Küçük Ağa - 03
Süzlärneñ gomumi sanı 2913
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1559
34.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
47.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
54.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Bu da sermaye ister. Ne yapacak şimdi Salih ne yapacak...
Ne yapmalı derken aklıma bu bahçe işi geldi. İnanmazsın be Salih, uyku' tutmadı be...
Sustular. Niko sigarasını tazeledi, paketi cebine koyarken vazgeçip bir de Salih'e uzattı:
— Yak Salih.
— Yok istemem. Sustular, yine.
Ve Niko birdenbire, bir nefeste:
— Satalım bahçeyi Eftim'e, deyiverdi. Şimdi Salih ona bakıyordu; tuhaf bir ısrarla
bakıyordu. Kızgınlık? Değil. Kırgınlık? O da değil. Hüküm yoktu bu bakışta.
Salih anlamak için bakıyordu, sırf bunun için. Teklif akla yatkındı. Ama Niko'dan ve Ef-tim adına geliyordu.
Acaba buna benzer teklifler ve alış verişler olmuş muydu kasabada?
Olmuşsa nasıl olmuş, nasıl karşılanmış, ne yaralar açmış, hangi yaralara merhem olmuşlardı.
— Sağol... Ama bir düşünüp taşmayım. Sonra sen anamın dediğine bakma. O öyle der, ama hak anamındır.
Bir danışmam lâzım., ona da büyüklere de...
Niko .ferahlamış, gülüşünü bulmuştu.
— Senin aklın yattı değil mi? . Salih yine mırıldandı:
— Yattı.
Niko aşağı indi. Kalfalanyla gene Rumca
birşeyler konuştu, sonra daha fazla oyalanmadan geri döndü.
— Oluyor...
— Ne oluyor?..
Pantolonsuz, ceketsiz olduğunu unutmuştu. Niko güldü:
— Esvabın.
— Haa...
Salih de gülmeye çalıştı. Ve birdenbire ağzından kaçınverdi:
— Burada bir şeyler oldu mu Niko? Sorar sormaz yüzü kızarıvermişti. Niko suali
anlamadı:
— Ne gibi?..
— Şey yani... Harp olurken burada sizin-kilerle bizimkiler arasında?..
Niko donuk bir sesle;
— Yoo, dedi.
Salih ferahlamak istiyordu.
— Olmadı ha?.. Eyi...
Böyle bir şeyi ne kadar merak etse de soracağı insan herhalde Niko değildi. Sormayacaktı da. Ağzından
kaçıvermesine sebep belki de onun çırak ve kalfaları ile ikide bir Rumca konuşması idi. Eskiden böyle
yapmazlardı. Çarşıda, sokakta, hattâ meyhanelerinde hep Türkçe konuşurlardı. Salih tekrarladı:
— Eyi....
Fakat Niko, işin ciddiyetini anlamıştı:
— Olduysa bile ufak tefek şeyler... Mühim değil.
Salih'in içi yeniden katılaştı. Ufak tefek şeyler... Neye göre, kime göre ufak tefek şeyler?.. Bu Niko'nun ufak
tefek de-
diği şeyler belki de dullara, yetimlere, kocamışlara, hayatı zehir etmişti.
Pantolonu, ceketi beklemeden dışan fırlamak istiyordu, tçi içini yiyordu. Bir an önce Kunduracılar
Arastasında, Mumcu'nun dükkânının üstündeki kahvede olmak istiyordu.
— Çok sürer mi daha? diye sordu. Niko aşağı seslendi, cevâbı aldıktan sonra:
— Yok, az bir şey kalmış, dedi. Sıkıldın tabii.
— Eh, biraz.
— Bitsin, beraber çıkar, babamın oraya gideriz. Benim büyüğüm Kiryako'yu hatırlar mısın? Yaman bir aşçı
oldu o. Karnımızı doyururuz.
Çıraklardan biri elinde üç dört çift kundura ile geldi. Niko:
— Dene bir şunları, dedi.
Salih büsbütün bozuldu, şaşaladı, içi bir teşbih böceği gibi tortop oldu. Nasıl bir tavır takınacağını, hangi
duyguda karar kılacağını bir türlü bilemiyordu. Halbuki bu şarttı artık. Bir karar vermenin şart olduğunu artık
iyice biliyordu.
Cephede bir ordu ölümle pençeleşirken burada ve elbette buralarda, yalnız Akşehir'de değil, bütün
memlekette bir şeyler "Ufak tefek bir şeyler" olmuştu. Salih ve binlerce Salih sınırlarda kol, bacak bırakır,
meslek, zenaat bırakırken Niko ve Nikolar usta olmuş, dükkânlar açmış, bahçeler satın almışlardı... Ve
birşeyler "Ufak tefek bir şeyler" olmuştu.
Salih'in ağası ve Salihlerin, Salihlerin, Sa-lihlerin, binlerce Salih'in ağası, babası Çanakka-
le içinde vurulurken, yâd ellerde kalırken, Niko'-nun ve Nikoların ağası yaman bir aşçı, yaman birer tüccar
olmuştu. Haydi bu bir şey değildi. Ama ya şu olan "Ufak tefek şeyler?"
Kol, bacak bırakanların, ölenlerin hesabında "Osmanlı tab'asından" Niko'lar yok muydu? Biraz da onların
tezgâhı, evi, barkı, serveti, samanı için dövüşülmemiş mi idi? Buna kim, hangi Niko "Hayır" diyebilirdi?
Elbette hiç biri. Ama işte Akşehir'de ve Akşehir'lerde "Ufak tefek bir şeyler" olmuş, Akşehir ve Akşehir'ler de
cephelere dönmüştü.
Salih içinde isyanı körükleyen bir uysal ıkla kunduraları denerken bir tavır takınmanın, bir duyguda karar
kılmanın şart olduğunu tekrarlayıp duruyordu:
Fakat hangi tavır, hangi duygu?
— Bu iyi galiba ha Salih?
Şu paçası bağlı ak donuyla olmasa Salih çoktan bomba gibi patlayacaktı. Vücudu baştanbaşa değişmiş ama
huyu değişmemişti; Salih hep eski Salih'di, içinden çıkamadığı bir durum oldu mu sebep icat eder
patlayıverirdi ve mesele azıcık kanşıksa Salih içinden çıkamazdı. Çok duyan, çok sezen, fakat düşünmeye,
ölçüp biçmeye, karar vermeye pek gelemeyen bir adamdı işte.
— Eyi, eyi, dedi.
Artık sinirlendiği belli de oluyordu.
— Tarağı biraz sıkıyor gibi... Doğrusu da buydu. Ama Salih ?
— Sıktığı filân yok, dedi. Niko güldü:
— Çocuk... Çocuksun be Salih!..
Niko bir kere daha sokulmasını bilmişti. Hani çocukken insan bu olmazsa hiç olmayacak sanır da sıksa bile
ayağından çıkarmak istemez gıcır gıcır pabuçları ya? Niko öylesine bir yorumla işi şakaya boğup yatıştırmak
istiyordu. Yatışmasa bile patlayamazdı artık.
Niko çırağa-:
— Bunun tarağı geniş olacak, yallah, dedi. Çocuk da koşa koşa gitti.
— Sinirlisin be?
Dudaklarını emmeye başlamıştı. Bunu görünce havayı değiştirmeye çalıştı:
— Haklısın tabi ...
