Sakıncalı Piyade - 2
Süzlärneñ gomumi sanı 3806
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1988
26.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Aynı dava için, Tabiî Senatör Ekrem Acuner'in dokunulmazlığı kaldırıldı. Acuner, Anayasa Mahkemesi'ne başvurarak, dokunulmazlığını kaldıran kararın iptalini istedi. Bu istek dolayısıyla, davanın belgeleri incelendi. Resmî Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesi kararında öz-
yörük'ün o gün ishal olduğu da belirtildi. Böylece, özyö-rük'ün ishali «Anayasa Mahkemesi içtihatlarına» geçmiş oldu.
Mukbil özyörük, Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde, bizimle birlikte sanık olarak yargılandı. Hukuk Fakültesi Dekanı Uğur Alacakaptan, Doç. Mukbil Özyörük, ben ve Asistan Adil Özkol, hep birlikte Dev -Genç'in Fakülte çapındaki eylemlerine destek olmaktan ötürü yargılanmaktaydık. Özyörük duruşmalarda ikide birde kalkar:
— Heyet-i celilelerinize bütün mukaddesatım üzerine
yemin ederek... biçiminde başlayan konuşmalarla kendi
sini savunmaya kalkardı. Duruşma yargıcı Yarbay Saa
dettin Üçüncüoğlu da bu fırsatı hiç kaçırmaz:
— Otur yerine, edebiyat yapma... diyerek, özyö-
rük'ü azarlardı.
Mukbil özyörük, yedeksubay olarak Kore Savaşı'na katılmıştı. Kore'de tercümanlık yapmış, bu hizmetlerinden ötürü Amerikalı'lardan bir de madalya almıştı. Savunma yapacağımız gün, mahkemede kulağıma eğilerek:
— Madalyamı takayım mı?... dedi. Bu madalya aracılığı ile yaptığı savunmanın etkili olacağına inanmıştı. İstanbul'da, 83 Deniz Subayı ile birlikte yargılanırken:
— Ben Kore'de komünistlere karşı savaştığım için madalya aldım, nasıl komünist olabilirim?... yolunda bir savunma yapmış ve savunmanın bu yerinde, sanıklardan İrfan Solmazer'in :
— Al o madalyayı da... diye başlayan bir yanıtı ile karşılaşmış, Solmazer'in madalya için verdiği adresten hiç de hoşnut kalmamıştı.
Aynı söz benim de dilimin ucuna geldi, kendimi güç tuttum.
Özyörük'ün yanında, devrimcilik konusunda mangalda kül bırakmayan öğretim üyelerinden biri de, Ankara Hukuk Fakültesi eski Dekanlarından Prof. Dr. Erol Cansel'di. Cansel, 12 Mart öncesi düzenlenen bütün yürüyüşlere katılmış, bütün forumlarda konuşmuş, bu nitelikleri
nedeniyle, devrimci öğrencilerse Fakülte Dekanlığı'na getirilmek istenmişti.
— Devrimci Dekan istiyoruz.,.
Erol Cansel, Dekan seçiminden önce, bütün devrimci öğrencilerce böyle desteklenmekteydi. Sonradan mahkemede, Cansel'in, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyelerinden biriyle, Dekanlık pazarlığı yaptığı da ortaya çıktı.
Hukuk Fakültesi'nin bütün öğretim üyeleri ve yardımcıları Erol Cansel'in, Hukuk Fakültesi öğrencisi Mustafa Kuseyri'nin ölümü dolayısıyle yaptığı konuşmada:
— Böbrek iltihabından öleceğime, faşist kurşunuyla
öleyim... diyerek, bütün öğretim üyelerini, yardımcılarını
ve öğrencileri, eylemsizlikle suçladığını çok iyi anımsa
maktadırlar.
12 Mart gelince, tüfek icad oldu, mertlik de bozuldu. Profesör Erol Cansel, yakın dostu Doç. Seyfullah Ediz ile devrimci öğretim üyelerini ve öğrencileri suçlamak için askerî savcılara koştu. Sonradan, devrimciliği, böbrek iltihabını, faşist kurşununu unutup, «Ülkücü Öğretim Üyeleri Kongre Başkanlığı» yaptı.
özyörük şimdi, bütün bilgisi, bütün kültürü ve yetenekleriyle Tercüman gazetesinde yazılar yayınlamakta, Erol Cansel de, bütün gücüyle «ülkücülük» yapmaktadır.
Cephe iktidarı, bu iki öğretim üyesinin bilgi ve görgüsünden yararlanmak için bunlara bazı devlet kurumlarında danışmanlık vermektedir.
Bu iki öğretim üyesi yaşlandıkça olgunlaşmakta ve başta öğrencileri olmak üzere, bütün hukukçulara örnek olmaktadırlar...
12 MARTIN NEDENİ: GENERAL NECİP ! ? ! ?
İhtilâl nasıl yapılır?
Nasıl yapılacak, bir gece ansızın, elinizde silâh hükümeti alaşağı edersiniz, olup biter. Şunun şurasında düşünecek ne var?.
Türkiye'de ihtilâller de son derece, demokratik yöntemlerle yapılmaktadır. Bu bakımdan dünyada eşine pek rastlanmayan ilginç ülkelerden biriyiz. İhtilâlleri bile, Mısır'daki Sağır Sultan'ın duyacağı biçimde, herkesin gözü önünde millî birlik ve beraberlik içinde plânlayıp, örgütleriz.
12 Mart böylesine demokratik yollarla gerçekleştirilmiştir. Cuntalar kurulmuş, bunu herkes duymuştur. Cunta kuranlar az kalsın, kuruluşlarını Ankara Valiliğine bile bildireceklerdi amma. herhalde bunu akıl edememişlerdi.
Ben size 12 Mart'ın içyüzünü anlatayım mı?.
Haydi anlatayım :
Efendim, ülkenin içinde yaşadığı koşullar, Silâhlı Kuvvetler içinde çalkantılara yol açınca, o tarihlerde 2 nci Ordu Komutanı olan Orgeneral Faruk Gürler'in çevresinde bazı halkalar oluşur. Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanı olmak istiyor, fakat önünde bir engel var: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Kara Kuvvetleri Komutanlığına, Orgeneral Kemal Atalay'ı atamak istemektedir.
Gürler'e bağlı general ve albaylar hemen eyleme geçerler. Açık ve kapalı gözdağlarından sonra, Gürler «hoop» deyip. Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelir.
Tabii, demokratik yolla!
Gürler Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelince, işler
kolaylaşır. Artık ihtilâl «hiyerarşik» biçimde, «emir - komuta» çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Gürler, genç subaylara tam güven vermiştir. — Başımızda Gürler var...
İşte bu söz. ihtilâlcilik için yetip artıyordu bile. Gürler olduktan sonra, gerisi kolay. İhtilâl yapılacak ama demokratik yolla!
Demirel hükümetine karşı tepkiler, Hava ve Deniz Kuvvetlerinde de gelişiyordu. Mürted Hava Üssü Komutanı Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, Demirel hükümetinin yıkılarak, yerine, köklü devrimler yapacak bir devrimci yönetim kurulmasını özlüyor, arkadaşlarıyla, bunun plânlarını yapıyordu.
Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanı olunca, Adapazarı'nda Tümen Komutanı olan Tümgeneral Celil Gürkan'ın Ankara'ya getirilmesini istedi. Gürkan, Faruk Gürler'in isteği ile Kara Kuvvetleri Plân ve Prensipler Başkanlığına getirildi. Tümgeneral Celil Gürkan, Silâhlı Kuvvetlerde çok sevilmekte ve sayılmaktaydı. İki yabancı dil bilen Gürkan. etkili konuşma biçimiyle, haklı bir ün yapmıştı.
Kara Kuvvetlerinden Tümgeneral Gürkan, Hava Kuvvetlerinden Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, aralarında kısa sürede çok yakın dostluk kurdular. Her ikisinin de siyasal görüşleri birbirine benziyordu. Bir süre sonra bu dostluğa Deniz Kuvvetlerinden Tuğamiral Vedii Bilget de katıldı.
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur. 27 Mayıs 1960 günü, Adnan Menderes'i, Eskişehir'de tutuklayan albaylar arasında yer almaktaydı. Oldum olası. Başbakan Demirel'e hiç içi ısınmamıştı. Hava Kuvvetlerinde dipten gelen ihtilâlci akımlar, kısa sürede, onu da etkiledi, Kara ve Hava Kuvvetleri, hiyerarşik bir zincir içinde, ihtilâl havasına girivermişti.
Orgeneral Faruk Gürler, ihtilâlin planlanması ve örgütlenmesi görevini, kapısının karşısındaki odada çalışan. Plân ve Prensipler Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan'a vermişti. General Gürkan, o günlerin tanımıyla «radikal» düşünceliydi. Silâhlı Kuvvetlerin Demirel hükümetini de-
virmesi ya da çekilmeye zorlamasından sonra, bazı reformlar yapılmasını istiyordu. General Kırışoğlu, Amiral Bilget ve General Gürkan bu konuda tam bir anlaşma içindeydiler.
Görüşleri şöyle özetlenebilirdi: önce Demirel hükümetinin sorumluları yargılanmalı, yolsuzluk dosyalarına el konmalı, siyasal suç sanıkları mahkemelere çıkarılmalı, sonra da kurulacak bir «Devrim Partisi» eliyle, başta toprak ve vergi reformları olmak üzere, köklü reformlar yapılmalı, ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar kaldırılmalı, yabancı Şirketler millileştirilmeli.
Gürler ve Batur, bu görüşleri benimsemişlerdi. İhtilâl programları hazırlandıktan sonra kurulacak «Devrim Hükümetinin kimlerden oluşacağı bir bir saptandı. Tabiî bu da demokratik yolla!
İhtilâl çalışmaları günleri alıyor, bir türlü ne zaman «darbe» yapılacağı kestirilemiyordu. İhtilâl günü «d» günü olarak adlandırılmıştı. O gün, ihtilâli yönetecek olan komutan «düğmeye» basacak, yani bütün birliklere «alarm» verecekti. Bu da demokratik yolla!
ihtilâl toplantılarına, Genelkurmay Başkanlığı Merkez Dairesi Başkanı Tümgeneral Şükrü Köseoğlu da katılmaya başlamıştı. Köseoğlu, bir gün, toplantıya Genelkurmay Başkanlığı Plân ve Prensipler Başkanı Korgeneral Atıf Erçıkan ile geldi. Erçıkan tam ihtilâlciydi.
