🕥 32 minut uku

Stuttgart Cücesi - 4

Süzlärneñ gomumi sanı 4208
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2148
33.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
    Ne kadar düşündüyse durumu da o kadar garip ve şaşılacak gibi görünüyordu. Ama o, kavrayışlı bir kızdı, onun için en sonunda, pabuçların aynı adı taşıyan Azize Veronika tarafından, kendisinin yaş günü dolayısıyla yapılmış bir sunu olduğuna kesin olarak inandı ve bu yüksek bütün yüreğiyle Tanrı'ya teşekkür etti. Sonra artık hiç düşünmeyerek öbür teki de yeniden ayağına geçirdi. Eski pabuçlarını kapaklı sepetine sokarak, yüreği ferahlamış bir halde, bayıra tırmanmaya başladı.
    Ormanda çoktan beri ahududu toplamaya koyulmuş bir yaşlı kadına rasladı. Birbirini tanımadıkları halde yaşlı kadın onun arkasına takılmıştı. Böylece ikisi birlikte sağda solda ahududu araştırırken orada, yosunların arasında kaybolmuş çok değerli bir inci dizisi rasgele Vrone'nin sol ayağına takılıverdi. Ancak kız bunun farkına varmamıştı ve bir adım daha atarken öbür ayağıyla bu diziyi sol ayağından çözmüştü. Yaşlı kadın bu olayı arkadan gördü ve gizlice mücevheri yerden kaldırıp eteğinin içine sakladı.
    Bu inci dizisi, eskiden güzel Lau'nun sahibi olduğu gerdanlıktan başkası değildi ve şimdiki Kont'un kızı Irmgard'a (30) büyükannesinden miras kalmıştı.
    Sonunda iki kadın birbiri arkasından evlerine döndükleri zaman Kont'un tellalı sokaklarda bağırıyor, bir gün önce Bupsinger Korusu'nda Lusthaus yakınında, inci dizili bir gerdanlığın yitirilmiş olduğunu ve bulup getirene ödül alarak on beş altın gulden verileceğini bildiriyordu. Bu haber yaşlı kadını sevindirdi, hemen evine koşup en iyi giysilerini giyerek saraya gitti ve derhal genç Kontes'in karşısına çıkarıldı. Kontes onu daha kapıda karşılayarak yüksek sesle: "Ah kadınım, sevgili kadınım! Siz benim gerdanlığımı buldunuz, demek? Verin bana, sizi ödüllendireceğim." dedi.
    Bunun üzerine kadın küçük bir kutu çıkardı ve Kontes'e uzattı. Kontes kutuyu açınca ne görsün: Altı ya da yedi güzel fare kuyruğu bir gerdanlık gibi birbirine ustaca örülmüş olarak kutunun içinde yatmıyor mu? Kadıncağız son derece ürktü ve bir çığlık kopararak oracıkta bayılıverdi. Yaşlı kadın, ölüm korkusu içinde hemen oradan sıvıştı. Ancak bekçiler tarafından yolda yakalandı ve tutuklanarak sıkı bir sorguya çekildi. Verdiği ifadede, kendisinin bu inci gerdanlığı herhangi bir yerde bulup yerden aldığını ve eve gelince bir kutuya güzelce yerleştirdiğini ve bunda haşmetli küçük hanımı sevindirmek gibi namuslu bir düşünceden başka bir amaçla davranmadığını bildirdi. Ama ormanda bir kıza rasladığını ve bunun kötü ruhlarla bir ilişiği olmasından kuşkulandığını, belki bu oyunun da ondan geldiğini sözlerine katmadan duramadı. Kont, bu türden olaylar yüzünden dikkati fazla çekmek istemediği gibi, zorla bir şey yapılamayacağını da gördüğü için, kadın salıverildi. Bereket versin, onun bu sözlerinden hiçbiri Vrone'nin kulağına gitmedi, yoksa, kendisinin iyi tanınmış bir insan olması dolayısıyla buna çok üzülecekti.
