🕙 23 minut uku

Küçük Ağa - 01

Süzlärneñ gomumi sanı 2952
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1658
33.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.
  

TARIK BUĞRA
  
  Bu romandan ilk defa rahmetli Peyami Safa beye bahsetmiştim. Rejans lokantasında idik. Arkamızdaki
  masada genç bir çift yüksek sesle Fransızca konuşuyordu. Fakat artık Fransızca'nın mânâsı başka idi. Tıpkı
  İngilizce'nin, Rumca'nın, Ermenice'nin ve başka dil erin olduğu gibi.
  1919, 1920, 1921, 1922, 1923, ve I960!..
  Değişen yalnız yabancı dil erin, yabancıların mânâsı değildi, artık her şey değişmişti: Mutfaklar değişmiş,
  gardroplar değişmiş, edebiyat, mimari, takvim ölçüler ve bütün ölçüler değişmiş, insan değişmişti.
  Fakat bu koca bir dünyanın değişmesi, bir mil etin ölüm geçidindeki 4 yıl süren eşsiz macerasından sonra
  olacaktı. Bense işte bu macerayı anlatmak istiyordum. Rahmetli ustamız — <Bu bir epope olur> demişti.
  Fakat hayır; ben bir destan yazmak niyetinde değildim. Bunun tam aksine bir roman, romanlardan bir roman
  yazmaya çalışacaktım. Doğru • Başta «Nutuk» olmak üzere o hem yürek paralayıcı,. hem alın ağartıcı devre
  ait kitapların hemen hepsini tekrar tekrar okumuştum. Fakat bu uzun çalışmalar o 4 yılın grafiğini çizmek için
  değildi. Ben bütün bu eserlerde birtakım kırıntılar arıyordum; Küçük Ağa'nm niçin ve nasıl Küçük Ağa
  olduğunu aydınlatacak kırıntılar. Bunları bulduğumu sanıyorum. Eğer elde ettiğim malzemeyi iyi
  kullanabildiysem şu roman gerçek bir romandır.
  Küçük Ağa'nm macerası çağdaşlarından en az yarısının macerası, Küçük Ağa'nm insan gücüne göre çok ağır
  ve ezici olan tereddütü çağının trajedisidir. Burada bu trajediden kısaca bahsetmeliyim.
  Bu mil et. her zaman olduğu gibi o devirde de vatan sevgisini, devlet şuurunu dini ile içice duyardı. Her savaş
  bir cihad olagelmişti. Vatan, mil et sembol eri din sembolü ile birleşiyordu.- Bir tek bayrak ta üç kutsal ık. Bu
  milletin kaderi, bu milletin tu kendisi yüzyıllar boyunca işte bu bayraktı.
  Ve bu bayrağı halife-yi rû-yi zemin, şâh-ı cihan açardı. Taçlar, tahtlar devirmek, ülkeye ülkeler katmak için
  açardı. Hayatı bu gelenek düzenlerdi.
  Ancak bu gelenekle var olabileceğine inanan bu mil et bir gün bir başka bayrak altına çağrıldı. Bayrak bir
  başka bayrak, bayrağı açan el bir başka «i di. Fakat bu bayrak da ata ocağı için diyor, vatan için diyordu.
  Kurtuluş ümidi, 6 asırlık yaşama geleneğinin karşısında idi. Hiç bir milletin tarihi bu kadar trajik bir çelişme
  görmemiştir. Bu çelişmede doğru yolu seçmek bir fazilet işi olmaktan çıkıyor, herkesten beklenemiyecek bir
  görüş üstünlüğü gerektiriyordu. Buna karşılık yanılanlan suçlandıramazdınız, zira menekşe, rengi mor olduğu
  için ne kadar suçlu ise. bu insanlar da yanılmaları yüzünden ancak o kadar suçlu idiler.