— Çankaya'ya elimde stenle bir gireceğim... diye
ateşli konuşmalar yapıyordu. Erkek adamdı doğrusu. De
mokratik yolla, Çankaya'ya çıkacaktı.
Gürler yanlısı İhtilâlcilerin bir tek endişeleri vardı. Kara ve Hava Kuvvetleri İçinde örgütledikleri ihtilâli Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç duyarsa ne yapacaklardı? Bazıları duyarsa duysun, diyorlardı.
Duydu da.. Tağmaç, demokratik yolla bir haberleşme sistemi kurmuştu.
Korgeneral Atıf Erçıkan Bahçelievler'deki evinde, sık sık ihtilâlci subayları topluyor ve ateşli konuşmalar yapıyordu
— Çankaya'ya önce ben gireceğim...
Sonra öğrenildi ki, Erçıkan, bütün konuşmaları, bir bir Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a bildirmiştir.
İhtilâlci subaylar, ihtilâl gerçekleşirse, Devlet Başkanlığına Orgeneral Faruk Gürler'i getirmek istiyorlardı. Gürler'in de buna hiç itirazı yoktu. Atıf Erçıkan da Genelkurmay Başkanlığına getirilecekti. Buna da demokratik yolla karar verilmişti.
Fakat Gürler'in kulağına kar suyu kaçmıştı. Genç subaylar arasında kaynaşmaları da duyuyordu. Acaba, kendisi, Mısır'da Kral Faruk'a karşı düzenlenen ihtilâlde ön plânda görüldükten sonra, Nasır tarafından «"tasfiye» edilen General Necip rolü mü oynuyordu? Acaba? Acaba kendisi Necip, Celil Gürkan da «Nasır» mı olacaktı?.
— Ben General Necip olmam...
«General Necip sorunu», Gürler tarafından Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'a da açılmıştı. Genç subaylar, Celil Gürkan'ın çevresinde kenetleniyorlardı. Hava Kuvvetlerinden genç subayları örgütleyen Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, kanser hastalığına tutulduğu için Londra'ya gitmiş, Batur ile genç subayların İlişkisi de böylece kopmuştu.
— Biz General Necip olmayız...
General Gürkan'ın ağzındaki sözler de, Gürler'e pek hoş gelmiyordu. Gürkan sık sık «toprak devrimi», «millileştirme» gibi kavramlardan söz etmekteydi. İşte bunlar demokratik değildi.
Gürler de, Batur da. General Necip kavramında birleşmişlerdi. İkisi de General Necip olmayacaklardı.
Bu kuşkulara karşın, Gürler, yine de, ihtilâl için hazırdı. 9 Mart gecesi, Hava Kuvvetleri Komutanlığında toplanıldı. Bu toplantı da demokratikti. Toplantıda Gürler,. Batur, Gürkan, Atıf Erçıkan, Korgeneral İhsan över bulunmaktaydı. Gürler Batur'a dönüp:
— Eyiceoğlu'na da haber verelim... dediğinde, Ba-tur'un tepkisiyle karşılaşmıştı. O gece. Gürler, Celil Gür-kan'a dönüp:
— Celil Paşa, sen yoruldun, sorumluluğu ben üzeri-
—
me alıyorum... diyerek toplantıyı bitirdi. Bu arada, cebinden çıkardığı mendillerle yüzünün terini silmekteydi.
Toplantı öylece dağıldı.
10 Mart günü, Orgeneral ve Korgeneraller, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından Askerî Şura salonunda toplantıya çağırıldılar. Toplantıyı Orgeneral Tağmaç şu sözlerle açtı:
— Arkadaşlar, bugün, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu görüşeceğiz. Her komutan arkadaş dilediği gibi açık konuşsun. Komutanlarınız olarak biz konuşmayacağız. Hiçbir mütalâa ileri sürmeyeceğiz. Biz konuşmayacağız. Sizin konuşmalarınızdan sonra gerekli karara varacağız...
Bu, gerçekten çok demokratik bir yoldu. Herkes dilediğini konuşacak, «ihtilâl yapalım», «hayır yapmayalım» diyerek, en demokratik yolla, sonuca gidilecekti. İhtilâl yapmak için, bir gece ansızın silâha sarılmaya gerek yok.. İhtilâl yapılıp yapılmayacağını, Orgeneral Memduh Tağmaç, böyle demokratik yollara bağlamıştı.
Bu demokratik toplantı, öğleden sonra, saat 16 ya kadar sürdü. Tağmaç, kara gözlüklerinin altından, bütün konuşmaları hoşgörü ile izledi.
Komutanlar çeşitli görüşler ileri sürüyorlardı. 1 inci Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün :
— Demirel hükümetine dokunmayalım. Hükümetin emrinde göreve devam edelim... derken, bazı generaller de, Demirel hükümetinin kesinlikle devrilmesi, Silâhlı Kuvvetlerin yönetime el koymasını istiyorlardı.
Bunların sözcülüğünü, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Hayati Savaşçı üstlenmişti. Savaşçı, aynı sabah saat 9.30 da, Celil Gürkan'ın odasında bir toplantı yapmış ve Kara Kuvvetlerinde görevli generallere, «Genişletilmiş Komuta Konseyi»nde yapacağı konuşmayı okumuştu. Savaşçı'nın konuşması, toplantıya katılan generallerce destek görmüştü.
Genişletilmiş Komuta Konseyinde, bütün generaller, tam bir demokratik ortam içinde, ihtilâl yapılıp yapılmayacağına ilişkin görüşlerini açıkladılar. Demirel hüküme-
tinin devrilmesini isteyenlerin içinde, Çankaya'ya stenle girmeyi aklına koyan Korgeneral Atıf Erçıkan da bulunmaktaydı. Düşünce özgürlüğü, tamamı tamamına sağlanmıştı. Herkes görüşünü açıklamıştı.
Ne zaman «gizli ihtilâl örgütü» türünden sözler duysam gülerim. Neresi gizli yahu, neredeyse, Genişletilmiş Komuta Konseyi'nin toplantısı canlı yayın olarak televizyonda yayınlanacaktı!
Sonunda iyi oldu ama!
Memduh Tağmac, bu demokratik tutumuyla, iş çevrelerinin gözüne çarparak emekli olunca, Sanayi ve Kalkınma Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirildi.. Gürler, Cumhurbaşkanı olmak için, Çankaya yokuşunu tırmandı, fakat ayağı tökezlendiği için, tepetaklak düştü. Orgeneral Faik Türün, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığında, devrimci avına giriştikten sonra, «Umum Mağazalar» Yönetim Kurulu üyeliği ile yetinmeyerek Adalet Partisi'nden senatör adayı oldu.
Tümgeneral Celil Gürkan, «disiplinsizlik» nedeniyle emekliye sevkedildikten sonra, Faik Türün'ün emriyle, Erenköy İşkence Köşkü'nde sorguya çekildi.
Genişletilmiş Komuta Konseyi'nde, Demirel hükümetinin devrilmesi ve yönetime el konmasını isteyen Korgeneral Hayati Savaşçı ne oldu bilir misiniz? Adalet Partisi Samsun milletvekili!
Silâhlı Kuvvetlerimizde, adlarını duymadığımız, yüzlerini görmediğimiz subaylardan oluşan bir sağlıklı yapı var. Bütün olup bitenlere karşı, Silâhlı Kuvvetleri ayakta tutanlar bu adsız kahramanlardır işte.
Türkiye'de zaman zaman ortaya çıkıp, «yüz kırk bir ve yüz kırk ikinci maddeler varken, demokrasiden, özgürlükten söz edilmez diyoruz.
Amma da yapıyoruz.
Bakın Tağmaç yüz kırk altıncı madde varken, nasıl İhtilâl yönetmiş? Ne de olsa zeki adam. Zeki olmasa, bankanın başına geçirilir miydi?.
Banka toplantılarını da böyle mi yönetiyor acaba?. Yani böyle «demokratik yolla!...»
ANAYASAYI «TANGIR - TUNGUR» EDENLER...
Askerî Savcılar İçinde en çok ölüm cezası İsteyen kimdi acaba? istanbul Sıkıyönetim Savcası Albay Selâ-hattin Fırat mı? Yarbay Naci Gür mü, yoksa Ankara Sı- kıyönetim Savcısı Albay Keramettin Celebi mi?. Selâhat- tin Fırat istanbul'da «83 Deniz Subayı» davasında seksen üç idam İstemişti. Ne demişler, isteyenin bir yüzü kara!
Seksenüç deniz subayının, ölüm cezasına çarptırılmaları isteniyordu amma, mahkeme savcının bu aritme-. tik hesabını yerinde görmeyerek, sanıkların beraatına ka-. rar vermişti, ölüm cezası nerde, beraat nerede...
Memleketimizde ve özellikle Sıkıyönetimimizde o günlerde düşünce özgürlüğü vardı. Her savcı, istediği kadar kişinin ölüm cezasına çarptırılmasını isteyebilirdi. Bu bakımdan düşünce özgürlüğü, tam anlamıyla yürürlükteydi.
Ankara 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, çok sayıda ölüm cezası veren mahkemelerin başında yer alıyordu. Denilebilir ki, hiç bir Askerî Mahkeme bu kadar sayıda ölüm cezası vermemiştir.
Bazı sanıklar, hem Ankara, hem de İstanbul Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanıyorlardı. Dev-Genç Başkanlarından Atilla Sarp ile Genel Sekreterlerden Ruhi Koç'un, her İki Sıkıyönetim Mahkemesinde de idamları isteniyordu. Her zaman güleç yüzlü olan Ruhi Koç, işi alaya vuruyordu:
— Ankara'da da. İstanbul'da da İdamımız isteniyor,, Herhalde Eskişehir'de asarlar...
Bol idamlı davalardan biri Ankara 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde karara bağlanan «Dr. Uğur Celâsun ve arkadaşları» davasıydı. Savcı Yargıç Yüzbaşı Ali Hüner, dört sanığın ölüm cezasına çarptırılmasını istiyordu. Bu sanıkların adları şöyleydi: Uğur Celâsun, Hakan Tekinalp, Caner Güçal, Timur Ertekin, Selçuk Eralp...
Mahkeme kurulunda, Yargıç Albay Saadettin Üçün-cüoğlu, Yargıç Binbaşı Slret Kurtcebe ve mahkeme başkanı olarak da, Albay Remzi Siretli bulunmaktaydı. Mahkeme kararını verdi: Sanıklardan Hakan Tekinalp, Caner Gücal, Selçuk Eralp ve Timur Ertekin ölüm cezasına çarptırıldılar.