    Gerçi bir yandan iyi yanları eksik olmamakla birlikte, kızcağız bu harika pabuçlar yüzünden çok kötülük de gördü. Örneğin pazar günleri öğleden sonra evinin arkasındaki çayırdan geçerek bir oyun arkadaşını ziyaret etmekten hoşlanırdı. Bu sırada, (tıpkı) beyazlatmak için çimenlerin arasına bırakılan tahta tokmak gibi münasebetsiz bir şeye birkaç kez çarparak yüzükoyun yuvarlanmış, ama her defasında yerde bir şey bulmuştu. Gerçi bunlar hep eski bir altın para, bir gümüş düğme ya da yüzük gibi, köstebeklerin toprağı eşelerken yüze çıkardıkları şeyler değildi, ya da henüz yeni yumurtlanmış ve bunun için sıcacık bir kaz yumurtası olmuyordu. Ama en garibi dans ederken başına gelirdi. Bazen dansta, onun o kadar usule aykırı ama bir hayli hünerli sıçramalar yaptığı görülürdü ki, her şey düzeninden çıkar ve kızcağız bir hayli sıkılırdı. İyi ve neşeli huyu dolayısıyla bu gibi aksiliklere pek fazla aldırmaz, kendi haline herkesten önce gülüp geçerdi. Ama arkasından: "Ne yazık şu güzel kıza, birdenbire tam bir sarsak olup çıkıyor!" dendiği işitilirdi. Zavallı annesi üzüntü içinde başını sallar dururdu. Bir gün, sanki kafasında bir şimşek çakmış gibi, kızına: "Bütün bunların şu uğursuz pabuçlardan geldiğine seninle bahse girerim" dedi, "bu havadan gelme ikram beni başından beri pek hoşnut etmemişti. Kim bilir hangi sihirbaz onları oraya koymuş!" - Zaten buna benzer bir şey kızın da aklından geçmişti. Bununla birlikte böyle asılsız düşünceleri kafasından yine kolayca silmek akıllılığını da gösterdi; pabuçlar hem güzel, hem dayanıklıydılar. Ama buna karşın yine de bir gün kendine bir çift yeni ayakkabı ısmarlamak üzere Blaese Usta'ya gitti. Bu usta Seppe'nin, yanında çalışmaya dayanamadığı patrondu. Vrone onun iskemlesinde şimdi bir başkasının oturduğunu görmekten hiç de hoşnut olmadı. Seppe'yi tanımış ve ondan çok hoşlanmıştı.
    Yaşlı Blaese kızın ayağının ölçüsünü alırken yabancı pabuçlar hemen gözüne ilişti. bir tekini tombul eline aldı, hiçbir şey söylemeden uzun boylu süzdükten sonra: "Çok kıyak pabuçlarınız var, kimin yaptığını sorabilir miyim?" dedi. Buluşundan şimdiye kadar hiç kimseye bir şey söylememiş olan kız şaka yollu şöyle karşılık verdi: "Ben onları dereden çıkardım." Bu söze orada bulunan beş çırak güldüler; ama yaşlı usta yavaşça: "Bu pekâlâ doğru olabilir" diye mırıldandı.
    Akşam paydos ettikten sonra karısına ve kızı Sara'ya: "Size bir açıklamada bulunayım, Kinderlen'in ayağında bir çift uğur getiren ayakkabı var; üzerindeki işaretten tanıdım". - Kızı kıskançlığından: "Vay canına" dedi, "ama onlar daha ona ne bir torba para, ne de bir koca getirdi" - Yaşlı babası: "Bu daha gelebilir" dedi ve annesi de: "Öyleyse bu pabuçları onun ayağından kaydırabilmenin bir çaresine bakalım. Ben böyle şeyleri ancak Sarama yakıştırırım". Aralarında karar verdiler, baba tıpkı onlar gibi bir çift pabuç hazırlayacak ve Sara bunları gizlice ötekilerle değiştirecekti.
    Adam hemen ertesi gün işe koyuldu. Bütün güçlüklere karşın, yine o ince, son derecede ustalıklı, zikzaklı dikişlerle, derisi bir parça aşınmış kırmızı astarla birlikte hepsi o kadar mükemmel olmuştu ki, yaptığı işten kendi de hoşnut kaldı. Kötü niyetlerini gerçekleştirebilmek için çare ve yol düşündüler. Hemen kentin dibinde, eskiden o yakınlardaki atış yeri dolayısıyla Buchsentor (Tüfek Kapısı) denen sur kapısından kent dışına çıkılınca, o zamanlar güzel, sevimli bir küçük göl (31) görünürdü.
    Bu, bir hayli yukarda hâlâ var olan Feueresee Gölcüğü'nün bir benzeriydi. Bu küçük gölün kıyısında, üzerinde oturacak sıralar ve çalışma masaları dizilmiş ve suyun üstüne kurulmuş bir iskele vardı. Kentin kadınları ve hizmetçi kızlar burada çamaşırlarını yıkarlardı. Bazen kırkı, ellisi birden burada sıralanır, ayaklar çıplak ve kollar sıvanmış olarak, çamaşırlarını sabunlamak ve çitilemekte yarışa girişir, şakalaşıp gevezelik ederek eğlenirlerdi. Kunduracı ve ailesi Vrone'nin o yakınlarda yeniden çamaşıra gelmesini gözetlediler. Çünkü Blaese'nin evi hemen gölün kıyısındaydı ve sular evin duvarını yalıyordu. Sara da hemen kendi çamaşır sepetini yakaladığı gibi koştu ve mutlu bir raslantıyla onun yanı başındaki sıraya kondu. Her ikisi de, görenek olduğu üzere, pabuçlarını çıkarıp sıranın altına koydular. Vrone sekiz gündür ilk kez yine cesaret edip uğurlu pabuçlarını giymişti. Çünkü gerçekten bu süre içinde ne süt kovasını devirmiş, ne iplik çıkrığını bozmuş, ne de başka bir yanlış adım atmıştı. Bu yüzden şimdi de suçun pabuçlarda olmadığına güvenebilmek için bir karşı deneme yapmak istiyordu. Bizim düzenci hırsız, birlikte getirdiği birkaç yatak çarşafını alelacele yıkayıp kısa sürede derledi; sıranın altına eğilerek kaşla göz arasında, Karagün Dostu'nun pabuçlarını ayağına geçirdi ve babasının yaptığı taklitleri onların yerine koydu. Yanındakine: "Tanrı'ya emanet ol, Vronecik" dedi, "sen de işini çabuk bitir". Becerdiği hileden hoşnut, çabucak oradan ayrıldı. Öbürü üç saat sonra, yemek zamanı gelince en sona kalanlar arasında sevine sevine eve dönerken yapılan değiştirmenin, zerre kadar olsun, farkına varmamıştı.