— Neye hakhymışım? Niko güldü:
— Gülme. Söyle bakalım, ne sanıyorsun sen? Bir de bakalım.
— Yak bir sigara.
— İstemem.
— Yak be kuzum.
— Peki, ver. Hadi de bakalım.
Niko, Salih'in sigarasını yaktıktan sonra daracık odada dolaşmaya başladı:
— Kolay değil. Üç yıl harp ettin.
— Etmedim, ettik!..
— Öyle olsun.
— Olsun değil, öyle.
— Peki ettiniz. Yine kesti sözünü:
— Peki neye ettik?
Niko tam onun karşısında durdu. Boylu poslu, dalyan gibi bir delikanlı, sıhhat ve kuvvet fışkırıyordu. Fakat
boynu sol omuzuna düşmüş-
li, gri gözleri mahzun mahzundu, hüzün gülümseyişine de sinmişti:
— Salih be...
— Ne var?..
— Ne oluyor sana?..
— Ne oluyormuş?..
Niko bir adımda onun yanına vardı ve, çömelerek kucakladı. Salih artık itemez, kendini kasamazdı. Niko şimdi
her şeyi -anlıyordu, hem belki de Salih'den daha açık olarak ?.
— Kötü şeyler oldu... Doğru... Amma biz arkadaşız Salih... Düşün Çatırpatır'ı, Ligor'un bahçesini,
Halıhânenin bahçesini... Bu kötü şeyler var da onlar yok mu?
Niko'nun sesi sıcak, basık ve çarpıntılı idi. Söylediklerinden de değerli ve sancı şeyler hatırlatıyor, duruyordu.
Salih gözlerinin . sulandığını farketti, çene kemikleri kenetlendi. Söyleyecek sözü yoktu, fakat "Kötü şeyler"
gibi "İyi şeyler"in de olduğunu, inkâr edemezdi. O tek eliyle Niko'yu doğrulttu.-
— Bak şunlara Allahını seversen, bitmemiş mi hâlâ?
Niko aşağı indi. Salih'in gözlerinden pıt pıt diye iki damla yaş düştü. Bunlar delirmiş bir kızgınlığın, ama
kelepçelenmiş deli bir kızgınlığın yaşları idi. Ne var ki, Salih bu kızgınlığın neye veya kime karşı olduğunu
bilemiyordu. Bilemediği müddetçe de ipsizin, haytanın, kopuğun biri olacaktı. İşte bunu pek iyi biliyordu.
Ve düşünmemenin azabıyla yan kızgın, yan şaşkın, fakat kızgınlığa da, şaşkınlığa da rağmen alabildiğine
mahzun bakan koyu elâ göz-
44/Küçük Ağa
leri o perişan yüzünde harikulade mücevherler gibi parıldıyordu.
Salih Niko'nun dükkânından hiç de fena sayılmayacak bir delikanlı olarak çıktı. Lâcivert elbise zayıf ve belli,
omuzlu vücuduna tıpatıp oturmuştu. Kırmızı fesi, pınl pırıl kunduraları göz çekiyordu.
O kadar hızlı yürüyordu ki, görenler "Ne kadar da canlı, ne kadar da kuvvetli" derdi. Asıl sebebi kim bilecekti?
Fakat Salih'in de bilmediği bir şey vardı. Bütün kasaba onun trenden indiği saatten beri ne yapıp ne ettiğini,
yani Ni-ko ile beraberliğini ve anasının halini öğrenmişti. Sabahtan beri evlerde, dükkânlarda ve kahvelerde
bu konuşuluyordu. İhtiyarların içinde, Salih'le ilk karşılaştıkları zaman söylemek için hazırladıkları zehir gibi
sözler vardı.
Salih'e gelince, o dükkânlara bakmadan hızlı hızlı yürüyor, çünkü kimseyle ayak üstü konuşmak istemiyordu.
Ona etraflıca konuşmalar, beş on kişiyle birden yapılan konuşmalar lâzımdı. Kafasının içindeki keşmekeş gitse
gitse ancak böyle konuşmalarla gidebilirdi.
Son köşeyi de aynı hızla döndükten sonra Mumcu'nun dükkânına bitişik dar kapıdan içeri daldı ve hemen
başlayan dar merdivenleri koşar adımlarla çıktı.
Fena. Ne tuhaf bir hayal kırıklığı idi bu. Duvarlar boyunca uzanan sedirler bomboştu. Kimsecikler yoktu
kahvede. Köşedeki ihtiyar müstesna. Salim dipteki ocakta, arkası dönük, sol tarafıyla koltuk değneğine
dayanmış, bardak yıkıyordu. Salih biraz dikkatli bakınca ihtiyarı tanıdı. Güdük Hamdi'nin babası Ali emmi.
Adam
tel çerçeveli gözlüğü tabakanın içine girecek gibi eğilmiş sigara sarıyordu. Uzun ve hafifçe sararmış sakalı da
titreyip duruyordu. Salih yutkundu, hafifçe öksürdü:
— Selâmünaleyküm.
Salim omuzunun üstünden baktı. Tel çerçeveli gözlükler Salih'e doğru uzandı:
— Aleykümselam.
Gözlükler yine tütün tabakasına sokuldu. Salim birdenbire dönerek:
— Salih, dedi.
— Geldik işte.
— Hoş geldin, safa geldin, gazan mübarek olsun.
Salim, koltuk değneği tak tak diye yeri döverek ona doğru yürüdü. Dizden aşağısı uçmuş olan sol bacağı
acaip bir şekilde sallanıyor, sanki bu hızlı yürüyüşe katılıyordu.
— Ali emmi, dedi; bak Hafız Ahmed'in oğlu Salih. Cepheden gelmiş.
Tel çerçeveli gözlükler yine Salih'e doğru uzandı:
— Ya... Gazan mübarek olsun. Gel otur.
Sigarasını sarmıştı. Kâğıdı dili ile ıslattı, kenarını dudaklarıyla tırtıllı bir şekilde kopardı, kırıntıları "Tu" diye attı
ve:
— Salim, ateş ver oğlum, dedi.
Salih ocağa koştu ve ucu ateş bağlamış bir tahta parçası getirdi, Ali emmiye tuttu. Sigara yanmıştı.
— Gel otur Hafız'in oğlu. Hangi cephedeydin sen?
— Arabistan.
— Ya?.. Çok kırıldık mı?..
Salih bunu bilemiyordu.
— öyle zahir, diye mırıldandı. Merdivenler gıcırdamaya başlamıştı. İki kişi
geldi, sonra bir kişi daha, sonra üç kişi... derken kahve adamakıllı doldu. Her gelen Salih'e:
— Hoş geldin, gazan mübarek olsun, diyor ve bir yere oturuyordu.
Salih'in kafası bulanmaya başlamıştı. Bütün bu yüzleri, bu bütün çökmüş, artık başka bir dünyaya dönmüş
olan yüzleri pek iyi hatırlıyor, ama isimleri çok güç çıkarıyordu. Kolayca tanıdıkları oğulları olanlardı.
" Derken ustası Hamdi geldi. İyice şişmanla-mıştı. Şişmanda ihtiyarlık şirin bir şey olurdu, fakat Hamdi usta
koca bir konak harabesi gibi bir şeydi artık. Zor yürüyordu, nefes nefese idi, çöküp gitmişti.
Salih ayağa fırladı, eline sarıldı. O da onu kucakladı.
— Duydum da... hoş geldin. Kendi yerine buyur etti.