Fakat ne çare, o sıralar, Af yasası çıkmıştı, ölüm cezaları, büyük bir üzüntü içinde, yaşam boyu hapis cezasına çevrildi.
Karar Askerî Yargıtay'da incelendi.
Askerî Yargıtay Dördüncü Dairesi, sanıkların beraat etmeleri gerektiği düşüncesiyle, mahkemenin kararını temelden bozdu.
Mahkeme karara karşı direndi.
Dosya, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunca ele alındı. Son karara göre, sanıklardan Hakan Tekinalp ile Timur Ertekin haklarında herhangi bir suçtan mahkûmiyetlerini gerektirir hiçbir kanıt yoktur. Sanıkların beraat etmeleri gerekirdi. Öteki sanıkların suçları da, Mahkeme kararında değinildiği gibi değildi.
1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi, dört genci ölüm cezasına çarptırırken neye dayanıyordu?. Herhalde mahkemenin dayandığı bazı gerekçeler vardı.
işte benim anlatmak istediğim de bu.
Mahkeme, dört genci ölüm cezasına çarptırırken, işkence konusunda çok önemli bir anlayış geliştiriyordu. Eğer, mahkemenin kararı, Askerî Yargıtayca temelinden bozulmamış olsaydı, bu görüş Türk ve dünya hukuk anlayışını kökünden değiştirecekti.
Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 74/1 esas ve 72/2 sayısı ile kayıtlı kararının 32 nci sayfasını, izninizle şöyle bir aralayalım:
«.. İşkence şu hallerde önem kazanır: İşkenceyle gerçeğe aykırı bilgi elde etmek, işkenceyle gerçeğe uygun bilgi elde etmek, baskı ile gerçeğe uygun bilgi elde etmek veya eldeki deliller karşısında gerçeği ifade etmek mecburiyetinde kalmak...»
İşkence konusunda, mahkeme, bu olasılıkları sıralamaktadır. Sanıklar, kendilerine işkence yapıldığını ileri sürerek, haklarındaki suçlamalara dayanak olan ifadelerini reddetmektedirler.
Mahkeme bunun yanıtını veriyor.
32 nci sayfadan, 34 üncü sayfaya geçelim ve okuyalım :
«...Şu halde iddia edildiği gibi, işkence yapılmış ise, gerçeğe aykırı bilgi elde edilmemiş, gerçeğe uygun bilgi edilmiştir».
Şimdi kendinizi sıkı tutun.
«... Çünkü hakikati ortaya çıkarmak için suç işlemek başka, ortaya çıkan hakikat başkadır...» Yani?.
Yanisi şu: İşkence doğruyu söyletmişse, yararlıdır. Gereklidir. Mahkeme gerçeği sorar. Gerçek çeşitli yollardan bulunur. Gerçek işkenceyle de bulunabilir.
Mahkeme bu kanıda olduğu için, dört genci ölüm cezasına çarptırmıştır. Askerî Yargıtay, işkence yoluyla alınan sorguları geçerli saymamış, kararı temelinden bozmuştu.
Ya bozmasaydı?.
Karar iyi ki bozuldu. Yoksa, bu dört genç. şimdi Niğde Cezaevinde ömürlerini törpüleyip duracaklardı. Bir de Af yasası çıkmasaydı, düşünebiliyor musunuz, bu dört genç birer birer darağacına çekilecekti.
Küçüklüğümde aklım mahkeme kararlarına takılırdı. Savcı, hukukçu, yargıç hukukçu, avukat hukukçu.. Nasıl olur da, aynı konuyu ayrı ayrı görürlerdi?. Kendim hukukçu olunca, bunun yanıtını aşağı yukarı saptayabildim. Fakat böylesine yine de aklım ermiyor: Savcının ölüm cezası istediği bir sanığı, yargıç beraat ettiriyor. Suç, siya-
sal nitelikte ise, nedir bunun kökeninde yatan hukuk mantığı?
Bu soruyu sordunuz mu, hep yanlış yanıt alırsınız. Çünkü, bu bir hukuk sorunu değildir. Soru yanlış sorulmuştur. Bu gibi sorunların temelinde siyasal gerçekler yatıyor. Bunun da kökeninde sınıfsal nedenler..
Bakıyorsunuz, bir dönemde, hiçbir sanık hakkında siyasal nitelikte dava açılmıyor. Dönem değişiyor, bakıyorsunuz, cezaevleri siyasal tutuklularla dolmuş.. Bunu hukuk kurallarıyla açıklayabilir misiniz? Açıklayamazsınız.
Öyleyse olağanüstü dönemlerin yargısal kararlarını, salt hukukun biçimsel kurallarıyla ölçüp tartamazsınız. Çünkü terazinin bir kefesinde siyasal nedenler yerleşmiştir. Ağırlıklar değişmiş, ölçüler değişmiştir.
Bu ölüm cezaları neye dayanılarak veriliyordu? Ceza Yasasının yüz kırk altıncı maddesine.. Nedir bu yüz kırk altıncı madde?. Anayasa'yı silâh yoluyla değiştirmek.. Yani yasadaki tanımla, Anayasa'yı «tağyir, tebdil ve ilga» etmek..
Cezaevinde özellikle köylü sanıkların, yasanın bu sözlerine hiç dilleri dönmezdi. Bu maddeden tutuklanıp, cezaevine atılanlar, içerde önüne gelene sorarlardı:
— Anayasayı tangır - tungur etmişiz, bastılar sopa
yı, nedir bunun cezası?...
Bizler de anlatırdık, Anayasanın nasıl «tangır - tungur» edildiğini. Bir gün, Güney illerimizin birinden, Şeho Bildik adlı bir köylü yurttaşımızı getirip tutuklamışlardı. Şeho Bildik'in suçu, devrimci öğrencilere yataklık etmekti. Mahkemeye çıkınca, yargıç sormuş:
— Anayasa'yı tağyir, tebdil ve ilga ettin mi?
— Efendim?
— Oğlum, yani savcı diyor ki, Anayasa'yı tağyir, tebdil, ilga etmişsin, ne diyorsun?
— O dediğinizden hiç yapmadım komutanım...
Yargıç dayanamayıp suçun niteliğini açıklamış:
— Oğlum, Anayasa'yı ihlâl ettin mi?.. Yanıt şöyle gel
miş:
— Efendim; biz köylüyüz. Ne anlarız Anayasa'dan. İhlâl edilmişse şehirliler etmiştir...
Anayasa'yı, köylü yurttaşımız Şeho Bildik'in dediği gibi, şehirliler mi çiğnemiştir, bilinmez. Fakat böylesine cömertçe ölüm cezalarının verildiği bir dönemde, Anayasa sıkıyönetim gölgesinde ve silâh yoluyla «tağyir, tebdil ve ilga» ediliyordu da, dışarıda, birkaç yurtsever dışında kimsenin sesi çıkmıyordu.
Bir mahkemenin ölüm cezasına çarptırdığı bir siyasal suç sanığını bir başka mahkeme beraat ettirirse, ne olur?
Ne olacak? ölüm cezası veren yargıç, yükselir, yükselir, Genelkurmay Mahkemesine yargıç olur.
Şeho Bildik haklı değil mi?
— Efendim, biz köylüyüz, ne anlarız Anayasa'dan, ihlâl edilmişse, şehirliler etmiştir...
Yürüyüş yaptın, Anayasa'yı ihlâl., ev tuttun, Anayasayı ihlâl., evinde «yasaklanmış sol yayın» bulundu. Anayasa'yı ihlâl., silâhlı eylem, Anayasa'yı ihlâl., silâhsız eylem, Anayasa'yı ihlâl, öksürdün, Anayasa'yı ihlâl, tıksır-dın, Anayasa'yı ihlâl, hapşırdın, Anayasa'yı ihlâl...
İşte böyle ölüm cezaları verilirken, Anayasa, herkesin gözleri önünde, «tağyir, tebdil ve ilga» ediliveriyordu.
Şeho Bildik haklı değil mi? Köylüler ne anlar Anayasa'yı ihlâlden, şu şehirliler yok mu?.
Anayasa'yı «tangır - tungur» edenler hep bunlar!
UÇAK KAÇIRMA SUÇU
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının dehşetengiz bildirilerinden biri daha okunuyordu. Bütün koğuş, kulak kesilmiş dinliyorduk. Bir «illegal örgüt» bütün suç kanıtları ile yakalanıp, adaletin pençesine teslim edilmişti!
«İllegal örgüt», Türk Hava Yolları'nın bir uçağının Sofya'ya kaçırılması dolayısıyla ortaya çıkarılmıştı. «İllegal uçak kaçırma örgütü» neyin nesiydi acaba?.
Spiker örgüt üyelerinin adlarını okumaya başlayınca, davanın sonunu kestirmek benim için hiç de güç olmadı. Çünkü, adları sıralananların birçoğunu yakından tanıyordum: Altan öymen, Emil Galip Sandalcı, Erdal öz, Abdi Yazgan, İlhan Kalaylıoğlu.
Sonradan olayı öğrendim.
Sofya'ya uçak kaçıranlardan biri, Ankara'da fotoğrafçılık yapan (Foto Abdi) Abdi Yazgan'ın yanında bir süre çalışmış, önce Abdi gözaltına alınarak işkence masasına yatırılmış, sonra, Abdi Yazgan'ın arkadaşı İlhan kalaylıoğlu.
İlhan Kalaylıoğlu, o sıralar, Emil Galip Sandalcı'nın evinde kalıyor. Sıkıyönetim Sandalcıya'da diş bileyip duruyor. Sandalcı'nın suçu büyüktü. Hem de çok büyük:
Suç, bağışlanacak türden değildi. Tağmaç cuntası, TRT Genel Müdürlüğüne Korgeneral Musa öğün'ü getirmek istiyordu. Bu konu TRT yönetim kurulunca oylandı. O günlerde Emil Galip Sandalcı, Muammer Sun, Musa Ogün'ün yüksek niteliklerini, gereği gibi değerlendiremediklerinden, bu saygıdeğer Korgeneral'in atanmasına karşı çıkmışlardı.
Sandalcı da, Sun da, bir süre sonra Sıkıyönetimin hışmına uğradılar. Sandalcı, TRT Dış Yayınlarını bir kitap haline getirdiği için, «komünizm propagandası» yapmak «hükümete hakaret etmek» gibi ipe sapa .gelmez gerekçelerle suçlandı, sonunda beraat etti.
