Küçük Ağa - 20
Süzlärneñ gomumi sanı 2964
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1591
36.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
59.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Karakol kumandanı, evine haberi getiren posta ile karakola giderken Ali emminin evinin ?önünden geçmek
zorunda idi.
Sokağı boydan boya dolduran Kuvva atlıları ona en ufak bir saygısızlık etmeden yol verdiler.
İçerde Ali emmiden başka Reis bey, Küçük Hacı, İmam Haşim ve Demirci Sabri usta vardı. Yandaki minderde
de Çolak Salih baygın bir halde yatıyordu. Konuşmalardan anlaşılan şu idi:
İstanbul u Hoca en geç dün sabah ortadan kaybolmuştu. Doğum beklendiği için evine uğrayan çok oluyordu.
Onu evde gören de çıkmamıştı. Ali emmi, Sabri ustayı gönderip, Hoca efendi rahatsız mı, bir emirleri var mı?
diye sor-•durtmuş. Emine'nin anası da buna kan çanağına dönen gözleriyle ters ters bakarak, «ne üstüne
vazife...» diye cevap vermişti.
Bunun üzerine Kızılca'da sıkı bir soruşturma yapıldı, öğrenilen şundan ibaretti. Gece yarısı, sokakta nal sesleri
duyulmuştu. Bundan da önemli bir şey vardı. O gün kulaksızların Rahmi ile Kuvva - İstanbul üzerine bir ağız
kavgası yapan müezzin bir ara yeri gelmiş de.- «Hoca efendi hazretlerinin kılına dokunan gâvurdan
gâvurdur» demiş.
Bunu işittikleri zaman pek bir şey anlayan olmamıştı. Fakat şimdi gün gibi ortada idi. Hoca, hakkındaki tertibi
daha üç gün önce haber almıştı.
Yüzbaşı Nazım alnı kırış kırış mırıldandı:
— Üç gün önce?.. Ama biz haber alalı dört gün olmadı ki...
Ali emmi düşünmeye vakit komadı:
— Hoca'nın kaçtığına iyice kanaat getirince . Reyis beye vardım. O da size haber salalım dedi. Salih
burdaydı. Anası ağır hasta da görmeye gelmiş. Ona dedik. Ben gideyim dedi. Yola çıktıktan iki saat sonra
da na bu halde döndü. Adsızın altında beş altı atlı yolunu kesmiş. İki yarası var. Amma kurtulmuş yine.
Doktor Salih'le uğraşıyordu. Yaralar öldürücü değildi, fakat çok kan akıtmıştı. Doktor başını çevirerek Yüzbaşı
Nazım'a baktı:
— Hatırladın mı?
— Neyi?
— Muhtar'ı.
Nazım sökemiyordu. Fakat Hamdi elinin içiyle şap diye alnına vurdu:
— Hay silsilesini... Ulan Nazım, Niyazi kapıda muhtarla burun buruna geldiği zaman biz ne konuşuyorduk?
Hoca'yı değil mi? Biz ondan sonra ta ertesi akşama kadar muhtarı köyde gördük mü?
Hayır görmemişler, üstelik tezek için aratınca da bulamamışlardı. Doktor:
— O haber verdi, dedi. Yüzbaşı Nazım tamamladı :
— O namussuz haber verdi.
Hamdi'nin durumu hiç birininkine benzemiyordu. Sevinmemişti. Bu doğru. Amma kızmak da, üzülmek de
değildi duyduğu. Şaşkınlık gibi bir şeydi. Sabahtan beri bir emri yerine getirmek için harekete geçmiş bir
askerden, bir dâva adamından başka bir şey olmayan Yüzbaşı şimdi dün geceki dramatik tereddütleri ile
karşı karşıya idi. Nerdeyse, "Ah Hoca kaçıp gitse" diye dua edecekti. Bu dilek şimdi aldığı emri, sinirleri
yıpratan bir teşebbüsten sonra yerine getirememenin hırçınlığı ile birlikte aynı gönülde çatışıyordu. İki denk
kuvvetin doğurduğu duygu da işte bu şaşkınlıktı.
Doktor pansumanı bitirmişti. Reis beye sordu :
— îlk müdahaleyi kim yaptı?
— Doktor Minas.
— Minas mı?
Ali emmi cevap verdi:
— İyi gâvurcuktur o. Gine gelecek, gece...
— Selâm söyle... İyi de bakmış.
Daha sonra evvelki gece Kızılca'da duyulan nal sesleri üzerine konuştular. Bufatlılar kim olabilirlerdi?
Akıllarına gelenleri beğenmiyorlardı. Hoca'yı götürenler Konya'dan gelmiş olamazdı.
- aldılar, öyleyse? Reis bey:
— Öyleyse Akşehir'de veya yakınlarında bir kuvvet, bir teşkilât var, dedi.
Sustular. Hoş bir şey değildi bu... Ama üzerinde durmaya değerdi. Hatta üzerinde durulacak ihtimal yalnız bu
idi. Reis devam etti. Şimdi düşünce yürütmüyor, yüzbaşılara: "Ne yapmalı?" diye soruyordu.
Askerler birbirlerine baktılar. Hamdi bir şeyler söyleyecek durumda değildi. Doktor ise böyle anlarda lâfa
karışmaz, sorulursa söylerdi. Yüzbaşı Nazım:
— Evet, dedi. Bir şey yapmak lâzım. Bizim için Akşehir'de çekinecek bir şey kalmadı. Hükümet kuvvetlerinden
ses çıkmaz. İstasyondaki İngilizlerin demiryolundan başka dünya umurlarında değil. Ahaliye gelince, siz daha
iyi bilirsiniz ya, aralarından kimseye dokunmayan bir kuvvete yan bakacak çıkmaz sanıyorum.
Ali emmi destekledi:
— Sevinirler bile. Kel Hacı bile sevinir.
— O halde münasip bir yere kırk el i kişi yerleştirelim. Şimdilik böyle olsun. Ben gidince de vaziyeti Fuad
Paşa'ya arz ederim. O ne derse yaparız. Ne dersin Hamdi?
Hamdi Yüzbaşı da bu düşünceye katıldı.
— En doğrusu bu.
— Niyazi burada kalır. Tamam mı Doktor, istersen sen kal... veya sen de kal...
Doktor kalmayı hiç istemiyordu:
— Yok yüzbaşım.
Hiçbirini ayırmadan sevdiği hemşerilerinin
318/Küçük Ağa
içinde kendini sevmeyenlerin bulunduğunu bilmek Doktora çok ağır geliyordu. Elinde olsa bölgeden bütün
bütün uzaklaşacaktı. Yüzbaşı onu az çok anlıyordu.
— Sen bilirsin, dedi ve ayağa kalktı. Salih baygın yatıyordu. Ona endişeli endişeli baktıklarını görünce
Doktor:
— Korkacak bir şey yok. Bir aya kalmaz domuz gibi olur... dedi. Odaya biraz neşe geldi. Vedalaştılar.
* * *
İstanbullu Hoca öldü.
Zayıf, uzun boylu, alnı kırış kırış ve saçı sakalı kırçıl bir adam olan Sazlı muhtarı İstanbul u Hoca'yı pek
tanımazdı. Onu yalnız iki sefer dinlemiş, onlarda da ne dediğini, hatta ne demek istediğini pek
anlayamamıştı. Fakat Hoca efendi, esmer mi, yoksa güneş yanığı mı olduğu bilinmeyen muhtar için bir büyük
adamdı, daha doğrusu muhtar için tek büyük adam Hoca efendi idi. Çünkü sevip saydığı, akıllı, bilgili,
görgülü bildiği bütün kasabalılar böyle diyorlar, İstanbul u Hoca'nın eli öpülecek bir büyük adam olduğunu
söylüyorlardı. Onların bir başkası için büyük adam dediklerini duymamıştı.
