekli kadınlar, genç kızlar, kan görünce bayılan ödlekler bile "bir fırsat çıksa da işkence seyretsek" diye can atarlardı. Ama sonra korkulu düşler görüp gece yarısı uykudan çığlıkla uyanacaklarmış, kim düşünür onu? "Ah, bu kadar da olur mu? İnsana bu denli eziyet edilir mi?" diye kıvranırlar, gözlerini kapayıp başlarını çevirirler de oradan kalkıp gitmeyi akıl etmezlerdi. Taras'la Yankel alana vardıklarında, işkenceye çekilecek tutsakları daha yakından görmek için halk üst üste yığılmıştı. Kollarını ileri uzatan, ağzı açık ayran budalası gibi bakan dar görüşlü, sıradan insanlar arasında, ablak suratlı bir kasap da hazırlıkları bir bilirkişi tavrıyla izliyor; bir zamanlar meyhanede kafa çekerken ahbap olduğu, yanındaki silahçı ustasına, heyecanlı insanların tek sözcüklü konuşmasıyla keyifli keyifli bir şeyler anlatıyordu. Ateşli tartışmalara giren, hatta bahse tutuşanlar bile vardı, ama çoğunluğu parmaklarıyla burunlarını karıştıran hımbıl takımındandı.
Kalabalığın önüne dizilmiş bıyıklı koruma polislerinin hemen arkasında, kurumlu tavırlar takınarak kibarlık taslayan, resmi giyimli bir genç dikkati çekiyordu. Eski pabuçlarıyla yırtık gömleğinden başka evinde ne varsa takmış takıştırmış; boynunaysa, uçlarında birer duka altını sarkan iki zincir birden asmıştı. Yanında yavuklusu Yuzisya vardı. İkide bir geri dönüyor, sevgilisinin ipekli fistanını buruşturmasınlar diye arkadakilere sert sert bakıyordu. Sevgilisine öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyordu ki, dinleyince insanın aklı dururdu: "İşte, Yuzisyacığım, bütün bu insanlar işkenceleri seyretmeye gelmişler. Şurada, elinde bir baltayla işkence gereçleri tutan adam var ya, işte tutsakları temizleyecek cellat odur. Suçluları önce çarka gerip çevirecek, öldürmeden önce bir sürü işkenceden geçirecek, iyice bitkin düştüklerinde kafalarını kesiverecek. İşkenceye çekilenler tepinirler, bağırıp çağırırlar ama kelleleri kopunca hemencecik ölüverirler. Artık ne bağırırlar, ne de yer içerler. Öyle değil mi, canım, insanın kafası olmayınca böyle şeyleri yapabilir mi?" Yuzisya ürperiyor, gene de ilgiyle dinliyordu.
Evlerin damları insan doluydu. Bıyıklı, hotozlu başlar pencerelerden sarkmış; kentin soylular takımı süslü sundurmalara, balkonlara yığılmıştı. Kar gibi beyaz elleriyle korkuluğa tutunan bir bey kızı kıkır kıkır gülüyor; besili, kelli felli kodamanlar aşağıdaki kalabalığa bakıp çalım satıyorlardı. Kibarların toplandığı balkonlarda sırma giysili, elleri tepsili uşaklar vardı. Bunlar, efendilerine içkiler, çeşitli yiyecekler taşıyorlar; kara gözlü fingirdek bir hanım da eline geçirdiği çörekleri, yemişleri kalabalığa atıyordu. Aşağıda şapkalarını çıkarıp, atılan yiyecekleri yakalamaya çalışan bir sürü aç delikanlı arasında uzun boylu bir herif vardı. Sırtına kırmızı kadifeden bir giysi geçirmişti, ama ceketinin sırmaları çoktan kararıp solmuştu. İşte bu koca sırık, uzun kollarıyla, fingirdek kadının attıklarını herkesten önce kapıyor, dudaklarına götürüp öpüyor, sonra da ağzına tıkıyordu. Sundurmalardan birinin altında sarkan, yaldızlı bir kafese konmuş bir kartal da bir pençesi havada, başı yana eğik, yukardakiler gibi kalabalığı seyretmekteydi. Birdenbire kalabalık dalgalandı; dört bir yandan, "Kazakları getiriyorlar! Kazakları getiriyorlar!.." sesleri yükseldi.