Etti amma. yakasını bir türlü sıkıyönetimin elinden kurtaramadı. Bu kez de başına uçak kaçırma işini sardılar.
İlhan Kalaylıoğlu, Emil Galip Sandalcı'nın evinde kalmaktaydı. Kalaylıoğlu Abdi Yazgan'ın arkadaşıydı. Oldu mu, illegal örgüt?. Oldu.
Altan öymen'in ne ilgisi var. diyeceksiniz. Var. Olmaz olur mu?. Kalaylıoğlu'na, ağır işkenceler sonunda bir «iti-rafname» imzalatırlar. Bu itirafnamede, Altan öymen'in, İsmet inönü ile ilişki kurup, hükümet üzerine baskı sağlamaktan, bir zamanlar röportaj yaptığı bir silâh kaçakçısından silâh bulmaya kadar bir sürü suç yeralmış.
Altan öymen'in bunlardan hiç mi hiç, haberi yok. Bir silâh kaçakçısıyla, röportaj da yapmış değil. Fakat İsmet Paşa'ya gitmiş. İddia böyle... İşte yakalandı sonunda... «Neden gittin İsmet Paşa'ya?». O günlerde, Ali Erverdi Başkanlığındaki Sıkıyönetim Mahkemesi, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için ölüm cezasını vermek üzeredir. Ankara'da, İstanbul'da, bazı ilerici yazarlar ölüm cezasına karşı bildiri topluyorlar. Altan övmen ve Erdal Öz, İsmet Paşa'ya bu konuyu görüşmek için gidiyorlar.
Sen misin giden?.
Birinci suç bu. ötekilere ne, diyeceksiniz?. Bir tanesi de şu:
O sırada, Anka Ajansı yeni kurulmuş, Altan öymen. Sevgi Soysal, Ahmet Kahraman, Hasan Cemal, hep birlikte, çalışıyorlar. Gece sokağa çıkma yasağı olduğu için de,' akşamları büroda çalışmak da olanaksız.
Anka Ajansı, Alman ajanslarına da yayın yapıyor. Bazı yerlerden telefonla haber almak, sonra da bu bilgi-
leri haberleştirip, yine telefonla Alman ajanslarına bildirmek gerekiyor.
Altan öymen'in ev telefonu kullanılacak. Fakat telefon aracında bozukluk var. Aynı günlerde Emil Galip Sandalcı'nın da telefonu kapalı. Altan öymen. Sandalcı'dan bir gün için telefon aracını İster. Araç gelir, kullanılır. Bir iki gün sonra Altan Öymen, telefonu, bir arkadaşı aracılığı ile, Sandalcı'nın evine yollar.
Sandalcı'yla öymen'in evleri çok yakındır. Fakat telefonu götüren arkadaş bir türlü gelmez. Çünkü Sandalcı'nın evinde Sıkıyönetim karakol kurmuştur. Kim Sandalcı'nın evinin ziline basarsa, gizli örgüt üyesidir diye içeri alınır. Telefon aracını götüren genç de, saf saf zili çalar. Kapıyı biri açar:
— Emil Galip Sandalcı'nın evi mi?.
— Evet...
Evetle birlikte, genç arkadaş, karga tulumba içeri alınır. Elde bir de telefon varsa, «illegal örgüt» bütün suç kanıtlarıyla yakalanmış oluyordu.
Bu telefon aracı, Sandalcı'yla birlikte gözaltına alındı, tutuklandı. Mamak Cezaevinde kaldı. Ancak insan türünden canlı olmadığından, Anayasa'dan doğan bütün haklarını kullanarak, işkenceden kurtuldu. Bir de telefonu konuştursalardı, ne örgütler, ne örgütler ortaya çıkardı!.
Sandalcı'yla öymen'in, «illegal örgüt ilişkisi», suç kanıtı olan telefon aracılığıyla büsbütün ortaca konunca, Ankara Merkez Komutanlığında görevli Tank Albayı Yaşar Savaş, bir gün Altan Öymen'e telefon eder.
Altan öymen'in de bütün derdi, telefon aracı ile Sandalcı'nın evine yolladığı genç arkadaşı kurtarmaktı. Birkaç kez, Sıkıyönetim'e, Merkez Komutanlığına telefon eder. Merkez Komutanlığından da öymen'i ararlar, öymen :
«Herhalde bu iş içindir...» diye sevinir. O sıra, yurt dışında bulunan eşi ve çocuklarının yanına gidecektir. Pasaportu hazırdır. Sadece Merkez Bankası'ndan döviz alacaktır.
ciyi. Merkez Komutanlığı da Merkez Bankası'na yakındır...» diye yola koyulur.
Tank Albayı Yaşar Savaş, sıkıyönetimin gizli kalmış ünlülerinden biridir, öymen'i karşılar:
— Şurada bekle... der. Altan övmen bekler, bekler, kimse kendisiyle ilgilenmez. Sonra, bir yarbay, bir astsu-bay'a emir vererek Altan öymen'in, Mamak Muhabere Okulu'na teslim edilmesini ister. Kelepçe takılır ve yola çıkılır.
Mamak Muhabere Okulu Nöbetçi Subayı, Altan öymen'in teslim alınması için bir resmî yazı İster. Sıkıyönetim yetkilileri ile Nöbetçi Subay arasında bir tartışma çıkar. Sonunda Öymen, Mamak Tutukevinde, yarısı çöplük olarak kullanılan bir hücreye kapatılır.
Bir süre sonra Öymen, yeniden Muhabere Okulu'na gönderilir. Burada birkaç gün bekletildikten sonra, gözü bağlı olarak sorguya çekilir. Uçak kaçırma işinin saçmalığını onlar da bilmekteydiler. Sorarlar:
— Ölüm cezası kampanyasını neden başlattınız?...
İşte bütün iş burada ya... öymen, neden gözaltına
alındığını, neden tutuklanmak istendiğini bir türlü öğrenemez. Üç numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne çıktığında, Başkan Piyade Albay İzzettin Avlar, Yargıç Tahsin Özer ve Fuat Kaylan'ın oylarıyla tutuklanır. Tutuklanma nedenleri arasında, «.. ve diğer sebepler» biçiminde bir gerekçe de kullanılır. Savcı Muhteşem Savaşan'a sorar:
— Nedir bu, ve diğer sebepleri..
Sıkıyönetim komutanının emridir. «Ve diğer sebepler», bir türlü açıklanmaz amma, anlayan anlar: ölüm cezası kampanyasını yürütmekten büyük suç mu olur?.
Altan Öymen ile, Cezaevinde birkaç kez karşılaştık. Selâmlaşmak, el sıkışmak yasaktı. Sadece kaşgöz işaretleriyle birbirimizin hatırını sorabildik.
Emil Galip Sandalcı, Abdi Yazgan, İlhan Kalaylıoğlu, uçak kaçırmak suçundan tutuklanıp, tuvaletin yanındaki penceresiz bir odaya kapatıldılar. Kendileriyle konuşmak yasaktı.
Bizler de, kâğıttan uçak yapar, koğuşlarına atardık.
O günlerden bugüne, Altan öymen için söylenen bir espri kalmıştır:
«Altan Öymen uçak kaçırır, kaçırır amma uçağa yetişemediği için».
işte sizlere uçak kaçırma olayının içyüzü. Bu «senaryoyu» yazan sıkıyönetim yetkililerini görsem, kutlayacağım. Bu yeteneklerini film ve tiyatroda kullanmadıkları için harcanmıyorlar mı, ne dersiniz?
BUZLAR KIRILIYOR..
Mamak Cezaevi'nin ünlü «arka koğuşu» o gün bomboştu. Koğuş arkadaşlarımız, sabah erkenden» birbirlerine kelepçelenerek, duruşmaya götürülmüşlerdi. «Arka koğuş». Cezaevi'nin en «stratejik» bölgesiydi. Pek koğuşa da benzemezdi. Bir koridora açılan onüç hücre. Hücrelerde ikişer kişinin yatacağı birer ranza. Haklarında ölüm cezası istenenlerle, Sıkıyönetim ve Cezaevi Müdürü'nün «uygun bulduğu» sanıklar, buraya kilitlenirdi.
Profesör Uğur Alacakaptan ile birlikte, sondan ikinci hücredeydik. Üst ranzada ben, alt ranzada Alacakaptan yatardı. İkimiz de çoğunlukla kitap okuyarak zaman öldürürdük ya da koğuştakilere dilekçe yazarak.
— Hocam, bir tahliye dilekçesi yazar mısın?
Yazmasına yazardık, yazardık amma, neye yarardı?
Alacakaptan arasıra takılırdı:
— Bizim kendimize hayrımız olsa, buraya gelmezdik.
— Hocam, 142'den açmışlar, Hocam 159'dan.
— Açarlar, açarlar.
1973 yılının ocak ayıydı. Her yer buz kesiyordu. Benim yattığım yerden, Hüseyin Gazi Tepeleri görünüyordu, bir de cezaevinin çatısı. Her yer kardan bembeyaz. Havada uçuşan kar tanelerini izliyorum. Hiç gereği yokken, Menderes'in, Adnan Menderes'in dokuzyüzaltmışlardaki konuşmasını anımsıyorum:
«Battal Gazi Ordusuna mı güveniyorlar?» Belleğimde yer etmiş bu Battal Gazi ve Hüseyin Gazi. Sonra başka şeyler düşünüyorum. Hüseyin Gazi Te-
peleri'nde, kutsal taşlar varmış. Ankara'lı kadınlar, bu tepeyi tırmanıp, adak için taş atarlarmış. Taş, kayaya ya-pişip kalırsa, adağın yerine geleceğine inanılırmış.
Babam, bir zamanlar Tapu Kadastro Müdürlüğünde Ankara Fen Amirliği yapmıştı. Bir gün eve getirdiler. Hastalanmış. Kalp krizi geçirmiş. Kriz, bu tepelerde görev yaparken gelmiş. Tepenin nirengi noktalarını ölçüyorlarmış.
Böyle karmakarışık düşünceler vardı başımda. Adak adayan kadınlar, Battal Gazi ve babamın ilk kalp krizi geçirdiği yer şu Hüseyin Gazi Tepeleri.
— Havalandırma!
yörük'ün o gün ishal olduğu da belirtildi. Böylece, özyö-rük'ün ishali «Anayasa Mahkemesi içtihatlarına» geçmiş oldu.
