Kara Kitap - 38
Süzlärneñ gomumi sanı 2768
Unikal süzlärneñ gomumi sanı 1556
30.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
Türkiye programınız için iyi olur, demiştir. Onlar da adını bir kâğıda yazmışlardır. Ama yaşını
ya da suratının nasıl olduğunu sormamışlardır herhalde."
Aynı anda, tarihi film çevrilen köşeden bir kahkaha geldi Oturdukları divandan dönüp baktılar.
"Neye gülüyorlar?" dedi Galip.
"Anlamadım," dedi İskender, ama anlamış gibi gülümsüyor--du.
"Hiçbirimiz kendimiz değiliz," dedi Galip, bir sır verir gibi fısıldayarak. "Hiçbirimiz kendimiz
olamayız. Herkesin seni bir başkası olarak görebileceğinden hiç kuşkun yok mu senin? Kendin
olduğundan o kadar emin misin sen? Eminsen, kendin olduğuna emin olduğun o kişinin kim
olduğundan emin misin? Ne istiyor bu adamlar? Aradıkları kişi, akşam yemeğinden sonra
televizyona bakan İngiliz seyircilerin, dertleriyle dertlenecekleri, hüznüyle hü-zunlenecekleri ve
hikâyelerinden etkilenecekleri bir yabancı değil mi? Tam bu duruma uygun bir hikâyem var
benim! Kimsenin yüzümü görmesine de gerek yok. Çekimi, yüzümü karanlıkta bırakarak
yapsınlar. Baskıcı hükümetten, siyasal cinayetlerden ve askeri darbecilerden korkan esrarengiz
ve ünlü Türk gazeteci - en ilginç konu, müslüman olduğumu da unutma- kimliğinin
saklanmasını isteyerek BBC'nin sorularını cevapladı. Bu daha da iyi değil mi?"
"İyi," dedi İskender. "Ben yukarı telefon edeyim, bekliyorlar-dır."
Galip, geniş salonun öbür ucundaki film çalışmasını izledi. Üzerinde madalyaları, kuşakları ve
nişanlarıyla pırıl pırıl yeni bir üniforma, fesli ve sakallı bir Osmanlı Paşası, sevgili babasını
dinleyen itaatkâr kızıyla konuşuyordu, ama yüzü ona değil, garsonların ve bellboyların saygılı
bir sessizlikle izledikleri çalışan kameraya dönüktü.
"Hiçbir yardım yok, hiçbir gücümüz yok, hiçbir umut yok, hiçbir şey yok ve herkes, herkes,
bütün dünya Türke düşman!" diyordu Paşa. "Allah bilir devlet bu kaleyi de gözden çıkarmak
zorunda kaldı..."
"Ama babacığım, bakın, bizim daha hâlâ..." diye kızı söze başlayarak elindeki bir kitabı
babasından çok seyirciye gösteriyordu, ama bunun ne olduğunu Galip sözlerden çıkaramadı.
Kuran olmadığını anladığı için daha da merak ettiği kitabın adını aynı sahnenin yeni bir
tekrarında da anlayamadı.
Daha sonra, eski asansörle yukarı çıkıp İskender'in kendisini götürdüğü 212 numaralı odaya
girdiğinde, çok iyi bildiği bir adı unuttuğu zaman hissettiği bir eksiklik duygusu vardı içinde.
Beyoğlu'ndaki pavyonda gördüğü üç İngiliz gazeteci de odadaydılar. Erkekler, ellerinde rakı
bardakları, kamerayı ve ışıklandırma araçlarını hazırlıyorlardı. Kadın, okuduğu bir dergiden
başını kaldırdı.
"Ünlü gazetecimiz, köşe yazarımız Celâl Salik, bizzat karşınızda!" dedi İskender, Galip'in iyi bir
öğrenci gibi anında Türkçesini düşündüğü ve yadırgadığı bir İngilizceyle.
"Çok memnun oldum!" dedi kadınla öteki iki erkek, bir resimli romanın ikizleri gibi aynı anda.
"Fakat biz daha önce karşılaşmamış mıydık?" dedi kadın sonra.
"Fakat biz daha önce karşılaşmamış mıydık, diyor," dedi İskender, Galip'e.
"Nerede?" dedi Galip, İskender'e.
İskender de kadına, Galip'in "Nerede?" diye sorduğunu söyledi. .
•
"O kulüpte," dedi kadın.
"Yıllardır hiç kulüplere gitmedim, gitmem de," dedi Galip inançla. "Hatta hayatımda hiç kulübe
gittiğimi de sanmıyorum. Bu tür sosyal faaliyetleri, o çeşitten kalabalık yerleri, eserlerimi
kaleme almam için gereken yalnızlığıma ve ruh sağlığıma aykırı bulurum. Yazı hayatımın
korkunç boyutlara varan şiddeti, düşünsel hayatımın inanılmaz yoğunluğu ve daha da
inanılmaz boyutlara varan siyasi cinayetler ve baskılar, beni zaten bu tür hayattan alıkor her
zaman. Öte yandan, yalnız İstanbul'un dört bir yanında değil, bütün ülkemde kendilerini Celâl
Salik olarak gören, kendilerini Celâl Salik olarak tanıtan ve bunu çok haklı ve yerinde bir
istekle yapan vatandaşlarım olduğunu da bilmiyor değilim. Hatta, kıyafet değiştirerek şehirde
gezindiğim geceler, kenar mahalleler-deki sefalet yuvalarında, karanlık, anlaşılmaz hayatımızın
içinde, esrarın merkezinde bunların bazılarıyla ben de korkuyla karşılaşmış, bana dehşet
verecek kadar 'ben' olabilen bu mutsuzlarla dostluk bile kurmuşumdur. Çok büyük ülkedir
İstanbul, anlaşılmaz bir ülke."
İskender çevirmeye başlayınca Galip, açık pencereden Halic'i ve eski İstanbul'un soluk
ışıklarım seyretti: Yavuz Sultan Selim Camiini de turistik bir şekilde aydınlatmak istemişlerdi
galiba, ama böyle durumlarda olduğu gibi, lambaların bir kısmı çalındığı için, cami korku verici
ve tuhaf bir taş kütlesine, tek dişli bir ihtiyarın karanlık ağzına dönüşmüştü. İskender'in çevirisi
bitince, ka-dın, mizah ve oyun duygusu eksik olmayan bir kibarlıkla yanıldığı için özür diledi,
Bay Salik'i o gece orada bir hikâye anlatan uzun boylu, gözlüklü romancıyla karıştırdığını
söyledi, ama ne ikna olmuşa benziyordu, ne de söylediğine inandığına. Bu tuhaf durumu ve
Galip'i, ilginç bir Türk özelliği gibi benimsemeye karar vermişti galiba; başka kültürle
karşılaşan hoşgörülü okumuşların takındığı o "anlamıyorum, ama saygı duyuyorum," havasına
bürünmüştü. Kâğıtların hileli olduğunu görmesine rağmen, oyunu bozmayan bu anlayışlı ve
oyuncu kadına sevgi duygu Galip. Rüya'ya benzemiyor muydu biraz?