Muhtar üstelik Hoca efendiyi çok cana yakın buluyordu. Geçen yılın bir perşembesinde pazarı Çaptıktan
sonra dönmemiş "Yarın Cumadan sonra Hoca efendiyi bir dinleyim" diye handa gecelemişti. Cuma akşamı
köye gelince oda'da toplananlara ağırbaşlı bir gururla:
— İstanbullu Hoca efendi hazretlerini dinledim, demiş ve daha da büyüterek hükmünü söylemişti: «Çok
büyük adam çok, bildiğin gibi değel. Böyük şeyler deyverdi. Bî de kanı sıcak, bi de kanı sıcak., sorma gayri.»
Kulağında cümleler vardı. Onların hepsini de Akşehir'den edinmişti. Akşehir'de, "Hoca efendi geldi Akşehir bir
başka Akşehir oldu. Allah gönderdi onu" diyenleri bile görmüştü.
Muhtar o akşam bir okka tütünle köy odasına vardığı zaman zabitlerin konuşmasını istemeden duymuş,
kulağına çarpan ilk cümlelerle de donup kalmıştı.
İstanbul u Hoca'yı vuracaklardı!..
Muhtar korktuğu için değil, içinden öyle geliyor diye bu zabitleri de, onların adamlarını da seviyor,
yapabileceği yardımları canla başla çalışarak, seve seve yapıyordu. Kuvâyı Milliyenin kendileri için, kendi
çoluk çocukları, karıları, kızları, evleri barkları için silaha sarıldığına inanırdı. Ayrıca İstanbul u Hoca efendi ile
aralarının iyi olmadığını da biliyordu. Fakat ona göre böyle şeyler her işde, her zaman olurdu. Sonunda kim
haklı, kim haksız anlaşılır, böylece de hak için elbirliğine varılırdı.
Bu genç zabitler elbette gecikmeyecek. Hoca efendinin uyarmalarına uyacaklardı. Çünkü hem akıllı, hem de
tertemiz insanlardı. Kısacası böyle büyük işlerde sabır gerekti.
O akşama kadar böyle düşüne gelen muhtar, Hoca efendiyi vurma kararını öğrenir öğrenmez bozguna
uğradı. Kimseye bir şey açmadan uzun uzun düşündü. Gönlü oturup kalmaya razı olmuyordu. Sabah
ezanından yarım saat kadar önce yine kimseye bir şey demeden atını eğerleyip yola koyuldu. Giderken
karısına:
— Soran olursa Pelitli tarlaya bakmaya gitti dersin, demişti. Pelitli tarla Sazü'ya iki saat uzakta, karısının
köyünde idi.
Kasabada doğru Kel Hacı'ya vardı. Onun İstanbul u Hoca'ya vurgun olduğunu bilirdi. İşittiklerini kelimesi
kelimesine anlattı. Kel Hacı, muhtar sözünü bitirir bitirmez:
— Hadi kalk, dedi.
Doğru Hoca efendinin evine gittiler. Yolda Hacı:
— Çocuğu da olacak, vah... vah vah... İmansızlar, diye dövünüp duruyordu.
Hoca efendi, "Bu adam kulağıyla duymuş" diye anlatan Hacı'yı gülümseyerek dinledi, başı önüne eğikti,
konuşması bitince, aynı sakin gülümseyişle :
«— Hacı efendi; el-mukadder lâ yugayyer. Gelsinler, görelim Hüdâ neyler» dedi.
Kel Hacı bu fikirde değildi. Hoca efendinin hiç olmazsa bir zaman için ortadan kaybolması şarttı.
Hoca efendi buna:
«— Nereye giderim?» diye karşılık verdi. Ona göre her yanda Kuvvacılar vardı. Bu cinayeti akıllarına
koyduklarına göre eninde sonunda işleyeceklerdi. Bir de kaçmak, can kaygusuy-la çırpınmak zilletine neden
katlanmalıydı? O bir suçlu mu idi? Hâşâ! öyleyse? Bu bir düşünüştü; bir inanıştı, yalnız kendisinin işi değildi,
aynı düşünce ile aynı inanç birçok insanın malıydı ve bir düşüncenin, bir inanışın yenilmesi, bir kişinin
öldürülmesi ile olacak şey değildi.
Tam tersine öldürülen, kalanlara bir başka güç olurdu. Ama öncüsü korkup kaçan bir inanışı artık hiç bir
kuvvet kurtaramazdı.
Kel Hacı bu sözlere karşılık vermiyor, çırpınıp duruyordu. Sonunda:
«— Kendine acımıyorsan bize acı» dedi, bu da Hoca efendiyi bir kere daha gülümsetmekten başka işe
yaramadı. Evden çıktıkları zaman Hoca efendi muhtarın gözünde devleşmiş, erenlerden biri olup çıkmıştı.
Hacı'nm gözleri dolu dolu idi. Muhtara:
«— Hadi sen git» dedi, muhtar da, dili hiç Düşey söylemeye varamadan ayrıldı. Ama Hacı'nın yapılabilecek
her şeyi yapacağını adı gibi biliyordu.
Nitekim Hacı, Buğday Pazarı'ndaki dükkânına dönünce, Sancak-ı Şerif için sakladığı oğlunu Hoca efendiye
bağlı arkadaşlarına yolladı, dükkânın üstündeki Kuru'nun kahvesinde toplanacaklardı. Hepsi gelince Hacı
durumu olduğu gibi anlattı. Herkes aynı şeyleri düşünüyordu:
«— Hoca efendiyi nasıl kandırmalı? Ve bu olursa nereye göndermeli?»
Sonunda düşünceler ortaya döküldü ve birbirlerine baktılar. Sessizlik uzun sürünce ocağın önündeki alçacık
hasır iskemlede oturan Kuru Mustafa kesik kesik öksürdükten sonra konuştu:
«— Kusura kalmayın. Haddim değil ya., ha belki faydası dokunur diye derim; Recep ağa dün gece bize geldi.
Buradan söz çıkmaz. Hani Çakı rsaraylı'nın Recep var ya, işte o!»
Yutkundu. Kunduracı Giritli Arif:
«— Ee ne olmuş?..» dedi.
«— Olacağı şu; onlar sindi Yakasaray'da kahrlarmış. Ben derim ki, Çakırsaraylı da, Recep de Hoca efendiyi
pek sayarlar. Yakasaray da pek mahfuz bir köy, eyce kuz düşer. Siz Hoca efendiyi kandırabilirseniz hani
gidecek yer var demek isterim...»
Bir sessizlik oldu. Kuru yine konuştu:
«— Recep böyle sabaha karşı gidecek. Yârenlerin üstünde epey de adamı varmış.»
Gidecek lafı ortalığı karıştırdı ve başka bir yol bulamadıkları için bu çareye sarılmalarına sebep oldu.
«— Sen ona rica et tarafımızdan da, bizden haber almadan gitmesin. Hoca efendi ile kim, kim konuşacak?»