— Yok, otur sen Ali emminin yanına. Şalim, Salih'e sordu:
— Ne içersin?
— Bilmem... Bir kahve...
Yüzlerde bir gülümseyiş belirip silindi. Ama Salim güldü.
— Ne gezer kahve... Lâf olsun diye sordum. Sana ıhlamur yapayım. Yalnız ıhlamur var.
Herkes susuyordu. Herkes Salih'in elbisesini gizliden gizliye bir iyice süzmüştü. Bunun farkındaydı ve sinirleri
yeniden karıncalanmaya başlamıştı. Kendini tutmaya çalışıyor, .bağırıp
çağırmaya başlayıvereceğim diye bayağı korkuyordu.
Ali emmi:
— Eee, anlat bakalım, dedi.
— Ne anlatayım Ali emmi?
Salim ıhlamuru getirdi... Bardakta şeker yerine beş on kuru üzüm vardı. Ocağa giderken ortaya:
— Yakında çay, kahve, şeker gelecekmiş, dedi.
Mumcu:
— Ya, eşittik, dedi.
Ali emmi sigarasından son nefesleri ardarda çekti:
— Şuna bakın ağalar, ne anlatayım diyor. Güldü. Çubuğundan çıkardığı izmariti yerde ezdikten sonra tekrar
bağdaş kurdu ve:
— Ne olup bittiyse onu anlat, dedi. Alnındaki kırışıklıklar büsbütün derinleşmiş,
tel çerçeveli gözlük burnuna düşmüştü. Akıl almaz bozgunların hesabını Salih'ten sorar gibiydi. Salih'in
sinirlerindeki karıncalanma artmış, tırmalama halini almıştı. Başından geçenleri anlatmak kolaydı. Fakat iyi
biliyordu ki, ondan sorulan büyük hesaptı, sorunun içinde büyük facianın bütün kırıntıları vardı:
"Kanlarımız, kızlarımız neden aç kaldı?" "Neden yakacağımız, giyeceğimiz yok?" "Biz Galiçya'sından Kanal'ma
kadar dünyanın her yerinde aslan gibi evlâtlarımızı bırakalım da İtalyan oğlanları tâ kasabamıza kadar gelsin
ha? Sebep?.."
Bütün bunların sebebini Salih onlar kadar bile bilmiyordu. Farkına varmadan güldü. Bu gülüş zerre kadar
istemediği, kast etmediği ve yine farkına varmadığı halde küçümseyici, hattâ alay edici idi. Sesindeki yırtıcı
ton da gülüşünün mânâsını tam bir kasıt haline getiriyordu:
— Ne bileyim ben?.. —omuzlarını silkinişti. Seferberlik dediler. Sancâk-ı Şerif açıldı dediler, hadi askere
dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar, tüfekler patladı. Boyuna yürüdük,
koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız, ilerliyormuşuz, kiminde
gerilermişiz. Hepsinde de ölen tam ölüyor, kalanlarınsa kimi tam, kimi de yarım yamalak kalıyordu. Sonunda
harp bitti, yenildik dediler.
Sustu. Ihlamuru şarap içer gibi dikti. Nefes nefese idi. Gözleri çakmak çakmaktı. Sanki onu suçlandırmışlar
da savunmasını yapıyordu :
— Yenildik dediler, diye tekrarladı. Hüzün sesini yumuşatmıştı. Gülümsedi. Paydos der gibi. Yine gülümsedi.
Hani bayram yerinde salıncakçı; yandın der ya... tıpkı onun gibi; harp bitti dediler. Bir de baktık ki bizde ne
kol kalmış, ne kanat. Hafız'in oğlu demirci Salih, Çolak Salih olup çıkmış. Sen olsan nişlersin? de bakalım
şimdi Ali emmiiii?
Gülüyordu:
— Surat da kalmamış. Anamın halini bi gör. Ihlamuru yeniden dikti:
— Padişahım çok yaşa!..
Ona bakıyor ve susuyorlardı. Çeşit çeşit bakışlar ve çeşit çeşit susuşlar. Salih şapşal bir
gülüşle:
— Padişahım çok yaşa, diye tekrarladıktan sonra alçak bir sesle ilâve etti. Amma böyle bi bağırma istiyor
insan. Padişahım, madişahım... ne olursa olsun, bi şey için, biri için "Çok yaşa" diye bağırmalı insan... Pek
hoş oluyor yani... kol bacak gitse de!..
Ali emminin belden yukarısı ona doğru iyice eğilmişti. Salih'in bir karış ötesine kadar gelen tel çerçeveli
gözlükten irileşmiş kıllar ve hücreler görünüyordu. İhtiyar donuk, hiç bir duygu taşımayan bir sesle:
— Hafız'ın oğlu, esvabın da pek yaraşmış hani... Ne çolaklığın belli oluyor, ne suratın, hele hele pantol!..
Salih aptallaştı ve kendini toparlayamadı:
— N'olmuş yani?..
Tel çerçeveli gözlük şimdi iyice uzaklaşmış, yön değiştirmişti. Ali emini tabakasını çıkarmıştı, fakat el eri artık
fazlaca titriyordu. Yanında-kine uzattı:
— Sarıver, dedi.
Kahvede çıt yoktu. Salim ocağı karıştırıp duruyordu. Gözlerin kimi tavanda, kimi tabanda, kimi de
pencerelerde idi. Salih istediği halde sesini yükseltmeden tekrarladı.
— N'olmuş yani?..
Ali emmi ona dönmeden ters ters cevap verdi :
— Yani yi de Ligor'u da bilmem ben. Salih kıpkırmızı olmuştu. Tam ağzını açacağı sırada Ali emmi bir
delikanlı gibi gürledi:
— Utan len Hafızın oğlu utan. Koca Memâ-lik-i Osmaniye seuden beter oldu, bin beter oldu. Kıçı kırık İtalyan
askeri gelmiş tâ Akşehir'e dayanmış da Hafızın oğlu kolundan budundan konuşur. Haranı olsun o gaza sana
diyucum emme dilim varmaz. Utan, utan. Len Salim yap bir ıhlamur bana.
Salih, şaşkın ve mağlûp gözleriyle etraftaki-lerin içinde bir yardımcı arıyordu. Fakat bütün gözler başka başka
yerlere dalıp gitmişlerdi. O, "Neden utanacakmışım?" diye mırıldanırken, ya-mndakinin yaptığı sigarasını
yapıştırmaya çalışan Ali emmi de mırıldanıyordu:
— Lahavle velâ kuvvete illâ bülâhilaliyyüla-zim... tövbeler tövbesi yarabbi...
Tel çerçeveli gözlükler birdenbire Salih'e çevrildi :
— Töbe de sen de len!..
Ses tıpkı babasının küplere bindiği zamandaki sesi gibi idi. Salih ezilerek ağzından kaçırdı:
— Töbe...
Ne töbesi be?..
Salih patlayıverecekti. Ama aynı anda Ali emmi, sanki deminki ses onun değilmiş gibi yumuşak, tatlı fısıldar
gibi konuştu:
— Yürekli ol Salih'im, yürekli. İmânını yitirme. Al aha dayan ki sırtın yere gelmesin. Bak bakayın etrafına!