Arkasına konan lambalar, hemen yanına yerleştirilen kamera ve mikrofon ve kara elektrik
kordonları ile modern bir infaz sandalyesine benzeyen koltuğa oturduğunda Galip'in huzursuz
olduğunu gördüler. Adamlardan biri, Galip'in eline bir bardak tutuşturup rakıyı ve suyu isteğine
göre kibarca ve gülümseyerek doldurdu. Kadın, aynı oyun duygusuyla -hep gülümsüyorlardı
zaten-kayıt âletine aceleyle bir kaset taktı ve göstericiye kaşla göz arasın-
da pornografik bir kaset takan biri gibi çapkınca düğmeye basınca, küçük ve taşınabilir bir
ekranda bu sekiz gün içinde kaydettikleri Türkiye görüntüleri belirdi. Pornografik bir film
seyreder gibi, belli belirsiz bir mizah duygusuyla," ama büsbütün de ilgisiz ka-lamadan,
sessizce seyrediyorlardı: Kırık kollarım ve ters dönmüş bacaklarını sergileyen neşeli ve
akrobatik bir dilenci; ateşli bir siyasal miting ve mitingten sonra demeç veren ateşli bir önder;
tavla oynayan iki yaşlı vatandaş; meyhane ve pavyon görüntüleri; vitri-niyle gururlanan bir
halıcı; develeriyle yokuş çıkan bir aşiret; puf puf duman salarak ilerleyen buharlı tren;
gecekondu mahallelerinde kameraya el sallayan çocuklar, manavın portakallarına bakan
çarşaflı kadınlar; siyasal bir cinayetin gazete kâğıtlarıyla örtülmüş kurbanı ve artıkları; at
arabasıyla kuyruklu bir piyano taşıyan ihtiyar bir hamal.
"Tanıyorum ben bu hamalı," dedi Galip birden. "Bizi, yirmi üç yıl önce Şehrikalp
Apartmanından arka sokağa taşıyan hamal bu!"
Hepsi, bir oyun ve eğlence duygusuyla ve bir ciddiyetle, piyanoyla yüklü arabasını eski bir
apartmanın ön bahçesine sokarken kameraya aynı oyun ve eğlence duygusuyla ve ciddiyetle
gülümseyen ihtiyar hamala bakıyordu.
"Şehzadenin piyanosu geri geldi," dedi Galip. Bunu söylerken, kimin sesini yakaladığım, kim
olduğunu çıkaramıyordu sanki, ama her şeyin yolunda gittiğinden emindi. "Bir zamanlar o
apartmanın olduğu yerdeki av kasrında bir şehzade yaşardı. O şehzadenin hikâyesini
anlatacağım!"
Çok kısa bir zaman içinde her şeyi hazırladılar. İskender, ünlü köşe yazarının önemli, çok
önemli tarihi bir demeç vermek üzere burada bulunduğunu tekrarladı. Kadın bunu, son
Osmanlı padişahlarını, gizli Türkiye Komünist Partisini, Atatürk'ün bilinmeyen ve esrarengiz
mirasını, Türkiye'deki İslamcı hareketi ve siyasal cinayetlerle bir askeri darbe ihtimalini
kapsayan geniş bir çerçeve içine işbilirlikle yerleştirip dinleyicilerine heyecanla sundu.
"Bir zamanlar, içinde bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi
olabilmesi ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı," diye başladı Galip,
hikâyesine. Hikâyeyi anlatırken şehzadenin öfkesini öyle bir1 hissediyor -
384 . .
du ki içinde, kendisini başka biri gibi görüyordu. Kimdi bu kişi? Şehzadenin çocukluğunu
anlatırken, büründüğü bu yeni kişiliğin, bir zamanlar olduğu Galip adlı çocuk olduğunu hissetti.
Şehzade-' nin kitaplarla nasıl boğuştuğunu anlatırken, kendini şehzadenin boğuştuğu bu
kitapların yazarları gibi gördü. Şehzadenin, kasrında geçirdiği yalnızlık günlerini anlatırken,
kendini şehzadenin hikâyelerinin kahramanları gibi gördü. Şehzadenin kâtibine düşüncelerini
nasıl yazdırdığını anlatırken, bu düşüncelerin içindeki kişiydi sanki. Şehzadenin hikâyelerini
Celâl'in hikâyelerini anlatır gibi anlatırken, kendini Celâl'in anlattığı bir hikâyenin kahramanı
gibi hissetti. Şehzadenin son aylarını anlatırken, "Celâl de bunu böyle anlatırdı," diye
düşünüyor, bunu anlayamadıkları için otel odasın-dakilere öfke duyuyordu. Öyle bir öfkeyle
anlatıyordu ki, İngilizler Türkçe anlar gibi dinliyorlardı onu. Şehzadenin son günlerini anlatıp
bitirdiğinde hiç duraklamadan aynı hikâyeye yeniden başladı: "Bir zamanlar içinde
bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi olabilmesi ya da
olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı," dedi gene aynı inançla. Dört saat
sonra, Şehrikalp Apartmanına döndüğünde, bu cümleyi ilk söyleyişiyle ikinci söyleyişi
arasındaki farkı düşündüğünde, Celâl'in ilk söyleyişte sağ olduğunu, ikinci söyleyişte ise
Teşvikiye Karakolunun hemen karşısında Alâaddin'in dükkânının az ötesinde ölü olarak yattığını
ve cesedinin üzerine gazetelerin örtülmekte olduğunu düşünecekti. Hikâyeyi ikinci kere
anlatırken, birincisinde dikkat etmediği yerleri vurgulamış, üçüncü kere anlatırken ise, hikâyeyi
her yeni anlatışında yeni bir insan olabileceğini açıkça anlamıştı. "Şehzade gibi, ben de kendim
olabilmek için anlatıyorum," demek gelmişti içinden. Kendisini, kendisi olarak hissetmesine izin
vermeyenlere öfke duyarak, şehrin ve hayatın içine girdiği esrarın ancak böyle, hikâye
anlatarak çözüleceğine inanarak, hikâyenin sonundaki ölüm ve beyazlık duygusunu içinde
hissederek üçüncü anlatışını bitirdiğinde bir sessizlik oldu. İngiliz gazeteciler ve İskender, sıkı
bir gösteriden sonra usta bir oyuncuyu alkışlayan seyircilerin içtenliğiyle çabuk çabuk Galip'i
alkışladılar.
ON ALTINCI BÖLÜM ŞEHZADENİN HİKÂYESİ
"Bundan evvelki tramvaylar ne kadar iyiydi!" Ahmet Rasim
Bir zamanlar, içinde bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanının kendisi
olabilmesi ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı. Kendi keşfi bütün
hayatıydı, bütün hayatı da kendi keşfi. Kısa hayatının bu kısa ifadesini Şehzadenin kendisi
yazdırmıştı; hayatının sonuna doğru, keşfinin hikâyesini kaleme aldırmak için bir kâtip tuttuğu
zaman. Şehzade söylüyor, Kâtip yazıyordu.
O zamanlar, -yüz yıl önce- şehrimiz, sokaklarında milyonlarca işsizin şaşkın tavuklar gibi
gezindiği, yokuşlarından çöplerin, köprü altlarından lâğımların aktığı, bacalarından zift renginde
kara dumanların fışkırdığı ve otobüs duraklarında bekleyenlerin acımasızca dirsekleştiği bir yer
değildi daha. O zamanlar, atlı tramvaylar o kadar yavaş giderdi ki, hareket ederken inip
binebilirdiniz, Boğaz vapurları o kadar ağır yol alırdı ki, bazı yolcular bir iskelede iner, ıhlamur,
kestane ve çınar ağaçlarının altından güle konuşa öteki iskeleye kadar yürür, iskele kahvesinde
bir çay içtikten sonra, ancak yetişen aynı vapura binip yollarına devam ederlerdi. O zamanlar,
ceviz ve kestane ağaçları kesilip üzerlerine sünnetçilerin ve terzilerin el ilanları yapıştıracağı
elektrik direklerine dönüştürülmemişti daha. Şehrin bittiği yerde, çöplükler ve üzerleri elektrik
ve telgraf direkleriyle kaplı kel tepeler değil, kederli ve acımasız padişahların avlandığı
ağaçlıklar, yeşillikler ve korular başlardı. Daha sonra şehri saran lâğım borularının, parke taşlı
yolların ve apartman binalarının yok edeceği bu yeşil tepelerin birindeki av kasrında, Şehzade,
yirmi iki yıl üç ay yaşamıştı.