Dört kişi seçtiler. Onlar da onar, onbeşer dakika aralıkla hemen Hoca efendinin evine gittiler. Üzerinde
durdukları şu idi:
Bu kaçmak sayılmazdı. Kuvvacıların da bir yerde durdukları yoktu. Bugün yarın yine çekilir giderlerdi. O
zamana kadar da gereken tedbirler alınır, Hoca efendi de geri dönerdi. Ne tedbir mi alınabilirdi? Bir kere Zât-
ı Şahane böyle başıboş hareketlere göz yummamaya kafi karar vermişti. Bunu Hoca efendi hepsinden iyi
biliyordu. Sonra Karakol Cemiyeti, Redd-i İlhak Cemiyeti ile îtilâf ve Hürriyet payitahtın yardımıyla büyük bir
teşkilât kuruyordu. Onlara haber salınır, durum anlatılır, yardım istenirdi. Bu hep böyle sürüp gidecek değildi
ya? Hem dahası da vardı. Kuvvacılar ne yapıyorsa artık kendileri de eli - kolu bağlı oturmayacak, öyle
yapacaklardı. Zora karşı zor kul anmak mubahtı. Hoca efendinin gidişi ile ortaya çıkacak kötü söylentilere
gelince bundan kolay bir şey yoktu, olup bitenleri uygun şekilde anlatacaklar, böylece de yalnız ahaliyi
yatıştırmakla kalmayıp Kuvvacıların nasıl bir eşkıya çetesi olduğunu da göstermiş olacaklardı.
Hoca efendi, Kel Hacı ile konuştuğu gibi değildi. Bir saat içinde bambaşka bir adam olup çıkmıştı. Bu sefer de
aynı şeyleri söylüyordu, ama kararsız sal antılı, çekingen, hatta ürkek bir görünüşü vardı, hele telâşlı olduğu
besbelliydi. Böyle göründüğünü kendi de anlamış gibi açıklamak zoruna kapıldı.
«— İçerde de ebe hanım var da. Zihnim dağınık.» Bu haber ziyaretçileri büsbütün alevlendirdi. Neredeyse
Hoca efendinin yakasına yapışıp zorla sürükleyeceklerdi. Derken Müftü efendi de geldi ve olup bitenleri
dinleyince o da:
«— Gitmelisiniz Hoca efendi oğlum, dedi. Fazlınız, irfanınız benden üstün olsa da ben sizin pederiniz
sayılırım. Rica ediyorum.»
Şimdi Hoca efendinin takıldığı bir şey kalmıştı, bunu söyledi: . •
«— Gelenler beni bulamayınca hırslarını yatıştırmak için, korkarım daha şen'i tecavüzlerde bulunacaklardır.»
Müftü hiç duraklamadan: «— O cihetten müsterih olunuz. Onların böyle bir iş yaptıkları görülmemiştir» dedi.
Bunu da hepsi tasdik ettiler.
Bunun üzerine ne yapacakları kararlaştırıldı. Herşeyden önce Müftü efendi Emine'nin anasıyla konuşup Hoca
efendinin bir müddet için Konya'ya gideceğini söyleyecek ve evin ihtiyaçları ile Hacı efendi ile Nüfus Müdürü
ihsan beyin
ilgileneceğini, müezzin Ali'nin her sabah uğrayacağını, kendisinin de sık sık ziyarete geleceğini söyleyecekti.
Yola yatsıdan iki saat sonra çıkılacaktı. Karardan sonra vedalaştılar. Son olarak Müftü efendi Hoca'yı bağrına
basıp:
— Allah muinin olsun evlâdım, dedi. Gözleri yaşlıydı.
Hoca efendiye gelince, o daha beş on dakika ne bir şey duydu, ne de düşündü. Bu, tam bir ustura yarasına
benziyordu. Kan sonra sızacak, acı ondan da sonra başlayacaktı; hem de ne acı!..
Hoca efendi şimdi sadece, sayılan, övülen, hayranlık ve bağlılık duyulan bir etiket değildi, ilk defa olarak
kendini kendi gözüyle bu etiketin tamamen dışında görüyor, canlılığı ile baş-başa kalıyordu. Ona bir türlü
anlayamadığı ölümün ne olduğunu anlatmış, yaşamak zorunda bulunduğunu, öğretmişlerdi. Yalnız kalınca ilk
duyduğu korku oldu ve bunu ne önleyebildi, ne de bundan utandı, içindeki korkunun yerini almaya çalışan,
bunun için didinip duran tek duygu kin'e benziyordu; hejr fırsatta Al anın ve Peygamberin diliyle lanetleyip
durduğu kin!
Sonra yavaş yavaş düşünmeye başladı. Emi-ne'yi düşündü, doğacak çocuğunu düşündü. Emi-ne'yi bir daha
görebilecek, çocuğunu bir defacık olsun görebilecek miydi?
Kızamıyordu, hüzün ağır basıyor, üzüntü ağır basıyordu. Artık çaresiz bir adamdı o, hepsi o kadar. Kader bir
başka yönden esmeye başlamıştı, bu yaprağın hangi yol ardan uçacağı ardak bel i değildi. Bu bahçe, bu
dallar, bu meyveler, bu güneş ve bu gölgeler yoktu artık.
Bugüne kadar olan hiç bir şey yoktu artık,bugüne kadar olanlardan olabilecekler de yoktu artık, bir çocuğu
olacaktı, belki de Mehmed'i olacaktı, fakat Mehmed de yoktu artık ve Reşid Ha-lid oğlu Mehmed Reşit, yani
İstanbul u Hoca, yani kendisi de yoktu artık. Bunu iyi biliyordu.
Dakikalar değil, saniyeler geçtikçe Hoca efendi bunu daha aydınlık, daha belirli olarak anlıyordu. Bu
düşünmek değildi; düşünceden çok daha başka, çok çok çok daha hızlı birşey-di. Yalnız kendi hayatının değil,
kendisiyle birlikte içinde bulunduğu devrin de dört bir yanına ardarda ve baş döndürücü bir hızla yıldırım
aydınlıkları düşüyordu.
Cihan Harbi, İttihad ve Terakki, korkunç yeniliş, işgal, bu facialara rağmen ihtiras kavgaları, cinayetler,
satmalar, satılmalar, çeşit çeşit yüzler, isimler ve rütbeler, cümleler, cümleler, kimi yayık, kimi ince, kaba,
çarpık, çentik ağızlardan, başka başka bakışların himayesi altında dökülen cümleler. Ve beynin yoğruluşu
eşine az rastlanır bir tohumun yetiştirilip İstanbullu Hoca haline getirilişi!..
Sonra Kuvâyı Milliye, sonra Heyet-i Temsi-liye ve bu sefer bambaşka cümleler, o beyinde kökleri olmayan, o
beynin birdenbire karşılaşı-verdiği cümleler, yepyeni isimlerden gelen cümleler, zamanın beslemediği,
hatıraların beslemediği, hayatın beslemediği cümleler!..
Bu cümlelere karşı durmak için her şey vardı, zaferlerden, zaferlerden de üstün olan şi rden, bilgiden,
mimarlıktan, tam altıyüz yıl boyunca damla damla süzülmüş, bir daha bir daha süzülüp ruh olmuş, mizaç
olmuş gelenekler, görenek-
ler vardı. Ama aynı cümleleri, hatta mil iyet kelimesini anlamak için hiç bir şey yoktu.
