Kişi Nasıl Kendisi Olur - 3
Süzlärneñ gomumi sanı 4035
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 2234
25.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
37.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
44.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması– şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır; –o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular... Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum. Bu sözde “birinci”leri insandan saymıyorum bile, –onlar benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; yaşamdan öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm belirtilerine karşı büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın hiçbir izi bulunmaz; en ağır hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim; boşuna arasınız herhangi bir bağnazlık belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! –Yaşam benim için kolaydı, özellikle benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz, benden sonraki binyılların sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak en yüksek işleri hiç ara vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler, en küçük bir gerginlik sezmezlerdir bende; tam tersine dipdiri olduğumu, sevinçten kabıma sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle seve seve yememiş, böyle iyi uyumamıştım, –Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu vardır bence, o da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana koşullarından biridir. En küçük zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir sertleşme, hepsi birer itirazdır bir kimsenin kişiliğine; yapıtı içinse haydi haydi öyledir!... Sinir diye bir şey olmamalı adamda... Yalnızlıktan acı çekmek de bir itirazdır, –ben kendim hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl almaz derecede erkenden, daha yedi yaşımda, hiçbir insanca sözün bana ulaşmayacağını biliyordum; bu yüzden üzüldüğümü gören var mı hiç? Bugün bile herkese her zamanki gönül alıcı davranıyorum, en aşağı olanlara bile değer veriyorum; bunda bir damla olsun kendini beğenmişlik, gizli bir küçümseme yok. Küçümsediğim kimse farkeder bunu: Yalnızca orada oluşum bile, damarlarında kötü kan akanları öfkelendirir... Bir insanın büyüklüğünü belli eden bence amor fati’dir; insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğu yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez –her türlü ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır–, iş onu sevmekte...
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belkide Zerdüşt'ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık derilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını –çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur... Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim hiç? Benim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, –ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle "legor legar" –okunuyorum, okunacağım– demişti) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. –Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de çıktı. Dr. V. Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi yöneticilerinden.) "Bund" dergisinde, "İyi ve Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli Kitabı" başlığıyla çıkan yazısı ve gene "Bund"da Bay Karl Spitteler'in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey yoktur da... Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bırakmadılar. –"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanların ve öbür "nihilist"lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi– işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" –yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...
II</div>
Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, –elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım, –yani saçmalık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et finesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim Monsieur Taine'indir–. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal'ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, –uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, –dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar, hoş görün– demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "féminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
–Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim burada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, –budur deyişin anlamı. İç durumlarının o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan –bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi– her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük yalnız, "kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! –Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edineceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler –herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez–, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka birşey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını domuz yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün Psikoloji'yi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saçmalığa, sevginin "çıkar gözetmez" birşey olması gerektiğine varıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vızgelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulusunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu (Hem erkeklik hem dişilik vardı Dionysos'da). Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig Weibliche" –Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. –Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları (Eski Yunan'da kendilerini Dionysos'a adayan, onun gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tümünün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır. –hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onundur zaten doğal olarak. –Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim yanıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın", "ülkücü kadın" diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kötüsünden bir tür "ülkücülük"vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gibi, –bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç şüphesiz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, –yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, –şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak istenen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gönülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattıran, –derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere duraklamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın buzun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha kırılmış, ama daha adı bile olmayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters akıntılarla dolu..."
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
I
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu kitap başarısız yanıyla, örneğin Wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek büyüledi. Bir dönüm noktası oldu Wagner'in yaşamında da: Ancak ondan sonradır ki Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile, hem de bazen tam Parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. –Bu yazının çok kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın Yeniden Doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak dile getirişimi gördüler, –yazının asıl değerli yanını gözden kaçırdılar bu arada. "Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. –az buçuk çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu iyice çağdışı görünür: Wörth savaşının (Prusya'nın Fransa'ya karşı yengisi –6 Ağustos 1870–) top sesleri arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. Metz surları dibinde, o soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur –bugünkü deyimiyle "Almanlık dışı"dır–, tiksindirici bir Hegel kokusu yayılır ondan; Schopenhauer'in mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. Bir "düşün" –Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı– metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek hiç ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle aydınlanmaları, kavranmaları... Örneğin opera ve devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri, Yunanlılarda Dionysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. Öbürü de Sokratesciliğin anlaşılması: Sokrates'i Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt. Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne Apollonca, ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda tanınan biricik değerlerin, estetik değerlerin hepsini yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir. Hıristiyanlık; oysa Dionysos simgesiyle, olumlamanın en son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında yaşayan kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...