    Ancak bu oyundan, en ince ayrıntılarına kadar bilgi almış olan Karagün Dostu bu sırada Blaese'ye hemen o gece nasıl bir alicengiz oyunu oynamak gerektiğini düşünmekteydi. Kunduracının her zaman panayırlar için ve özellikle pek yakında açılacak çerçi panayırı için, evinin üst katında, göle bakan bir odada kendi mallarından büyücek bir yığın vardı. Gece saat on ikiden sonra karısı suda tuhaf bir şapırtı işitti; kocasını ne olduğuna bakması için dürterek uyandırdı. - "Canım, ne olabilir ki? Balıklar çoğu zaman böyle tuhaflıklar yapar". - Kunduracı o sırada pek kendinde değildi. Bir gün önce şarapta ölçüyü bir hayli kaçırmış bulunuyordu. Hemen öbür yanına döndü ve yine horlamaya ve uykusunun arasında homurdanmaya başladı. Ancak karısı onu rahat bırakmadı ve en sonunda yataktan kalkıp bir pencere açmaya zorladı. Kunduracı önce gözlerini ovuşturdu, sonra şaşkınlıkla söylenmeye başladı: "Göl kapkara, ta ötelere kadar, evin duvarından elli kulaç ötesine kadar su fareleriyle kaynıyor; genci, yaşlısı, irili ufaklı hep bir arada! İnsan hepsini mükemmel görüyor, gök kubbesi yıldız parlaklığında. Ay! Ay! Şuraya bak! İğrenç domuzlar! Kuyruklarını nasıl da sevinçle sallıyorlar, suları şapırdatarak içiyor, kollarıyla itiyor ve yüzüyorlar. Bunun nedeni, herhalde son zamanlarda havanın çok sıcak olması, böyle olunca bu uğursuz hayvanlar suda yüzmekten hoşlanırlar".
    Görünüm Blaese'ye o kadar garip ve eğlenceli göründü ki, pencerenin yanına bir iskemle çekip oturmayı uygun buldu. Kollarını pencerenin kenarına ve çenesini de kollarına dayadı; böylece bir süre ne olacağını bekledi. Göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı; hatta bir ara kapandı da; ama yine kendini toplayıp bu arada, kendi hesabına, uykuya dalmış bulunan karısına yönelerek, sanki düşte konuşuyormuş gibi veya bir sarhoşu andırırcasına anlamsız, birbirini tutmaz sözler söylemeye başladı: "Behey budala! Böyle bir kalabalığa ok, şiş ya da mızrak neylesin. Vur, vur sonu gelmez!... Kökü kuruyasıcaların! Ah, bugüne bugün tam da barutun keşfedilmiş olmasını isterdim; bir Quartang - Schlang (32) ya da bir Tarras (33) ile üç dört salkım ateş (34) sayesinde bu pisleri öyle bir silip süpürürdük ki!" Ama şimdi de dışardan birbiri arkasına "çat!" diye sesler işitilmeye başladı. Kunduracı başını pencereden dışarıya uzattı; ama beş duyusunu da bir araya topladığı halde, yine ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Çünkü bu hayvanlar üst yanda, malların yığılmış bulunduğu odadan göle uçuyorlardı. Hatta bir tanesi yanlışlıkla onun kafasına çarptı ve bir de bu nesneyi eliyle yakalayınca ne görsün, gerçekten, kendi yaptığı ağır köylü kunduralarına tıpı tıpına benzemiyor mu? Dehşet içinde karısına haykırdı. Bağırarak kalfaları uykudan uyandırdı ve onlar koşup gelinceye kadar, bu işi yapan kerataların hiçbirini elinden kaçırmamak için, bir sopa yakalayarak, yukarıya tavan arasına çıkan merdivenin başında pusuya durdu. Ancak, bu kerataların hiçbiri ne göründü, ne işitildi. Kalfalar gelince sahne biraz değişti, onlardan en yüreklisi yukarıya çıktı ve oda kapısını hızla açarak içerde kimse olmadığını anlayınca, Blaese'nin dizinin bağı tümüyle çözüldü. Yavaş sesle karısına: "Bu iş kötüye benziyor, kadın!" dedi, "yanılmıyorsam bu işin arkasında bana karşı olan çok güçlü biri var!" ve ona Karagün Dostu'ndan söz etti. Başka zaman çok keskin bir dili olan karısı, bunu işitince birdenbire suspus oldu. Her yanı zangır zangır titriyordu. Kızı da aynı durumdaydı. Blaese kalfalara: "Gürültü etmeyin, şimdi hemen komşumuz balıkçı Lipp'in avlusuna gidin, ses çıkarmadan bir iki kayık çözün, sopa ve ağ olarak ne bulursanız alın! Gün ağarmadan malların hepsini toplamalıyız, yoksa bütün kentin kepazesi olurum ve kimsenin alayından kurtulamam."