Sazlı muhtarı Hoca efendi için, "Büyük adam" diyordu. Hoca efendiyi "Büyük adam" bilen daha birçok insan
vardı. Onların hepsi de ortanın üstündeki bir kafa ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Hükümleri aşırı bile sayılamaz,
yani hiç bir değer taşıyamazdı. Ama Hoca'nın gerçekten de üstün bir kafa yapısına sahip olduğu su
götürmezdi. Onun bir "Büyük adam" değilse bile, bir "Büyük adam" tohumu taşıdığı rahatça söylenebilirdi. Şu
çetin sarsıntı sırasındaki durumu da buna yeterdi. Kafasını didik didik ediyor, son sözünü bulmak için kendini,
hiç acımadan sorguya çekiyordu.
Ona; etraflıca bilinmeyen girdisi çıktısı, hesaba kitaba vurulmamış bir durumla karşılaşınca bütün peşin
hükümlerini bir yana bırakması, bu durumu elifbesinden ele almasını öğretmişlerdi. Hoca sırf bu anahtarı
öğrenmişti. Ne yazık ki Kuvayı Milliye için son sözü iş işten geçtikten sonra arıyordu. Bir yanını hiç bilmediği
öteki yanma doğumundan bağlı olduğu bir meselede konuşmak için yürek sızlatıcı bir gecikme idi bu. Ve işte
olan, böylece olması alınyazısı sayılacak bir hal alıyordu.
Şimdi kovalanan bir vahşi hayvan gibi ölümden kaçan, bu kaçışın ne kadar süreceği, sonu nereye varacağı
bilinmeyen bu adamla Istanbul'-lu Hoca'nın ne alışverişi, hangi bağı, bağlantısı olabilirdi?
Müftü efendi de çekilip gittikten sonra ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Fakat mutfağa girdiği zaman
Emine'nin anasını çoktan beri ağlar buldu. İstanbul'lu Hoca son saatlerini yaşıyordu. Kadıncağıza,
telâşlanacak, hele korkacak hiç bir şey olmadığını söyledi. Boşu boşuna Emine'yi de üzmenin yeri yoktu.
Allah esirgesin, bir hal olabilirdi. Gidip gelecekti işte... Bunda ağlayacak ne vardı?
Kadın kendini toparlamak zorunda kaldı. Hoca ona, giyecek bir şeyler çıkarmasını söyledi. Kendi de Emine ile
konuşmaya gitti. O kapıya yaklaşıp öksürünce ebe kadın dışarı çıktı. İlk sözü de:
«— Allah bilir ya, daha iki üç günü var» demek oldu. Hoca:
«— Pekâlâ. Huda yardımcısı olsun. Ben bir parça kendisiyle konuşmak isterim» dedi.
Ebe aşağı indi.
Lohusa odası Hoca'nın gözünde şimdi bambaşka bir anlam taşıyordu. Bu görünüşü yaşadıkça
unutamayacağını birdenbire anladı. Bu mâna her zaman içinde bulunacaktı. Ciğerlerindeki hava gibi. Nefes
aldığını farketmeyecek, fakat daima nefes alacaktı ya, onun gibi. Arada sırada, bazan çok nefis bir bahar
sabahında, ba-zan çürümüş leşlerin arasında nefes almakta olduğunu anlayacaktı ya, tıpkı onun gibi
unutmadığını, bu anlamın içinde yaşadığını anlayacaktı.
Büyük bakır mangal halının ortasında duruyordu. Ateş nar gibi olmuştu. Çaydanlıktan çıkan buharlardan
zencefil ve tarçın kokusu yayılıyordu. Oda iyice loştu. Yatağın yanındaki pencerenin perdesi çekilmişti. Süt
rengi bir aydınlık içinde Emine'nin taze yüzü selcen gülü gibi pespembe görünüyordu. Sancının terleri bu
yüzde tomur tomur durmakta idi. Göz kapakları kapalıydı. Hoca sanki yeni bir ses bulmuştu:
«— Emine» diye fısıldadı.
Bu sesi yaratan duygular ne olacaktı Allahım!..
Emine'nin kömür gibi gözleri, o yaşama gücünün eşsiz ışığı ile pırıl pırıl siyahlık birer güneş gibi doğdular.
Bitkin ve mahzun sanılan, fakat gerçekte yalnız benimseyişle, bağlılıkla süslü bir gülümseyiş.
Hoca bir hamlede onun yanına diz çöktü. İpek gibi saçlarını uzun uzun, okşadı:
«— Nasılsın canım?»
-— Çok iyi... Çok iyi.»
Hocanın göğsünü bir aşk destanı zorluyordu. Fakat konuşamadı. Konuşmayı, gönlüne gelenleri söylemeyi bir
çeşit hırsızlık sanıvermişti. Eğilip dudaklarını sıcak, taze ve terli alnına dokundurdu.
Hepsi bu kadar. Sonra, fakat çok sonra yola çıkmak zorunda olduğundan, çabuk döneceğinden bahsetti.
Üzülme, dedi, kendine iyi bak dedi. Böyle ayrılıkların daima olabileceğini, gerekirse çocuğuna hern analık,
hem babalık yapacağını söyledi. Bunu da ustaca yaptı ve Emi-ne'yi kuşkulandırmadı. Bu sonuçta Emine'nin
yorgunluğu ve mes'ut bekleyişi de iş görmüştü elbette.
Hoca sonra, yine ustaca bir söyleyişle "Mehmet" adını hatırlattı. Emine de ilk defa olarak o zaman çocuğun
kız olmasını daha çok istediğini utana utana, utanç dolu bir gülümseyişle, gözleri hafifçe kapalı, söyleyiverdi.
Hoca da:
«— öyleyse inşallah kız olur» dedi.
Kendini cehennem azabına mahkûm edilmiş saydığı günler oldu.
Küçük Ağa sonuna kadar böyle yaşayamazdı. Geri dönmek ne kadar imkansızsa, bu da o kadar olmayacak
işti. Bunu böylece kabul ettikten sonra yeni hayatı için hangi kuvvetlere ihtiyacı olduğunu düşündü. İlk önce,
kaçan bir insan olarak kendisini koruyabilmeliydi. Bunun için de Recep'in atış tâlimlerini seve seve kabul etti.
Ayrıca ata binmeye de çalışıyordu. Kuvvetli, dinç ve çevik oluşu işini kolaylaştırdı. Kısa zamanda iyi bir nişancı
ve usta bir binici olmuştu. Ayaz ve güneş gitgide derisini de kavurup ya-ğızlaştırdı. Küçük Ağa ay dolmadan
tam bir savaş adamı olup çıkmıştı.
Beride ufak tefek tesadüfler, olaylar ve kahramanlıklar çetedeki beş on kişinin kendisine tamamen
bağlanmasını sağladı. Onları iyice gözetliyor, sık sık yokluyordu. Bu işi o kadar dikkatle yaptı ki, beş on
kişinin arasından hangilerine yüzde yüz güvenebileceğini rahatça söyler, bunda da yanılmazdı.
Çakırsaraylı'dan ayrılmayı kafasına iyice koymuştu. Kanlı ikilikten, ihtiraslardan, hedefi bilinmeyen veya
hedefi hak edecek kuvvet ve meşruiyete sahip bulunmayan hareketlerden nefret ediyor, bunları büyük
zorunda idi.
Sokağı boydan boya dolduran Kuvva atlıları ona en ufak bir saygısızlık etmeden yol verdiler.