  Bu kurtuluş ümidi ile o 6 asırlık gelenek arasın daki büyük çelişme, hattâ mağlûbiyet ve istilâdan da koyu
  bir trajediye sebep oldu. Bu roman işte bunu iddia etmekte ve bu trajediyi anlatmaya çalışmak tadır. 24
  yaşındaki "İstanbullu Hoca> Küçük Ağa ki-siliği ile ikinci defa doğarken, insanoğlunun kolay kolay
  katlanamıyacağı bu kahredici trajedinin kah ramanlanndan sadece birisi oluyordu. Kurtuluş Savaşı boyunca
  böyle ikinci doğumlar çok, pek çok ol muştur. Küçük Ağa kendi macerasında bu benzerle rini de anlatabilirse,
  okuyucularım baba ve dedele rini, cephe kahramanlıklarından çok, işte bu trunk çelişmede çektikleri acılar
  için rahmetle anacaklardır. Tank BUĞRA

     

BİRİNCİ KİTAP
  Akşehir: 1919
  Önce Tekke Deresi'nin üstü karardı, sonra şimşekler çakmaya başladı, ardından da yağmur boşandı.
  Kasabanın doğuya meyil i sokaklarında sağlı sollu ırmaklar peyda olmuştu. Gökyüzü neyi var neyi yoksa
  boşaltacak gibi idi. Akşehir 1919'un baharını, büyük çöküntüden sonraki ilkbaharı karşılıyordu: Parasızlık,
  yokluk ve açlığa karşı belli belirsiz bir ümit baharı bekliyordu. Bu ümidin hattâ adını söyleyebilecek bir
  babayiğit zor çıkardı. Fakat ne de olsa artık üşümeyecekler, hiç değilse soğuktan kurtulacaklardı. Ve soğuk,
  yaşlılarla çocuklar için açlık kadar yıkıcı idi, açlıkla büsbütün katlanılmaz oluyordu. Kasabada da yalnız
  yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı.
  Dört yıldır dükkânlarla, bağlarla, bahçe ve tarlalarla yalnız onlar uğraşıyor, her şeyin verimi de ona göre
  düşüyordu.
  Aylardan beri her ev kocaman bir göz olmuş, yollara dikilmişti: Her evin beklediği biri vardı, bir yavuklu, bir
  koca, bir oğul, bir ağa veya dayı...
  Kimi hastahaneden, kimi dağıtılan kıtasından, kimi esaretten gelecekti. Nasıl geleceklerdi? Hangi beden,
  hangi ruhla geleceklerdi? Bunu düşünen veya düşünmeye cesaret eden pek yoktu; geleceklerini,
  gelmelerinin muhtemel olduğunu bilmek yetiyordu. Sonra gelmeleri gerekti, şarttı artık. Yoksa pırıl pırıl
  Akşehir kendi üzerine kapanan bir mezar olur çıkardı. Buna az bir şey kalmıştı.
  Yağmur bardaktan boşanırcasma yağıyor, sokakları su götürüyordu. Çay çoktan taşmış, kıyıdaki evlerin
  eşiklerini yalamaya başlamıştı. Kimsenin yapacak bir işi yoktu. Kadınlar evlerde, ak sakal ı erkekler
  kahvelerde toplanıyorlardı. Bu toplantılarda saatlerce susulurdu. Tek tek değil de birarada susuşun bir başka
  anlamı var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi.
  Ama kasabanın değişmeyen, hattâ büsbütün canlanan bir yönü de vardı: Gâvur Mahal esi.
  Tekke Deresi'ne doğru sokulan bu kârgir ve kiremit damlı evlerde hava bambaşka idi. Akşehir'i saran
  çöküntüye karşı bu mahal e gün gün dinçleşiyordu. Yatsıyla birlikte kasaba o deliksiz karanlığının içinde
  mezar uykusuna dalar, fakat bu evlerde pencereler turuncu turuncu bakardı ve Minas'm, Yorgo'nun
  meyhanelerinden sokağa kahkahalar, şarkılar, gitar ve ud sesleri taşardı. Çok geç vakitlerde sahipsiz
  sokakların sessizliğini naralar, Rumca ve Ermenice naralar parça parça, delik deşik ederdi. Ve beşikteki
  çocukların, kamayaklı kızcağızların korkmamaları lâzımdı. Korkmaya hakları yoktu; çünkü yalnız sokaklar
  değil, bütün kasaba, bütün memleket sahipsizdi, sahibini yitirmiş, kimin sahip çıkacağı, nasıl bir sahibin
  çıkacağı bilinmiyordu.