Yazdırmak, Şehzade için, kendisi olabilmenin bir yoluydu. Maun bir masada oturan Kâtibine
yazdırırken ancak kendisi olabildiğine inanırdı Şehzade. Gün boyunca kulaklarının içinde işittiği
başkalarının seslerinin, kasrının odalarında aşağı yukarı yürürken aklına takılan başkalarının
hikâyelerinin yüksek duvarlarla çev-
rili bahçesinde gezinirken bir türlü etkisinden kurtulamadığı başkalarının düşüncelerinin
hakkından ancak Kâtibine yazdırırken gelebilirdi. "İnsanın kendisi olabilmesi için, içinde
yalnızca kendi sesini, kendi hikâyelerini, kendi düşüncesini bulabilmesi gerekir!" derdi Şehzade
ve Kâtip yazardı.
Ama, yazdırırken Şehzadenin içinde yalnızca kendi sesini duyduğu anlamına da gelmezdi bu.
Tam tersi, bir hikâye anlatmaya ' başladığı zaman, bir başkasının hikâyesini düşündüğünü;
tam kendi düşüncesini geliştireceği sırada, bir başkasının söylediği başka bir düşünceye
takıldığını; tam kendi öfkesine kapılmışken, bir başkasının öfkesini de içinde duyduğunu bilirdi
Şehzade. Ama insanın, içinde duyduğu bu seslere karşı sesler çıkarak, hikâyelere karşı başka
hikâyeler uydurarak, Şehzadenin deyişiyle, "başkalarının hırıltılanyla boğuşa boğuşa," ancak
kendi sesini yakalayabileceğini de bilirdi. Yazdırmanın, bu kavganın kendi lehine sonuçlanacağı
bir savaş alanı olduğunu düşünürdü.
Şehzade, bu savaş alanında, düşüncelerle, hikâyelerle, kelimelerle boğuşurken, kasrının
odalarında aşağı yukarı dolaşır, bir merdivenden yukarı çıkarken söylediği cümleyi, çıkan
merdivenin !;.¦ başladığı yere inen öteki merdivenden inerken değiştirir, sonra ye-; niden, ilk
merdivenden yukarı çıkarken ya da Kâtibin masasının tam karşısındaki divanına oturmuşken
ya da uzanmışken yazdırdığı cümleyi Kâtibine tekrarlattırırdı. "Oku bakalım," derdi Şehzade ve
Kâtip, efendisinin yazdırdığı son cümleleri tekdüze bir sesle okurdu:
"Şehzade Osman Celâlettin Efendi, bu topraklarda, bu lanetlenmiş topraklarda, insanın
kendisinin olabilmesinin en önemli sorun olduğunu, bu sorun gereğince çözülmedikçe,
hepimizin yıkıntıya, yenilgiye, köleliğe mahkûm olduğumuzu bilirdi. Kendisi olabilmenin bir
yolunu bulamamış bütün kavimler köleliğe, bütün soylar soysuzluğa, bütün milletler yokluğa,
hiçliğe, hiçliğe mahkûmdur derdi, Osman Celâlettin Efendi."
"Hiçliğe, iki değil üç kere yazılacak!" derdi Şehzade, merdivenlerden aşağı inerken ya da yukarı
çıkarken ya da kâtibin masasının çevresinde dönerken. Bunu öyle bir sesle ve tavırla söylerdi
ki, daha söyler söylemez çocukluğunda, ilk gençliğinde kendisine Fransızca öğreten Fransız
Fransuva Efendinin 'dikte' dersinde ta-
kındığı tavırları, attığı öfkeli adımlan, hatta çıkardığı öğretici sesi taklit ettiğine inanır ve bir
anda bütün 'zihinsel faaliyetini durduran', 'hayâl gücünün bütün renklerini solduran' bir
buhrana kapılırdı. Bu buhranlara alışık olan Kâtip, yılların verdiği deneyle kalemini elinden
bırakır, yüzüne bir maske takar gibi geçirdiği donuk, anlamsız ve boş bir ifadeyle 'kendim
olamıyorum' nöbetinin ve öfkesinin bitmesini beklerdi.
Şehzade Osman Celâlettin Efendinin çocukluk ve gençlik yıllarının anıları çelişkiliydi. Kâtip,
Osmanlı Hanedanının İstanbul'daki saraylarında, kasırlarında ve konaklarında geçen eğlenceli,
neşeli ve hareketli bir çocukluğun ve gençliğin mutluluk sahnelerini bir zamanlar çok sık
yazdığını hatırlıyordu, ama onlar eski defterlerde kalmıştı artık. "Annem Nurucihan Kadın
Efendi, en sevdiği karısı ve gözdesi olduğu için, babam Sultan Abdülmecit Han, otuz çocuğu
içinde en çok beni severdi," diye açıklamıştı yıllar önce bir seferinde Şehzade ve: "Otuz çocuğu
içinde babam Sultan Abdülmecit Han en çok beni sevdiği için, ikinci karısı annem Nurucihan
Kadın Efendi, hareminin gözdesiydi," demişti bir başka seferinde gene yıllar önce bu mutluluk
sahnelerini yazdırırken.
Dolmabahçe Sarayının harem dairesinin kapılarını aça kapa-ya, merdivenlerinden ikişer ikişer
atlaya atlaya kendisini kovalayan ağabeyi Reşat'tan kaçarken küçük Şehzadenin kapıyı
suratına kapadığı zenci harem ağasının bayıldığını yazmıştı Kâtip. On dört yaşındaki ablası
Münire Sultanın, kırk beş yaşındaki dangalak bir paşaya verildiği günün gecesinde, sevimli
küçük kardeşini kucağına alıp ağlayarak, yalnızca ondan, ondan uzak düşeceği için üzüldüğünü
söylediğini ve Şehzadenin beyaz yakasının ablanın gözyaşlarıyla sırılsıklam olduğunu yazmıştı
Kâtip. Kırım Harbi yüzünden İstanbul'a gelen İngiliz ve Fransızlar şerefine verilen bir eğlencede
annesinin izniyle on bir yaşındaki bir İngiliz kızıyla dansetmek-ten başka içinde şimendiferlerin,
penguenlerin ve korsanların resmedildiği bir kitabın sayfalarına Şehzadenin gene aynı kızla
birlikte uzun uzun baktığını yazmıştı Kâtip. Babaannesi Bezmiâlenı Sultanın adının bir gemiye
verilmesi yüzünden yapılan törende, Şehzadenin tam iki okka güllü ve fıstıklı lokumu yiyerek
kazandığı iddiadan sonra, aptal ağabeyinin ensesine şaplak vurduğunu yazmıştı Kâtip.