İçerde Ali emmiden başka Reis bey, Küçük Hacı, İmam Haşim ve Demirci Sabri usta vardı. Yandaki minderde
de Çolak Salih baygın bir halde yatıyordu. Konuşmalardan anlaşılan şu idi:
İstanbul u Hoca en geç dün sabah ortadan kaybolmuştu. Doğum beklendiği için evine uğrayan çok oluyordu.
Onu evde gören de çıkmamıştı. Ali emmi, Sabri ustayı gönderip, Hoca efendi rahatsız mı, bir emirleri var mı?
diye sor-•durtmuş. Emine'nin anası da buna kan çanağına dönen gözleriyle ters ters bakarak, «ne üstüne
vazife...» diye cevap vermişti.
Bunun üzerine Kızılca'da sıkı bir soruşturma yapıldı, öğrenilen şundan ibaretti. Gece yarısı, sokakta nal sesleri
duyulmuştu. Bundan da önemli bir şey vardı. O gün kulaksızların Rahmi ile Kuvva - İstanbul üzerine bir ağız
kavgası yapan müezzin bir ara yeri gelmiş de.- «Hoca efendi hazretlerinin kılına dokunan gâvurdan
gâvurdur» demiş.
Bunu işittikleri zaman pek bir şey anlayan olmamıştı. Fakat şimdi gün gibi ortada idi. Hoca, hakkındaki tertibi
daha üç gün önce haber almıştı.
Yüzbaşı Nazım alnı kırış kırış mırıldandı:
— Üç gün önce?.. Ama biz haber alalı dört gün olmadı ki...
Ali emmi düşünmeye vakit komadı:
— Hoca'nın kaçtığına iyice kanaat getirince . Reyis beye vardım. O da size haber salalım dedi. Salih
burdaydı. Anası ağır hasta da görmeye gelmiş. Ona dedik. Ben gideyim dedi. Yola çıktıktan iki saat sonra
da na bu halde döndü. Adsızın altında beş altı atlı yolunu kesmiş. İki yarası var. Amma kurtulmuş yine.
Doktor Salih'le uğraşıyordu. Yaralar öldürücü değildi, fakat çok kan akıtmıştı. Doktor başını çevirerek Yüzbaşı
Nazım'a baktı:
— Hatırladın mı?
— Neyi?
— Muhtar'ı.
Nazım sökemiyordu. Fakat Hamdi elinin içiyle şap diye alnına vurdu:
— Hay silsilesini... Ulan Nazım, Niyazi kapıda muhtarla burun buruna geldiği zaman biz ne konuşuyorduk?
Hoca'yı değil mi? Biz ondan sonra ta ertesi akşama kadar muhtarı köyde gördük mü?
Hayır görmemişler, üstelik tezek için aratınca da bulamamışlardı. Doktor:
— O haber verdi, dedi. Yüzbaşı Nazım tamamladı :
— O namussuz haber verdi.
Hamdi'nin durumu hiç birininkine benzemiyordu. Sevinmemişti. Bu doğru. Amma kızmak da, üzülmek de
değildi duyduğu. Şaşkınlık gibi bir şeydi. Sabahtan beri bir emri yerine getirmek için harekete geçmiş bir
askerden, bir dâva adamından başka bir şey olmayan Yüzbaşı şimdi dün geceki dramatik tereddütleri ile
karşı karşıya idi. Nerdeyse, "Ah Hoca kaçıp gitse" diye dua edecekti. Bu dilek şimdi aldığı emri, sinirleri
yıpratan bir teşebbüsten sonra yerine getirememenin hırçınlığı ile birlikte aynı gönülde çatışıyordu. İki denk
kuvvetin doğurduğu duygu da işte bu şaşkınlıktı.
Doktor pansumanı bitirmişti. Reis beye sordu :
— îlk müdahaleyi kim yaptı?
— Doktor Minas.
— Minas mı?
Ali emmi cevap verdi:
— İyi gâvurcuktur o. Gine gelecek, gece...
— Selâm söyle... İyi de bakmış.
Daha sonra evvelki gece Kızılca'da duyulan nal sesleri üzerine konuştular. Bufatlılar kim olabilirlerdi?
Akıllarına gelenleri beğenmiyorlardı. Hoca'yı götürenler Konya'dan gelmiş olamazdı.
- aldılar, öyleyse? Reis bey:
— Öyleyse Akşehir'de veya yakınlarında bir kuvvet, bir teşkilât var, dedi.
Sustular. Hoş bir şey değildi bu... Ama üzerinde durmaya değerdi. Hatta üzerinde durulacak ihtimal yalnız bu
idi. Reis devam etti. Şimdi düşünce yürütmüyor, yüzbaşılara: "Ne yapmalı?" diye soruyordu.
Askerler birbirlerine baktılar. Hamdi bir şeyler söyleyecek durumda değildi. Doktor ise böyle anlarda lâfa
karışmaz, sorulursa söylerdi. Yüzbaşı Nazım:
— Evet, dedi. Bir şey yapmak lâzım. Bizim için Akşehir'de çekinecek bir şey kalmadı. Hükümet kuvvetlerinden
ses çıkmaz. İstasyondaki İngilizlerin demiryolundan başka dünya umurlarında değil. Ahaliye gelince, siz daha
iyi bilirsiniz ya, aralarından kimseye dokunmayan bir kuvvete yan bakacak çıkmaz sanıyorum.
Ali emmi destekledi:
— Sevinirler bile. Kel Hacı bile sevinir.
— O halde münasip bir yere kırk el i kişi yerleştirelim. Şimdilik böyle olsun. Ben gidince de vaziyeti Fuad
Paşa'ya arz ederim. O ne derse yaparız. Ne dersin Hamdi?
Hamdi Yüzbaşı da bu düşünceye katıldı.
— En doğrusu bu.
— Niyazi burada kalır. Tamam mı Doktor, istersen sen kal... veya sen de kal...
Doktor kalmayı hiç istemiyordu:
— Yok yüzbaşım.
Hiçbirini ayırmadan sevdiği hemşerilerinin
318/Küçük Ağa
içinde kendini sevmeyenlerin bulunduğunu bilmek Doktora çok ağır geliyordu. Elinde olsa bölgeden bütün
bütün uzaklaşacaktı. Yüzbaşı onu az çok anlıyordu.
— Sen bilirsin, dedi ve ayağa kalktı. Salih baygın yatıyordu. Ona endişeli endişeli baktıklarını görünce
Doktor:
— Korkacak bir şey yok. Bir aya kalmaz domuz gibi olur... dedi. Odaya biraz neşe geldi. Vedalaştılar.
* * *
İstanbullu Hoca öldü.
Zayıf, uzun boylu, alnı kırış kırış ve saçı sakalı kırçıl bir adam olan Sazlı muhtarı İstanbul u Hoca'yı pek
tanımazdı. Onu yalnız iki sefer dinlemiş, onlarda da ne dediğini, hatta ne demek istediğini pek
anlayamamıştı. Fakat Hoca efendi, esmer mi, yoksa güneş yanığı mı olduğu bilinmeyen muhtar için bir büyük
adamdı, daha doğrusu muhtar için tek büyük adam Hoca efendi idi. Çünkü sevip saydığı, akıllı, bilgili,
görgülü bildiği bütün kasabalılar böyle diyorlar, İstanbul u Hoca'nın eli öpülecek bir büyük adam olduğunu
söylüyorlardı. Onların bir başkası için büyük adam dediklerini duymamıştı.