  Bir vakitler Mumcu Mustafa'nın, Akağa'nın veya Hacı Küçüğün, hattâ Nalband Mustafa'nın önünde elpençe
  divan duran, gülümsemekten, hayhay demekten başka birşey bilmeyen, sokaklarda başları saygılı saygılı öne
  eğik geçen Li-gorlar, Minaslar, Bapkumlar ve ötekilere bir hal olmuştu. Sanki onlar kral, ötekiler köle idi, en
  iyi tutumları sadece yüz vermemekti arük. Eski günlere dayanan teklifler en azından yılışık bir alayla
  karşılanıyordu.
  Acaba yeni sahip, yeni efendi bunlar mı idi veya bunlar mı olacaktı?
  Sonra bir ingiliz birliği geldi. Bu bir ümitti. Zira ne de olsa bunlar, kendine göre bir hukuku bulunan savaşın
  rakipleri idiler ve elbette bir hukuk değeri olan anlaşmaya göre davranacaklardı. Ama ümit boşa çıktı.
  Askerler kasabaya beş kilometre uzaktaki istasyona yerleştiler. Görevleri demiryolunu korumaktı. Bir faydaları
  bir dilim ekmek için bile imkânları olmayanlara dokundu. Bunlar el erinde sahanlar ve torbalarla istasyona
  kadar iniyor, yemek ve ekmek alıyorlardı.
  İngiliz askerlerine bu konuda ne cömert, ne de hain veya cimri denebilirdi; zira veriyorlardı, ama hakaret
  kusan bir gururla veriyorlar, en düşküne bile "Keşke vermeselerdi" dedirten bir şekilde veriyorlardı.
  Sonra onlar gitti ve yerlerini İtalyanlar aldı: Farfaracı, sıcakkanlı, anlaşmaya uygun vo leylek düşmanı italyan
  askerleri.
  Bunların halk üzerindeki ilk etkileri muthuj olmuştu. Ellerinde silâhları, üçer beşer kişilik gruplar halinde
  kasabaya geliyor ve Çınaraltındaki asırlık çınara, Ulu Caminin kubbesine, hatta bacalara yuva yapan
  leyleklere ateş ediyorlardı. Pek de iyi nişancı sayılmazlardı ama, eninde sonunda halkın âdeta kutsal saydığı
  zaval ı hayvanların üçünü beşini vuruyor, kanat tüylerini yolup şapkalarına takıyorlardı.
  Fakat buna da alışıldı ve hava tez ısındı. Zira karargâhlarına gelen çocuklara ve ihtiyarlara bol bol yemek
  veriyorlar, isteye isteye veriyorlar, üstelik ahbap olmak için hıristiyanı müslü-mana üstün tutmuyorlardı.
  Nitekim genç Niko'yu herkesten fâzla sevişleri onun Rum oluşundan değil, İtalyancayı bilişinden ve sokulgan,
  cana yakın oluşundandı.
  Niko ile Çolak
  Niko ile Salih'in arkadaşlıkları çocukluklarından başlamıştı. Bu dostluğu hazırlayan olayı ikisi de hiç bir zaman
  unutmadılar. Salih dokuz yaşında, orta boylu, zayıfça, fakat acı bir kuvvete sahipti, yaşına rağmen erkek
  yapılı ve mizaçlı idi. Niko ise yedi yaşında pespembe, gri gözlü, kumral saçlı, kız gibi birşeydi.
  Bir gün Taşoluk sokağının üç beş çocuğu Niko'yu Gâvur Mahal esi'ne yakın tahtaköprünün beri tarafında
  fena halde kıstırmış, yer misin yemez misin pataklıyorlardı. Arkadaşları kaçmış, Niko yalnız kalmış, Salih
  Kızılca'daki teyzelerinden dönüyordu. Karşılaştığı direnişe ve göz-dağlarına rağmen Niko'yu kurtardı, çayda
  elini, yüzünü yıkadı ve evine gönderdi. Artık arkadaşlıkları başlamıştı, kilisenin arkasındaki bahçede buluşur
  konuşurlardı. Yavaş yavaş Niko, Salih'in erkek yapısına hayran olmaya başlamış, Salih de ondaki kız çocuğu
  güzel iğine bağlanmıştı. Bu hep böylece sürüp gitti.
  Başlangıçta bu dostluğu iki cephe de yadırgar, hatta sert müdahalelerde bulunurdu, ama yavaş, yavaş
  benimsendi gitti, zamanla imalar bile yapılmaz oldu.