II
Eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı: Bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon Felsefesi, ülkücülüğün bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine... Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet" deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca oğrulayıp destekleridir. Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez. Hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer tutar değerler sırasında. Yürek ister bunu kavramak için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... Bilip bilmemek elinde değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir bu. –"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...
III
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. Ürküden, acımadan kurtulmak için değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için değil, –Aristotales bunu yanlış anlamıştı böyle,– tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi sevincine varmak, onun ta kendisi olmak için, o sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." Bu anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var. Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin olumlanması –ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş" öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün bu öğretisi daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. Hiç değilse, Herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da bunun izlerine rastlanır.
IV
Uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan. Aslında, musikinin Dionysosca bir geleceğinden umudu kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve Dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ muştuluyorum: İnsanlık en amansız, ama en zorunlu savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth düşüncesi" de, okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: En seçkin insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, –belki de günün birinde yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... İlk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir: Yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. Psikolojik bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulunuşu, hiç kimsede görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan, etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. Bu kitapta herşey geleceği, Yunan ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak karşı İskender'lerin zorunluluğu... Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel, tarihsel bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: Kim olduğumu olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu. Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine, bir kez olsun yanılıp şaşmadan betimliyorum; Zerdüşt denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s. 41-44 arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez bu.
ÇAĞDIŞI YAZILAR
I
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belkide Zerdüşt'ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık derilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını –çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur... Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim hiç? Benim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersindedir, –ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı "İstem ve Tasarım Olarak Dünya" neden sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle "legor legar" –okunuyorum, okunacağım– demişti) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. –Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya'da değil de İsviçre'de çıktı. Dr. V. Widmann'ın (İsviçreli yazar. "Bund" dergisi yöneticilerinden.) "Bund" dergisinde, "İyi ve Kötünün Ötesinde" üzerine "Nietzsche'nin Tehlikeli Kitabı" başlığıyla çıkan yazısı ve gene "Bund"da Bay Karl Spitteler'in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey yoktur da... Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bırakmadılar. –"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanların ve öbür "nihilist"lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "ermiş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi– işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" –yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı "çağın belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...
II</div>
Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, –elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım, –yani saçmalık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces et finesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim Monsieur Taine'indir–. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprit'den katışmıştır... Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal'ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, –uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, –dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar, hoş görün– demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "féminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
–Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim burada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, –budur deyişin anlamı. İç durumlarının o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, imler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan –bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi– her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz benim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkücülük yalnız, "kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! –Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edineceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler –herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söylemek gerekmez–, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka birşey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, (Odysseus'un yoldaşlarını domuz yapan büyücü kadın.) yani töre, bütün Psikoloji'yi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saçmalığa, sevginin "çıkar gözetmez" birşey olması gerektiğine varıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vızgelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulusunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu (Hem erkeklik hem dişilik vardı Dionysos'da). Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ("Das ewig Weibliche" –Goethe, 2. Faust, son sahne.) ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. –Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları (Eski Yunan'da kendilerini Dionysos'a adayan, onun gizlerini kutlayan kadınlar.) iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın erkekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tümünün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır. –hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Gerçek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onundur zaten doğal olarak. –Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirlerine. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim yanıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktirdir yalnızca. Kendilerini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın", "ülkücü kadın" diye yükseltmekte, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kötüsünden bir tür "ülkücülük"vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gibi, –bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayışım üstüne hiç şüphesiz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkücülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne vaaz vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, –yaşamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötünün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, –şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak istenen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçlarıno sınayıcı tanrısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gönülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kalabalığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğreten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattıran, –derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere duraklamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın buzun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gömülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, kendisi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha kırılmış, ama daha adı bile olmayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni direnişlerle, ters akıntılarla dolu..."