Hadi bak... önce bana bak istersen. Bi ayağı çukurda Ali emmi... ne tutar beni ayakta? Tahtın ağam bildin
mi? Benim oğlum. Otuz yaşındaydı. Ümüğünden tuttu mu ayıyı boş çuval gibi yere sererdi. İki oğlu, bi kızı
var. Onlar şinci analanyla kaldı. Tahsin ner-de? Mezerini bile bilmem... ne tutar sandın beni ayakta?
Nefesi kesilmiş gibi sustu. Fakat sigarasını pek rahat içiyordu. Kahvede çıt yoktu: Ali emmi aynı sesle yeniden
konuştu:
— Senin ağan nerde? Şuna bak, bildin mi? Yemenici Mustafa Ali... oğlu da gitti, kardeşi de gitti. Söyletme
beni. Yürekli ol, yürekli, imanını yitirme. Töbe de de yeni baştan başla!..
Bir ses birdenbire, bir kurtuluş müjdesi verir gibi çıkıverdi:
— Ezan!..
İplik camide öğle ezanı okunuyordu. Kahvede bir toparlanma oldu.
Ali emmiye itibar artmış gibi geldi Salih'e. Çenesi yine kenetlendi.
Adamlar yaş ve baş sırası ile daracık merdivenden birer birer inip kayboldular. Salim sol bacağı havada
sal ana sal ana Salih'e yaklaştı.-
— Hadi biz de gidelim.
— Ben gelmeycem.
Salim koltuk değneğine abanmış onu seyrediyordu. Tatlı bir gülümseyişle:
— Len Salih, harp gördün, darb gördün ya hep eskisi gibi inatçısın. Papaza kızıp oruç bozmanın âlemi var
mı? Üstelik haklı da Ali emmi..
— Olsun. Benimki ne inat, ne de kızma... Temiz değilim o kadar. Hadi sen git. Allah kabul etsin...
Salim başını sal adı ve koltuk değneği ile basamakları döve döve indi, gitti.
Salih ceplerini karıştırdı; ne sigara, ne kibrit bütün cepleri bomboştu. Etrafına bakındı. Ali emminin sedef
kakmalı abanoz tabakası sedirin üstünde duruyordu. Gidip aldı, bir sigara sardı. Ocaktan yaktı ve tüttürmeye
başladı.
Bir nefes, bir nefes, bir nefes daha. Hiç bir şey düşünmüyordu. Ama birden:
"Neden, utanacakmışım?.." diye mırıldanıverdi.
Ali emmi şehitleri sayıyordu. Şehit oldun mu iş biterdi, ötesi geri kalanları ilgilendirecekti. İş sadece Allahla
senin aranda olup bitse kolaydı. Amma böyle tek kol u, ama böyle paçavra gibi suratlı kaldın mı mesele arap
saçına dönüyordu.
"Anam acaba ağama mı, bana mı daha çok yandı?.."
Ali emmi yerden göğe kadar haklıydı. Bu hakkı Salih tâ can evinden duyuyordu. Fakat ne yapıp ne edecek,
bu bedenle, bu anayla nasıl başa çıkacaktı?..
Ve bir de gönül vardı. Bir de büyük bombardımanlardan, süngü hücumlarından veya siperde "Ne zaman
saldıracaklar?" diye beklerken hatırlanan uzun ve gür kumral saçlar, pembelerin kan tutuşturucusu ile
süslenen buğday rengi ten, simsiyah gözler vardı, özleyişi, isteği süngü yarasından da acı olan o ince,
dolgun, o canlı, o hayat dolu vücut vardı. O hayal yıkıldıktan, o ümit de uçup gittikten sonra utanmak ha?..
Ali emminin hakkı bu sınırı da mı aşacaktı?
"Temiz değilim" demişti Salim'e.
Halbuki şimdi kahvenin yer yer sararmış gazete kaplı, teneke yamalı ve kül rengine dönmüş camlarından
bomboş sokağa bakarken, böyle yapayalnız iken kendini gül gibi temiz hissediyordu. Ne bitliydi, ne de kötü.
Belki bundan böyle hiç bir zaman bitlenmeyecek, uyuz olmayacaktı ama içi ürpererek seziyordu, kötüleşmesi,
arsız, yüzsüz, geçimsiz
bir pis herif olması mukadderdi. Hatta öyle olması, kader karşı gelse bile, artık lâzımdı. Bu yarım beden, bu
paçavra gibi surat hiç bir işte, hiç bir halde, hiç bir mazerete lâyık sayılmayacaktı.
Bu kaderi, kader yoksa, bu kuruntuyu silip atacak bir yer, bir çevre yok muydu?
"Gelmez olaydım" diye mırıldandı ve topuklarının üzerinde döndü. O kadar hızlı dönmüştü ki, ceketinin boş
kolu bir sırtına, bir de karnına çarptı.
Bu hasır kaplı sedirler, bu alçak masalar ve onlara göre hasır iskemleler, bu badanası yer yer dökülmüş veya
sarıdan siyaha kadar renk renk kirlenmiş duvarlar... bu kahveyi de özledikleri olmuştu. Muhteşem çöl
gecelerinde, ölümü her atlatıştan sonra ya leş gibi uyunur, ya da hatırlanır, hatırlanır, hatırlanırdı.
Şimdi Ali emmiye veya ötekilerden birine sorsa, "asker kaçağı ne demektir?" diye. Onu da bilmeyecek,
bilmeyeceklerdi. Korku, ihanet, alçaklık ve benzerleri!.. Değildi halbuki. Hiç- değilse yandan çoğunun sebebi
bunlar değildi.
Günler geçer, haftalar, aylar ve yıllar geçer, sonunda da saniyeler geçmez olur da, kafa bir takıldı mı sılaya!
Sıcak terletir, soğuk üşütür, humma sayıklatır, sıla büyücü gibi çeker. îş yakalanmamakta. Yakalandın mı bu
özleyişe bitmiştir artık.
Kaçarken görülürsen vuracaklarmış... kervan yutan çöle bir düştün mü cehennem avuntusu bile kalmayacak,
o kilometreleri, kilometreleri, dağlardan, yarlardan, azgın nehirlerden geçen kilometreleri aşmak bir mucize
istermiş...
Eninde sonunda yakalanıp bir köpek gıbt. köpekliği hak ederek gebertilmek varmış... düşünemezsin ki
bunları. Büyülenmişsin bir kere. Hem de ne ile? Kâh bir çift kara göz veya hasta bir ana hayaliyle, fakat
bazan da bir dere boyu, bir çınar altı, bir... bir... işte böyle bir sefil kahve hayaliyle.
Şimdi gelip de bir dokunan olsa Salih kudurmuş gibi yerlerde yuvarlanır, bağıra bağıra, böğüre böğüre
ağlardı. Çünkü o büyüye kaç defa ve o büyünün kaç çeşidine dayanmıştı!..
Kelimeyi aklından geçirmiyor, fakat ne derse desin, ne yaparsa yapsın bir kahraman gibi muamele görmek
istiyordu. Bir kahraman gibi. Fakat kulak parçası, yanak eti, kol bıraktığı için değil, Sancâk-ı Şerif için, Halife-i
Ne yapmalı derken aklıma bu bahçe işi geldi. İnanmazsın be Salih, uyku' tutmadı be...
Sustular. Niko sigarasını tazeledi, paketi cebine koyarken vazgeçip bir de Salih'e uzattı:
— Yak Salih.
— Yok istemem. Sustular, yine.
Ve Niko birdenbire, bir nefeste:
— Satalım bahçeyi Eftim'e, deyiverdi. Şimdi Salih ona bakıyordu; tuhaf bir ısrarla
bakıyordu. Kızgınlık? Değil. Kırgınlık? O da değil. Hüküm yoktu bu bakışta.