Mukbil özyörük, Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde, bizimle birlikte sanık olarak yargılandı. Hukuk Fakültesi Dekanı Uğur Alacakaptan, Doç. Mukbil Özyörük, ben ve Asistan Adil Özkol, hep birlikte Dev -Genç'in Fakülte çapındaki eylemlerine destek olmaktan ötürü yargılanmaktaydık. Özyörük duruşmalarda ikide birde kalkar:
— Heyet-i celilelerinize bütün mukaddesatım üzerine
yemin ederek... biçiminde başlayan konuşmalarla kendi
sini savunmaya kalkardı. Duruşma yargıcı Yarbay Saa
dettin Üçüncüoğlu da bu fırsatı hiç kaçırmaz:
— Otur yerine, edebiyat yapma... diyerek, özyö-
rük'ü azarlardı.
Mukbil özyörük, yedeksubay olarak Kore Savaşı'na katılmıştı. Kore'de tercümanlık yapmış, bu hizmetlerinden ötürü Amerikalı'lardan bir de madalya almıştı. Savunma yapacağımız gün, mahkemede kulağıma eğilerek:
— Madalyamı takayım mı?... dedi. Bu madalya aracılığı ile yaptığı savunmanın etkili olacağına inanmıştı. İstanbul'da, 83 Deniz Subayı ile birlikte yargılanırken:
— Ben Kore'de komünistlere karşı savaştığım için madalya aldım, nasıl komünist olabilirim?... yolunda bir savunma yapmış ve savunmanın bu yerinde, sanıklardan İrfan Solmazer'in :
— Al o madalyayı da... diye başlayan bir yanıtı ile karşılaşmış, Solmazer'in madalya için verdiği adresten hiç de hoşnut kalmamıştı.
Aynı söz benim de dilimin ucuna geldi, kendimi güç tuttum.
Özyörük'ün yanında, devrimcilik konusunda mangalda kül bırakmayan öğretim üyelerinden biri de, Ankara Hukuk Fakültesi eski Dekanlarından Prof. Dr. Erol Cansel'di. Cansel, 12 Mart öncesi düzenlenen bütün yürüyüşlere katılmış, bütün forumlarda konuşmuş, bu nitelikleri
nedeniyle, devrimci öğrencilerse Fakülte Dekanlığı'na getirilmek istenmişti.
— Devrimci Dekan istiyoruz.,.
Erol Cansel, Dekan seçiminden önce, bütün devrimci öğrencilerce böyle desteklenmekteydi. Sonradan mahkemede, Cansel'in, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyelerinden biriyle, Dekanlık pazarlığı yaptığı da ortaya çıktı.
Hukuk Fakültesi'nin bütün öğretim üyeleri ve yardımcıları Erol Cansel'in, Hukuk Fakültesi öğrencisi Mustafa Kuseyri'nin ölümü dolayısıyle yaptığı konuşmada:
— Böbrek iltihabından öleceğime, faşist kurşunuyla
öleyim... diyerek, bütün öğretim üyelerini, yardımcılarını
ve öğrencileri, eylemsizlikle suçladığını çok iyi anımsa
maktadırlar.
12 Mart gelince, tüfek icad oldu, mertlik de bozuldu. Profesör Erol Cansel, yakın dostu Doç. Seyfullah Ediz ile devrimci öğretim üyelerini ve öğrencileri suçlamak için askerî savcılara koştu. Sonradan, devrimciliği, böbrek iltihabını, faşist kurşununu unutup, «Ülkücü Öğretim Üyeleri Kongre Başkanlığı» yaptı.
özyörük şimdi, bütün bilgisi, bütün kültürü ve yetenekleriyle Tercüman gazetesinde yazılar yayınlamakta, Erol Cansel de, bütün gücüyle «ülkücülük» yapmaktadır.
Cephe iktidarı, bu iki öğretim üyesinin bilgi ve görgüsünden yararlanmak için bunlara bazı devlet kurumlarında danışmanlık vermektedir.
Bu iki öğretim üyesi yaşlandıkça olgunlaşmakta ve başta öğrencileri olmak üzere, bütün hukukçulara örnek olmaktadırlar...
12 MARTIN NEDENİ: GENERAL NECİP ! ? ! ?
İhtilâl nasıl yapılır?
Nasıl yapılacak, bir gece ansızın, elinizde silâh hükümeti alaşağı edersiniz, olup biter. Şunun şurasında düşünecek ne var?.
Türkiye'de ihtilâller de son derece, demokratik yöntemlerle yapılmaktadır. Bu bakımdan dünyada eşine pek rastlanmayan ilginç ülkelerden biriyiz. İhtilâlleri bile, Mısır'daki Sağır Sultan'ın duyacağı biçimde, herkesin gözü önünde millî birlik ve beraberlik içinde plânlayıp, örgütleriz.
12 Mart böylesine demokratik yollarla gerçekleştirilmiştir. Cuntalar kurulmuş, bunu herkes duymuştur. Cunta kuranlar az kalsın, kuruluşlarını Ankara Valiliğine bile bildireceklerdi amma. herhalde bunu akıl edememişlerdi.
Ben size 12 Mart'ın içyüzünü anlatayım mı?.
Haydi anlatayım :
Efendim, ülkenin içinde yaşadığı koşullar, Silâhlı Kuvvetler içinde çalkantılara yol açınca, o tarihlerde 2 nci Ordu Komutanı olan Orgeneral Faruk Gürler'in çevresinde bazı halkalar oluşur. Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanı olmak istiyor, fakat önünde bir engel var: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Kara Kuvvetleri Komutanlığına, Orgeneral Kemal Atalay'ı atamak istemektedir.
Gürler'e bağlı general ve albaylar hemen eyleme geçerler. Açık ve kapalı gözdağlarından sonra, Gürler «hoop» deyip. Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelir.
Tabii, demokratik yolla!
Gürler Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelince, işler
kolaylaşır. Artık ihtilâl «hiyerarşik» biçimde, «emir - komuta» çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Gürler, genç subaylara tam güven vermiştir. — Başımızda Gürler var...
İşte bu söz. ihtilâlcilik için yetip artıyordu bile. Gürler olduktan sonra, gerisi kolay. İhtilâl yapılacak ama demokratik yolla!
Demirel hükümetine karşı tepkiler, Hava ve Deniz Kuvvetlerinde de gelişiyordu. Mürted Hava Üssü Komutanı Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, Demirel hükümetinin yıkılarak, yerine, köklü devrimler yapacak bir devrimci yönetim kurulmasını özlüyor, arkadaşlarıyla, bunun plânlarını yapıyordu.
Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanı olunca, Adapazarı'nda Tümen Komutanı olan Tümgeneral Celil Gürkan'ın Ankara'ya getirilmesini istedi. Gürkan, Faruk Gürler'in isteği ile Kara Kuvvetleri Plân ve Prensipler Başkanlığına getirildi. Tümgeneral Celil Gürkan, Silâhlı Kuvvetlerde çok sevilmekte ve sayılmaktaydı. İki yabancı dil bilen Gürkan. etkili konuşma biçimiyle, haklı bir ün yapmıştı.
Kara Kuvvetlerinden Tümgeneral Gürkan, Hava Kuvvetlerinden Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, aralarında kısa sürede çok yakın dostluk kurdular. Her ikisinin de siyasal görüşleri birbirine benziyordu. Bir süre sonra bu dostluğa Deniz Kuvvetlerinden Tuğamiral Vedii Bilget de katıldı.
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur. 27 Mayıs 1960 günü, Adnan Menderes'i, Eskişehir'de tutuklayan albaylar arasında yer almaktaydı. Oldum olası. Başbakan Demirel'e hiç içi ısınmamıştı. Hava Kuvvetlerinde dipten gelen ihtilâlci akımlar, kısa sürede, onu da etkiledi, Kara ve Hava Kuvvetleri, hiyerarşik bir zincir içinde, ihtilâl havasına girivermişti.
Orgeneral Faruk Gürler, ihtilâlin planlanması ve örgütlenmesi görevini, kapısının karşısındaki odada çalışan. Plân ve Prensipler Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan'a vermişti. General Gürkan, o günlerin tanımıyla «radikal» düşünceliydi. Silâhlı Kuvvetlerin Demirel hükümetini de-
virmesi ya da çekilmeye zorlamasından sonra, bazı reformlar yapılmasını istiyordu. General Kırışoğlu, Amiral Bilget ve General Gürkan bu konuda tam bir anlaşma içindeydiler.
Görüşleri şöyle özetlenebilirdi: önce Demirel hükümetinin sorumluları yargılanmalı, yolsuzluk dosyalarına el konmalı, siyasal suç sanıkları mahkemelere çıkarılmalı, sonra da kurulacak bir «Devrim Partisi» eliyle, başta toprak ve vergi reformları olmak üzere, köklü reformlar yapılmalı, ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar kaldırılmalı, yabancı Şirketler millileştirilmeli.
Gürler ve Batur, bu görüşleri benimsemişlerdi. İhtilâl programları hazırlandıktan sonra kurulacak «Devrim Hükümetinin kimlerden oluşacağı bir bir saptandı. Tabiî bu da demokratik yolla!
İhtilâl çalışmaları günleri alıyor, bir türlü ne zaman «darbe» yapılacağı kestirilemiyordu. İhtilâl günü «d» günü olarak adlandırılmıştı. O gün, ihtilâli yönetecek olan komutan «düğmeye» basacak, yani bütün birliklere «alarm» verecekti. Bu da demokratik yolla!
ihtilâl toplantılarına, Genelkurmay Başkanlığı Merkez Dairesi Başkanı Tümgeneral Şükrü Köseoğlu da katılmaya başlamıştı. Köseoğlu, bir gün, toplantıya Genelkurmay Başkanlığı Plân ve Prensipler Başkanı Korgeneral Atıf Erçıkan ile geldi. Erçıkan tam ihtilâlciydi.
— Çankaya'ya elimde stenle bir gireceğim... diye
ateşli konuşmalar yapıyordu. Erkek adamdı doğrusu. De
mokratik yolla, Çankaya'ya çıkacaktı.
Gürler yanlısı İhtilâlcilerin bir tek endişeleri vardı. Kara ve Hava Kuvvetleri İçinde örgütledikleri ihtilâli Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç duyarsa ne yapacaklardı? Bazıları duyarsa duysun, diyorlardı.
Duydu da.. Tağmaç, demokratik yolla bir haberleşme sistemi kurmuştu.