    Onlar giderken balıkçı da sokakta onlara doğru koşuyormuş. Biraz önce cuma perhizi dolayısıyla bir iki sazan balığı yakalamak için göle çıkmak isterken suda o garip yaratıkları görmüş; bu durumu kunduracıya haber vermeye geliyormuş. Lipp'le birlikte yedi kişi olmuşlardı. İki kayığa bölünerek sopalarını oraya buraya batırmaya başladılar, yokladılar, aradılar. Yukardan yine bir şeyler yağmaya başladı ve bu kez doğru kafalarına nişan alınmış gibi atılıyorlardı. Gerçi artık gelenler ne pabuç, ne de çizmeydi, ama bunların yerine şimdi de, yine yukarda bir yığın halinde depo edilmiş olan kalıplar fırlatılıyordu; hem yalnızca kurt yeniği, yıpranmış kötü parçalar değil, satış için hazırlanmış, yepyeni, hepsi iyi cins sert ağaçtan yontma kalıplar birbiri ardından havayı kahramanca yararak başlarına iniyordu. Böylece bir ara bu kayıktan biraz sonra öbürkünden bağırışlar işitildi: "Hoop! Dikkat edin!" - Böylece sağdan soldan, yıldırım tanrısının birçok şimşeği, hiç de haksız olmayarak iyi isabetler kaydetti.
    Balıkçı kunduracıya: "Doğrusu, sağdıcım" diye takıldı, "sanatımı bütün yıl bu biçimde yürütmek istemem; bununla birlikte sizin balık ağını çok iyi kullandığınız her bakımdan belli oldu. Bu günden tezi yok, onurlu kunduracılar birliğinin baş ustası olarak, kalıplarınıza, atalar sözüne inat, kendi damganız içinde, şöyle kabadayı usulünce eğri bir durumda, bir turna balığı resmi yaptırın."
    Onlar bir hayli ter döküp korku, güçlük ve telaş içinde çabaladıktan sonra, sonunda gölü yine dümdüz yapıncaya kadar temizlediklerinde, gün artık ağarmıştı. Kayıkların en büyüğü ıslak mallarla dolmuştu; ama hemen hemen hepsi yeniden ele geçmişti; ancak sağda solda birkaç parça mal sazların arasında takılı kalmıştı.
    Bu olaydan, çok doğal olarak kent halkına çabucak haber sızdı. Çoğunlukla bir şeytan parmağından kuşku duyuldu. Usta Blaese de bu yüzden birçok kimsenin, malını almaktan çekineceğinden korkmaya başlamıştı; nitekim gerçekten de böyle oldu. Bazı muziplerin şaka olarak söylediklerine bakılırsa, o zamanlar kaba ayakkabıların özel bir türü, başkaca hiçbir işaret ya da ilan olmaksızın, yalnızca: Stuttgart'ın yuvalanmış halis su fareleri adı altında uzun bir süre boyunca uzak yerlere kadar gönderilmişti.
    Şimdi artık ustanın ilk kaygısı, çalınan malı bir an önce evden çıkarıp asıl sahibine vermek oldu. Gerçi karısı gün ışığına kavuşunca yine direnmeye, hatta "müşteri, ev, mal, hepsinden vazgeçtim, tek bu ayakkabıları saklayalım, (bir ata sözünün dediği gibi) sonra yine hepsi masrafsızca ve zahmetsizce başarılır", demeye başladı. Ama kunduracı Blaese başını sallayarak "onların bize bedence de bir zarar getirmeyeceğini ne biliyorsun? Tanrı bizi çatal batmasından korusun, üç kez batsa dokuz delik yapar!" dedi, - Karısını, "eğer bir daha böyle sözler söylersen, seni döverim" diye korkuttu. Durup dinlenmeksizin bütün evi dolaşıyor, bir pencereden öbürüne koşuyordu. Yorgunluktan adeta bitkin yere yıkılacaktı. Bu durum, karanlık basıp da kızı önlüğünün altına alarak evden uzaklaştırıncaya kadar sürdü.
    Kız pabuçları Kinderlenlerin ambarının arkasındaki bir pencere girintisine bıraktı. Vrone bunları ertesi sabah erkenden ineğe yem vermek için ahıra giderken, eğer geceleyin Karagün Dostu onları oradan yok etmemişse, kesinlikle bulacaktı.