  Niko, Salih'e Gâvur Mahallesi'nin hazinelerini açıyordu. Diğer müslüman çocuklar için fantastik bir âlem olan
  bu semt Salih'e bütün sırlarını vermiş, bu da onu akranları, hatta büyükleri arasında önemli bir kişi yapmıştı.
  Boyuna sorarlardı:
  "Bahçeler nasıldı? Çocuklar ne oynuyorlardı? Duvarlar hep putlu muydu? Kadınlar neye benziyordu? Hiç
  tehlike atlatmış mı idi?"
  Doğrusunu söylemek gerekirse Gâvur Mahallesinin öyle pek mühimsenecek özel ikleri yoktu. Dişe dokunur
  değişiklik sadece evlerin yapısında idi ki, bu da Topyeri'nden veya Çobankaya'dan da pekâlâ görülebiliyordu.
  Yoksa çocuklar orada da aynı oyunları, aynı şekilde oynuyor, kendileri gibi itişip kakışıyor, kavga edip
  küsüşüyorlardı ve erik hırsızlığı orada da aynı tehlikeleri taşıyordu, ne eksik, ne fazla.
  Ama Salih'in gönlü buna razı olmaz, bu yüzden de sorulanları yarım Ağızla,söylediğinden başka yönlere de
  çekebilecek şekilde cevaplandırır,yalancılığı hiç sevmediği halde,bir vakitler kendi kafasını da kurcalamaış
  olan kuruntulara uygun masalcıklar uydururdu.
  Salih’e bir kişilik kazandıran bu arkadaşlık ustaya verildikleri çırak,kalfa ve delikanlı oldukları günlerde de ama
  çeşni değiştire değiştire sürüp gitti.
  Salih demirci Hamdi ustanın,Niko’da terz. Yaninin yanında çalışıyordu.Biri Cuma öteki Pazar günü
  tatil yapardı.Salih beş vakit namazını kılar,Niko kilisesine devam ederdi.Fakat bütün ayrılıklara rağmen
  arkadaşlıkta değişen bir şey yok gibiydi.Halbuki bütün bu zaman içinde,o birbirine karşı zıt iki büyük
  dünyanın birer minik örneği daha oluşurmuş.Salih bunu çok geç,yıl ar sonra anlayacak,hayatı da bu öğrenişle
  bambaşka bir hedefe yönelecekti.
  Tıpkı ölüm
  Şimşekler Tekke Deresinde Şişman Bertalar gibi gümbürdüyor.Yağmur oluktan boşanırcasına
  yağıyordu.Bitkin tren Halep’ten yüklediği kendindende bitkin kafilenin beklide en çökgün,en yıkılmışını
  Akşehir istasyonuna bıraktı.Bozgunla biten o inanılmaz maceranındöküntüleri sılasına kavuşan bu silah
  arkadaşlarına vagonların penceresinden donuk donuk bakıyorlardı.Ne gülen,ne el sal ayan,ne de bir çift laf
  eden oldu. Tren puflaya puflaya kuzeye doğru uzayan ve sonu gelmeyeceğe benzeyen yoluna koyulmuştu.
  Salih yavaş yavaş eriyen ve bir defa daha göremeyecek olduğu bu yüzlere öyle kımıldamadan bakarken o
  büyük, o yürekler paralayıcı bozgun için dikilmiş bir heykelden başka bir şeye benzemiyordu.E1 sal amak,
  güle güle diye bağırmak isterdi. Bahtınız açık olsun demek isterdi. Fakat el sallayamazdı, bir eli bütün koluyla
  birlikte Kütülammare'de, bir kum tepesinde kalmıştı, öbür eli de pis, sefil fakat kocaman torbasını tutuyordu.
  Ve artık bütün iyi dilekler boşunaydı, bu trenin yolcuları gülmeyi de, bahtlarını da topyekûn kaybetmişlerdi.
  Bunlar bozgunun sakat, yarım kalmış döküntüleri idi, işe yarayabilecekler esir kamplarında ve tecrit
  edilmişlerdi.
  Katarın son vagonu da ilerledi virajda kayboldu. Fakat Salih trenin hâlâ önünden geçmekte olduğunu
  sanıyordu. Aynı vagonlar, aynı pencereler sanki milyon kere milyon üremişti ve bu geçiş ebediyete kadar
  sürecekti. Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler... Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler, aynı
  yüzler, aynı donuk bakışlar.