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
I
Tragedya'nın Doğuşu'na (1872) karşı insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. Bu kitap başarısız yanıyla, örneğin Wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek büyüledi. Bir dönüm noktası oldu Wagner'in yaşamında da: Ancak ondan sonradır ki Wagner adına büyük umutlar bağladılar. Bugün bile, hem de bazen tam Parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: O akımın ekin değeri böylesine yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. –Bu yazının çok kez "Musiki Ruhundan Tragedya'nın Yeniden Doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız Wagner'in sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak dile getirişimi gördüler, –yazının asıl değerli yanını gözden kaçırdılar bu arada. "Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. –az buçuk çekimserlikle ele alındığında Tragedya'nın Doğuşu iyice çağdışı görünür: Wörth savaşının (Prusya'nın Fransa'ya karşı yengisi –6 Ağustos 1870–) top sesleri arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. Metz surları dibinde, o soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın gelebilir. Siyasayla ilgisi yoktur –bugünkü deyimiyle "Almanlık dışı"dır–, tiksindirici bir Hegel kokusu yayılır ondan; Schopenhauer'in mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. Bir "düşün" –Dionysosca ve Apollonca karşıtlığı– metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: Şimdiye dek hiç ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle aydınlanmaları, kavranmaları... Örneğin opera ve devrim... Bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri, Yunanlılarda Dionysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün Yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. Öbürü de Sokratesciliğin anlaşılması: Sokrates'i Yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp tanımak ilk kez. "Akılcılık", içgüdüye karşıt. Herşey pahasına "akılcılık": Tehlikeli, yaşamı yıkıcı bir güç. Kitapta Hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne Apollonca, ne de Dionysoscadır; Tragedya'nın Doğuşu'nda tanınan biricik değerlerin, estetik değerlerin hepsini yadsır: En aşırı anlamıyla nihilist'dir. Hıristiyanlık; oysa Dionysos simgesiyle, olumlamanın en son sınırına ulaşırız. Kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında yaşayan kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...
II
Eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! İlk olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı: Bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri Hıristiyanlık, Schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan Platon Felsefesi, ülkücülüğün bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine... Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet" deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca oğrulayıp destekleridir. Varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez. Hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer tutar değerler sırasında. Yürek ister bunu kavramak için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. Çünkü yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya yaklaşır. Zayıflar için, zayıflıklarının verdiği esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... Bilip bilmemek elinde değildir zayıfların: Yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir bu. –"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...
III
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. Ürküden, acımadan kurtulmak için değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için değil, –Aristotales bunu yanlış anlamıştı böyle,– tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi sevincine varmak, onun ta kendisi olmak için, o sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." Bu anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var. Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin olumlanması –ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. "Bengi dönüş" öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, Zerdüşt'ün bu öğretisi daha o zamandan Herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. Hiç değilse, Herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan Stoa'da bunun izlerine rastlanır.
IV
Uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan. Aslında, musikinin Dionysosca bir geleceğinden umudu kesmem için hiçbir neden yok. Yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla sonuçlanmıştır. O zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve Dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. Tragik bir çağ muştuluyorum: İnsanlık en amansız, ama en zorunlu savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya yeni baştan doğacaktır. Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı. Bunun gibi, "Bayreuth düşüncesi" de, okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: En seçkin insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, –belki de günün birinde yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... İlk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir: Yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek Zerdüşt bakışıdır; Wagner, Bayreuth, o Alman küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. Psikolojik bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulunuşu, hiç kimsede görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan, etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. Bu kitapta herşey geleceği, Yunan ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak karşı İskender'lerin zorunluluğu... Tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel, tarihsel bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. Olup olabilecek en alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: Kim olduğumu olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu. Zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine, bir kez olsun yanılıp şaşmadan betimliyorum; Zerdüşt denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s. 41-44 arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez bu.
ÇAĞDIŞI YAZILAR
I
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kişi Nasıl Kendisi Olur - 4
- Büleklär
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 1Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3877Unikal süzlärneñ gomumi sanı 213526.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 2Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3875Unikal süzlärneñ gomumi sanı 216626.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 3Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4035Unikal süzlärneñ gomumi sanı 223425.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.37.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 4Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4074Unikal süzlärneñ gomumi sanı 219226.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 5Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 4055Unikal süzlärneñ gomumi sanı 219627.6 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kişi Nasıl Kendisi Olur - 6Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 3352Unikal süzlärneñ gomumi sanı 177728.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.