Ağabeyleri ve ablalarıyla hep birlikte saray arabasıyla git-
tikleri bir Beyoğlu mağazasında onca mendil, kolonya şişesi, yelpaze, eldiven, şemsiye ve
şapka dururken, tiyatro oyunlarında kullanırız, diye ala ala, tezgâhtar çocuğun üzerindeki
önlüğü çıkartıp satın aldıkları sarayda işitilince cezalandırıldıklarını yazmıştı Kâtip. Şehzadenin
çocukluk ve ilk gençliğinde, her şeyi, doktorları, İngiliz Sefirini, pencerenin önünden geçen
gemileri, sadrazamları, gıcırdayan kapıların ve harem ağalarının cırlak seslerini, babasını, at
arabalarını, yağmurun pencerelere vuruşunu, kitaplarda okuduklarını, babasının cenazesi
arkasından ağlayanları, dalgaları ve piyano hocası İtalyan Guateli Paşayı taklit ettiğini yazmıştı
Kâtip ve Şehzade daha sonraki yıllarda her anlatışında aynı ayrıntılarla, ama öfke ve nefret
sözleriyle hatırlayacağı bu anıların hep, pastalar, şekerler, aynalar, müzik kutuları ve bol bol
oyuncak ve bol bol kitap ve yediden yetmişe düzinelerle kadın ve kız tarafından kendisine
verilen öpücüklerle, öpücüklerle birlikte düşünülmesi gerektiğini söylemişti.
Daha sonra, bir kâtip tutup kendi geçmişi ve düşüncelerini yazdırdığı zamanlarda, bu mutluluk
yılları için, "Çocukluğumun mutluluk yılları çok uzun sürdü," diyecekti Şehzade.
"Çocukluğumun budala mutluluğu o kadar uzun sürdü ki, tam yirmi dokuz yaşına kadar budala
ve mutlu bir çocuk olarak yaşadım. Tahta oturtacağı bir şehzadeye yirmi dokuz yaşına kadar
budala ve mutlu bir çocuk hayatı sürdürtebilen bir imparatorluk, tabii ki yıkılmaya dağılmaya,
yok olmaya mahkûmdur." Yirmi dokuz yaşına kadar Şehzade taht nöbetinde beşinci olan her
şehzadenin yapacağı kadar eğlenmiş, kadınlarla sevişmiş, kitaplar okumuş, mülk ve eşya
edinmiş, müzik ve resimle yüzeysel olarak ilgilenip daha da yüzeysel olarak askerliğe merak
sarmış, evlenmiş, ikisi erkek üç çocuk sahibi olmuş ve herkes gibi dostlar ve düşmanlar
edinmişti. Daha sonra, "Bütün bu yükten, bu eşyalardan ve kadınlardan, dostlardan ve budala
düşüncelerimden kurtulmak için yirmi dokuz yaşıma gelmem gerekiyormuş demek," diye
yazdıracaktı Şehzade. Yirmi dokuz yaşındayken hiç beklenmedik bazı tarihi gelişmeler sonucu
bir anda taht nöbetinde sırası beşincilikten, üçüncülüğe çıkıvermişti. Ama, Şehzadeye göre,
olayların "hiç beklenmedik," olduğunu budalalar söylerdi hep; çünkü düşünceleri ve iradesi
kadar ruhu da çürümüş olan amcası Sultan Abdülaziz'in hasta olup ölmesinden
ve onun yerine geçen büyük ağabeyinin de kısa bir süre sonra delirmesi üzerine tahttan
indirilmesinden doğal bir gelişme düşünülemezdi. Bunu yazdırdıktan sonra, kasrının
merdivenlerini çıkarken, tahta oturan ağabeyi Abdülhamit'in de, en büyük ağabeyi kadar deli
olduğunu söylerdi Şehzade ve öteki kanattan merdivenleri inerken de taht sırası kendisinden
önce olan ve bir başka konakta kendisi gibi tahta oturmayı bekleyen öteki şehzadenin de, öbür
ağabeylerinden daha da deli olduğunu, belki de bininci kere yazdırır ve Kâtip bu tehlikeli
sözleri, bininci kere yazdıktan sonra, Şehzadenin ağabeylerinin neden delirdiklerine, neden
delirmek zorunda olduklarına, Osmanlı şehzadelerinin neden delirmekten başka bir şey
yapamayacaklarına ilişkin açıklamaları yazardı sabırla.
Çünkü bütün hayatı boyunca bir imparatorluğun tahtına oturmayı bekleyerek yaşayan
herhangi biri delirmeye mahkûmdu zaten; çünkü aynı düşlerle bekleyen ağabeylerinin
delirdiğini gören herhangi biri, zaten delirmek-delirmemek açmazına sıkışacağı için delirmek
zorundaydı ; çünkü insan delirmek istediği için değil, delirmek istemediği ve bunu sorun ettiği
için delirirdi; çünkü atalarının, büyük büyükbabalarının tahta oturur oturmaz öbür kardeşlerini
nasıl boğdurarak öldürdüğünü, bütün o bekleyiş yıllarında bir kerecik olsun düşünen her
şehzade, delirmeden yaşayamazdı artık; çünkü dedelerinden Üçüncü Mehmet'in, Padişah olur
olmaz, aralarında meme çocukları da olan on dokuz kardeşini tek tek nasıl idam ettirdiğini
herhangi bir tarih kitabından okuyan ve tahtına oturacağı devletin tarihini bilmek zorunda
olduğu için, kardeşlerini bir bir öldüren padişahların hikâyelerini okumak zorunda olan her
şehzade delirmeye mahkûmdu; çünkü sonu zehirlenmek, boğulmak, intihar kisvesi verilerek
öldürülmek olan dayanılmaz bekleyişin bir yerinde, delirmek "ben yarıştan çekiliyorum,"
anlamına geleceği için, ölümü bekler gibi tahtı bekleyen bütün şehzadelerin en kolay kaçış yolu
ve en derin ve en gizli istekleriydi de; çünkü kendisini denetleyen Padişahın muhbirlerinden ve
bu muhbir ağını delerek şehzadeye ulaşan aşağılık politikacıların kumpaslarından ve
tuzaklarından ve bütün o dayanılmaz taht hayâllerinden kurtulabilmek için iyi bir fırsattı
delirmek; çünkü tahtına oturmayı düşlediği imparatorluğun haritasına bir göz atan her
şehzade, yakın bir zamanda sorumluluğunu üzerine alacağı ve ken-
di, evet, yalnızca kendi buyruklarıyla yöneteceği memleketlerin ne kadar geniş, ne kadar
sınırsız, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu her kavrayışında deliliğin eşiğine gelmek
ya da suratının nasıl olduğunu sormamışlardır herhalde."
Aynı anda, tarihi film çevrilen köşeden bir kahkaha geldi Oturdukları divandan dönüp baktılar.
"Neye gülüyorlar?" dedi Galip.
"Anlamadım," dedi İskender, ama anlamış gibi gülümsüyor--du.
"Hiçbirimiz kendimiz değiliz," dedi Galip, bir sır verir gibi fısıldayarak. "Hiçbirimiz kendimiz
olamayız. Herkesin seni bir başkası olarak görebileceğinden hiç kuşkun yok mu senin? Kendin
olduğundan o kadar emin misin sen? Eminsen, kendin olduğuna emin olduğun o kişinin kim
olduğundan emin misin? Ne istiyor bu adamlar? Aradıkları kişi, akşam yemeğinden sonra
televizyona bakan İngiliz seyircilerin, dertleriyle dertlenecekleri, hüznüyle hü-zunlenecekleri ve
hikâyelerinden etkilenecekleri bir yabancı değil mi? Tam bu duruma uygun bir hikâyem var
benim! Kimsenin yüzümü görmesine de gerek yok. Çekimi, yüzümü karanlıkta bırakarak
yapsınlar. Baskıcı hükümetten, siyasal cinayetlerden ve askeri darbecilerden korkan esrarengiz
ve ünlü Türk gazeteci - en ilginç konu, müslüman olduğumu da unutma- kimliğinin
saklanmasını isteyerek BBC'nin sorularını cevapladı. Bu daha da iyi değil mi?"