    Bu aralık iyi kız, taklit pabuçları, başına kötü hiçbir şey gelmeksizin, hep ayağında tutmuştu, arada geçirdiği her günün akşamı yatağa yatarken: "Ama artık bunlardan hiçbir aksilik gelmediğine inanıyorsun, değil mi, anne?" diye soruyor - Annesiyse: "Büyük söyleme" diyordu. - Böylece her şey yoluna girmiş, Vrone de yine eskisi gibi akıllı ve becerikli bir kız olarak tanınmaya başlamıştı.
    Bu olaylar geçtikten birkaç zaman sonra Blaese, Herdweg denen yol üstündeki bağında, bahçe kulübesinin sırasında oturuyordu. Son zamanlarda işinin fazla bozuk gitmesinden dolayı çok üzüntülüydü. Bu güz erik ağaçları bol meyve vermişti; aşağı yukarı ne ürün alabileceğini kafasında hesaplamaya uğraşırken - O da ne? Birinin arkasında bir şeyler fısıldadığını işitti! Ve orada kimi görse beğenirsiniz? Karagün Dostu, Cüce Hızır'ı! Kunduracımız, kireç gibi bembeyaz kesilmişti; Cüce: "Korkma, birlik başkanı korkma!" dedi. "Ben kötülük için gelmiyorum. Aramızda bir yaramazlıktır oldu; ama şimdi geçti, yine her şey düzeldi; eğer henüz böyle olmamışsa, benim yüzümden olan bütün zararı gidermek isterim. Şimdi de benim küçük bir derdim var, ustabaşım" - "Acaba ne gibi bir şey, benim küçük efendim, size nasıl yararlı olabilirim?" - Cüce sözünü sürdürürken "izninizle diyerek sıraya oturdu ve onun da yanına oturmasını istedi, "Bakın" dedi, "ben o gece sizin üst kattaki tavan arasında ve siz de aşağıda pencerenin yanındayken sizin her defasında bir söz kullandığınızı işittim; bu söz o zamandan bu yana bir türlü aklımdan çıkmıyor. Siz şöyle demiştiniz: Bugüne bugün barutun keşfedilmiş olmasını ne kadar isterdim! Bununla ne demek istediniz?"
    Blaese düşünürken, kendi ayağıyla gitmediğini pek iyi bildiği bir inek ahırında geceleyin birdenbire uyanmış bir adam gibi, garip bir tavır aldı, güldü ve: "Efendiciğim, bunu Blaese mi söyledi? Eğer şimdi bunu anımsıyorsam, beni şeytan çarpsın" dedi, - Öteki: "Ay, ant içmeyin, dostum" diye karşılık verdi. "Neden bunu şimdi yadsımak istiyorsunuz? Bana güvenin, tam anımsayamıyorsanız bile, yalnızca şöyle yaklaşık olarak söyleyin, barut dediğiniz nedir? Ben nasılsa bu gibi gizli şeylere biraz fazla ilgi duyuyorum; ama bakın, bundan size hiçbir zarar gelmeyecek ve karşılık olarak da biraz benim hünerlerimden yararlanacaksınız". - O zaman Blaese, sanki bu hususta kuşkusuz bir şeyler biliyormuş gibi bir tavır takındı; ve "hatırınız için, Karagün Dostu" dedi, "dileğinize seve seve uymak isterim; yalnızca bana bir gün düşünme fırsatı verin, bu konuda bir kez de karıma danışayım", - Öteki bu koşulu kötü bulmadı, ona yeniden özellikle rica etti; sonra kimseye söylememesini tembih ederek ertesi gün yine buluşmak üzere ayrıldı.
    Yaşlı kunduracı yalnız kalınca: "Şimdi Sante Blasi (35), yardıma koş!" diye bağırdı. "Şimdi artık dünyalar pahasına bile olsa, benim şu kalın kunduracı kafamdan barut denen nesneyi bulup çıkarmam gerekiyor. Orada iki dirseğini dizlerine ve iki elini de şakaklarına dayamış oturuyor ve "acaba fareler için mi?" diyordu, "olamaz, niçin? İs tozu çoktan bilinen bir şey. O gece benim midem bozuktu, düşümde altın sarısı mide tozunu sayıklamış olmam mümkün, bu da ancak İran Şahı'nda bulunur. - Bir ot vardır, adına Allermanns-Harnisch (36) derler, bir başka ot daha var, bunun adı da Dierletey'dir (37), sonra bir tane daha var: Mamortica (38). Bunlar hiçbir eczacıda ve hiçbir bakkalda bulunmaz. Bunlardan benim rahmetli annem eltisine bir merhem yapmıştı, her derde iyi gelirdi. Hele şöyle bir gideyim de ne yapabilirim diye bakayım. Her şeyden önce birtakım şeyler satın alayım. Herhalde deneme okumadan yararlıdır."