Korgeneral Atıf Erçıkan Bahçelievler'deki evinde, sık sık ihtilâlci subayları topluyor ve ateşli konuşmalar yapıyordu
— Çankaya'ya önce ben gireceğim...
Sonra öğrenildi ki, Erçıkan, bütün konuşmaları, bir bir Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a bildirmiştir.
İhtilâlci subaylar, ihtilâl gerçekleşirse, Devlet Başkanlığına Orgeneral Faruk Gürler'i getirmek istiyorlardı. Gürler'in de buna hiç itirazı yoktu. Atıf Erçıkan da Genelkurmay Başkanlığına getirilecekti. Buna da demokratik yolla karar verilmişti.
Fakat Gürler'in kulağına kar suyu kaçmıştı. Genç subaylar arasında kaynaşmaları da duyuyordu. Acaba, kendisi, Mısır'da Kral Faruk'a karşı düzenlenen ihtilâlde ön plânda görüldükten sonra, Nasır tarafından «"tasfiye» edilen General Necip rolü mü oynuyordu? Acaba? Acaba kendisi Necip, Celil Gürkan da «Nasır» mı olacaktı?.
— Ben General Necip olmam...
«General Necip sorunu», Gürler tarafından Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'a da açılmıştı. Genç subaylar, Celil Gürkan'ın çevresinde kenetleniyorlardı. Hava Kuvvetlerinden genç subayları örgütleyen Tuğgeneral Aydın Kırışoğlu, kanser hastalığına tutulduğu için Londra'ya gitmiş, Batur ile genç subayların İlişkisi de böylece kopmuştu.
— Biz General Necip olmayız...
General Gürkan'ın ağzındaki sözler de, Gürler'e pek hoş gelmiyordu. Gürkan sık sık «toprak devrimi», «millileştirme» gibi kavramlardan söz etmekteydi. İşte bunlar demokratik değildi.
Gürler de, Batur da. General Necip kavramında birleşmişlerdi. İkisi de General Necip olmayacaklardı.
Bu kuşkulara karşın, Gürler, yine de, ihtilâl için hazırdı. 9 Mart gecesi, Hava Kuvvetleri Komutanlığında toplanıldı. Bu toplantı da demokratikti. Toplantıda Gürler,. Batur, Gürkan, Atıf Erçıkan, Korgeneral İhsan över bulunmaktaydı. Gürler Batur'a dönüp:
— Eyiceoğlu'na da haber verelim... dediğinde, Ba-tur'un tepkisiyle karşılaşmıştı. O gece. Gürler, Celil Gür-kan'a dönüp:
— Celil Paşa, sen yoruldun, sorumluluğu ben üzeri-
—
me alıyorum... diyerek toplantıyı bitirdi. Bu arada, cebinden çıkardığı mendillerle yüzünün terini silmekteydi.
Toplantı öylece dağıldı.
10 Mart günü, Orgeneral ve Korgeneraller, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından Askerî Şura salonunda toplantıya çağırıldılar. Toplantıyı Orgeneral Tağmaç şu sözlerle açtı:
— Arkadaşlar, bugün, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu görüşeceğiz. Her komutan arkadaş dilediği gibi açık konuşsun. Komutanlarınız olarak biz konuşmayacağız. Hiçbir mütalâa ileri sürmeyeceğiz. Biz konuşmayacağız. Sizin konuşmalarınızdan sonra gerekli karara varacağız...
Bu, gerçekten çok demokratik bir yoldu. Herkes dilediğini konuşacak, «ihtilâl yapalım», «hayır yapmayalım» diyerek, en demokratik yolla, sonuca gidilecekti. İhtilâl yapmak için, bir gece ansızın silâha sarılmaya gerek yok.. İhtilâl yapılıp yapılmayacağını, Orgeneral Memduh Tağmaç, böyle demokratik yollara bağlamıştı.
Bu demokratik toplantı, öğleden sonra, saat 16 ya kadar sürdü. Tağmaç, kara gözlüklerinin altından, bütün konuşmaları hoşgörü ile izledi.
Komutanlar çeşitli görüşler ileri sürüyorlardı. 1 inci Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün :
— Demirel hükümetine dokunmayalım. Hükümetin emrinde göreve devam edelim... derken, bazı generaller de, Demirel hükümetinin kesinlikle devrilmesi, Silâhlı Kuvvetlerin yönetime el koymasını istiyorlardı.
Bunların sözcülüğünü, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Hayati Savaşçı üstlenmişti. Savaşçı, aynı sabah saat 9.30 da, Celil Gürkan'ın odasında bir toplantı yapmış ve Kara Kuvvetlerinde görevli generallere, «Genişletilmiş Komuta Konseyi»nde yapacağı konuşmayı okumuştu. Savaşçı'nın konuşması, toplantıya katılan generallerce destek görmüştü.
Genişletilmiş Komuta Konseyinde, bütün generaller, tam bir demokratik ortam içinde, ihtilâl yapılıp yapılmayacağına ilişkin görüşlerini açıkladılar. Demirel hüküme-
tinin devrilmesini isteyenlerin içinde, Çankaya'ya stenle girmeyi aklına koyan Korgeneral Atıf Erçıkan da bulunmaktaydı. Düşünce özgürlüğü, tamamı tamamına sağlanmıştı. Herkes görüşünü açıklamıştı.
Ne zaman «gizli ihtilâl örgütü» türünden sözler duysam gülerim. Neresi gizli yahu, neredeyse, Genişletilmiş Komuta Konseyi'nin toplantısı canlı yayın olarak televizyonda yayınlanacaktı!
Sonunda iyi oldu ama!
Memduh Tağmac, bu demokratik tutumuyla, iş çevrelerinin gözüne çarparak emekli olunca, Sanayi ve Kalkınma Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirildi.. Gürler, Cumhurbaşkanı olmak için, Çankaya yokuşunu tırmandı, fakat ayağı tökezlendiği için, tepetaklak düştü. Orgeneral Faik Türün, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığında, devrimci avına giriştikten sonra, «Umum Mağazalar» Yönetim Kurulu üyeliği ile yetinmeyerek Adalet Partisi'nden senatör adayı oldu.
Tümgeneral Celil Gürkan, «disiplinsizlik» nedeniyle emekliye sevkedildikten sonra, Faik Türün'ün emriyle, Erenköy İşkence Köşkü'nde sorguya çekildi.
Genişletilmiş Komuta Konseyi'nde, Demirel hükümetinin devrilmesi ve yönetime el konmasını isteyen Korgeneral Hayati Savaşçı ne oldu bilir misiniz? Adalet Partisi Samsun milletvekili!
Silâhlı Kuvvetlerimizde, adlarını duymadığımız, yüzlerini görmediğimiz subaylardan oluşan bir sağlıklı yapı var. Bütün olup bitenlere karşı, Silâhlı Kuvvetleri ayakta tutanlar bu adsız kahramanlardır işte.
Türkiye'de zaman zaman ortaya çıkıp, «yüz kırk bir ve yüz kırk ikinci maddeler varken, demokrasiden, özgürlükten söz edilmez diyoruz.
Amma da yapıyoruz.
Bakın Tağmaç yüz kırk altıncı madde varken, nasıl İhtilâl yönetmiş? Ne de olsa zeki adam. Zeki olmasa, bankanın başına geçirilir miydi?.
Banka toplantılarını da böyle mi yönetiyor acaba?. Yani böyle «demokratik yolla!...»
ANAYASAYI «TANGIR - TUNGUR» EDENLER...
Askerî Savcılar İçinde en çok ölüm cezası İsteyen kimdi acaba? istanbul Sıkıyönetim Savcası Albay Selâ-hattin Fırat mı? Yarbay Naci Gür mü, yoksa Ankara Sı- kıyönetim Savcısı Albay Keramettin Celebi mi?. Selâhat- tin Fırat istanbul'da «83 Deniz Subayı» davasında seksen üç idam İstemişti. Ne demişler, isteyenin bir yüzü kara!
Seksenüç deniz subayının, ölüm cezasına çarptırılmaları isteniyordu amma, mahkeme savcının bu aritme-. tik hesabını yerinde görmeyerek, sanıkların beraatına ka-. rar vermişti, ölüm cezası nerde, beraat nerede...
Memleketimizde ve özellikle Sıkıyönetimimizde o günlerde düşünce özgürlüğü vardı. Her savcı, istediği kadar kişinin ölüm cezasına çarptırılmasını isteyebilirdi. Bu bakımdan düşünce özgürlüğü, tam anlamıyla yürürlükteydi.
Ankara 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, çok sayıda ölüm cezası veren mahkemelerin başında yer alıyordu. Denilebilir ki, hiç bir Askerî Mahkeme bu kadar sayıda ölüm cezası vermemiştir.
Bazı sanıklar, hem Ankara, hem de İstanbul Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanıyorlardı. Dev-Genç Başkanlarından Atilla Sarp ile Genel Sekreterlerden Ruhi Koç'un, her İki Sıkıyönetim Mahkemesinde de idamları isteniyordu. Her zaman güleç yüzlü olan Ruhi Koç, işi alaya vuruyordu:
— Ankara'da da. İstanbul'da da İdamımız isteniyor,, Herhalde Eskişehir'de asarlar...
Bol idamlı davalardan biri Ankara 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde karara bağlanan «Dr. Uğur Celâsun ve arkadaşları» davasıydı. Savcı Yargıç Yüzbaşı Ali Hüner, dört sanığın ölüm cezasına çarptırılmasını istiyordu. Bu sanıkların adları şöyleydi: Uğur Celâsun, Hakan Tekinalp, Caner Güçal, Timur Ertekin, Selçuk Eralp...
Mahkeme kurulunda, Yargıç Albay Saadettin Üçün-cüoğlu, Yargıç Binbaşı Slret Kurtcebe ve mahkeme başkanı olarak da, Albay Remzi Siretli bulunmaktaydı. Mahkeme kararını verdi: Sanıklardan Hakan Tekinalp, Caner Gücal, Selçuk Eralp ve Timur Ertekin ölüm cezasına çarptırıldılar.
Fakat ne çare, o sıralar, Af yasası çıkmıştı, ölüm cezaları, büyük bir üzüntü içinde, yaşam boyu hapis cezasına çevrildi.
Karar Askerî Yargıtay'da incelendi.
Askerî Yargıtay Dördüncü Dairesi, sanıkların beraat etmeleri gerektiği düşüncesiyle, mahkemenin kararını temelden bozdu.