Salih anlamak için bakıyordu, sırf bunun için. Teklif akla yatkındı. Ama Niko'dan ve Ef-tim adına geliyordu.
Acaba buna benzer teklifler ve alış verişler olmuş muydu kasabada?
Olmuşsa nasıl olmuş, nasıl karşılanmış, ne yaralar açmış, hangi yaralara merhem olmuşlardı.
— Sağol... Ama bir düşünüp taşmayım. Sonra sen anamın dediğine bakma. O öyle der, ama hak anamındır.
Bir danışmam lâzım., ona da büyüklere de...
Niko .ferahlamış, gülüşünü bulmuştu.
— Senin aklın yattı değil mi? . Salih yine mırıldandı:
— Yattı.
Niko aşağı indi. Kalfalanyla gene Rumca
birşeyler konuştu, sonra daha fazla oyalanmadan geri döndü.
— Oluyor...
— Ne oluyor?..
Pantolonsuz, ceketsiz olduğunu unutmuştu. Niko güldü:
— Esvabın.
— Haa...
Salih de gülmeye çalıştı. Ve birdenbire ağzından kaçınverdi:
— Burada bir şeyler oldu mu Niko? Sorar sormaz yüzü kızarıvermişti. Niko suali
anlamadı:
— Ne gibi?..
— Şey yani... Harp olurken burada sizin-kilerle bizimkiler arasında?..
Niko donuk bir sesle;
— Yoo, dedi.
Salih ferahlamak istiyordu.
— Olmadı ha?.. Eyi...
Böyle bir şeyi ne kadar merak etse de soracağı insan herhalde Niko değildi. Sormayacaktı da. Ağzından
kaçıvermesine sebep belki de onun çırak ve kalfaları ile ikide bir Rumca konuşması idi. Eskiden böyle
yapmazlardı. Çarşıda, sokakta, hattâ meyhanelerinde hep Türkçe konuşurlardı. Salih tekrarladı:
— Eyi....
Fakat Niko, işin ciddiyetini anlamıştı:
— Olduysa bile ufak tefek şeyler... Mühim değil.
Salih'in içi yeniden katılaştı. Ufak tefek şeyler... Neye göre, kime göre ufak tefek şeyler?.. Bu Niko'nun ufak
tefek de-
diği şeyler belki de dullara, yetimlere, kocamışlara, hayatı zehir etmişti.
Pantolonu, ceketi beklemeden dışan fırlamak istiyordu, tçi içini yiyordu. Bir an önce Kunduracılar
Arastasında, Mumcu'nun dükkânının üstündeki kahvede olmak istiyordu.
— Çok sürer mi daha? diye sordu. Niko aşağı seslendi, cevâbı aldıktan sonra:
— Yok, az bir şey kalmış, dedi. Sıkıldın tabii.
— Eh, biraz.
— Bitsin, beraber çıkar, babamın oraya gideriz. Benim büyüğüm Kiryako'yu hatırlar mısın? Yaman bir aşçı
oldu o. Karnımızı doyururuz.
Çıraklardan biri elinde üç dört çift kundura ile geldi. Niko:
— Dene bir şunları, dedi.
Salih büsbütün bozuldu, şaşaladı, içi bir teşbih böceği gibi tortop oldu. Nasıl bir tavır takınacağını, hangi
duyguda karar kılacağını bir türlü bilemiyordu. Halbuki bu şarttı artık. Bir karar vermenin şart olduğunu artık
iyice biliyordu.
Cephede bir ordu ölümle pençeleşirken burada ve elbette buralarda, yalnız Akşehir'de değil, bütün
memlekette bir şeyler "Ufak tefek bir şeyler" olmuştu. Salih ve binlerce Salih sınırlarda kol, bacak bırakır,
meslek, zenaat bırakırken Niko ve Nikolar usta olmuş, dükkânlar açmış, bahçeler satın almışlardı... Ve
birşeyler "Ufak tefek bir şeyler" olmuştu.
Salih'in ağası ve Salihlerin, Salihlerin, Sa-lihlerin, binlerce Salih'in ağası, babası Çanakka-
le içinde vurulurken, yâd ellerde kalırken, Niko'-nun ve Nikoların ağası yaman bir aşçı, yaman birer tüccar
olmuştu. Haydi bu bir şey değildi. Ama ya şu olan "Ufak tefek şeyler?"
Kol, bacak bırakanların, ölenlerin hesabında "Osmanlı tab'asından" Niko'lar yok muydu? Biraz da onların
tezgâhı, evi, barkı, serveti, samanı için dövüşülmemiş mi idi? Buna kim, hangi Niko "Hayır" diyebilirdi?
Elbette hiç biri. Ama işte Akşehir'de ve Akşehir'lerde "Ufak tefek bir şeyler" olmuş, Akşehir ve Akşehir'ler de
cephelere dönmüştü.
Salih içinde isyanı körükleyen bir uysal ıkla kunduraları denerken bir tavır takınmanın, bir duyguda karar
kılmanın şart olduğunu tekrarlayıp duruyordu:
Fakat hangi tavır, hangi duygu?
— Bu iyi galiba ha Salih?
Şu paçası bağlı ak donuyla olmasa Salih çoktan bomba gibi patlayacaktı. Vücudu baştanbaşa değişmiş ama
huyu değişmemişti; Salih hep eski Salih'di, içinden çıkamadığı bir durum oldu mu sebep icat eder
patlayıverirdi ve mesele azıcık kanşıksa Salih içinden çıkamazdı. Çok duyan, çok sezen, fakat düşünmeye,
ölçüp biçmeye, karar vermeye pek gelemeyen bir adamdı işte.
— Eyi, eyi, dedi.
Artık sinirlendiği belli de oluyordu.
— Tarağı biraz sıkıyor gibi... Doğrusu da buydu. Ama Salih ?
— Sıktığı filân yok, dedi. Niko güldü:
— Çocuk... Çocuksun be Salih!..
Niko bir kere daha sokulmasını bilmişti. Hani çocukken insan bu olmazsa hiç olmayacak sanır da sıksa bile
ayağından çıkarmak istemez gıcır gıcır pabuçları ya? Niko öylesine bir yorumla işi şakaya boğup yatıştırmak
istiyordu. Yatışmasa bile patlayamazdı artık.
Niko çırağa-:
— Bunun tarağı geniş olacak, yallah, dedi. Çocuk da koşa koşa gitti.
— Sinirlisin be?
Dudaklarını emmeye başlamıştı. Bunu görünce havayı değiştirmeye çalıştı:
— Haklısın tabi ...
— Neye hakhymışım? Niko güldü:
— Gülme. Söyle bakalım, ne sanıyorsun sen? Bir de bakalım.
— Yak bir sigara.
— İstemem.
— Yak be kuzum.
— Peki, ver. Hadi de bakalım.
Niko, Salih'in sigarasını yaktıktan sonra daracık odada dolaşmaya başladı:
— Kolay değil. Üç yıl harp ettin.
— Etmedim, ettik!..
— Öyle olsun.
— Olsun değil, öyle.
— Peki ettiniz. Yine kesti sözünü:
— Peki neye ettik?