    Yolda kente giderken derin derin düşündü; birden parmağını göğe kaldırdı ve: "Hay Tanrı iyiliğini versin" diye bağırdı, "İnsan, aradığı şey avcunun içinde yatıp dururken hiç böyle öküz gibi uzun uzun düşünüp durur mu? Bir kunduracı kendi işinde aradığı bir yararı neden meslekten olmayan başka birinden öğrenmeye çalışsın? Hele bir dur, ben bu işin altından herhalde kalkacağım."
    Gereksinimi olan şeyleri almak için doğruca bakkala koştu. Evde bir arka odaya çekildi. Yarım şişe şarapla masanın başına oturdu ve kendisinin en iyi sirkesinin yardımıyla en değişik şeyleri kararak siyah renkte ne olduğu belirsiz bir macun yaptı, onu baş parmağıyla bir süre yoğurdu, ezdi, çeşitli biçimlerde denemeler yaptı; hâlâ yeterince kıvamlı olmamıştı. Bu çalışma ertesi gün akşama kadar sürdü.
    Cüce dakikası dakikasına kararlaştırılan saatte geldiğinde, Blaese de hazırladığı macunu, sinsi bir gülüşle ona uzattı. Cüce onu kokladıktan sonra: "Sevgili adam, sakın bu yeni bir pabuç boyası olmasın?" - "Evet öyle, zaman kazanmak gerek." Cüce gülümser bir yüzle: "Bana öyle geliyor ki" dedi, "siz barutu bulmaktan henüz çok uzaksınız. Şimdi benim yüzümden boş yere birçok iş yaptınız, zahmete ve masrafa girdiniz. Ben hem bunun için, hem öteki zararlarınız için, size bir karşılık sağlayacağım; benim Yağ-cilalı pabuç boyamın reçetesini size vereceğim: bunu kutular içinde kârlı bir biçimde satabilirsiniz."
    Küçük adam bununla Blaese'ye ne kazandırdığını biliyordu. Yaşlı kunduracı bu ticaret sayesinde birkaç yıl içinde zengin bir adam oldu. Mirasçıları da bu gizi sakladı; doğrusu, günümüzün bütün kibar insanlarına, bundan daha iyi bir pabuç boyası salık veremem. Bununla birlikte Karagün Dostu'nun Blaese'ye namusluca yaptığı şu açıklamayı da sizden saklamamalıyım: "Bir derinin iyi korunabilmesi için, türüne göre, onu iyisi mi, her zaman boyamak gerekir; hatta o yeteri kadar cilalı görünse bile". "Bu sözleri de burada bu vesileyle söylemiş olalım.
    Ama şimdi biz, kalfamızın o zamandan bu yana Ulm'da kendi mutluluğu için ne işler becerdiğini de bir görelim.
    Aşağı yukarı iki ay -herhalde daha çok değil- geçmiş olsa gerek, kalfamız artık olmuş, kemale ermiş ve patronu olan kadına adamakıllı tutulmuştu. Bazen konuşmasını ve neşeli tavırlarını biraz daha ileriye götürerek onu daha çok yola getireceğini düşünüyordu ama eski bir doğru sözü de hep hazla yineliyordu: Sessiz koyunların sütü ve yünü bol olur ve onlara iyi bakılır. Her cumartesi gecesi odasına çekildiğinde, kendi kendine şöyle söylerdi: "Artık yarın sabah ona evlenme önerirsin." - Ama tam bunu yapacağı anda kadının gururuna dokunup son dakikada elinden kaçırabilir kaygısıyla ve aptalca bu kararından yine vazgeçerdi. Bir gün ilk kez bir domuz yavrusu kesildi. Bu Lichtbraten (39) şöleninden sonra ikinci bir ikram oluyordu. Artık şubat ayının içindeydiler ve ilkyaz da erken başlayacağa benziyordu. Seppe o sabah patronla mutfakta yalnızdı. Hazırlanan etleri tütsülemek için bacanın içine asması gerekiyordu, bu amaçla sucukları tekerlek tekerlek koluna geçirmiş olduğu halde merdiveni bacanın ağzına dayadığı sırada, kadına, eskiden işitmiş olduğu Regensburg kentinden ve oranın sucuklarından söz etmeye başladı. Sonra üstündeki giysisiyle bacanın içine tırmanırken, aşağıda ocak başında duran kadın da: "Galiba bir gün Regensburg'a da gideceksiniz; bu yer hiç aklınızdan çıkmıyor" dedi.
    Yukarda bacanın karanlığı içinde bulunduğu için o sırada kadının yüzünü göremeyen Seppe bir yüreklilik göstererek: "Eğer elimde olsa hep sizin yanınızda kalmak ve sizinle birlikte olmak isterdim" dedi.
    Kadının yanıt olarak: "Sizi de kimse kovacak değil ya!" demesi üzerine de "öyle mi?" diye sordu ve biraz durduktan sonra: "ama bir insan bütün ömrü boyunca bekar kalamaz ki..."
    Kadın bu sözlere yanıt vermedi. O zaman delikanlı yeniden söze başladı: "Benim gibi zavallı bir yoksulun bugüne bugün uygun bir kadın bulması için çok uğraşması gerek.