Başları açık, uzun perçemleri yandan sarkan Kazaklar uzaktan göründüler. Tutsak kaldıkları sürece saçları sakallarına karışmıştı. Bakışlarında ne üzüntü, ne de korku vardı; gururla yürüyorlardı. Giysileri eskimiş, liyme liyme olmuştu. Sağlarına, sollarına bakmadan yürüyorlardı, tavırlarından kalabalığı hiçe saydıkları belliydi. En önde Ostap gidiyordu. Koca Taras, oğlunu görünce kim bilir yüreği hangi duygularla burkuldu? Gözlerini ona dikmiş, dikkatle bakıyor; en ufak hareketini bile kaçırmıyordu. Tutsaklar işkence yerine varınca Ostap durdu. Zehir dolu kadeh önce ona sunulacaktı. Arkadaşlarına baktı, elini kaldırdı, yüksek sesle:
- Tanrım, bana öyle bir dayanma gücü ver ki, şu din sapkınlarının önünde ağzımdan tek inleme dahi çıkmasın! Bir Hıristiyan'ın çığlık attığını duyamasınlar! diye haykırdı.
Sonra işkence masasına yaklaştı.
Taras, kır saçlı başını önüne eğmişti, yavaşça;
- Aferin, oğlum! Senden bunu beklerdim, dedi.
Cellat, Ostap'ın üstündeki paçavraları sıyırdı, aldı; kollarından, bacaklarından işkence çarkına sımsıkı bağladı...
Şu cehennem acılarını anlatmayı bırakalım da okurlarımız ürpermesin, tüyleri diken diken olmasın. Hoyrat, aman bilmez bir çağdı o çağ. İnsanlar savaştan sonra yerlerde sürüklenirler; ruhları kanlı olaylarla, insanlık dışı işkencelerle nasırlaşırdı. Bu korkunç azapların durdurulmasını isteyen aklı başında birkaç kişi çıkmadı değil, ama onları dinleyen kim? Lehistan Kralı ile duyguları yücelmiş bazı saray ileri gelenleri Kazaklara yapılacak işkencelerin, bir ulusun kinini körüklemekten başka bir işe yaramayacağını söylediler. Fakat düşüncesizlikleri, dar görüşlülükleri, gelgeç hevesleri ve boş gururlarıyla devlet yönetimini çocuk oyuncağına çeviren meclis üyeleri bu sözleri kulak ardı ettiler.
Ostap, işkencelere bir dev gücüyle dayandı, dudaklarından tek inilti çıkmadı. Kollarındaki bacaklarındaki kemikler teker teker kırılırken, kırılan kemiklerin takırtısı, ölü sessizliğine gömülen izleyicilerin kulaklarında yankılanırken, kibar hanımlar ürpererek başlarını yana çevirirken bile çığlık atmadı; yüzü acıdan buruşmadı. Kalabalığın arasında başı önüne eğik duran Taras Bulba, arada bir gözlerini kaldırıyor;
- Aferin, oğul, aferin! diye mırıldanıyordu.
Ama işkencelerin sonuna doğru Ostap'ın gücü tükenir gibi oldu. Gözleriyle kalabalığı şöyle bir taradı: Aman Tanrım, hepsi yabancı, hepsi yadırgı insanlar! Hiç olmazsa bir yakını ölürken yanında bulunsaydı!
İstediği, ne yufka yürekli annesinin hıçkırıkları, ne de saçını başını yolan, ak göğsünü yumruklayan bir yavuklunun acı çığlıklarıydı. Hayır, hayır, o bir erkeğin ölüm anında avutucu, yüreklendirici sözlerini işitmek istiyordu. Bu candan yardımın yokluğundan sarsıldı;
- Baba, nerdesin? Beni duyuyor musun? diye bağırdı.
Ölüm sessizliğine gömülen kalabalığın arasından;
- Duyuyorum, oğlum, duyuyorum! haykırışı yükseldi.
Bir ürpertiyle birlikte bütün başlar o yana çevrildi. Tutsakların koruyucularından bir bölümü atlarının başlarını döndürdüler, kalabalığın arasından haykıran adamı aramaya başladılar. Yankel'de bet beniz kalmamıştı. Atlılar yanından biraz uzaklaşınca Taras'a bakmak için döndü, fakat Taras yoktu ortalarda. Sanki yer yarılmıştı da yerin dibine geçmişti.
XII
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Taras Bulba - 9
- Büleklär
- Taras Bulba - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3786Unikal süzlärneñ gomumi sanı 244326.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3821Unikal süzlärneñ gomumi sanı 240426.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3768Unikal süzlärneñ gomumi sanı 223227.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3872Unikal süzlärneñ gomumi sanı 231028.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3847Unikal süzlärneñ gomumi sanı 225730.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3756Unikal süzlärneñ gomumi sanı 231027.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 7Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3811Unikal süzlärneñ gomumi sanı 229927.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 8Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3937Unikal süzlärneñ gomumi sanı 220632.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Taras Bulba - 9Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 1580Unikal süzlärneñ gomumi sanı 112728.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.