"İyi," dedi İskender. "Ben yukarı telefon edeyim, bekliyorlar-dır."
Galip, geniş salonun öbür ucundaki film çalışmasını izledi. Üzerinde madalyaları, kuşakları ve
nişanlarıyla pırıl pırıl yeni bir üniforma, fesli ve sakallı bir Osmanlı Paşası, sevgili babasını
dinleyen itaatkâr kızıyla konuşuyordu, ama yüzü ona değil, garsonların ve bellboyların saygılı
bir sessizlikle izledikleri çalışan kameraya dönüktü.
"Hiçbir yardım yok, hiçbir gücümüz yok, hiçbir umut yok, hiçbir şey yok ve herkes, herkes,
bütün dünya Türke düşman!" diyordu Paşa. "Allah bilir devlet bu kaleyi de gözden çıkarmak
zorunda kaldı..."
"Ama babacığım, bakın, bizim daha hâlâ..." diye kızı söze başlayarak elindeki bir kitabı
babasından çok seyirciye gösteriyordu, ama bunun ne olduğunu Galip sözlerden çıkaramadı.
Kuran olmadığını anladığı için daha da merak ettiği kitabın adını aynı sahnenin yeni bir
tekrarında da anlayamadı.
Daha sonra, eski asansörle yukarı çıkıp İskender'in kendisini götürdüğü 212 numaralı odaya
girdiğinde, çok iyi bildiği bir adı unuttuğu zaman hissettiği bir eksiklik duygusu vardı içinde.
Beyoğlu'ndaki pavyonda gördüğü üç İngiliz gazeteci de odadaydılar. Erkekler, ellerinde rakı
bardakları, kamerayı ve ışıklandırma araçlarını hazırlıyorlardı. Kadın, okuduğu bir dergiden
başını kaldırdı.
"Ünlü gazetecimiz, köşe yazarımız Celâl Salik, bizzat karşınızda!" dedi İskender, Galip'in iyi bir
öğrenci gibi anında Türkçesini düşündüğü ve yadırgadığı bir İngilizceyle.
"Çok memnun oldum!" dedi kadınla öteki iki erkek, bir resimli romanın ikizleri gibi aynı anda.
"Fakat biz daha önce karşılaşmamış mıydık?" dedi kadın sonra.
"Fakat biz daha önce karşılaşmamış mıydık, diyor," dedi İskender, Galip'e.
"Nerede?" dedi Galip, İskender'e.
İskender de kadına, Galip'in "Nerede?" diye sorduğunu söyledi. .
•
"O kulüpte," dedi kadın.
"Yıllardır hiç kulüplere gitmedim, gitmem de," dedi Galip inançla. "Hatta hayatımda hiç kulübe
gittiğimi de sanmıyorum. Bu tür sosyal faaliyetleri, o çeşitten kalabalık yerleri, eserlerimi
kaleme almam için gereken yalnızlığıma ve ruh sağlığıma aykırı bulurum. Yazı hayatımın
korkunç boyutlara varan şiddeti, düşünsel hayatımın inanılmaz yoğunluğu ve daha da
inanılmaz boyutlara varan siyasi cinayetler ve baskılar, beni zaten bu tür hayattan alıkor her
zaman. Öte yandan, yalnız İstanbul'un dört bir yanında değil, bütün ülkemde kendilerini Celâl
Salik olarak gören, kendilerini Celâl Salik olarak tanıtan ve bunu çok haklı ve yerinde bir
istekle yapan vatandaşlarım olduğunu da bilmiyor değilim. Hatta, kıyafet değiştirerek şehirde
gezindiğim geceler, kenar mahalleler-deki sefalet yuvalarında, karanlık, anlaşılmaz hayatımızın
içinde, esrarın merkezinde bunların bazılarıyla ben de korkuyla karşılaşmış, bana dehşet
verecek kadar 'ben' olabilen bu mutsuzlarla dostluk bile kurmuşumdur. Çok büyük ülkedir
İstanbul, anlaşılmaz bir ülke."
İskender çevirmeye başlayınca Galip, açık pencereden Halic'i ve eski İstanbul'un soluk
ışıklarım seyretti: Yavuz Sultan Selim Camiini de turistik bir şekilde aydınlatmak istemişlerdi
galiba, ama böyle durumlarda olduğu gibi, lambaların bir kısmı çalındığı için, cami korku verici
ve tuhaf bir taş kütlesine, tek dişli bir ihtiyarın karanlık ağzına dönüşmüştü. İskender'in çevirisi
bitince, ka-dın, mizah ve oyun duygusu eksik olmayan bir kibarlıkla yanıldığı için özür diledi,
Bay Salik'i o gece orada bir hikâye anlatan uzun boylu, gözlüklü romancıyla karıştırdığını
söyledi, ama ne ikna olmuşa benziyordu, ne de söylediğine inandığına. Bu tuhaf durumu ve
Galip'i, ilginç bir Türk özelliği gibi benimsemeye karar vermişti galiba; başka kültürle
karşılaşan hoşgörülü okumuşların takındığı o "anlamıyorum, ama saygı duyuyorum," havasına
bürünmüştü. Kâğıtların hileli olduğunu görmesine rağmen, oyunu bozmayan bu anlayışlı ve
oyuncu kadına sevgi duygu Galip. Rüya'ya benzemiyor muydu biraz?
Arkasına konan lambalar, hemen yanına yerleştirilen kamera ve mikrofon ve kara elektrik
kordonları ile modern bir infaz sandalyesine benzeyen koltuğa oturduğunda Galip'in huzursuz
olduğunu gördüler. Adamlardan biri, Galip'in eline bir bardak tutuşturup rakıyı ve suyu isteğine
göre kibarca ve gülümseyerek doldurdu. Kadın, aynı oyun duygusuyla -hep gülümsüyorlardı
zaten-kayıt âletine aceleyle bir kaset taktı ve göstericiye kaşla göz arasın-
da pornografik bir kaset takan biri gibi çapkınca düğmeye basınca, küçük ve taşınabilir bir
ekranda bu sekiz gün içinde kaydettikleri Türkiye görüntüleri belirdi. Pornografik bir film
seyreder gibi, belli belirsiz bir mizah duygusuyla," ama büsbütün de ilgisiz ka-lamadan,
sessizce seyrediyorlardı: Kırık kollarım ve ters dönmüş bacaklarını sergileyen neşeli ve
akrobatik bir dilenci; ateşli bir siyasal miting ve mitingten sonra demeç veren ateşli bir önder;
tavla oynayan iki yaşlı vatandaş; meyhane ve pavyon görüntüleri; vitri-niyle gururlanan bir
halıcı; develeriyle yokuş çıkan bir aşiret; puf puf duman salarak ilerleyen buharlı tren;
gecekondu mahallelerinde kameraya el sallayan çocuklar, manavın portakallarına bakan
çarşaflı kadınlar; siyasal bir cinayetin gazete kâğıtlarıyla örtülmüş kurbanı ve artıkları; at
arabasıyla kuyruklu bir piyano taşıyan ihtiyar bir hamal.
"Tanıyorum ben bu hamalı," dedi Galip birden. "Bizi, yirmi üç yıl önce Şehrikalp
Apartmanından arka sokağa taşıyan hamal bu!"