    Bu kez kadın: "İnsan istediğini önce yakınında arar" diye yanıt verdi.
    Bu sözleri işitince Seppe'nin yanaklarına, sanki daha yukarda baca içinde tutuşacaklarmış gibi, ateş bastı. Bütün kirişler sucuklarla dolmuştu. Artık çekilebilirdi; ama vücudundan bir korku teridir boşandı. Güpegündüz kadının karşısına nasıl çıkacağını ve daha söyleyeceklerini de nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Bu nedenle bir süre daha sucukları bağlayarak, oraya buraya sürerek ve sallayarak oyalandı. Ama sonra birdenbire ağzını açarak: "Ustacığım, ben bir süredir hep, bizim birbirimiz için yaratılmış olduğumuzu düşünmekteydim. Benim size karşı bir sevgim ve güvenim var" dedi.
    Kadın: "Bunun üzerine konuşulabilir" yanıtını verdi. Bunun üzerine delikanlı uçarak aşağıya indi ve burnunun üstündeki kapkara bir kurum lekesiyle kadının karşısına dikildi. Kadın bu duruma biraz gülümseyerek beyaz önlüğünün ucuyla, oğlanın burnundaki lekeyi sildi. Bu davranış Seppe'nin yüreğini sevinçle doldurmuştu. Kadının, neye uğradığını anlamasına zaman tanımadan, ellerinden yakaladığı gibi dudaklarından öptü.
    Ama o da ona tam bir eşiyle karşılık vermişti. - "Öyleyse siz artık benim patronum değil, nişanlımsınız". Kadın bu sözü doğruladı ve ikisi de neşe içinde birbiriyle uzun boylu konuşup seviştiler.
    Seppe yeniden iş yerine dönmeden önce kadın ona: "Siz ustalık hakkını kazanıncaya ve biz hemen arkasından daha ileri bir adım atıncaya kadar şimdilik kimseye bir şey sezdirmeyelim" dedi.
    Aynı günün akşamı Seppe, eskisi gibi, yemekten sonra bira içmeye koşmadı. O, sabahtan bu yana sevinç içinde bu güzel dakikayı iple çekmişti. Öbürleri dışarı çıkar çıkmaz o da çekildi, yıkandı, tarandı, vücuduna temiz bir gömlek geçirdi ve vardıkları anlaşmanın onuruna, pazarlık ceketini giydi. Sonra kadının yanında, hak ettiği rahatlık ve dinginlik içinde oturdu. Bütün kepenklerle sokak kapısı iyice kapanmış, şamdana da taze bir mum dikilmişti. Bu durumda sevgilisinin önüne bir ilk davranış olarak kendisinin nişan armağanı gümüş hotozu koydu. Doğal olarak o sırada bir sürü övgü ve teşekkürle karşılanmış ve sevilmişti. Ancak kadın kuşkulanmış ve bu takke bir yerden satın alınmadığı, herhalde pazardan da aşırılmadığı için, kendi kendine: "Delikanlı bunu nereden buldu?" diye düşünmekten kendini alamamıştı. Bunu öğrenmeyi o kadar istediği halde, şimdilik dilini tutarak yalnızca anlamlı bir gülümsemeyle yetindi.
    Bunun üzerine kadın gidip mahzenden şarap çıkardı. Oğlan da yukardan çöreğini indirdi. Okurumuz, kadının bu çöreği ilk kez bugün tatmamış olacağını herhalde kendiliğinden düşünmüş olacaktır. Evet, kadın onu ilk kez tadıyor değildi. Yalnız, Seppe ona Tanrının günü yeni bir dilim yediremediğine üzülürdü. Güzel patrona gelince, o, oğlanın anlattıkları arasında en çok Stuttgart'ın saray şekercisine şaşmıştı. Çünkü oğlanın kendisine söylediğine göre, bu şekerci, onun isim babasıymış ve ona her sekiz günde bir kocaman çörek gönderirmiş. İnsan böyle iyi yürekli isim babasına şaşmayıp da ne yapsın? Çöreğin nereden geldiğini açıklaması kendisine yasak edilmediği halde, delikanlı gerçeği söylemekten nedense çekinmişti. Ancak kadın onun şimdi böyle bir açıklamaya daha yatkın olduğunu sezerek: "Ne olur? İtiraf et, Seppe, çörekle hotoz bir evden geliyor, değil mi?" O da: "Öyle değil" diye karşılık verdi. "Bunlardan birisi hakkındaki gerçeği, yüreğimin sevgilisi olan sana artık dosdoğru anlatmak istiyorum; saray şekercisi öyküsü bir şakadan ibaretti. Siz Ulm'da yer cücesinden söz edildiğini hiç işittiniz mi?" - "Hiçbir zaman!" - "Karagün Dostu'ndan, Hızır'dan?" - "Hiç mi hiç" - "Peki öyleyse" dedi, bardağını eline aldı, onunla tokuştu ve kendisinin yola çıkmadan önceki gece başına gelen her şeyi bütün gerçekliğiyle kadına anlattı. Kadın başlangıçta onun yüzüne, yine şaka olarak yeni bir öykü dinliyormuş gibi bakarken, oğlanın tümüyle ciddi bir tavır takındığını görerek: "Bu çocuk bir tansık budalasından, bir düşçüden başka bir şey değil", diye düşündü. Fakat kadın ne kadar kuşkulanırsa, oğlan da o kadar ateşleniyordu. "Şimdi de sevgilim" dedi, "bir örnek olarak size Doktor Veylland'dan bir öykü anlatayım. Bu, kesin ve gerçek bir olaydır, ben onu büyükbabamdan duymuştum. Vakit hoş geçsin diye bunu da bir dinleyin, sonra ister inanın, ister inanmayın."