Mahkeme karara karşı direndi.
Dosya, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunca ele alındı. Son karara göre, sanıklardan Hakan Tekinalp ile Timur Ertekin haklarında herhangi bir suçtan mahkûmiyetlerini gerektirir hiçbir kanıt yoktur. Sanıkların beraat etmeleri gerekirdi. Öteki sanıkların suçları da, Mahkeme kararında değinildiği gibi değildi.
1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi, dört genci ölüm cezasına çarptırırken neye dayanıyordu?. Herhalde mahkemenin dayandığı bazı gerekçeler vardı.
işte benim anlatmak istediğim de bu.
Mahkeme, dört genci ölüm cezasına çarptırırken, işkence konusunda çok önemli bir anlayış geliştiriyordu. Eğer, mahkemenin kararı, Askerî Yargıtayca temelinden bozulmamış olsaydı, bu görüş Türk ve dünya hukuk anlayışını kökünden değiştirecekti.
Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 74/1 esas ve 72/2 sayısı ile kayıtlı kararının 32 nci sayfasını, izninizle şöyle bir aralayalım:
«.. İşkence şu hallerde önem kazanır: İşkenceyle gerçeğe aykırı bilgi elde etmek, işkenceyle gerçeğe uygun bilgi elde etmek, baskı ile gerçeğe uygun bilgi elde etmek veya eldeki deliller karşısında gerçeği ifade etmek mecburiyetinde kalmak...»
İşkence konusunda, mahkeme, bu olasılıkları sıralamaktadır. Sanıklar, kendilerine işkence yapıldığını ileri sürerek, haklarındaki suçlamalara dayanak olan ifadelerini reddetmektedirler.
Mahkeme bunun yanıtını veriyor.
32 nci sayfadan, 34 üncü sayfaya geçelim ve okuyalım :
«...Şu halde iddia edildiği gibi, işkence yapılmış ise, gerçeğe aykırı bilgi elde edilmemiş, gerçeğe uygun bilgi edilmiştir».
Şimdi kendinizi sıkı tutun.
«... Çünkü hakikati ortaya çıkarmak için suç işlemek başka, ortaya çıkan hakikat başkadır...» Yani?.
Yanisi şu: İşkence doğruyu söyletmişse, yararlıdır. Gereklidir. Mahkeme gerçeği sorar. Gerçek çeşitli yollardan bulunur. Gerçek işkenceyle de bulunabilir.
Mahkeme bu kanıda olduğu için, dört genci ölüm cezasına çarptırmıştır. Askerî Yargıtay, işkence yoluyla alınan sorguları geçerli saymamış, kararı temelinden bozmuştu.
Ya bozmasaydı?.
Karar iyi ki bozuldu. Yoksa, bu dört genç. şimdi Niğde Cezaevinde ömürlerini törpüleyip duracaklardı. Bir de Af yasası çıkmasaydı, düşünebiliyor musunuz, bu dört genç birer birer darağacına çekilecekti.
Küçüklüğümde aklım mahkeme kararlarına takılırdı. Savcı, hukukçu, yargıç hukukçu, avukat hukukçu.. Nasıl olur da, aynı konuyu ayrı ayrı görürlerdi?. Kendim hukukçu olunca, bunun yanıtını aşağı yukarı saptayabildim. Fakat böylesine yine de aklım ermiyor: Savcının ölüm cezası istediği bir sanığı, yargıç beraat ettiriyor. Suç, siya-
sal nitelikte ise, nedir bunun kökeninde yatan hukuk mantığı?
Bu soruyu sordunuz mu, hep yanlış yanıt alırsınız. Çünkü, bu bir hukuk sorunu değildir. Soru yanlış sorulmuştur. Bu gibi sorunların temelinde siyasal gerçekler yatıyor. Bunun da kökeninde sınıfsal nedenler..
Bakıyorsunuz, bir dönemde, hiçbir sanık hakkında siyasal nitelikte dava açılmıyor. Dönem değişiyor, bakıyorsunuz, cezaevleri siyasal tutuklularla dolmuş.. Bunu hukuk kurallarıyla açıklayabilir misiniz? Açıklayamazsınız.
Öyleyse olağanüstü dönemlerin yargısal kararlarını, salt hukukun biçimsel kurallarıyla ölçüp tartamazsınız. Çünkü terazinin bir kefesinde siyasal nedenler yerleşmiştir. Ağırlıklar değişmiş, ölçüler değişmiştir.
Bu ölüm cezaları neye dayanılarak veriliyordu? Ceza Yasasının yüz kırk altıncı maddesine.. Nedir bu yüz kırk altıncı madde?. Anayasa'yı silâh yoluyla değiştirmek.. Yani yasadaki tanımla, Anayasa'yı «tağyir, tebdil ve ilga» etmek..
Cezaevinde özellikle köylü sanıkların, yasanın bu sözlerine hiç dilleri dönmezdi. Bu maddeden tutuklanıp, cezaevine atılanlar, içerde önüne gelene sorarlardı:
— Anayasayı tangır - tungur etmişiz, bastılar sopa
yı, nedir bunun cezası?...
Bizler de anlatırdık, Anayasanın nasıl «tangır - tungur» edildiğini. Bir gün, Güney illerimizin birinden, Şeho Bildik adlı bir köylü yurttaşımızı getirip tutuklamışlardı. Şeho Bildik'in suçu, devrimci öğrencilere yataklık etmekti. Mahkemeye çıkınca, yargıç sormuş:
— Anayasa'yı tağyir, tebdil ve ilga ettin mi?
— Efendim?
— Oğlum, yani savcı diyor ki, Anayasa'yı tağyir, tebdil, ilga etmişsin, ne diyorsun?
— O dediğinizden hiç yapmadım komutanım...
Yargıç dayanamayıp suçun niteliğini açıklamış:
— Oğlum, Anayasa'yı ihlâl ettin mi?.. Yanıt şöyle gel
miş:
— Efendim; biz köylüyüz. Ne anlarız Anayasa'dan. İhlâl edilmişse şehirliler etmiştir...
Anayasa'yı, köylü yurttaşımız Şeho Bildik'in dediği gibi, şehirliler mi çiğnemiştir, bilinmez. Fakat böylesine cömertçe ölüm cezalarının verildiği bir dönemde, Anayasa sıkıyönetim gölgesinde ve silâh yoluyla «tağyir, tebdil ve ilga» ediliyordu da, dışarıda, birkaç yurtsever dışında kimsenin sesi çıkmıyordu.
Bir mahkemenin ölüm cezasına çarptırdığı bir siyasal suç sanığını bir başka mahkeme beraat ettirirse, ne olur?
Ne olacak? ölüm cezası veren yargıç, yükselir, yükselir, Genelkurmay Mahkemesine yargıç olur.
Şeho Bildik haklı değil mi?
— Efendim, biz köylüyüz, ne anlarız Anayasa'dan, ihlâl edilmişse, şehirliler etmiştir...
Yürüyüş yaptın, Anayasa'yı ihlâl., ev tuttun, Anayasayı ihlâl., evinde «yasaklanmış sol yayın» bulundu. Anayasa'yı ihlâl., silâhlı eylem, Anayasa'yı ihlâl., silâhsız eylem, Anayasa'yı ihlâl, öksürdün, Anayasa'yı ihlâl, tıksır-dın, Anayasa'yı ihlâl, hapşırdın, Anayasa'yı ihlâl...
İşte böyle ölüm cezaları verilirken, Anayasa, herkesin gözleri önünde, «tağyir, tebdil ve ilga» ediliveriyordu.
Şeho Bildik haklı değil mi? Köylüler ne anlar Anayasa'yı ihlâlden, şu şehirliler yok mu?.
Anayasa'yı «tangır - tungur» edenler hep bunlar!
UÇAK KAÇIRMA SUÇU
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının dehşetengiz bildirilerinden biri daha okunuyordu. Bütün koğuş, kulak kesilmiş dinliyorduk. Bir «illegal örgüt» bütün suç kanıtları ile yakalanıp, adaletin pençesine teslim edilmişti!
«İllegal örgüt», Türk Hava Yolları'nın bir uçağının Sofya'ya kaçırılması dolayısıyla ortaya çıkarılmıştı. «İllegal uçak kaçırma örgütü» neyin nesiydi acaba?.
Spiker örgüt üyelerinin adlarını okumaya başlayınca, davanın sonunu kestirmek benim için hiç de güç olmadı. Çünkü, adları sıralananların birçoğunu yakından tanıyordum: Altan öymen, Emil Galip Sandalcı, Erdal öz, Abdi Yazgan, İlhan Kalaylıoğlu.
Sonradan olayı öğrendim.
Sofya'ya uçak kaçıranlardan biri, Ankara'da fotoğrafçılık yapan (Foto Abdi) Abdi Yazgan'ın yanında bir süre çalışmış, önce Abdi gözaltına alınarak işkence masasına yatırılmış, sonra, Abdi Yazgan'ın arkadaşı İlhan kalaylıoğlu.
İlhan Kalaylıoğlu, o sıralar, Emil Galip Sandalcı'nın evinde kalıyor. Sıkıyönetim Sandalcıya'da diş bileyip duruyor. Sandalcı'nın suçu büyüktü. Hem de çok büyük:
Suç, bağışlanacak türden değildi. Tağmaç cuntası, TRT Genel Müdürlüğüne Korgeneral Musa öğün'ü getirmek istiyordu. Bu konu TRT yönetim kurulunca oylandı. O günlerde Emil Galip Sandalcı, Muammer Sun, Musa Ogün'ün yüksek niteliklerini, gereği gibi değerlendiremediklerinden, bu saygıdeğer Korgeneral'in atanmasına karşı çıkmışlardı.
Sandalcı da, Sun da, bir süre sonra Sıkıyönetimin hışmına uğradılar. Sandalcı, TRT Dış Yayınlarını bir kitap haline getirdiği için, «komünizm propagandası» yapmak «hükümete hakaret etmek» gibi ipe sapa .gelmez gerekçelerle suçlandı, sonunda beraat etti.
Etti amma. yakasını bir türlü sıkıyönetimin elinden kurtaramadı. Bu kez de başına uçak kaçırma işini sardılar.
İlhan Kalaylıoğlu, Emil Galip Sandalcı'nın evinde kalmaktaydı. Kalaylıoğlu Abdi Yazgan'ın arkadaşıydı. Oldu mu, illegal örgüt?. Oldu.