Niko tam onun karşısında durdu. Boylu poslu, dalyan gibi bir delikanlı, sıhhat ve kuvvet fışkırıyordu. Fakat
boynu sol omuzuna düşmüş-
li, gri gözleri mahzun mahzundu, hüzün gülümseyişine de sinmişti:
— Salih be...
— Ne var?..
— Ne oluyor sana?..
— Ne oluyormuş?..
Niko bir adımda onun yanına vardı ve, çömelerek kucakladı. Salih artık itemez, kendini kasamazdı. Niko şimdi
her şeyi -anlıyordu, hem belki de Salih'den daha açık olarak ?.
— Kötü şeyler oldu... Doğru... Amma biz arkadaşız Salih... Düşün Çatırpatır'ı, Ligor'un bahçesini,
Halıhânenin bahçesini... Bu kötü şeyler var da onlar yok mu?
Niko'nun sesi sıcak, basık ve çarpıntılı idi. Söylediklerinden de değerli ve sancı şeyler hatırlatıyor, duruyordu.
Salih gözlerinin . sulandığını farketti, çene kemikleri kenetlendi. Söyleyecek sözü yoktu, fakat "Kötü şeyler"
gibi "İyi şeyler"in de olduğunu, inkâr edemezdi. O tek eliyle Niko'yu doğrulttu.-
— Bak şunlara Allahını seversen, bitmemiş mi hâlâ?
Niko aşağı indi. Salih'in gözlerinden pıt pıt diye iki damla yaş düştü. Bunlar delirmiş bir kızgınlığın, ama
kelepçelenmiş deli bir kızgınlığın yaşları idi. Ne var ki, Salih bu kızgınlığın neye veya kime karşı olduğunu
bilemiyordu. Bilemediği müddetçe de ipsizin, haytanın, kopuğun biri olacaktı. İşte bunu pek iyi biliyordu.
Ve düşünmemenin azabıyla yan kızgın, yan şaşkın, fakat kızgınlığa da, şaşkınlığa da rağmen alabildiğine
mahzun bakan koyu elâ göz-
44/Küçük Ağa
leri o perişan yüzünde harikulade mücevherler gibi parıldıyordu.
Salih Niko'nun dükkânından hiç de fena sayılmayacak bir delikanlı olarak çıktı. Lâcivert elbise zayıf ve belli,
omuzlu vücuduna tıpatıp oturmuştu. Kırmızı fesi, pınl pırıl kunduraları göz çekiyordu.
O kadar hızlı yürüyordu ki, görenler "Ne kadar da canlı, ne kadar da kuvvetli" derdi. Asıl sebebi kim bilecekti?
Fakat Salih'in de bilmediği bir şey vardı. Bütün kasaba onun trenden indiği saatten beri ne yapıp ne ettiğini,
yani Ni-ko ile beraberliğini ve anasının halini öğrenmişti. Sabahtan beri evlerde, dükkânlarda ve kahvelerde
bu konuşuluyordu. İhtiyarların içinde, Salih'le ilk karşılaştıkları zaman söylemek için hazırladıkları zehir gibi
sözler vardı.
Salih'e gelince, o dükkânlara bakmadan hızlı hızlı yürüyor, çünkü kimseyle ayak üstü konuşmak istemiyordu.
Ona etraflıca konuşmalar, beş on kişiyle birden yapılan konuşmalar lâzımdı. Kafasının içindeki keşmekeş gitse
gitse ancak böyle konuşmalarla gidebilirdi.
Son köşeyi de aynı hızla döndükten sonra Mumcu'nun dükkânına bitişik dar kapıdan içeri daldı ve hemen
başlayan dar merdivenleri koşar adımlarla çıktı.
Fena. Ne tuhaf bir hayal kırıklığı idi bu. Duvarlar boyunca uzanan sedirler bomboştu. Kimsecikler yoktu
kahvede. Köşedeki ihtiyar müstesna. Salim dipteki ocakta, arkası dönük, sol tarafıyla koltuk değneğine
dayanmış, bardak yıkıyordu. Salih biraz dikkatli bakınca ihtiyarı tanıdı. Güdük Hamdi'nin babası Ali emmi.
Adam
tel çerçeveli gözlüğü tabakanın içine girecek gibi eğilmiş sigara sarıyordu. Uzun ve hafifçe sararmış sakalı da
titreyip duruyordu. Salih yutkundu, hafifçe öksürdü:
— Selâmünaleyküm.
Salim omuzunun üstünden baktı. Tel çerçeveli gözlükler Salih'e doğru uzandı:
— Aleykümselam.
Gözlükler yine tütün tabakasına sokuldu. Salim birdenbire dönerek:
— Salih, dedi.
— Geldik işte.
— Hoş geldin, safa geldin, gazan mübarek olsun.
Salim, koltuk değneği tak tak diye yeri döverek ona doğru yürüdü. Dizden aşağısı uçmuş olan sol bacağı
acaip bir şekilde sallanıyor, sanki bu hızlı yürüyüşe katılıyordu.
— Ali emmi, dedi; bak Hafız Ahmed'in oğlu Salih. Cepheden gelmiş.
Tel çerçeveli gözlükler yine Salih'e doğru uzandı:
— Ya... Gazan mübarek olsun. Gel otur.
Sigarasını sarmıştı. Kâğıdı dili ile ıslattı, kenarını dudaklarıyla tırtıllı bir şekilde kopardı, kırıntıları "Tu" diye attı
ve:
— Salim, ateş ver oğlum, dedi.
Salih ocağa koştu ve ucu ateş bağlamış bir tahta parçası getirdi, Ali emmiye tuttu. Sigara yanmıştı.
— Gel otur Hafız'in oğlu. Hangi cephedeydin sen?
— Arabistan.
— Ya?.. Çok kırıldık mı?..
Salih bunu bilemiyordu.
— öyle zahir, diye mırıldandı. Merdivenler gıcırdamaya başlamıştı. İki kişi
geldi, sonra bir kişi daha, sonra üç kişi... derken kahve adamakıllı doldu. Her gelen Salih'e:
— Hoş geldin, gazan mübarek olsun, diyor ve bir yere oturuyordu.
Salih'in kafası bulanmaya başlamıştı. Bütün bu yüzleri, bu bütün çökmüş, artık başka bir dünyaya dönmüş
olan yüzleri pek iyi hatırlıyor, ama isimleri çok güç çıkarıyordu. Kolayca tanıdıkları oğulları olanlardı.
" Derken ustası Hamdi geldi. İyice şişmanla-mıştı. Şişmanda ihtiyarlık şirin bir şey olurdu, fakat Hamdi usta
koca bir konak harabesi gibi bir şeydi artık. Zor yürüyordu, nefes nefese idi, çöküp gitmişti.
Salih ayağa fırladı, eline sarıldı. O da onu kucakladı.
— Duydum da... hoş geldin. Kendi yerine buyur etti.
— Yok, otur sen Ali emminin yanına. Şalim, Salih'e sordu:
— Ne içersin?
— Bilmem... Bir kahve...
Yüzlerde bir gülümseyiş belirip silindi. Ama Salim güldü.
— Ne gezer kahve... Lâf olsun diye sordum. Sana ıhlamur yapayım. Yalnız ıhlamur var.
Herkes susuyordu. Herkes Salih'in elbisesini gizliden gizliye bir iyice süzmüştü. Bunun farkındaydı ve sinirleri
yeniden karıncalanmaya başlamıştı. Kendini tutmaya çalışıyor, .bağırıp
çağırmaya başlayıvereceğim diye bayağı korkuyordu.