  Hele o ses... Hele o erkekçe, bir bakıma güzel, bir bakıma harikulade, fakat insana ait de-ğilmişcesine
  canlılığını kaybetmiş, bu yüzden de melankoliden çok daha ezici, çökertici bir tesir yapan ses!.. Bu ses
  mezarda bile kulaklarını bırakmayacak gibiydi:
  "Adı yemendir,
  Gülü çemendir..."
  Bozüyük'lü bir topal saatlerce, hangi saatlerce? Günlerce tekrarlayıp durmuştu:
  "Adı yemendir,
  Gülü çemendir,
  Giden gelmiyor
  Acep nedendir?"
  Keşke gelmek olmasaydı. Gelmek mi denirdi
  buna?
  Nerede sağ kolun yavrum Salih? Nerede sağ kulağının yarısı oğlum Salih? O kehribar gibi gözlerine ne oldu
  bir tanem? Ya o yiğit yüzün kardeşim? Gelmek mi denirmiş buna? Ve aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı
  yüzler önünden geçiyor-, geçiyor, tekrar geçiyordu. Salih o trenden ayrılmak istemiyor, inmemiş olmak,
  gitmek, gitmek, gitmek istiyordu çünkü.
  Birden irkildi. Bu bir alarmdı: Ardında konuşanlar vardı, gâvurca konuşanlar. Kavrulmuş bedeninden
  umulmayacak bir çeviklikle, zemberek boşanır gibi döndü: Tüylü şapkalar. «— Haa... İtalyanlar...» Ve Salih
  bu tombul, bu şaklaban yüzlerin arasında Niko'nun yüzünü aynı anda farketti. — Salih, vre sen misin?
  Tanıdı be. Demek hâlâ Salih? İçinden, torbasını atıp o tek koluyla Niko'yu kucaklamak geldi. Fakat silâhlı
  İtalyan askerleri... Hafifçe gülümsedi, hafifçe ama candan.
  — Merhaba Niko! Sesi de bel i belirsizdi.
  — Vay Salih vay... Bu ne hal vre? Ne olmuş
  sana böyle?
  Canlı, sıhhatli, neşeli idi. Eskiden Rum şivesini örtmeye çalışırdı. Şimdi inadına belli etmeye çalışır gibiydi.
  İtalyanlara onların diliyle bir-şeyler söyledi, berikilerden biri tek kelime ile cevap verdi, Niko da:
  — Gel, dedi.
  Salih'in kolsuz tarafına geçmiş, elini omuzuna atmıştı, fakat daha üç adım gitmeden epey ayrıldı. Salih çok
  fena kokuyordu.
  istasyon binasına, müdürün odasına girdiler. Niko'da ne olduğunu göstermek isteyen bir hal vardı:
  — Aç mısın? diye sordu.
  Salih şöyle bir yokladı kendini, hattâ düşündü : Açtı.
  — Acıkmışım, dedi.
  Niko dışarı çıktı. Salih de yan gözle etrafını süzmeye başladı. Telgrafın başında ve müdür masasında İtalyan
  zabitleri vardı. Eski Müdür Necati Bey gişede idi, iyice ihtiyarlamıştı.
  Niko iki konserve kutusu, bembeyaz ekmek, sucuk ve çatalla geldi.
  — Ye... Sucuk domuz etinden değil. Güldü. Birşeyler hesaplar gibi sustu, sonra
  yine konuştu:
  — Ama artık sizinkiler domuza momuza bakmıyorlar.
  Güldü:
  — Ne verirsen yiyorlar.
  Salih yutmaya hazırlandığı lokmayı üç beş defa daha çiğnedi. Demek «Sizinkiler?»
  — Ee bakalım Salih Çavuş, anlat be... Salih kendisini Niko'nun karşısında, eskisi
  gibi hissediyordu artık. Sanki yine iki kolu, iki
  18/Küçük Ağa
  bileği ve tuttuğunu koparan iki eli vardı, demirci eli. Donuk bakışları bir an için Niko'nun gözlerini aradı:
  — Çavuş olamadım Niko... Bir kola bir ter-fiye.
  Niko anlamıştı. Ama eskisi gibi sinmedi, aksine daha bir rahat güldü :
  — Aldırma. Biz burada böyleyiz işte. Kötü günler de geçirdik ama. Korktuk bile. Bildiğin' gibi değil,
  italyanlarla pek iyi aram. Bir dediğimi iki yapmıyorlar.