Hepsi, bir oyun ve eğlence duygusuyla ve bir ciddiyetle, piyanoyla yüklü arabasını eski bir
apartmanın ön bahçesine sokarken kameraya aynı oyun ve eğlence duygusuyla ve ciddiyetle
gülümseyen ihtiyar hamala bakıyordu.
"Şehzadenin piyanosu geri geldi," dedi Galip. Bunu söylerken, kimin sesini yakaladığım, kim
olduğunu çıkaramıyordu sanki, ama her şeyin yolunda gittiğinden emindi. "Bir zamanlar o
apartmanın olduğu yerdeki av kasrında bir şehzade yaşardı. O şehzadenin hikâyesini
anlatacağım!"
Çok kısa bir zaman içinde her şeyi hazırladılar. İskender, ünlü köşe yazarının önemli, çok
önemli tarihi bir demeç vermek üzere burada bulunduğunu tekrarladı. Kadın bunu, son
Osmanlı padişahlarını, gizli Türkiye Komünist Partisini, Atatürk'ün bilinmeyen ve esrarengiz
mirasını, Türkiye'deki İslamcı hareketi ve siyasal cinayetlerle bir askeri darbe ihtimalini
kapsayan geniş bir çerçeve içine işbilirlikle yerleştirip dinleyicilerine heyecanla sundu.
"Bir zamanlar, içinde bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi
olabilmesi ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı," diye başladı Galip,
hikâyesine. Hikâyeyi anlatırken şehzadenin öfkesini öyle bir1 hissediyor -
384 . .
du ki içinde, kendisini başka biri gibi görüyordu. Kimdi bu kişi? Şehzadenin çocukluğunu
anlatırken, büründüğü bu yeni kişiliğin, bir zamanlar olduğu Galip adlı çocuk olduğunu hissetti.
Şehzade-' nin kitaplarla nasıl boğuştuğunu anlatırken, kendini şehzadenin boğuştuğu bu
kitapların yazarları gibi gördü. Şehzadenin, kasrında geçirdiği yalnızlık günlerini anlatırken,
kendini şehzadenin hikâyelerinin kahramanları gibi gördü. Şehzadenin kâtibine düşüncelerini
nasıl yazdırdığını anlatırken, bu düşüncelerin içindeki kişiydi sanki. Şehzadenin hikâyelerini
Celâl'in hikâyelerini anlatır gibi anlatırken, kendini Celâl'in anlattığı bir hikâyenin kahramanı
gibi hissetti. Şehzadenin son aylarını anlatırken, "Celâl de bunu böyle anlatırdı," diye
düşünüyor, bunu anlayamadıkları için otel odasın-dakilere öfke duyuyordu. Öyle bir öfkeyle
anlatıyordu ki, İngilizler Türkçe anlar gibi dinliyorlardı onu. Şehzadenin son günlerini anlatıp
bitirdiğinde hiç duraklamadan aynı hikâyeye yeniden başladı: "Bir zamanlar içinde
bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi olabilmesi ya da
olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı," dedi gene aynı inançla. Dört saat
sonra, Şehrikalp Apartmanına döndüğünde, bu cümleyi ilk söyleyişiyle ikinci söyleyişi
arasındaki farkı düşündüğünde, Celâl'in ilk söyleyişte sağ olduğunu, ikinci söyleyişte ise
Teşvikiye Karakolunun hemen karşısında Alâaddin'in dükkânının az ötesinde ölü olarak yattığını
ve cesedinin üzerine gazetelerin örtülmekte olduğunu düşünecekti. Hikâyeyi ikinci kere
anlatırken, birincisinde dikkat etmediği yerleri vurgulamış, üçüncü kere anlatırken ise, hikâyeyi
her yeni anlatışında yeni bir insan olabileceğini açıkça anlamıştı. "Şehzade gibi, ben de kendim
olabilmek için anlatıyorum," demek gelmişti içinden. Kendisini, kendisi olarak hissetmesine izin
vermeyenlere öfke duyarak, şehrin ve hayatın içine girdiği esrarın ancak böyle, hikâye
anlatarak çözüleceğine inanarak, hikâyenin sonundaki ölüm ve beyazlık duygusunu içinde
hissederek üçüncü anlatışını bitirdiğinde bir sessizlik oldu. İngiliz gazeteciler ve İskender, sıkı
bir gösteriden sonra usta bir oyuncuyu alkışlayan seyircilerin içtenliğiyle çabuk çabuk Galip'i
alkışladılar.
ON ALTINCI BÖLÜM ŞEHZADENİN HİKÂYESİ
"Bundan evvelki tramvaylar ne kadar iyiydi!" Ahmet Rasim
Bir zamanlar, içinde bulunduğumuz şehirde, hayatın en önemli sorununun insanının kendisi
olabilmesi ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı. Kendi keşfi bütün
hayatıydı, bütün hayatı da kendi keşfi. Kısa hayatının bu kısa ifadesini Şehzadenin kendisi
yazdırmıştı; hayatının sonuna doğru, keşfinin hikâyesini kaleme aldırmak için bir kâtip tuttuğu
zaman. Şehzade söylüyor, Kâtip yazıyordu.
O zamanlar, -yüz yıl önce- şehrimiz, sokaklarında milyonlarca işsizin şaşkın tavuklar gibi
gezindiği, yokuşlarından çöplerin, köprü altlarından lâğımların aktığı, bacalarından zift renginde
kara dumanların fışkırdığı ve otobüs duraklarında bekleyenlerin acımasızca dirsekleştiği bir yer
değildi daha. O zamanlar, atlı tramvaylar o kadar yavaş giderdi ki, hareket ederken inip
binebilirdiniz, Boğaz vapurları o kadar ağır yol alırdı ki, bazı yolcular bir iskelede iner, ıhlamur,
kestane ve çınar ağaçlarının altından güle konuşa öteki iskeleye kadar yürür, iskele kahvesinde
bir çay içtikten sonra, ancak yetişen aynı vapura binip yollarına devam ederlerdi. O zamanlar,
ceviz ve kestane ağaçları kesilip üzerlerine sünnetçilerin ve terzilerin el ilanları yapıştıracağı
elektrik direklerine dönüştürülmemişti daha. Şehrin bittiği yerde, çöplükler ve üzerleri elektrik
ve telgraf direkleriyle kaplı kel tepeler değil, kederli ve acımasız padişahların avlandığı
ağaçlıklar, yeşillikler ve korular başlardı. Daha sonra şehri saran lâğım borularının, parke taşlı
yolların ve apartman binalarının yok edeceği bu yeşil tepelerin birindeki av kasrında, Şehzade,
yirmi iki yıl üç ay yaşamıştı.
Yazdırmak, Şehzade için, kendisi olabilmenin bir yoluydu. Maun bir masada oturan Kâtibine
yazdırırken ancak kendisi olabildiğine inanırdı Şehzade. Gün boyunca kulaklarının içinde işittiği
başkalarının seslerinin, kasrının odalarında aşağı yukarı yürürken aklına takılan başkalarının
hikâyelerinin yüksek duvarlarla çev-
rili bahçesinde gezinirken bir türlü etkisinden kurtulamadığı başkalarının düşüncelerinin
hakkından ancak Kâtibine yazdırırken gelebilirdi. "İnsanın kendisi olabilmesi için, içinde
yalnızca kendi sesini, kendi hikâyelerini, kendi düşüncesini bulabilmesi gerekir!" derdi Şehzade
ve Kâtip yazardı.