Ali emmi:
— Eee, anlat bakalım, dedi.
— Ne anlatayım Ali emmi?
Salim ıhlamuru getirdi... Bardakta şeker yerine beş on kuru üzüm vardı. Ocağa giderken ortaya:
— Yakında çay, kahve, şeker gelecekmiş, dedi.
Mumcu:
— Ya, eşittik, dedi.
Ali emmi sigarasından son nefesleri ardarda çekti:
— Şuna bakın ağalar, ne anlatayım diyor. Güldü. Çubuğundan çıkardığı izmariti yerde ezdikten sonra tekrar
bağdaş kurdu ve:
— Ne olup bittiyse onu anlat, dedi. Alnındaki kırışıklıklar büsbütün derinleşmiş,
tel çerçeveli gözlük burnuna düşmüştü. Akıl almaz bozgunların hesabını Salih'ten sorar gibiydi. Salih'in
sinirlerindeki karıncalanma artmış, tırmalama halini almıştı. Başından geçenleri anlatmak kolaydı. Fakat iyi
biliyordu ki, ondan sorulan büyük hesaptı, sorunun içinde büyük facianın bütün kırıntıları vardı:
"Kanlarımız, kızlarımız neden aç kaldı?" "Neden yakacağımız, giyeceğimiz yok?" "Biz Galiçya'sından Kanal'ma
kadar dünyanın her yerinde aslan gibi evlâtlarımızı bırakalım da İtalyan oğlanları tâ kasabamıza kadar gelsin
ha? Sebep?.."
Bütün bunların sebebini Salih onlar kadar bile bilmiyordu. Farkına varmadan güldü. Bu gülüş zerre kadar
istemediği, kast etmediği ve yine farkına varmadığı halde küçümseyici, hattâ alay edici idi. Sesindeki yırtıcı
ton da gülüşünün mânâsını tam bir kasıt haline getiriyordu:
— Ne bileyim ben?.. —omuzlarını silkinişti. Seferberlik dediler. Sancâk-ı Şerif açıldı dediler, hadi askere
dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar, tüfekler patladı. Boyuna yürüdük,
koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız, ilerliyormuşuz, kiminde
gerilermişiz. Hepsinde de ölen tam ölüyor, kalanlarınsa kimi tam, kimi de yarım yamalak kalıyordu. Sonunda
harp bitti, yenildik dediler.
Sustu. Ihlamuru şarap içer gibi dikti. Nefes nefese idi. Gözleri çakmak çakmaktı. Sanki onu suçlandırmışlar
da savunmasını yapıyordu :
— Yenildik dediler, diye tekrarladı. Hüzün sesini yumuşatmıştı. Gülümsedi. Paydos der gibi. Yine gülümsedi.
Hani bayram yerinde salıncakçı; yandın der ya... tıpkı onun gibi; harp bitti dediler. Bir de baktık ki bizde ne
kol kalmış, ne kanat. Hafız'in oğlu demirci Salih, Çolak Salih olup çıkmış. Sen olsan nişlersin? de bakalım
şimdi Ali emmiiii?
Gülüyordu:
— Surat da kalmamış. Anamın halini bi gör. Ihlamuru yeniden dikti:
— Padişahım çok yaşa!..
Ona bakıyor ve susuyorlardı. Çeşit çeşit bakışlar ve çeşit çeşit susuşlar. Salih şapşal bir
gülüşle:
— Padişahım çok yaşa, diye tekrarladıktan sonra alçak bir sesle ilâve etti. Amma böyle bi bağırma istiyor
insan. Padişahım, madişahım... ne olursa olsun, bi şey için, biri için "Çok yaşa" diye bağırmalı insan... Pek
hoş oluyor yani... kol bacak gitse de!..
Ali emminin belden yukarısı ona doğru iyice eğilmişti. Salih'in bir karış ötesine kadar gelen tel çerçeveli
gözlükten irileşmiş kıllar ve hücreler görünüyordu. İhtiyar donuk, hiç bir duygu taşımayan bir sesle:
— Hafız'ın oğlu, esvabın da pek yaraşmış hani... Ne çolaklığın belli oluyor, ne suratın, hele hele pantol!..
Salih aptallaştı ve kendini toparlayamadı:
— N'olmuş yani?..
Tel çerçeveli gözlük şimdi iyice uzaklaşmış, yön değiştirmişti. Ali emini tabakasını çıkarmıştı, fakat el eri artık
fazlaca titriyordu. Yanında-kine uzattı:
— Sarıver, dedi.
Kahvede çıt yoktu. Salim ocağı karıştırıp duruyordu. Gözlerin kimi tavanda, kimi tabanda, kimi de
pencerelerde idi. Salih istediği halde sesini yükseltmeden tekrarladı.
— N'olmuş yani?..
Ali emmi ona dönmeden ters ters cevap verdi :
— Yani yi de Ligor'u da bilmem ben. Salih kıpkırmızı olmuştu. Tam ağzını açacağı sırada Ali emmi bir
delikanlı gibi gürledi:
— Utan len Hafızın oğlu utan. Koca Memâ-lik-i Osmaniye seuden beter oldu, bin beter oldu. Kıçı kırık İtalyan
askeri gelmiş tâ Akşehir'e dayanmış da Hafızın oğlu kolundan budundan konuşur. Haranı olsun o gaza sana
diyucum emme dilim varmaz. Utan, utan. Len Salim yap bir ıhlamur bana.
Salih, şaşkın ve mağlûp gözleriyle etraftaki-lerin içinde bir yardımcı arıyordu. Fakat bütün gözler başka başka
yerlere dalıp gitmişlerdi. O, "Neden utanacakmışım?" diye mırıldanırken, ya-mndakinin yaptığı sigarasını
yapıştırmaya çalışan Ali emmi de mırıldanıyordu:
— Lahavle velâ kuvvete illâ bülâhilaliyyüla-zim... tövbeler tövbesi yarabbi...
Tel çerçeveli gözlükler birdenbire Salih'e çevrildi :
— Töbe de sen de len!..
Ses tıpkı babasının küplere bindiği zamandaki sesi gibi idi. Salih ezilerek ağzından kaçırdı:
— Töbe...
Ne töbesi be?..
Salih patlayıverecekti. Ama aynı anda Ali emmi, sanki deminki ses onun değilmiş gibi yumuşak, tatlı fısıldar
gibi konuştu:
— Yürekli ol Salih'im, yürekli. İmânını yitirme. Al aha dayan ki sırtın yere gelmesin. Bak bakayın etrafına!
Hadi bak... önce bana bak istersen. Bi ayağı çukurda Ali emmi... ne tutar beni ayakta? Tahtın ağam bildin
mi? Benim oğlum. Otuz yaşındaydı. Ümüğünden tuttu mu ayıyı boş çuval gibi yere sererdi. İki oğlu, bi kızı
var. Onlar şinci analanyla kaldı. Tahsin ner-de? Mezerini bile bilmem... ne tutar sandın beni ayakta?
Nefesi kesilmiş gibi sustu. Fakat sigarasını pek rahat içiyordu. Kahvede çıt yoktu: Ali emmi aynı sesle yeniden
konuştu:
— Senin ağan nerde? Şuna bak, bildin mi? Yemenici Mustafa Ali... oğlu da gitti, kardeşi de gitti. Söyletme
beni. Yürekli ol, yürekli, imanını yitirme. Töbe de de yeni baştan başla!..