  Yağmur yeniden ve aynı hızla başlamıştı. Salih'in içi bir tuhaftı. Fakat inat etti, önündekilerin hepsini
  yiyecekti. Yemek için ikinci ele pek lüzum yoktu.
  — Konuş be Salih.
  Salih ona bir defa daha donuk donuk baktı. Cevap vermedi. Niko artık ona boyun eğmiyordu. Gri gözlerini
  kaçırmadan:
  — Anana da İtalyanlardan öteberi götürürdüm.:.
  Salih'in ağzındaki lokma büyüdü, büyüdü ve taşlaştı. Niko iyice keyiflenmişti.
  — Anlat be... Nasılsın? Salih ayağa kalkıverdi.
  — İyiyim.
  Ceketinin onbaşılık şeridi sökülmüş sağ kolu bomboş sarkıyordu. Sağ kulağı yarım, yanağı kapanmış bir
  yaradan ibaretti ve iyiyim diyordu. Açlık, uykusuzluk, kızgın güneş, kum fırtınaları ve ölümle bir daha, bir
  daha, belki bin defa pençeleşmeler kavurup gitmişti de, iyiyim diyordu.
  Herşeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi? Niko
  bu imkânsızlığı sezdi. İşte şimdi sinmek üzereydi. Salih bir an için ona eskisinden çok daha kuvvetli
  görünmüştü.
  Fakat büyüyü Salih'in kendisi bozdu:
  — Yemek iyi oldu, sağol.
  Evet bir midesi vardı hâlâ. Acıkacak, yemek isteyecekti, yemek. Yemek mi? Ekmekten ne haber? Ekmek
  arslanm ağzında idi, tek kolla da arslanla boğuşmak bir parça güç olmaz mıydı?
  — Niye kalktın? Otur da iki çift laf edelim!.. Eğildi, torbasını aldı.
  — Gideyim artık... Niko yine gülüyordu.
  — Nereye?
  — Şehre... Anamı göreyim. Niko bu sefer kahkaha ile güldü:
  — Şehre mi? Bu yağmurda?.. Ne ile?..
  — Sahi be... Amma da yağıyor... Üşüyordu da ve Niko artık onun acıkacağı
  gibi ıslanıp üşüyeceğini de biliyordu. Kanapeye iyice yerleşti. Cebinden bir paket İtalyan sigarası çıkardı.
  Sigara? Salih'in gözleri parladı. Sigara insanın karnı doyunca yemekten de değerli oluyordu. Niko bunu da
  anladı.
  — Yak bakalım... otur hele.
  Fakat Salih de onu anlıyordu. Sanki o kum çölleri gibi sonsuz savaş yeniden başlamıştı. Direnmek, her ne
  pahasına olursa olsun direnmek lâzımdı.
  — Yok, dedi, gideyim. Hadi eyval ah.
  Şaka değil gidecekti. Adımını atmıştı bile.
  — Görüşürüz Niko. Niko telâşlandı:
  — Dur hele.
  Ayağa kalkmıştı. Salih artık onun çocukluk galibi Salih'ti:
  — Sen otur biraz. Otur, otur.
  Eskiden olduğu gibi, tıpkı dört beş yıl önceki gibi rica ediyordu ve gerçekten de Niko eskisi gibiydi artık. Salih
  oturdu. Niko dışarı fırladı. Döndüğü zaman elinde kocaman bir paket vardı:
  — Haydi, dedi.
  Yürüdüler.
  — Doğru. Seni tutmak olmaz şimdi. Eve git de sonra nasıl olsa bol bol oturur konuşuruz. Artık vakit çok.
  Dışarı çıktılar. Saçağın altından hızlı hızlı yürüdüler. Bekleme salonundan geçtiler. Binanın arkasında bir
  fayton duruyordu. Niko:
  — Ligor seni götürecek, dedi.
  — Sağol, diye mınldajndı.
  — Güle güle Salih, konuşacağız... Eskisi gibi. Salih anlaşmayı kabul etti:
  — Ver bir sigara.
  Niko paketi telâşla çıkarıp uzattı:
  — Ver ağzıma... Görüyorsun elim dolu. Hüzünle, dostça gülümsüyordu.
  — Yak şimdi de bakalım.
  «Mademki dostluk dirildi, işte bu kadar zayıf, bu kadar aciz, bu kadar yoksulum, kibritim de yok...» der
  gibiydi.