Muhtar üstelik Hoca efendiyi çok cana yakın buluyordu. Geçen yılın bir perşembesinde pazarı Çaptıktan
sonra dönmemiş "Yarın Cumadan sonra Hoca efendiyi bir dinleyim" diye handa gecelemişti. Cuma akşamı
köye gelince oda'da toplananlara ağırbaşlı bir gururla:
— İstanbullu Hoca efendi hazretlerini dinledim, demiş ve daha da büyüterek hükmünü söylemişti: «Çok
büyük adam çok, bildiğin gibi değel. Böyük şeyler deyverdi. Bî de kanı sıcak, bi de kanı sıcak., sorma gayri.»
Kulağında cümleler vardı. Onların hepsini de Akşehir'den edinmişti. Akşehir'de, "Hoca efendi geldi Akşehir bir
başka Akşehir oldu. Allah gönderdi onu" diyenleri bile görmüştü.
Muhtar o akşam bir okka tütünle köy odasına vardığı zaman zabitlerin konuşmasını istemeden duymuş,
kulağına çarpan ilk cümlelerle de donup kalmıştı.
İstanbul u Hoca'yı vuracaklardı!..
Muhtar korktuğu için değil, içinden öyle geliyor diye bu zabitleri de, onların adamlarını da seviyor,
yapabileceği yardımları canla başla çalışarak, seve seve yapıyordu. Kuvâyı Milliyenin kendileri için, kendi
çoluk çocukları, karıları, kızları, evleri barkları için silaha sarıldığına inanırdı. Ayrıca İstanbul u Hoca efendi ile
aralarının iyi olmadığını da biliyordu. Fakat ona göre böyle şeyler her işde, her zaman olurdu. Sonunda kim
haklı, kim haksız anlaşılır, böylece de hak için elbirliğine varılırdı.
Bu genç zabitler elbette gecikmeyecek. Hoca efendinin uyarmalarına uyacaklardı. Çünkü hem akıllı, hem de
tertemiz insanlardı. Kısacası böyle büyük işlerde sabır gerekti.
O akşama kadar böyle düşüne gelen muhtar, Hoca efendiyi vurma kararını öğrenir öğrenmez bozguna
uğradı. Kimseye bir şey açmadan uzun uzun düşündü. Gönlü oturup kalmaya razı olmuyordu. Sabah
ezanından yarım saat kadar önce yine kimseye bir şey demeden atını eğerleyip yola koyuldu. Giderken
karısına:
— Soran olursa Pelitli tarlaya bakmaya gitti dersin, demişti. Pelitli tarla Sazü'ya iki saat uzakta, karısının
köyünde idi.
Kasabada doğru Kel Hacı'ya vardı. Onun İstanbul u Hoca'ya vurgun olduğunu bilirdi. İşittiklerini kelimesi
kelimesine anlattı. Kel Hacı, muhtar sözünü bitirir bitirmez:
— Hadi kalk, dedi.
Doğru Hoca efendinin evine gittiler. Yolda Hacı:
— Çocuğu da olacak, vah... vah vah... İmansızlar, diye dövünüp duruyordu.
Hoca efendi, "Bu adam kulağıyla duymuş" diye anlatan Hacı'yı gülümseyerek dinledi, başı önüne eğikti,
konuşması bitince, aynı sakin gülümseyişle :
«— Hacı efendi; el-mukadder lâ yugayyer. Gelsinler, görelim Hüdâ neyler» dedi.
Kel Hacı bu fikirde değildi. Hoca efendinin hiç olmazsa bir zaman için ortadan kaybolması şarttı.
Hoca efendi buna:
«— Nereye giderim?» diye karşılık verdi. Ona göre her yanda Kuvvacılar vardı. Bu cinayeti akıllarına
koyduklarına göre eninde sonunda işleyeceklerdi. Bir de kaçmak, can kaygusuy-la çırpınmak zilletine neden
katlanmalıydı? O bir suçlu mu idi? Hâşâ! öyleyse? Bu bir düşünüştü; bir inanıştı, yalnız kendisinin işi değildi,
aynı düşünce ile aynı inanç birçok insanın malıydı ve bir düşüncenin, bir inanışın yenilmesi, bir kişinin
öldürülmesi ile olacak şey değildi.
Tam tersine öldürülen, kalanlara bir başka güç olurdu. Ama öncüsü korkup kaçan bir inanışı artık hiç bir
kuvvet kurtaramazdı.
Kel Hacı bu sözlere karşılık vermiyor, çırpınıp duruyordu. Sonunda:
«— Kendine acımıyorsan bize acı» dedi, bu da Hoca efendiyi bir kere daha gülümsetmekten başka işe
yaramadı. Evden çıktıkları zaman Hoca efendi muhtarın gözünde devleşmiş, erenlerden biri olup çıkmıştı.
Hacı'nm gözleri dolu dolu idi. Muhtara:
«— Hadi sen git» dedi, muhtar da, dili hiç Düşey söylemeye varamadan ayrıldı. Ama Hacı'nın yapılabilecek
her şeyi yapacağını adı gibi biliyordu.
Nitekim Hacı, Buğday Pazarı'ndaki dükkânına dönünce, Sancak-ı Şerif için sakladığı oğlunu Hoca efendiye
bağlı arkadaşlarına yolladı, dükkânın üstündeki Kuru'nun kahvesinde toplanacaklardı. Hepsi gelince Hacı
durumu olduğu gibi anlattı. Herkes aynı şeyleri düşünüyordu:
«— Hoca efendiyi nasıl kandırmalı? Ve bu olursa nereye göndermeli?»
Sonunda düşünceler ortaya döküldü ve birbirlerine baktılar. Sessizlik uzun sürünce ocağın önündeki alçacık
hasır iskemlede oturan Kuru Mustafa kesik kesik öksürdükten sonra konuştu:
«— Kusura kalmayın. Haddim değil ya., ha belki faydası dokunur diye derim; Recep ağa dün gece bize geldi.
Buradan söz çıkmaz. Hani Çakı rsaraylı'nın Recep var ya, işte o!»
Yutkundu. Kunduracı Giritli Arif:
«— Ee ne olmuş?..» dedi.
«— Olacağı şu; onlar sindi Yakasaray'da kahrlarmış. Ben derim ki, Çakırsaraylı da, Recep de Hoca efendiyi
pek sayarlar. Yakasaray da pek mahfuz bir köy, eyce kuz düşer. Siz Hoca efendiyi kandırabilirseniz hani
gidecek yer var demek isterim...»
Bir sessizlik oldu. Kuru yine konuştu:
«— Recep böyle sabaha karşı gidecek. Yârenlerin üstünde epey de adamı varmış.»
Gidecek lafı ortalığı karıştırdı ve başka bir yol bulamadıkları için bu çareye sarılmalarına sebep oldu.
«— Sen ona rica et tarafımızdan da, bizden haber almadan gitmesin. Hoca efendi ile kim, kim konuşacak?»