Altan öymen'in ne ilgisi var. diyeceksiniz. Var. Olmaz olur mu?. Kalaylıoğlu'na, ağır işkenceler sonunda bir «iti-rafname» imzalatırlar. Bu itirafnamede, Altan öymen'in, İsmet inönü ile ilişki kurup, hükümet üzerine baskı sağlamaktan, bir zamanlar röportaj yaptığı bir silâh kaçakçısından silâh bulmaya kadar bir sürü suç yeralmış.
Altan öymen'in bunlardan hiç mi hiç, haberi yok. Bir silâh kaçakçısıyla, röportaj da yapmış değil. Fakat İsmet Paşa'ya gitmiş. İddia böyle... İşte yakalandı sonunda... «Neden gittin İsmet Paşa'ya?». O günlerde, Ali Erverdi Başkanlığındaki Sıkıyönetim Mahkemesi, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için ölüm cezasını vermek üzeredir. Ankara'da, İstanbul'da, bazı ilerici yazarlar ölüm cezasına karşı bildiri topluyorlar. Altan övmen ve Erdal Öz, İsmet Paşa'ya bu konuyu görüşmek için gidiyorlar.
Sen misin giden?.
Birinci suç bu. ötekilere ne, diyeceksiniz?. Bir tanesi de şu:
O sırada, Anka Ajansı yeni kurulmuş, Altan öymen. Sevgi Soysal, Ahmet Kahraman, Hasan Cemal, hep birlikte, çalışıyorlar. Gece sokağa çıkma yasağı olduğu için de,' akşamları büroda çalışmak da olanaksız.
Anka Ajansı, Alman ajanslarına da yayın yapıyor. Bazı yerlerden telefonla haber almak, sonra da bu bilgi-
leri haberleştirip, yine telefonla Alman ajanslarına bildirmek gerekiyor.
Altan öymen'in ev telefonu kullanılacak. Fakat telefon aracında bozukluk var. Aynı günlerde Emil Galip Sandalcı'nın da telefonu kapalı. Altan öymen. Sandalcı'dan bir gün için telefon aracını İster. Araç gelir, kullanılır. Bir iki gün sonra Altan Öymen, telefonu, bir arkadaşı aracılığı ile, Sandalcı'nın evine yollar.
Sandalcı'yla öymen'in evleri çok yakındır. Fakat telefonu götüren arkadaş bir türlü gelmez. Çünkü Sandalcı'nın evinde Sıkıyönetim karakol kurmuştur. Kim Sandalcı'nın evinin ziline basarsa, gizli örgüt üyesidir diye içeri alınır. Telefon aracını götüren genç de, saf saf zili çalar. Kapıyı biri açar:
— Emil Galip Sandalcı'nın evi mi?.
— Evet...
Evetle birlikte, genç arkadaş, karga tulumba içeri alınır. Elde bir de telefon varsa, «illegal örgüt» bütün suç kanıtlarıyla yakalanmış oluyordu.
Bu telefon aracı, Sandalcı'yla birlikte gözaltına alındı, tutuklandı. Mamak Cezaevinde kaldı. Ancak insan türünden canlı olmadığından, Anayasa'dan doğan bütün haklarını kullanarak, işkenceden kurtuldu. Bir de telefonu konuştursalardı, ne örgütler, ne örgütler ortaya çıkardı!.
Sandalcı'yla öymen'in, «illegal örgüt ilişkisi», suç kanıtı olan telefon aracılığıyla büsbütün ortaca konunca, Ankara Merkez Komutanlığında görevli Tank Albayı Yaşar Savaş, bir gün Altan Öymen'e telefon eder.
Altan öymen'in de bütün derdi, telefon aracı ile Sandalcı'nın evine yolladığı genç arkadaşı kurtarmaktı. Birkaç kez, Sıkıyönetim'e, Merkez Komutanlığına telefon eder. Merkez Komutanlığından da öymen'i ararlar, öymen :
«Herhalde bu iş içindir...» diye sevinir. O sıra, yurt dışında bulunan eşi ve çocuklarının yanına gidecektir. Pasaportu hazırdır. Sadece Merkez Bankası'ndan döviz alacaktır.
ciyi. Merkez Komutanlığı da Merkez Bankası'na yakındır...» diye yola koyulur.
Tank Albayı Yaşar Savaş, sıkıyönetimin gizli kalmış ünlülerinden biridir, öymen'i karşılar:
— Şurada bekle... der. Altan övmen bekler, bekler, kimse kendisiyle ilgilenmez. Sonra, bir yarbay, bir astsu-bay'a emir vererek Altan öymen'in, Mamak Muhabere Okulu'na teslim edilmesini ister. Kelepçe takılır ve yola çıkılır.
Mamak Muhabere Okulu Nöbetçi Subayı, Altan öymen'in teslim alınması için bir resmî yazı İster. Sıkıyönetim yetkilileri ile Nöbetçi Subay arasında bir tartışma çıkar. Sonunda Öymen, Mamak Tutukevinde, yarısı çöplük olarak kullanılan bir hücreye kapatılır.
Bir süre sonra Öymen, yeniden Muhabere Okulu'na gönderilir. Burada birkaç gün bekletildikten sonra, gözü bağlı olarak sorguya çekilir. Uçak kaçırma işinin saçmalığını onlar da bilmekteydiler. Sorarlar:
— Ölüm cezası kampanyasını neden başlattınız?...
İşte bütün iş burada ya... öymen, neden gözaltına
alındığını, neden tutuklanmak istendiğini bir türlü öğrenemez. Üç numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne çıktığında, Başkan Piyade Albay İzzettin Avlar, Yargıç Tahsin Özer ve Fuat Kaylan'ın oylarıyla tutuklanır. Tutuklanma nedenleri arasında, «.. ve diğer sebepler» biçiminde bir gerekçe de kullanılır. Savcı Muhteşem Savaşan'a sorar:
— Nedir bu, ve diğer sebepleri..
Sıkıyönetim komutanının emridir. «Ve diğer sebepler», bir türlü açıklanmaz amma, anlayan anlar: ölüm cezası kampanyasını yürütmekten büyük suç mu olur?.
Altan Öymen ile, Cezaevinde birkaç kez karşılaştık. Selâmlaşmak, el sıkışmak yasaktı. Sadece kaşgöz işaretleriyle birbirimizin hatırını sorabildik.
Emil Galip Sandalcı, Abdi Yazgan, İlhan Kalaylıoğlu, uçak kaçırmak suçundan tutuklanıp, tuvaletin yanındaki penceresiz bir odaya kapatıldılar. Kendileriyle konuşmak yasaktı.
Bizler de, kâğıttan uçak yapar, koğuşlarına atardık.
O günlerden bugüne, Altan öymen için söylenen bir espri kalmıştır:
«Altan Öymen uçak kaçırır, kaçırır amma uçağa yetişemediği için».
işte sizlere uçak kaçırma olayının içyüzü. Bu «senaryoyu» yazan sıkıyönetim yetkililerini görsem, kutlayacağım. Bu yeteneklerini film ve tiyatroda kullanmadıkları için harcanmıyorlar mı, ne dersiniz?
BUZLAR KIRILIYOR..
Mamak Cezaevi'nin ünlü «arka koğuşu» o gün bomboştu. Koğuş arkadaşlarımız, sabah erkenden» birbirlerine kelepçelenerek, duruşmaya götürülmüşlerdi. «Arka koğuş». Cezaevi'nin en «stratejik» bölgesiydi. Pek koğuşa da benzemezdi. Bir koridora açılan onüç hücre. Hücrelerde ikişer kişinin yatacağı birer ranza. Haklarında ölüm cezası istenenlerle, Sıkıyönetim ve Cezaevi Müdürü'nün «uygun bulduğu» sanıklar, buraya kilitlenirdi.
Profesör Uğur Alacakaptan ile birlikte, sondan ikinci hücredeydik. Üst ranzada ben, alt ranzada Alacakaptan yatardı. İkimiz de çoğunlukla kitap okuyarak zaman öldürürdük ya da koğuştakilere dilekçe yazarak.
— Hocam, bir tahliye dilekçesi yazar mısın?
Yazmasına yazardık, yazardık amma, neye yarardı?
Alacakaptan arasıra takılırdı:
— Bizim kendimize hayrımız olsa, buraya gelmezdik.
— Hocam, 142'den açmışlar, Hocam 159'dan.
— Açarlar, açarlar.
1973 yılının ocak ayıydı. Her yer buz kesiyordu. Benim yattığım yerden, Hüseyin Gazi Tepeleri görünüyordu, bir de cezaevinin çatısı. Her yer kardan bembeyaz. Havada uçuşan kar tanelerini izliyorum. Hiç gereği yokken, Menderes'in, Adnan Menderes'in dokuzyüzaltmışlardaki konuşmasını anımsıyorum:
«Battal Gazi Ordusuna mı güveniyorlar?» Belleğimde yer etmiş bu Battal Gazi ve Hüseyin Gazi. Sonra başka şeyler düşünüyorum. Hüseyin Gazi Te-
peleri'nde, kutsal taşlar varmış. Ankara'lı kadınlar, bu tepeyi tırmanıp, adak için taş atarlarmış. Taş, kayaya ya-pişip kalırsa, adağın yerine geleceğine inanılırmış.
Babam, bir zamanlar Tapu Kadastro Müdürlüğünde Ankara Fen Amirliği yapmıştı. Bir gün eve getirdiler. Hastalanmış. Kalp krizi geçirmiş. Kriz, bu tepelerde görev yaparken gelmiş. Tepenin nirengi noktalarını ölçüyorlarmış.
Böyle karmakarışık düşünceler vardı başımda. Adak adayan kadınlar, Battal Gazi ve babamın ilk kalp krizi geçirdiği yer şu Hüseyin Gazi Tepeleri.
— Havalandırma!
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Sakıncalı Piyade - 3
- Büleklär
- Sakıncalı Piyade - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3928Unikal süzlärneñ gomumi sanı 208428.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Sakıncalı Piyade - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3806Unikal süzlärneñ gomumi sanı 198826.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Sakıncalı Piyade - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3881Unikal süzlärneñ gomumi sanı 217626.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Sakıncalı Piyade - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3874Unikal süzlärneñ gomumi sanı 200228.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Sakıncalı Piyade - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3903Unikal süzlärneñ gomumi sanı 212929.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Sakıncalı Piyade - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3410Unikal süzlärneñ gomumi sanı 189527.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.