Ama, yazdırırken Şehzadenin içinde yalnızca kendi sesini duyduğu anlamına da gelmezdi bu.
Tam tersi, bir hikâye anlatmaya ' başladığı zaman, bir başkasının hikâyesini düşündüğünü;
tam kendi düşüncesini geliştireceği sırada, bir başkasının söylediği başka bir düşünceye
takıldığını; tam kendi öfkesine kapılmışken, bir başkasının öfkesini de içinde duyduğunu bilirdi
Şehzade. Ama insanın, içinde duyduğu bu seslere karşı sesler çıkarak, hikâyelere karşı başka
hikâyeler uydurarak, Şehzadenin deyişiyle, "başkalarının hırıltılanyla boğuşa boğuşa," ancak
kendi sesini yakalayabileceğini de bilirdi. Yazdırmanın, bu kavganın kendi lehine sonuçlanacağı
bir savaş alanı olduğunu düşünürdü.
Şehzade, bu savaş alanında, düşüncelerle, hikâyelerle, kelimelerle boğuşurken, kasrının
odalarında aşağı yukarı dolaşır, bir merdivenden yukarı çıkarken söylediği cümleyi, çıkan
merdivenin !;.¦ başladığı yere inen öteki merdivenden inerken değiştirir, sonra ye-; niden, ilk
merdivenden yukarı çıkarken ya da Kâtibin masasının tam karşısındaki divanına oturmuşken
ya da uzanmışken yazdırdığı cümleyi Kâtibine tekrarlattırırdı. "Oku bakalım," derdi Şehzade ve
Kâtip, efendisinin yazdırdığı son cümleleri tekdüze bir sesle okurdu:
"Şehzade Osman Celâlettin Efendi, bu topraklarda, bu lanetlenmiş topraklarda, insanın
kendisinin olabilmesinin en önemli sorun olduğunu, bu sorun gereğince çözülmedikçe,
hepimizin yıkıntıya, yenilgiye, köleliğe mahkûm olduğumuzu bilirdi. Kendisi olabilmenin bir
yolunu bulamamış bütün kavimler köleliğe, bütün soylar soysuzluğa, bütün milletler yokluğa,
hiçliğe, hiçliğe mahkûmdur derdi, Osman Celâlettin Efendi."
"Hiçliğe, iki değil üç kere yazılacak!" derdi Şehzade, merdivenlerden aşağı inerken ya da yukarı
çıkarken ya da kâtibin masasının çevresinde dönerken. Bunu öyle bir sesle ve tavırla söylerdi
ki, daha söyler söylemez çocukluğunda, ilk gençliğinde kendisine Fransızca öğreten Fransız
Fransuva Efendinin 'dikte' dersinde ta-
kındığı tavırları, attığı öfkeli adımlan, hatta çıkardığı öğretici sesi taklit ettiğine inanır ve bir
anda bütün 'zihinsel faaliyetini durduran', 'hayâl gücünün bütün renklerini solduran' bir
buhrana kapılırdı. Bu buhranlara alışık olan Kâtip, yılların verdiği deneyle kalemini elinden
bırakır, yüzüne bir maske takar gibi geçirdiği donuk, anlamsız ve boş bir ifadeyle 'kendim
olamıyorum' nöbetinin ve öfkesinin bitmesini beklerdi.
Şehzade Osman Celâlettin Efendinin çocukluk ve gençlik yıllarının anıları çelişkiliydi. Kâtip,
Osmanlı Hanedanının İstanbul'daki saraylarında, kasırlarında ve konaklarında geçen eğlenceli,
neşeli ve hareketli bir çocukluğun ve gençliğin mutluluk sahnelerini bir zamanlar çok sık
yazdığını hatırlıyordu, ama onlar eski defterlerde kalmıştı artık. "Annem Nurucihan Kadın
Efendi, en sevdiği karısı ve gözdesi olduğu için, babam Sultan Abdülmecit Han, otuz çocuğu
içinde en çok beni severdi," diye açıklamıştı yıllar önce bir seferinde Şehzade ve: "Otuz çocuğu
içinde babam Sultan Abdülmecit Han en çok beni sevdiği için, ikinci karısı annem Nurucihan
Kadın Efendi, hareminin gözdesiydi," demişti bir başka seferinde gene yıllar önce bu mutluluk
sahnelerini yazdırırken.
Dolmabahçe Sarayının harem dairesinin kapılarını aça kapa-ya, merdivenlerinden ikişer ikişer
atlaya atlaya kendisini kovalayan ağabeyi Reşat'tan kaçarken küçük Şehzadenin kapıyı
suratına kapadığı zenci harem ağasının bayıldığını yazmıştı Kâtip. On dört yaşındaki ablası
Münire Sultanın, kırk beş yaşındaki dangalak bir paşaya verildiği günün gecesinde, sevimli
küçük kardeşini kucağına alıp ağlayarak, yalnızca ondan, ondan uzak düşeceği için üzüldüğünü
söylediğini ve Şehzadenin beyaz yakasının ablanın gözyaşlarıyla sırılsıklam olduğunu yazmıştı
Kâtip. Kırım Harbi yüzünden İstanbul'a gelen İngiliz ve Fransızlar şerefine verilen bir eğlencede
annesinin izniyle on bir yaşındaki bir İngiliz kızıyla dansetmek-ten başka içinde şimendiferlerin,
penguenlerin ve korsanların resmedildiği bir kitabın sayfalarına Şehzadenin gene aynı kızla
birlikte uzun uzun baktığını yazmıştı Kâtip. Babaannesi Bezmiâlenı Sultanın adının bir gemiye
verilmesi yüzünden yapılan törende, Şehzadenin tam iki okka güllü ve fıstıklı lokumu yiyerek
kazandığı iddiadan sonra, aptal ağabeyinin ensesine şaplak vurduğunu yazmıştı Kâtip.
Ağabeyleri ve ablalarıyla hep birlikte saray arabasıyla git-
tikleri bir Beyoğlu mağazasında onca mendil, kolonya şişesi, yelpaze, eldiven, şemsiye ve
şapka dururken, tiyatro oyunlarında kullanırız, diye ala ala, tezgâhtar çocuğun üzerindeki
önlüğü çıkartıp satın aldıkları sarayda işitilince cezalandırıldıklarını yazmıştı Kâtip. Şehzadenin
çocukluk ve ilk gençliğinde, her şeyi, doktorları, İngiliz Sefirini, pencerenin önünden geçen
gemileri, sadrazamları, gıcırdayan kapıların ve harem ağalarının cırlak seslerini, babasını, at
arabalarını, yağmurun pencerelere vuruşunu, kitaplarda okuduklarını, babasının cenazesi
arkasından ağlayanları, dalgaları ve piyano hocası İtalyan Guateli Paşayı taklit ettiğini yazmıştı
Kâtip ve Şehzade daha sonraki yıllarda her anlatışında aynı ayrıntılarla, ama öfke ve nefret
sözleriyle hatırlayacağı bu anıların hep, pastalar, şekerler, aynalar, müzik kutuları ve bol bol
oyuncak ve bol bol kitap ve yediden yetmişe düzinelerle kadın ve kız tarafından kendisine
verilen öpücüklerle, öpücüklerle birlikte düşünülmesi gerektiğini söylemişti.
Daha sonra, bir kâtip tutup kendi geçmişi ve düşüncelerini yazdırdığı zamanlarda, bu mutluluk
yılları için, "Çocukluğumun mutluluk yılları çok uzun sürdü," diyecekti Şehzade.