  Niko onun sigarasını yaktı. Salih faytona binmişti. Elindeki paketi onun dizlerine koyarken :
  — İçinde sigara da var, dedi.
  — Sağol Niko.
  — Haydi güle güle.
  Yağmur deli gibi yağıyor, fayton iki tarafı ağaçlı caddeden vadiye doğru tırısla gidiyordu. Karşıda yükselen
  Topyeri ile Çobankaya yağmurun ve bir kördumanın ardından hayal meyal görünüyordu.
  Analar, analar, analar ve bir ana
  Topyeri ile Çobankaya'nın arasındaki Tekke Deresi'ni bir üçgenin tabanı gibi kapatan Taş-oluk sokağı iki fırını,
  bir bakkalı, bahçeli ve iki, üç katlı evleri ile Akşehir'in gözde semtlerinden biri idi. Sokağın tam ortasında
  Halıhane'nİn büyük bahçesine dayanan bir çıkmaz vardı. Salih'lerin evi bu çıkmazın sol tarafında, en dipte idi.
  Bir vakitler, üç kız ikisi oğlan, beş çocuklu bu ev, o devrin kendine mahsus varlık ve saadeti ile cıvıl cıvıldı.
  Sonra kızlar gelin olup gittiler ve kendi alın yazılarını yaşamaya başladılar, oğlanlardan büyüğü harbin daha
  ilk yılında Çanakkale'de şehit düştü, öteki, babasının ölümünü Şam'da iken haber alan Salih, işte şimdi,
  artık bir ihtiyar dulun sessizliği ve yoksulluğu ile dolan o evin kapısı önünde faytondan iniyordu.
  Salih arabadan köşebaşmda inmek istemişti. Fakat lAgor tembihliydi, kapının önüne kadar götürdü. Üstelik
  Salih bu sokaktan böyle tek kol u, tek kolunda pis bir torba ile geçmek istemiyordu. Bu iş nasıl olsa olacaktı
  ama ilkin verdiği bir korku vardı, bu da az şey değildi.
  Bir eyval ah da ligor'a çektikten. sonra arabadan indi. Hiç bir tarafa bakmadığı halde bütün sokak halkının
  pencerelere üşüştüğünden emindi. Atların nal sesleri buna yeterdi. Mühim olan ise karşı evin penceresi idi.
  Acaba Raziye orada mıydı? Orada idi de Salih'in bu halini görünce içi fenalaşmış mıydı?
  Bir dünya çöker de insanın içi fenalaşmaz mı? Nitekim Salih hastahanede kendine gelir gelmez ilk olarak
  Raziye'yi hatırlamış ve «Bitti» diye düşünerek şarapneli bir kere daha yemiş gibi olmuştu.
  Tahta kapının aşı boyaması yer yer dökülmüş, kanatları iyice kaykılmıştı. Fakat, ucuna küçük bir kızılcık dalı
  bağlanmış ip olduğu gibi duruyordu. Çekti onu. Kapı açıldı. Salih:
  «— Bismülâhirrahmanirrahim» diye mırıldandıktan sonra, neşeli bir sesle bağırdı-. «Ana ben geldim.»
  Taşlık hatırladığından daha serin, çok daha loştu. Karşıdaki bahçe kapısı aralıktı ve bu aralıktan tavuk kümesi
  görünüyordu. Çil horoz, paçalı tavuk, Raziye adım taktığı kar gibi beyaz tombul ve takkeli tavuk, sonra,
  başkaları., onlar, elbette çoktan gitmişlerdi; ama torunları da yoktu. Kümes bomboştu, bırakılmış evleri
  andırıyordu.
  Soldaki mutfağın kapısı ardına kadar açıktı. Ve mutfak da çoktan terkedilmiş gibiydi.
  Salih'in sesi neşeyi artık büsbütün kötü taklit ediyordu:
  «— Ana, ben geldim diyorum sana.»
  Kapıyı kapattı. Taşlık büsbütün karardı ve yukarı sofanın tahtaları hızlı hızlı gıcırdadı:
  «— Salih, Salih.. Salih'im.»
  Bir kadının bu sesi çıkarabilmesi için ana olması, bir oğlunu şehit vermesi, dul kalması ve nihayet, son oğlunu
  da işte böyle cepheden beklemesi gerekti.
  

Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.