Bir ses birdenbire, bir kurtuluş müjdesi verir gibi çıkıverdi:
— Ezan!..
İplik camide öğle ezanı okunuyordu. Kahvede bir toparlanma oldu.
Ali emmiye itibar artmış gibi geldi Salih'e. Çenesi yine kenetlendi.
Adamlar yaş ve baş sırası ile daracık merdivenden birer birer inip kayboldular. Salim sol bacağı havada
sal ana sal ana Salih'e yaklaştı.-
— Hadi biz de gidelim.
— Ben gelmeycem.
Salim koltuk değneğine abanmış onu seyrediyordu. Tatlı bir gülümseyişle:
— Len Salih, harp gördün, darb gördün ya hep eskisi gibi inatçısın. Papaza kızıp oruç bozmanın âlemi var
mı? Üstelik haklı da Ali emmi..
— Olsun. Benimki ne inat, ne de kızma... Temiz değilim o kadar. Hadi sen git. Allah kabul etsin...
Salim başını sal adı ve koltuk değneği ile basamakları döve döve indi, gitti.
Salih ceplerini karıştırdı; ne sigara, ne kibrit bütün cepleri bomboştu. Etrafına bakındı. Ali emminin sedef
kakmalı abanoz tabakası sedirin üstünde duruyordu. Gidip aldı, bir sigara sardı. Ocaktan yaktı ve tüttürmeye
başladı.
Bir nefes, bir nefes, bir nefes daha. Hiç bir şey düşünmüyordu. Ama birden:
"Neden, utanacakmışım?.." diye mırıldanıverdi.
Ali emmi şehitleri sayıyordu. Şehit oldun mu iş biterdi, ötesi geri kalanları ilgilendirecekti. İş sadece Allahla
senin aranda olup bitse kolaydı. Amma böyle tek kol u, ama böyle paçavra gibi suratlı kaldın mı mesele arap
saçına dönüyordu.
"Anam acaba ağama mı, bana mı daha çok yandı?.."
Ali emmi yerden göğe kadar haklıydı. Bu hakkı Salih tâ can evinden duyuyordu. Fakat ne yapıp ne edecek,
bu bedenle, bu anayla nasıl başa çıkacaktı?..
Ve bir de gönül vardı. Bir de büyük bombardımanlardan, süngü hücumlarından veya siperde "Ne zaman
saldıracaklar?" diye beklerken hatırlanan uzun ve gür kumral saçlar, pembelerin kan tutuşturucusu ile
süslenen buğday rengi ten, simsiyah gözler vardı, özleyişi, isteği süngü yarasından da acı olan o ince,
dolgun, o canlı, o hayat dolu vücut vardı. O hayal yıkıldıktan, o ümit de uçup gittikten sonra utanmak ha?..
Ali emminin hakkı bu sınırı da mı aşacaktı?
"Temiz değilim" demişti Salim'e.
Halbuki şimdi kahvenin yer yer sararmış gazete kaplı, teneke yamalı ve kül rengine dönmüş camlarından
bomboş sokağa bakarken, böyle yapayalnız iken kendini gül gibi temiz hissediyordu. Ne bitliydi, ne de kötü.
Belki bundan böyle hiç bir zaman bitlenmeyecek, uyuz olmayacaktı ama içi ürpererek seziyordu, kötüleşmesi,
arsız, yüzsüz, geçimsiz
bir pis herif olması mukadderdi. Hatta öyle olması, kader karşı gelse bile, artık lâzımdı. Bu yarım beden, bu
paçavra gibi surat hiç bir işte, hiç bir halde, hiç bir mazerete lâyık sayılmayacaktı.
Bu kaderi, kader yoksa, bu kuruntuyu silip atacak bir yer, bir çevre yok muydu?
"Gelmez olaydım" diye mırıldandı ve topuklarının üzerinde döndü. O kadar hızlı dönmüştü ki, ceketinin boş
kolu bir sırtına, bir de karnına çarptı.
Bu hasır kaplı sedirler, bu alçak masalar ve onlara göre hasır iskemleler, bu badanası yer yer dökülmüş veya
sarıdan siyaha kadar renk renk kirlenmiş duvarlar... bu kahveyi de özledikleri olmuştu. Muhteşem çöl
gecelerinde, ölümü her atlatıştan sonra ya leş gibi uyunur, ya da hatırlanır, hatırlanır, hatırlanırdı.
Şimdi Ali emmiye veya ötekilerden birine sorsa, "asker kaçağı ne demektir?" diye. Onu da bilmeyecek,
bilmeyeceklerdi. Korku, ihanet, alçaklık ve benzerleri!.. Değildi halbuki. Hiç- değilse yandan çoğunun sebebi
bunlar değildi.
Günler geçer, haftalar, aylar ve yıllar geçer, sonunda da saniyeler geçmez olur da, kafa bir takıldı mı sılaya!
Sıcak terletir, soğuk üşütür, humma sayıklatır, sıla büyücü gibi çeker. îş yakalanmamakta. Yakalandın mı bu
özleyişe bitmiştir artık.
Kaçarken görülürsen vuracaklarmış... kervan yutan çöle bir düştün mü cehennem avuntusu bile kalmayacak,
o kilometreleri, kilometreleri, dağlardan, yarlardan, azgın nehirlerden geçen kilometreleri aşmak bir mucize
istermiş...
Eninde sonunda yakalanıp bir köpek gıbt. köpekliği hak ederek gebertilmek varmış... düşünemezsin ki
bunları. Büyülenmişsin bir kere. Hem de ne ile? Kâh bir çift kara göz veya hasta bir ana hayaliyle, fakat
bazan da bir dere boyu, bir çınar altı, bir... bir... işte böyle bir sefil kahve hayaliyle.
Şimdi gelip de bir dokunan olsa Salih kudurmuş gibi yerlerde yuvarlanır, bağıra bağıra, böğüre böğüre
ağlardı. Çünkü o büyüye kaç defa ve o büyünün kaç çeşidine dayanmıştı!..
Kelimeyi aklından geçirmiyor, fakat ne derse desin, ne yaparsa yapsın bir kahraman gibi muamele görmek
istiyordu. Bir kahraman gibi. Fakat kulak parçası, yanak eti, kol bıraktığı için değil, Sancâk-ı Şerif için, Halife-i
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Küçük Ağa - 04
- Büleklär
- Küçük Ağa - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2952Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165833.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2829Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155736.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2913Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155934.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2868Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166431.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2898Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172731.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2841Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167234.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2859Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170533.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2958Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165331.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2887Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167434.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2855Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159436.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3075Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174633.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3047Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156336.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2968Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171532.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2927Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162333.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2988Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167734.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2954Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167435.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3030Unikal süzlärneñ gomumi sanı 152435.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2877Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162333.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2991Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167133.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2964Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159136.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.59.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162335.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.57.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2988Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172533.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3004Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171434.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2899Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168433.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2965Unikal süzlärneñ gomumi sanı 162337.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3043Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167133.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3032Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161336.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.58.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2956Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168633.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2986Unikal süzlärneñ gomumi sanı 157434.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2970Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163134.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2943Unikal süzlärneñ gomumi sanı 159733.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2986Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167831.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2970Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161736.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2979Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161234.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2935Unikal süzlärneñ gomumi sanı 161234.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2982Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163534.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.55.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2852Unikal süzlärneñ gomumi sanı 152736.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.56.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169431.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Küçük Ağa - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 833Unikal süzlärneñ gomumi sanı 57142.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.61.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.