Dört kişi seçtiler. Onlar da onar, onbeşer dakika aralıkla hemen Hoca efendinin evine gittiler. Üzerinde
durdukları şu idi:
Bu kaçmak sayılmazdı. Kuvvacıların da bir yerde durdukları yoktu. Bugün yarın yine çekilir giderlerdi. O
zamana kadar da gereken tedbirler alınır, Hoca efendi de geri dönerdi. Ne tedbir mi alınabilirdi? Bir kere Zât-
ı Şahane böyle başıboş hareketlere göz yummamaya kafi karar vermişti. Bunu Hoca efendi hepsinden iyi
biliyordu. Sonra Karakol Cemiyeti, Redd-i İlhak Cemiyeti ile îtilâf ve Hürriyet payitahtın yardımıyla büyük bir
teşkilât kuruyordu. Onlara haber salınır, durum anlatılır, yardım istenirdi. Bu hep böyle sürüp gidecek değildi
ya? Hem dahası da vardı. Kuvvacılar ne yapıyorsa artık kendileri de eli - kolu bağlı oturmayacak, öyle
yapacaklardı. Zora karşı zor kul anmak mubahtı. Hoca efendinin gidişi ile ortaya çıkacak kötü söylentilere
gelince bundan kolay bir şey yoktu, olup bitenleri uygun şekilde anlatacaklar, böylece de yalnız ahaliyi
yatıştırmakla kalmayıp Kuvvacıların nasıl bir eşkıya çetesi olduğunu da göstermiş olacaklardı.
Hoca efendi, Kel Hacı ile konuştuğu gibi değildi. Bir saat içinde bambaşka bir adam olup çıkmıştı. Bu sefer de
aynı şeyleri söylüyordu, ama kararsız sal antılı, çekingen, hatta ürkek bir görünüşü vardı, hele telâşlı olduğu
besbelliydi. Böyle göründüğünü kendi de anlamış gibi açıklamak zoruna kapıldı.
«— İçerde de ebe hanım var da. Zihnim dağınık.» Bu haber ziyaretçileri büsbütün alevlendirdi. Neredeyse
Hoca efendinin yakasına yapışıp zorla sürükleyeceklerdi. Derken Müftü efendi de geldi ve olup bitenleri
dinleyince o da:
«— Gitmelisiniz Hoca efendi oğlum, dedi. Fazlınız, irfanınız benden üstün olsa da ben sizin pederiniz
sayılırım. Rica ediyorum.»
Şimdi Hoca efendinin takıldığı bir şey kalmıştı, bunu söyledi: . •
«— Gelenler beni bulamayınca hırslarını yatıştırmak için, korkarım daha şen'i tecavüzlerde bulunacaklardır.»
Müftü hiç duraklamadan: «— O cihetten müsterih olunuz. Onların böyle bir iş yaptıkları görülmemiştir» dedi.
Bunu da hepsi tasdik ettiler.
Bunun üzerine ne yapacakları kararlaştırıldı. Herşeyden önce Müftü efendi Emine'nin anasıyla konuşup Hoca
efendinin bir müddet için Konya'ya gideceğini söyleyecek ve evin ihtiyaçları ile Hacı efendi ile Nüfus Müdürü
ihsan beyin
ilgileneceğini, müezzin Ali'nin her sabah uğrayacağını, kendisinin de sık sık ziyarete geleceğini söyleyecekti.
Yola yatsıdan iki saat sonra çıkılacaktı. Karardan sonra vedalaştılar. Son olarak Müftü efendi Hoca'yı bağrına
basıp:
— Allah muinin olsun evlâdım, dedi. Gözleri yaşlıydı.
Hoca efendiye gelince, o daha beş on dakika ne bir şey duydu, ne de düşündü. Bu, tam bir ustura yarasına
benziyordu. Kan sonra sızacak, acı ondan da sonra başlayacaktı; hem de ne acı!..
Hoca efendi şimdi sadece, sayılan, övülen, hayranlık ve bağlılık duyulan bir etiket değildi, ilk defa olarak
kendini kendi gözüyle bu etiketin tamamen dışında görüyor, canlılığı ile baş-başa kalıyordu. Ona bir türlü
anlayamadığı ölümün ne olduğunu anlatmış, yaşamak zorunda bulunduğunu, öğretmişlerdi. Yalnız kalınca ilk
duyduğu korku oldu ve bunu ne önleyebildi, ne de bundan utandı, içindeki korkunun yerini almaya çalışan,
bunun için didinip duran tek duygu kin'e benziyordu; hejr fırsatta Al anın ve Peygamberin diliyle lanetleyip
durduğu kin!
Sonra yavaş yavaş düşünmeye başladı. Emi-ne'yi düşündü, doğacak çocuğunu düşündü. Emi-ne'yi bir daha
görebilecek, çocuğunu bir defacık olsun görebilecek miydi?
Kızamıyordu, hüzün ağır basıyor, üzüntü ağır basıyordu. Artık çaresiz bir adamdı o, hepsi o kadar. Kader bir
başka yönden esmeye başlamıştı, bu yaprağın hangi yol ardan uçacağı ardak bel i değildi. Bu bahçe, bu
dallar, bu meyveler, bu güneş ve bu gölgeler yoktu artık.
Bugüne kadar olan hiç bir şey yoktu artık,bugüne kadar olanlardan olabilecekler de yoktu artık, bir çocuğu
olacaktı, belki de Mehmed'i olacaktı, fakat Mehmed de yoktu artık ve Reşid Ha-lid oğlu Mehmed Reşit, yani
İstanbul u Hoca, yani kendisi de yoktu artık. Bunu iyi biliyordu.
Dakikalar değil, saniyeler geçtikçe Hoca efendi bunu daha aydınlık, daha belirli olarak anlıyordu. Bu
düşünmek değildi; düşünceden çok daha başka, çok çok çok daha hızlı birşey-di. Yalnız kendi hayatının değil,
kendisiyle birlikte içinde bulunduğu devrin de dört bir yanına ardarda ve baş döndürücü bir hızla yıldırım
aydınlıkları düşüyordu.
Cihan Harbi, İttihad ve Terakki, korkunç yeniliş, işgal, bu facialara rağmen ihtiras kavgaları, cinayetler,
satmalar, satılmalar, çeşit çeşit yüzler, isimler ve rütbeler, cümleler, cümleler, kimi yayık, kimi ince, kaba,
çarpık, çentik ağızlardan, başka başka bakışların himayesi altında dökülen cümleler. Ve beynin yoğruluşu
eşine az rastlanır bir tohumun yetiştirilip İstanbullu Hoca haline getirilişi!..
Sonra Kuvâyı Milliye, sonra Heyet-i Temsi-liye ve bu sefer bambaşka cümleler, o beyinde kökleri olmayan, o
beynin birdenbire karşılaşı-verdiği cümleler, yepyeni isimlerden gelen cümleler, zamanın beslemediği,
hatıraların beslemediği, hayatın beslemediği cümleler!..
Bu cümlelere karşı durmak için her şey vardı, zaferlerden, zaferlerden de üstün olan şi rden, bilgiden,
mimarlıktan, tam altıyüz yıl boyunca damla damla süzülmüş, bir daha bir daha süzülüp ruh olmuş, mizaç
olmuş gelenekler, görenek-
ler vardı. Ama aynı cümleleri, hatta mil iyet kelimesini anlamak için hiç bir şey yoktu.
Sazlı muhtarı Hoca efendi için, "Büyük adam" diyordu. Hoca efendiyi "Büyük adam" bilen daha birçok insan
vardı. Onların hepsi de ortanın üstündeki bir kafa ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Hükümleri aşırı bile sayılamaz,
yani hiç bir değer taşıyamazdı. Ama Hoca'nın gerçekten de üstün bir kafa yapısına sahip olduğu su
götürmezdi. Onun bir "Büyük adam" değilse bile, bir "Büyük adam" tohumu taşıdığı rahatça söylenebilirdi. Şu
çetin sarsıntı sırasındaki durumu da buna yeterdi. Kafasını didik didik ediyor, son sözünü bulmak için kendini,
hiç acımadan sorguya çekiyordu.