    "Veylland, doğduğum kentin temelini eliyle atmış olan Kont Konrad von Wirtemberg'in bir dostuydu. Yaşlılığında sakin bir adam olarak, şimdiki sarayın bulunduğu yere pek uzak olmayan ve yalnız başına duran bir yapıda yaşamıştır. Doktorun en çok hoşlandığı şey, evinin arkasındaki büyük bahçesiydi. Orada bütün ülkenin en güzel meyvelerini yetiştiriyordu. Yalnız, her güz Bupsing köylüleri, evin ve bahçenin dört bir yanı yüksek duvarlarla çevrilmiş olduğu halde, meyvelerin hemen hemen yarısını aşırıyorlardı. Bu durum adamcağızı çok kızdırıyor ve bu yüzden çoğu kez hasta düşüyordu. Bir gün güpegündüz, kapılar kapalı bir durumda, eski bir kitabı incelerken yer cücesi ya da öbür adıyla Karagün Dostu ya da Hızır ona çıkagelir. (Doktorun o zamana kadar böyle bir varlıktan haberi olmamıştı.) Cüce ona bu heriflere karşı bir çare önerir ve karşılığında doktorun da cücelere her yıl bir kile iyi cins armut vermesi koşulunu ileri sürer. Doktor bu öneriye, hiçbir güçlük çıkarmadan razı olur. O zaman cüce, deri önlüğünün altından, halis kayın ağacı kerestesinden yapılmış bir çizme çekeceği çıkarır. Daha yepyeni olan bu aygıt dümdüz bir sırtı ve ufak güçli kıskaçları olan garip bir yengeç biçiminde yontulmuştu; karnından aşağısı siyaha boyanmış ve üzerine beyaz boyayla bir cin ayağı (40) resmi yapılmıştı. Cüce:
    "Benim bu aygıtımı alın" dedi, "ve onu evin içinde istediğiniz yere koyun, yalnızca bahçeye çıkabilmek için kendine örneğin bir su borusu ya da bir kedi deliği gibi bir geçit bulabilsin, yeter! Sonra artık onunla hiç ilgilenmeyin, o görevini yapar. Ola ki siz, gecenin tam ortasında birinin bağırıp sızlandığını işitirseniz, o zaman hemen koşup hırsızı yakalayın ve bir temiz pataklayın. Sonra aygıta şu sözleri söyleyin:
   
    Zanges, Banges, lass ihn gahn,
    Wohl hast du dein Amt getan!
    Kıskaç, korkuluk, bırak onu gitsin,
    Sen görevini çok iyi becerdin.
   
    "Ama siz köylüyü ya da hırsızı salıvermeden önce çizmesini ya da ayağında ne varsa çıkarttırın; Bu işte benim aygıtım gereken yardımı yapar; ve bunu hakkınız olarak alıkoyun; zamanı gelince istediğinize bağışlayabilirsiniz. Eğer yengecim biraz tembelleşirse ya da herhangi bir biçimde işe yaramaz olursa, o zaman onun kaba etine birkaç okkalı tekme yapıştırmanız yeterli; ama buna gerek kalmayacağını umarım. Yoksa o uysal ve çetin bir hayvancıktır. İnsan onun sırtında odun bile kırabilir. Ancak şu var ki, onu mutfaktan uzak tutmak gerek. Çünkü her yere tırmanmasını sever ve günün birinde içinde su kaynayan bir kazana düşüverirse, buna dayanamaz. Bununla birlikte ben yine gelir ve durumu görürüm, sevgili efendiciğim, kalın sağlıcakla!" Doktor Veyland çekeceği oda kapılarından birinin önüne koydu. O da akşama kadar hiç kımıldamadan oracıkta durdu ve öteki odun parçaları gibi duygusuz göründü. Fakat akşamın alacakaranlığında, kimse ondan bir şey beklemezken birden takır tukur, takır tukur, merdivenden aşağıya indi ve su deliğinden, dışarı çıkarak bahçeye daldı. Sonra efendiyle uşak onun yeşil çimenler arasından duvar boyunca sürünerek evin dört bir yanını, bütün gece, durup dinlenmeksizin dolaştığını pencereden gördüler.
  
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.