"Çocukluğumun budala mutluluğu o kadar uzun sürdü ki, tam yirmi dokuz yaşına kadar budala
ve mutlu bir çocuk olarak yaşadım. Tahta oturtacağı bir şehzadeye yirmi dokuz yaşına kadar
budala ve mutlu bir çocuk hayatı sürdürtebilen bir imparatorluk, tabii ki yıkılmaya dağılmaya,
yok olmaya mahkûmdur." Yirmi dokuz yaşına kadar Şehzade taht nöbetinde beşinci olan her
şehzadenin yapacağı kadar eğlenmiş, kadınlarla sevişmiş, kitaplar okumuş, mülk ve eşya
edinmiş, müzik ve resimle yüzeysel olarak ilgilenip daha da yüzeysel olarak askerliğe merak
sarmış, evlenmiş, ikisi erkek üç çocuk sahibi olmuş ve herkes gibi dostlar ve düşmanlar
edinmişti. Daha sonra, "Bütün bu yükten, bu eşyalardan ve kadınlardan, dostlardan ve budala
düşüncelerimden kurtulmak için yirmi dokuz yaşıma gelmem gerekiyormuş demek," diye
yazdıracaktı Şehzade. Yirmi dokuz yaşındayken hiç beklenmedik bazı tarihi gelişmeler sonucu
bir anda taht nöbetinde sırası beşincilikten, üçüncülüğe çıkıvermişti. Ama, Şehzadeye göre,
olayların "hiç beklenmedik," olduğunu budalalar söylerdi hep; çünkü düşünceleri ve iradesi
kadar ruhu da çürümüş olan amcası Sultan Abdülaziz'in hasta olup ölmesinden
ve onun yerine geçen büyük ağabeyinin de kısa bir süre sonra delirmesi üzerine tahttan
indirilmesinden doğal bir gelişme düşünülemezdi. Bunu yazdırdıktan sonra, kasrının
merdivenlerini çıkarken, tahta oturan ağabeyi Abdülhamit'in de, en büyük ağabeyi kadar deli
olduğunu söylerdi Şehzade ve öteki kanattan merdivenleri inerken de taht sırası kendisinden
önce olan ve bir başka konakta kendisi gibi tahta oturmayı bekleyen öteki şehzadenin de, öbür
ağabeylerinden daha da deli olduğunu, belki de bininci kere yazdırır ve Kâtip bu tehlikeli
sözleri, bininci kere yazdıktan sonra, Şehzadenin ağabeylerinin neden delirdiklerine, neden
delirmek zorunda olduklarına, Osmanlı şehzadelerinin neden delirmekten başka bir şey
yapamayacaklarına ilişkin açıklamaları yazardı sabırla.
Çünkü bütün hayatı boyunca bir imparatorluğun tahtına oturmayı bekleyerek yaşayan
herhangi biri delirmeye mahkûmdu zaten; çünkü aynı düşlerle bekleyen ağabeylerinin
delirdiğini gören herhangi biri, zaten delirmek-delirmemek açmazına sıkışacağı için delirmek
zorundaydı ; çünkü insan delirmek istediği için değil, delirmek istemediği ve bunu sorun ettiği
için delirirdi; çünkü atalarının, büyük büyükbabalarının tahta oturur oturmaz öbür kardeşlerini
nasıl boğdurarak öldürdüğünü, bütün o bekleyiş yıllarında bir kerecik olsun düşünen her
şehzade, delirmeden yaşayamazdı artık; çünkü dedelerinden Üçüncü Mehmet'in, Padişah olur
olmaz, aralarında meme çocukları da olan on dokuz kardeşini tek tek nasıl idam ettirdiğini
herhangi bir tarih kitabından okuyan ve tahtına oturacağı devletin tarihini bilmek zorunda
olduğu için, kardeşlerini bir bir öldüren padişahların hikâyelerini okumak zorunda olan her
şehzade delirmeye mahkûmdu; çünkü sonu zehirlenmek, boğulmak, intihar kisvesi verilerek
öldürülmek olan dayanılmaz bekleyişin bir yerinde, delirmek "ben yarıştan çekiliyorum,"
anlamına geleceği için, ölümü bekler gibi tahtı bekleyen bütün şehzadelerin en kolay kaçış yolu
ve en derin ve en gizli istekleriydi de; çünkü kendisini denetleyen Padişahın muhbirlerinden ve
bu muhbir ağını delerek şehzadeye ulaşan aşağılık politikacıların kumpaslarından ve
tuzaklarından ve bütün o dayanılmaz taht hayâllerinden kurtulabilmek için iyi bir fırsattı
delirmek; çünkü tahtına oturmayı düşlediği imparatorluğun haritasına bir göz atan her
şehzade, yakın bir zamanda sorumluluğunu üzerine alacağı ve ken-
di, evet, yalnızca kendi buyruklarıyla yöneteceği memleketlerin ne kadar geniş, ne kadar
sınırsız, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu her kavrayışında deliliğin eşiğine gelmek
Sez Törek ädäbiyättän 1 tekst ukıdıgız.
Çirattagı - Kara Kitap - 39
- Büleklär
- Kara Kitap - 01Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2834Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169327.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 02Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2755Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180626.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 03Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2876Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166430.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 04Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2806Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176130.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 05Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2785Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170328.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 06Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174728.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.3 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 07Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2795Unikal süzlärneñ gomumi sanı 177728.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 08Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2851Unikal süzlärneñ gomumi sanı 180228.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 09Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2754Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168329.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 10Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2839Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174030.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 11Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2835Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166932.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 12Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 174331.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 13Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2797Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167731.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 14Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2783Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 15Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2759Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164928.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 16Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2814Unikal süzlärneñ gomumi sanı 156531.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.45.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 17Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2793Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167330.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.3 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 18Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2766Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164330.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 19Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2767Unikal süzlärneñ gomumi sanı 167129.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 20Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155230.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 21Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2733Unikal süzlärneñ gomumi sanı 160031.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 22Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 171529.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.2 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 23Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2700Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170528.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 24Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2727Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165428.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.5 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 25Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170329.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 26Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2702Unikal süzlärneñ gomumi sanı 165828.0 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 27Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2713Unikal süzlärneñ gomumi sanı 168726.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.2 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.48.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 28Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176026.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.39.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.47.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 29Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2742Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166529.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 30Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166032.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.52.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 31Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2699Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166629.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.42.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 32Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2862Unikal süzlärneñ gomumi sanı 169228.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 33Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2737Unikal süzlärneñ gomumi sanı 172326.3 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 34Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2884Unikal süzlärneñ gomumi sanı 164831.4 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.0 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.6 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 35Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2908Unikal süzlärneñ gomumi sanı 154330.2 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.1 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.50.4 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 36Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2772Unikal süzlärneñ gomumi sanı 176527.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.38.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 37Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2777Unikal süzlärneñ gomumi sanı 166531.9 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.44.9 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.53.1 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 38Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2768Unikal süzlärneñ gomumi sanı 155630.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.6 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.51.7 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 39Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2761Unikal süzlärneñ gomumi sanı 143630.5 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.43.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.9 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 40Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2748Unikal süzlärneñ gomumi sanı 163032.8 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.46.4 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.54.5 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 41Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2760Unikal süzlärneñ gomumi sanı 170429.7 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.41.8 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.8 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.
- Kara Kitap - 42Härber sızık iñ yış oçrıy torgan 1000 süzlärneñ protsentnı kürsätä.Süzlärneñ gomumi sanı 2175Unikal süzlärneñ gomumi sanı 136528.1 süzlär 2000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.40.7 süzlär 5000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.49.0 süzlär 8000 iñ yış oçrıy torgan süzlärgä kerä.