Ona; etraflıca bilinmeyen girdisi çıktısı, hesaba kitaba vurulmamış bir durumla karşılaşınca bütün peşin
hükümlerini bir yana bırakması, bu durumu elifbesinden ele almasını öğretmişlerdi. Hoca sırf bu anahtarı
öğrenmişti. Ne yazık ki Kuvayı Milliye için son sözü iş işten geçtikten sonra arıyordu. Bir yanını hiç bilmediği
öteki yanma doğumundan bağlı olduğu bir meselede konuşmak için yürek sızlatıcı bir gecikme idi bu. Ve işte
olan, böylece olması alınyazısı sayılacak bir hal alıyordu.
Şimdi kovalanan bir vahşi hayvan gibi ölümden kaçan, bu kaçışın ne kadar süreceği, sonu nereye varacağı
bilinmeyen bu adamla Istanbul'-lu Hoca'nın ne alışverişi, hangi bağı, bağlantısı olabilirdi?
Müftü efendi de çekilip gittikten sonra ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Fakat mutfağa girdiği zaman
Emine'nin anasını çoktan beri ağlar buldu. İstanbul'lu Hoca son saatlerini yaşıyordu. Kadıncağıza,
telâşlanacak, hele korkacak hiç bir şey olmadığını söyledi. Boşu boşuna Emine'yi de üzmenin yeri yoktu.
Allah esirgesin, bir hal olabilirdi. Gidip gelecekti işte... Bunda ağlayacak ne vardı?
Kadın kendini toparlamak zorunda kaldı. Hoca ona, giyecek bir şeyler çıkarmasını söyledi. Kendi de Emine ile
konuşmaya gitti. O kapıya yaklaşıp öksürünce ebe kadın dışarı çıktı. İlk sözü de:
«— Allah bilir ya, daha iki üç günü var» demek oldu. Hoca:
«— Pekâlâ. Huda yardımcısı olsun. Ben bir parça kendisiyle konuşmak isterim» dedi.
Ebe aşağı indi.
Lohusa odası Hoca'nın gözünde şimdi bambaşka bir anlam taşıyordu. Bu görünüşü yaşadıkça
unutamayacağını birdenbire anladı. Bu mâna her zaman içinde bulunacaktı. Ciğerlerindeki hava gibi. Nefes
aldığını farketmeyecek, fakat daima nefes alacaktı ya, onun gibi. Arada sırada, bazan çok nefis bir bahar
sabahında, ba-zan çürümüş leşlerin arasında nefes almakta olduğunu anlayacaktı ya, tıpkı onun gibi
unutmadığını, bu anlamın içinde yaşadığını anlayacaktı.
Büyük bakır mangal halının ortasında duruyordu. Ateş nar gibi olmuştu. Çaydanlıktan çıkan buharlardan
zencefil ve tarçın kokusu yayılıyordu. Oda iyice loştu. Yatağın yanındaki pencerenin perdesi çekilmişti. Süt
rengi bir aydınlık içinde Emine'nin taze yüzü selcen gülü gibi pespembe görünüyordu. Sancının terleri bu
yüzde tomur tomur durmakta idi. Göz kapakları kapalıydı. Hoca sanki yeni bir ses bulmuştu:
«— Emine» diye fısıldadı.
Bu sesi yaratan duygular ne olacaktı Allahım!..
Emine'nin kömür gibi gözleri, o yaşama gücünün eşsiz ışığı ile pırıl pırıl siyahlık birer güneş gibi doğdular.
Bitkin ve mahzun sanılan, fakat gerçekte yalnız benimseyişle, bağlılıkla süslü bir gülümseyiş.
Hoca bir hamlede onun yanına diz çöktü. İpek gibi saçlarını uzun uzun, okşadı:
«— Nasılsın canım?»
-— Çok iyi... Çok iyi.»
Hocanın göğsünü bir aşk destanı zorluyordu. Fakat konuşamadı. Konuşmayı, gönlüne gelenleri söylemeyi bir
çeşit hırsızlık sanıvermişti. Eğilip dudaklarını sıcak, taze ve terli alnına dokundurdu.
Hepsi bu kadar. Sonra, fakat çok sonra yola çıkmak zorunda olduğundan, çabuk döneceğinden bahsetti.
Üzülme, dedi, kendine iyi bak dedi. Böyle ayrılıkların daima olabileceğini, gerekirse çocuğuna hern analık,
hem babalık yapacağını söyledi. Bunu da ustaca yaptı ve Emi-ne'yi kuşkulandırmadı. Bu sonuçta Emine'nin
yorgunluğu ve mes'ut bekleyişi de iş görmüştü elbette.
Hoca sonra, yine ustaca bir söyleyişle "Mehmet" adını hatırlattı. Emine de ilk defa olarak o zaman çocuğun
kız olmasını daha çok istediğini utana utana, utanç dolu bir gülümseyişle, gözleri hafifçe kapalı, söyleyiverdi.
Hoca da:
«— öyleyse inşallah kız olur» dedi.
Kendini cehennem azabına mahkûm edilmiş saydığı günler oldu.
Küçük Ağa sonuna kadar böyle yaşayamazdı. Geri dönmek ne kadar imkansızsa, bu da o kadar olmayacak
işti. Bunu böylece kabul ettikten sonra yeni hayatı için hangi kuvvetlere ihtiyacı olduğunu düşündü. İlk önce,
kaçan bir insan olarak kendisini koruyabilmeliydi. Bunun için de Recep'in atış tâlimlerini seve seve kabul etti.
Ayrıca ata binmeye de çalışıyordu. Kuvvetli, dinç ve çevik oluşu işini kolaylaştırdı. Kısa zamanda iyi bir nişancı
ve usta bir binici olmuştu. Ayaz ve güneş gitgide derisini de kavurup ya-ğızlaştırdı. Küçük Ağa ay dolmadan
tam bir savaş adamı olup çıkmıştı.
Beride ufak tefek tesadüfler, olaylar ve kahramanlıklar çetedeki beş on kişinin kendisine tamamen
bağlanmasını sağladı. Onları iyice gözetliyor, sık sık yokluyordu. Bu işi o kadar dikkatle yaptı ki, beş on
kişinin arasından hangilerine yüzde yüz güvenebileceğini rahatça söyler, bunda da yanılmazdı.
Çakırsaraylı'dan ayrılmayı kafasına iyice koymuştu. Kanlı ikilikten, ihtiraslardan, hedefi bilinmeyen veya
hedefi hak edecek kuvvet ve meşruiyete sahip bulunmayan hareketlerden nefret ediyor, bunları büyük
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Küçük Ağa - 21
- Büleklär
- Küçük Ağa - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2952Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165833.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2829Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155736.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2913Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155934.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2868Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166431.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2898Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172731.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2841Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167234.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2859Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170533.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2958Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165331.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2887Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167434.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2855Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159436.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3075Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174633.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3047Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156336.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2968Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171532.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2927Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162333.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2988Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167734.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2954Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167435.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3030Unikal süzlärneñ gomumi sanı 152435.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2877Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162333.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2991Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167133.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2964Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159136.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.59.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162335.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2988Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172533.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3004Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171434.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2899Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168433.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2965Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162337.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3043Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167133.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3032Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161336.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2956Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168633.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2986Unikal süzlärneñ gomumi sanı 157434.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2970Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163134.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2943Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159733.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2986Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167831.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2970Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161736.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2979Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161234.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2935Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161234.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2982Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163534.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2852Unikal süzlärneñ gomumi sanı 152736.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169431.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 57142.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.61.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.